DİYALOG MÜZESİ

VAMPİRLER VE İNSANLAR

1.126. DİYALOG
"bedreddin' den 
devam"

NOSFERATU (2024) – Vampir Mitosu Estetiği ve Ders Niteliğinde Bir Uyarlama
H. Necmi Öztürk

Dünya Prömiyerini 8 Kasım 2024’te Los Angeles’ta yapan Robert Eggers’ın dördüncü uzun
metrajı Nosferatu (2024) festivallere pek uğramadan, gösterim serüvenini sessizce ve yavaş yavaş tüm ülkelerde sürdürdü, film ülkemizde de bugün, 3 Ocak 2025’te gösterime girdi. Eggers’ın son filmini “korku”, “dönem filmi” vs. gibi belli kategorilerde değerlendirmek mümkün ancak herşeyden önce sanatsal yönü ağır basan bir yapım Nosferatu. Gerek çekim, ışık ve kamera kullanımındaki özen ve senaryodaki tutarlılık, gerekse kostüm, makyaj, ses tasarımı ve kullanılan dil (Daçça) gibi her türlü ayrıntıya sonuna dek dikkat edilmesi ve tabii ki son derece özverili oyunculuklar ve Robin Carolan’ın enfes müziği olsun, baştan aşağı her saniyesi sinema kokan bir sanat eseriyle karşı karşıyayız.

Yapımdaki vampir mitosu etrafındaki araştırma seviyesine değinmiyorum bile, zira aynı zamanda senaryo koltuğunda da oturan Robert Eggers’tan da daha azını beklemezdik, yapımcılardan birinin aktardığına göre (Sight and Sound, vol. 35/01) yazım aşamasında Eggers bizzat okültizm ve vampir mitolojisi hakkında yüzlerce kitaba başvurmuş, ayrıca sette de Romanya mitolojisi uzmanı Florin Lazarescu dışında birer tane de okültizm ve simya uzmanı bulunuyormuş. Eggers bu film için, kapanış jeneriğinde iki kaynak belirtiyor: Henrik Galeen’in yazdığı, 1922 yapımı Nosferatu’nun (Murnau) senaryosu ve Bram Stoker’ın 1897’de yayımlanan gotik romanı Dracula. Bildiğimiz gibi usta Alman yönetmen Friedrich Wilhelm Murnau’nun 1922 yapımı filminin adı, telif haklarıyla uğraşmamak için “Dracula” yerine, Stoker’ın romanında sadece iki noktada geçen Nosferatu sözcüğüyle değiştirilmiş, karakterlerin adı ve romanın sonu gibi, Kont Dracula’nın adı da Kont Orlok şeklinde değiştirilmişti. Ne var ki Stoker’ın eşi benzerlikleri fark edip Murnau ve film şirketine dava açtı ve film ABD’de ancak hukuk süreci tamamlanınca, 1929’da gösterime girebildi. Kısacası Nosferatu (1922) aslında Bram Stoker’ın romanının uzun metraj formatında sinemaya ilk uyarlaması olsa da; Murnau’nun kendi üslubunu konuşturması, dahası kontu canlandıran Max Schreck’in (1879-1936) kan dondurucu oyunculuğu sayesinde, özellikle atmosfer bağlamında hiçbir zaman Dracula’nın sinemadaki temsiliyle bir tutulmamıştır, Eggers’ın da bir röportajda (S&S, vol.35/1) söylediği gibi Nosferatu, tam olarak Dracula değildir. Diğer bir deyişle Nosferatu evreni ile Dracula evreni, beyazperdede örtüşmez, zira Nosferatu peşinde ölüm ve hastalık sürükleyerek ilerleyen, ölümün bir anlamda yeryüzündeki temsilcisi iken, sinemadaki Dracula güzel kadınların boynundan kan emen yakışıklı ve bakımlı bir aristokrattır. Yeri gelmişken netlik adına en yeni Nosferatu ile Stoker’ın romanındaki karakterleri de eşleştirelim: Nosferatu: Murnau, Herzog ve Eggers Dracula, doğrudan ismiyle veya dolaylı olarak,

Dünya sinemasında yüzlerce kez resmedilmiştir. Ne var ki Robert Eggers’ın son filmi, “Nosferatu” adıyla çekilen üçüncü, hatta ayrıntılarda kaybolmayı seçersek ilk yapım: Nosferatu: A Symphony of Horror (Murnau, 1922) Nosferatu: Phantom of the Night (Herzog, 1979) Nosferatu (Eggers, 2024) Lily-Rose Depp ve Emma Corrin, Werner Herzog’un Nosferatu’sundaki sahil çekimlerine selam eden bir kompozisyonda. Yukarıdaki üçlüye elbette Klaus Kinski’nin yönetmenlik koltuğuna oturarak çekmeye çalıştığı “Nosferatu Venedik’te” (1988) filmimsisini katmaya gerek yok. Açıkçası Werner Herzog’un, Kont Orlok rolüne yerleştirdiği müdavim oyuncusu Klaus Kinski’li versiyonu da pek öne çıkan bir uyarlama değil. Bunun büyük oranda sebebi de Kinski’nin yere göğe sığmayan egosunun oyunculuğuna da yansıması, kendisi filmde kont rolünden çok kendi personasına hayat veriyor gibi. Ne var ki Ellen rolündeki Isabelle Adjani, bulunduğu her sahnede istisnasız ya rol çalıyor ya da seyirciyi büyülemeyi anında başarıyor, eklemeden geçmeyelim. Herzog’un filminden aklımızda kalan, Adjani’nin oyunculuğu dışında, giriş sekansındaki ölü bedenler geçidi ve Ellen’in sahil çekimlerindeki, haçların yerleştirilme biçimiyle derinlik ve hüzün kazanan atmosfer. Ve bu iki unsur da, elbette Eggers’ın Nosferatu’suna dahil edilmiş. Zaten çocukluğunuzdan beri vampir filmleri izleyerek zihninizde (ister istemez) “sinemasal vampir evreninden en iyi kareler” arşivi oluşturduysanız,çoğunu Eggers’ın Nosferatu’sunda bulmanız mümkün. Nicholas Hoult Bir Uyarlama Şaheseri Eggers basına verdiği demeçlerden birinde, bazı anlarda kendi yazdığı orijinal senaryolarla ilerlemeyi tercih edip, uyarlama işine hiç girmese miydi diye düşündüğünü paylaşmış, bunu sadece anlık bir kriz olarak görmekten başka çare yok çünkü Bram Stoker’ın Dracula romanında betimlenen anahtar olayları Eggers son derece yenilikçi bir üslupla, hatta bazen daha önce hiçbir Dracula uyarlamasında görmediğimiz şekilde beyazperdeye aktararak, yıllardır Dracula filmleri izleyen seyircide (Universal tarafından 1931 yılında Bela Lugosi’li Dracula ile aynı anda, farklı oyuncularla çekilen İspanyol versiyonu hatırlayalım) bulunması muhtemel “görsel yorgunluğu” rahatlıkla baypas etmiş. Hemen birkaç örnek verelim: Nicholas Hoult ve Aaron Taylor-Johnson Jonathan Harker’ın Transilvanya bölgesine gelip köylülere Kont Dracula ile görüşeceğini söylemesi üzerine herkesin sessizce önüne bakması, karşı çıkması, vs. Film süresi olarak neredeyse 4-5 dakikadan bahsediyoruz (örneğin Tod Browning’in 1931 yapımı Dracula’sında olduğu gibi) ve hikâyeyi bilen seyirci için pek eğlenceli bir süre değil bu.

Ne var ki Eggers, Harker’ı yani Thomas Hutter’ı canlandıran Nicholas Hoult’a, “Kont Orlok ile görüşeceğim” cümlesini, köylülerle buluştuğu ilk saniyede söyletiyor, köylülerin tepkileri ise o anda değil, takip eden sahnelerde açımlanıyor: Harika bir kestirme. Aynı şekilde Thomas Hutter’ın Kont Orlok tarafından at arabasına alınması da son derece sinemasal bir şekilde gerçekleşiyor, o kadar ki Hutter’ın havada süzülerek Orlok’un arabasına binmesi daha önce neden aklımıza gelmedi demeniz bile mümkün. Arabanın Hutter’la karşılaşma sahnesi de aynı şekilde, sinemasal bir zafer. Başka bir örnek de hemen her Dracula uyarlamasında bulunan, Hutter’ın şatoya girişi ve kontla ilk yemek sahnesi, Eggers bu yeniden anlatımı da ustalıkla ilginç hale getirmeyi başarmış, dönen merdivenlerden yukarı çıkarken Kont Orlok’un bir anda kaybolması, akıllara Danimarkalı usta yönetmen Carl Theodor Dreyer’in 1932 yapımı Vampyr’indeki sahneleri (Léone’nin kayboluşu) hatırlatıyor. Aynı şekilde Kont ile ilk karşılaşma, sofraya oturma ve Hutter’ın ekmek keserken parmağını kesmesi de fazla uzatılmadan, dahası sonuç odaklı (şömine önünde Orlok’un Hutter’ın kanını emmesi ve onu Dhampir olarak kullanması, bir anlamda yemeğiyle oynaması) çekilmiş. Stoker’ın romanının sonunda,günbatımında Dracula’nın kalbine kazık saplanarak (ve boğazı kesilerek) öldürülmesi de, Nosferatu ile Dracula evrenlerinin en önemli farkı olsa gerek, ne de olsa üç Nosferatu uyarlamasında da Kont’un ölümü kazıkla değil, çok daha şiirsel bir şekilde gerçekleşiyor, bunun için de elbette ilk Nosferatu’nun (1922) senaristi Henrik Galeen’e teşekkür borçluyuz. Farklı Bir Vampir Miti Yaklaşık 100 yıldır vampir filmleri çekilmesine rağmen yeni bir mitos oluşturmak mümkün mü, işte 5-10 yıl önceki vampir filmlerini kopyalamak yerine ilk vampir filmlerine, sosyolojik köklere dönerek bunu yapmak pekâlâ mümkün. Yukarıdaki paragrafta bahsettiğimiz roman / Nosferatu arasındaki bitiş farkı gibi, Eggers’in vampir yorumunda bir kavram daha göze çarpıyor: Folk vampir – ki bu da yine köklere dönmekle alâkalı. Bram Stoker meşhur romanını kaleme alırken fazlasıyla araştırma yapmış, özellikle de Emily Gerard’ın yazdığı iki ciltlik The Land Beyond the Forest: Facts, Figures and Fancies from Transylvania (1888) yapıtından bolca faydalanmıştı. Aynı şekilde Robert Eggers da senaryosunubiçimlendirirken Kont Orlok’un yedi köşeli yıldız mühründen, Kont’u canlandıran Bill Skarsgard’ın Daçça (Dacian language) konuşmasına varıncaya dek her türlü araştırmayı yaptığı gibi, “şehirli vampir / folk vampir” ayrımını da bunlar üzerine kurmuş.

Bu mitin ayrıntılarına Kont Orlok’un özellikleri üzerinden değinelim. Simon McBurney Kont Orlok (Bill Skarsgard) – Görünüm ve Köken Stoker’ın romanındaki Kont Dracula tasvirini hemen hiçbir uyarlamada izlemedik: “Uzun ve beyaz bıyıklı, yaşlı bir kont”. Dracula çok az filmde yaşlı olarak resmedildi, uzun ve beyaz bıyık da hayli dikkat dağıtıcı olacağı için Eggers tarafından da uyarlamaya dahil edilmemiş. Skarsgard’ın canlandırdığı Kont Orlok’un bıyığı, daha çok Eflâk Voyvodası ve Rumen komutan Vlad Tepes / Vlad Dracula’nın (1428-1477) bıyığını andırıyor.

Filmde Skarsgard’ın, Bela Lugosi’nin efsanevi aksanına şapka çıkartırcasına ağır aksanlı bir İngilizce’nin yanısıra Transilvanya’nın Daçya bölgesine özgü ölü bir dil olan (MÖ 2500 yılları) Daçça konuşması da muhteşem bir ayrıntı. Eggers’ın Nosferatu yorumunda kontun bir de arması var, yedi köşeli (Heptagon) bir yıldız söz konusu, çevresinde de kendi kuyruğunu yiyen (Ouroboros) kurt başlı iki yılan mevcut, bu sembolü ve içindeki yazıları araştırdığımızda Zalmoxis ismine ulaşıyoruz (kaynak) ki bu da yine Daçyalılar’a göre kutsal bir varlık hatta ölüp yeniden dirildiğine dair inanışlar da mevcut, bu ayrıntı da Eggers’in, Hristiyan geleneğine vampir mitosunda bir paralellik sunduğu şeklinde yorumlanabilir. Aynı şekilde Ouroboros sembolü de Romanya mitolojisinde Balaur yani çok başlı, ejderha görünümlü bir yaratık olarak resmediliyor. Dahası Balaur, genç kızları veya prensesleri kaçıran kötücül bir varlık, tıpkı Nosferatu’nun yaptığı gibi. Bu derece bir tutarlılık gerçekten de Robert Eggers kalitesinde bir araştırmaya işaret ediyor. Benzer tutarlılıklara Prof. Albin Eberhart von Franz karakterini incelerken de değineceğiz. Vlad Tepes ve Kont Orlok’un arması. Ellen Hutter (Lily Rose-Depp) ve Tüm Anlatının Yön Değiştirmesi Lily Rose-Depp’in Ellen Hutter (romanda Mina Murray) rolünde yer alması kesinlikle büyük bir artı, kendisi hem yaydığı aurası hem de ustalıklı oyunculuğuyla filme değer katıyor. Sadece aksanı için değil aynı zamanda Kont Orlok’un etkisini üzerinde (zihin kontrolü / mind compulsion) hissettiği kriz sahneleri için de bir hareket koçuyla çalışmış. Eggers’ın Sight and Sound (35/01) dergisine verdiği röportaja göre Rose-Depp’in kriz sahneleri için, (Stoker’ın romanında da adı geçen) ünlü nöroloji uzmanı Jean-Martin Charcot’nun (1825-1893) histeri hastalarında gözlemlediği ve fotoğraflarla belgelediği “histeri pozlarını” (attitudes passionnelles) kaynak olarak kullanmışlar. Eggers’ın yüzlerce okültizm kitabıyla dolu ofisinin duvarları da Charcot’nun belgelediği onlarca histeri pozu, kasılma ve kriz fotoğraflarıyla doluymuş ve Rose-Depp de bunları filmde ustalıkla tekrarlamış. Bir not olarak ekleyelim; kontun etkisine giren herkesin aşırı yorgunluk emaresi göstermesi, akli dengesini kaybetmesi veya histeri krizleri geçirmesi de vampir filmlerinde olması gereken, vampir söylencesindeki “insandan çok daha güçlü, göksel” bir varlıkla karşılaşmanın sonucuna, bir “overwhelming / bedenin duygusal yoğunluğu kaldıramamasına” işaret ediyor, bu durumun beyazperdede temsil edilmesini özlemiştik açıkçası. Lily-Rose Depp EllenHutter karakterinin Eggers’ın Nosferatu’sundaki temsili ise, senaryo bağlamında bambaşka bir U dönüşü yaptırıyor hem anlatı iskeletine, hem de Ellen Hutter – Kont Orlok ilişkisine. Üstelik bu giriş kısmı filme son aşamalarda eklenmiş, zira İngiliz Sight and Sound dergisinin son sayısına (vol. 35 / issue 01), Roger Luckhurst’ün film hakkındaki genel yazısına baktığımızda, şu cümleyle karşılaşıyoruz: “Film, yerde bir ayin gerçekleştiren Knock karakteriyle açılıyor” (!). Yine Nisan 2024’te internete sızan senaryo da (burada) bu şekilde, yanlış başlıyor. Ancak film elbette, Lily Rose-Depp’in canlandırdığı Ellen Hutter karakteriyle, daha da önemlisi içinde şu cümleyi barındıran bir yakarışla başlıyor: “Hangi göksel küreye ait olursan ol, bana doğru gel” – (from any celestial sphere). Burada Aristoteles, Platon, Copernicus gibi filozof ve gökbilimcilerce kabul edilen “göksel küre” tabirinden çok, önüne getirilen “herhangi” edatı anlam kazanıyor zira sadece iyiyi değil, kötüyü temsil eden varlıklara da çağrı yapmış oluyor Ellen ve Kont Orlok, çağrıya cevap veriyor. Dolayısıyla Stoker’ın anlatısında ve birçok Dracula uyarlamasında bulunan “Kont, içinde güzel bir kadın resmi olan kolyeyi görüp avının peşine düşer” önermesi, Eggers’ın Nosferatu’sunda farklı bir yol izliyor, zira Kont Orlok, Ellen Hutter’ın varlığından Thomas’ın boynundaki kolyede bulunan bir tutam saçı kokladığında haberdar olmuyor, aksine Ellen’ı hatırlıyor.

Sonuç olarak kötülüğün kaynağı, biraz da “insanın içinden” gelmiş oluyor, Ellen’ın Prof. von Franz’a söylediği cümle de bu nedenle manidar: “Profesör, düşlerim daha karanlık bir hal alıyor. Söyleyin bana, kötülük içimizden mi gelir? Yoksa başka diyarlardan mı?”. Dediğimiz gibi Eggers başa eklediği bu incelikli ayrıntı aracılığıyla, ne Nosferatu’da ne de Dracula’da bulunan yeni bir okumaya olanak sağlıyor. Willem Dafoe Prof. Albin Eberhart von Franz (Willem Dafoe) ve Filmden Taşan Rönesans Ezoterizmi Yazımızın, Robert Eggers’ın okültizm alanında yaptığı engin araştırmalara en çok yer vermemiz gereken kısmına geldik. Sadece filmin kendisiyle ilgili okumaya devam etmek isteyenler bu kısmı atlayıp 10 paragraf aşağıdaki “Diğer Oyunculuklar, Aydınlatma ve Müzik” başlığına geçebilir. Eggers, vampirizm ve okültizm alanında filmine görsel olarak birçok ayrıntı (Heptagram, Kont’un görünüşü, Daçça, vs.) eklemiş doğal olarak ancak sözlü düzlemde en fazla ayrıntı, Willem Dafoe’nin canlandırdığı, klasik Dracula evreninde Van Helsing’e karşılık gelen, Prof. von Franz karakterinin dudaklarından dökülüyor. Bu noktada Eggers’ın senaryo aşamasında yaptığı araştırmaların ne derece önemli ve yenilikçi olduğunun, vampir mitosuna ne kadar çok şey kattığının da altını çizmek gerek, zira Stoker’ın romanında Van Helsing’e söyletilen tüm bilgiler daha çok 1800’lerin son dönemlerinde yeşermeye başlayan antropoloji, zooloji ve tıp alanlarındaki bilimsel gelişme ve bulgulara dayalıydı, tabiri caizse pek “ulaşılamayan” bilgiler değildi büyük kısmı. Ne var ki Eggers’ın von Franz karakteri bilimsel değil, Batı ezoterizmi ve okültizm etrafında dolaşan bir bilgi dağarcığını paylaşıyor seyircilerle ve aşağıda da göreceğimiz gibi kulaktan dolma veya sadece kitapların arka kapaklarını okuyarak değil, adı geçen alanlarda derinlemesine araştırmalar yapılarak ulaşılan bilgiler söz konusu. Eggers’ın, neredeyse Stoker’ın romanındaki bilimsel arkaplanla boy ölçüşebilecek düzeyde tutarlı bir ezoterik / okült evren yaratmaya çalışması (ve büyük oranda da başarması) en hafif tabiriyle es geçilmemesi gereken, iddialı bir girişim. Ralph Ineson, Aaron Taylor-Johnson, Emma Corrin ve Willem Dafoe Karakterin İsminin Kökeni Profesör Albin Eberhart von Franz karakterinin adı, Eggers’ın yarattığı ve birçok göndermeye ev sahipliği yapan bir birleşik isim. Öncelikle kesin olan göndermelerle başlayalım, yani Eggers’ın da Sight and Sound (vol. 35/01) dergisindeki röportajında onayladığı iki göstergeyle. Bunlardan ilki Albin Grau (1884-1971), yani 1922 tarihli ilk Nosferatu’nun prodüktörü, daha da önemlisi Weimar Dönemi Almanyası’nın okült çevrelerinde başı çeken bir isim. Kendisi aynı zamanda ilk filmde kullanılan mühür ve büyü sembollerini Murnau’ya sağlamıştı, hepsi de filmde kullanıldı.

Diğer bir isim ise 20. yüzyılın önde gelen psikologlarından, aynı zamanda simya konusuna da psikolojik perspektiften eğilen ve bu konuda çözümlemeler yapan Marie-Louise von Franz (1915-1998). Analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung ile 1933 yılında tanıştı ve Jung’un 1961’deki ölümüne dek birlikte çalıştılar. Nosferatu’da von Franz’ın parmağında gördüğümüz Abraxas yüzüğü de üzerine sayısız felsefi ve ezoterik yorumlama yapılmış olan, Jung açısından da önemli addedilen (Jung’un 1916’da yayımladığı Seven Sermons to the Dead kitabında bahsi geçer) bir sembol. Prof. von Franz ‘ın yüzüğü ve onlarca farklı Abraxas temsilinden biri. Eggers tarafından açıklanıp açıklanmadığını bilmediğimiz, Willem Dafoe’nin karakter adının son kısmı ise, “Eberhart”. Bu isimle ilgili akla öncelikle 1950 doğumlu, okültizm, uzaylılar ve parapsikoloji üzerine yazan koleksiyoncu ve yazar George Martin Eberhart geliyor, Eggers ona selam etmek istemiş olabilir. Bizce daha iyi bir aday ise, Amerikan edebiyatının önde gelen gizem / polisiye / gerilim yazarı Mignon Good Eberhart (1899-1996). Ellinin üzerinde romana imza atmış olan Eberhart, aynı zamanda okültizmi de eserlerine konuk etmesiyle bilinen, birçok yapıtı sinemaya da uyarlanmış olan başarılı ve üretken bir yazar. Robert Eggers’ın bu şekilde, sevdiği bir yazara şapka çıkartmış olma ihtimali de var. Nicholas Hoult Albin Eberhart von Franz Hakkında İlk Duyduklarımız Eggers’ın sevdiği oyunculardan Ralph Ineson’un (The Witch, The Northman) canlandırdığı Dr. Wilhelm Sievers ilk kez von Franz’dan yani eski hocasından bahsederken, “akademiden atıldığını”, bilimsel çevrelerce dışlandığını söyler ve ekler: “İlgilendiği düşünürler arasında Paracelsus ve Agrippa bile var”. Her iki isim de Alman Rönesansı’nın önde gelen düşünürleri arasında ancak özellikle okültizm ile ilişkileri bağlamında Eggers tarafından filme ve von Franz’ın dünyasına dahiledilmişler. 

Paracelsus toksikolojinin kurucusu, Agrippa ise özellikle Three Books of Occult Philosophy’nin yazarı olarak öne çıkıyor. Paracelsus bilim dünyasına daha yakın ve akademik çevrelerce de tanınan bir isim. Paracelsus – Theophrastus von Hohenheim (1493-1541) Heinrich Cornelius Agrippa von Nettesheim (1486-1535) John Dee (1527-1609) Emma Corrin Yukarıya İngiliz matematikçi, astronom ve simyacı John Dee’yi de ekledik çünkü Dr. Sievers, Harding (Aaron Taylor-Johnson) ile birlikte von Franz’ın yanına geldiklerinde Franz’ın ilk sözü “John Dee’nin Mysteriorum Libri Quinque’sinin sırrını çözmek üzereydim” oluyor. Mysteriorum Libri Quinque, John Dee’nin 1580’lerde kaleme aldığı ve dilimize “Gizem Hakkında Beş Kitap” şeklinde çevrilebilecek; astronomi, matematik, navigasyon, astroloji ve okültizm konularında yazılmış önemli bir bilgi dağarcığı. Dee’nin hayatı boyunca yaptığı çalışmalarının özeti niteliğindeki yapıt 1666 Büyük Londra Yangını’ndan sadece birkaç yıl önce tesadüfen bir sandıkta bulunmuş ve ilk kez Dee’nin ölümünden sonra yayınlanmıştı. Kitap günümüzde dahi halen okunan ve baskısı yapılan bir kaynak. Lily-Rose Depp Nolite Dare Sanctum Canibus Yukarıdaki Latince cümlecik Dr. Sievers’ın von Franz’ın kulağına fısıldadığı, onu kendisiyle konuşmaya ikna etmek için kullandığı bir İncil ayeti, tamamı şu şekilde: Nolite dare sanctum canibus: neque mittatis margaritas vestras ante porcos, ne forte conculcent eas pedibus suis, et conversi dirumpant vos. Dilimize şu şekilde çevriliyor: “Kutsal olanı köpeklere vermeyin. İncilerinizi domuzların önüne atmayın. Yoksa bunları ayaklarıyla çiğnedikten sonra dönüp sizi parçalayabilirler.” (kaynak). Aziz Matta İncili’nin 7. Bölümünün 6. Kısmına denk gelen bualıntının, Sievers ile Franz arasında, okul yıllarında bir espri olarak kullanılıyor olması muhtemel, zira ayette geçen, Sievers’ın kast ettiği “kutsal olan”, büyük ihtimalle simya, okültizm ve ezoterizm etrafındaki bilgiler, “bu tür bilgileri onları anlamayacak olanlarla paylaşmayın yoksa sizi al aşağı edebilirler” yan anlamı çıkıyor; ne de olsa Profesör von Franz’ın akademiden atılma hikayesi tam da bu şekilde: Bilimsellikten uzaklaşan bilgilere yöneldiği ve bunları akademik çevrelerle paylaştığı için tıp ve bilim camiasından dışlanır.

Willem Dafoe Şeytan Çıkarma – Neden Olmasın? Ellen Hutter’ın von Franz ile ilk karşılaşmalarından birinde Ellen transa girdiğinde von Franz bazı isimler saymaya başlayarak adeta bir şeytan çıkarma ayinine girişiyor, bu ayrıntı da sinemasal vampir mitosu açısından çok önemli bir gelişme çünkü daha önce “vampirin etkisi altında olma” konusunu “exorcism” ile bağdaştıran bir uyarlama izlememiştik. MÖ 2500 yıllarında konuşulan Daçça’yı “atalarımın dili” olarak nitelendiren Kont Orlok belli ki sadece 200 küsur yaşında değil, aslında çok daha yaşlı. Vampir anlatılarında, vampir formunda varolma süresi arttıkça yaratığın diğer insanlar üzerindeki etkisinin de yoğun olduğunu, izleyerek ve okuyarak öğrendik. Dolayısıyla Orlok’un Ellen’a “musallat olması” çok yerinde bir çıkarım, vampirin ruhsal varlığı Hutter’ın göğsüne succubus misali konduğuna göre, neden bir şeytan çıkarma girişiminde bulunulmasın? Aaron Taylor-Johnson ve Emma Corrin Bu ayin sırasında da von Franz kimleri andığına çok dikkat ediyor, Eggers’ın çalışmalarının yeniden meyve verdiği bir sahne söz konusu: İlk başta Erebus ve Asmodeus’un adını duyuyoruz, (bir de “Olebus” benzeri üçüncü bir isim daha geçiyor ama filmi sinemada iki defa izlememe rağmen çıkartamadım, senaryoda da yok). Erebus’u yani Karanlık’ı açıklamak için Yunan Mitolojisi bilgilerimizi tazeleyelim; kendisi Chaos’un çocuğu, Nyx (Gece) ile olan birlikteliğinden de Aether (parlak gökyüzü) ve Hemera (Gündüz) adlarında iki çocuğu oluyor. Asmodeus ise Başmelek Raphael’in kovduğu iblislerden biri, isminin Latince anlamı “Tanrının alevli nefesi” olarak geçiyor ve özellikle 18. ve 19. yüzyılların okült çevrelerinde yapılan ruh çağırma seanslarında adı çokça anılıyor. Sıradan bir ruh değil “düpedüz bir iblisle” karşı karşıya olduklarını düşündüğü için von Franz’ın, Kont Orlok’un etkisini Ellen’dan uzaklaştırmaya çalışırken Asmodeus’un ve Hristiyan gelenekte yeri olmayan Erebus’un adını anması manidar. Nicholas Hoult Ayinin devamında üç isim daha sayıyor von Franz, bunlar da Chamuel, Samuel ve Ezekiel. Chamuel veya Camael, Hristiyan ve Musevi inanışlarında önde gelen başmeleklerden biri, Samuel ise Eski Ahit’te adı geçen ve bazı yorumlamalara göre peygamber veya yargıç olarak farklı nitelemelere sahip kutsal bir kişi.

Bu arada Chamuel ile Ezekiel’dan eminim ancak umarım Samuel’i doğru duymuşumdur çünkü tek harf değişince (Samael) Hristiyan inanışında Lilith’in eşi olduğuna inanılan ve şeytanla bir tutulan bir varlık ortaya çıkıyor. Von Franz’ın ayin sırasında Samael’in adını anması mantıklı olmasa da, tamamen ihtimal dışı da değil. Ezekiel ise yine Eski Ahit’te peygamber olarak kabul edilen kutsal kişilerden biri. Sonuç olarak şeytan çıkarma ayininde von Franz bir başmeleğin ve iki de peygamberin adını anıyor. Willem Dafoe ve Lily-Rose Depp Daha ileriki bir sahnede, Harding ailesinin tabutlarını ve ölü bedenlerini ateşe verdikleri sahnede de von Franz şu üçsözcüğüsıralıyor: Tetragrammaton, Anaphaxeton ve Primeumaton. Okültizm evreninde Triangle of Solomon / Süleyman Üçgeni olarak bilinen sembolün kenarlarında yazan bu üç sözcük, Musevi inanışında Tanrı’nın kutsal adlarını ifade ediyor. Süleyman ise Eski Ahit’te İsrail hükümdarı olarak geçen bir kutsal kişilik. Hazır Solomon’dan bahsetmişken von Franz’ın kullandığı Solomonari kavramından da bahsederek bu bölümü kapatalım, zira Solomon ile alakası olan bir terim söz konusu değil; yine Eggers’ın araştırmalarında karşısına çıkmış olan Solomonari sözcüğü, Rumen folklorunda ejderhaya binen ve havayı kontrol edebilen büyücü anlamına geliyor, Knock’un evinde bu tür bir kitabın bulunması da, Kont Orlok’un Dhampir’i olması bağlamında son derece mantıklı. Solomon’s Triangle Diğer Oyunculuklar, Aydınlatma ve Müzik Bill Skarsgard (Kont Orlok), Lily Rose-Depp (Ellen Hutter) ve Willem Dafoe’nin (von Franz) usta işi oyunculukları dışında kalan roller de aynı şekilde çok başarılı isimlere teslim edilmiş, özellikle Thomas Hutter’ı canlandıran Nicholas Hoult’tan bahsetmemiz gerek, kendisi filmin başından sonuna dek birçok farklı ruh haline bürünmesi gereken ve hem minimal düzeyde hem de fiziksel zorluğu olan farklı türde performanslara imza attığı için filmin önemli artılarından. Dönem filmi bağlamında da makyaj ve kostümler yardımıyla 1830’lar Almanyası’nın dokusuna rahatlıkla entegre olmuş. Diğer önemli rolleri canlandıranlar arasında da elbette başarılı oyunculuklarıyla Emma Corrin (Anna Harding), Aaron Taylor-Johnson (Friedrich Harding), Ralph Ineson (Dr. Wilhelm Sievers) ve Simon McBurney (Herr Knock) yer alıyor. Anlatının, belki Herr Knock dışında “dünyevi yönüne” hayat veren karakterler söz konusu olduğu için, eğer özellikle vampir evrenine odaklandıysanız bu dört rol size “yan rol” gibi gelecektir şüphesiz, ancak hiçbirinin sırıtmaması önemli bir ayrıntı.

Emma Corrin ve filmdeki aydınlatmaya harika bir örnek. Işık / Aydınlatma konusuna mutlaka girmemiz lazım zira Eggers ve set ekibi özellikle yapay aydınlatmadan kaçınmış ve hemen her sahnede bildiğimiz mum ışığı / şömine ateşi kullanmışlar. Kapalı mekanda geçen bir sahneye biraz daha ışık eklemek gerektiğinde sadece mum sayısını çoğaltmakla yetinmişler, bu açıdan çekilmiş en karanlık filmlerden biri olması muhtemel. Görüntü yönetmeni, Eggers’ın tüm uzun metrajlarında birlikte çalıştığı, toplamda 50 küsur yapımda emek vermiş deneyimli isim Jarin Blaschke. Unutmadan kostümlerin emanet edildiği başarılı isim Linda Muir’in de harika bir iş çıkarttığını ekleyelim. Toplamda 55 filmde çalışmış olan Muir, Eggers’ın önceki üç filminde de yine kostüm tasarımcısı olarak bulunmuş. Yazımızın son kısmında bahsediyor olsak da aslında en sonda değil, belki de en başlarda adını anmamız gereken diğer isim ise Nosferatu’nun atmosferik müziğini besteleyen usta sanatçı Robin Carolan. Baştan itibaren sizi saran karanlığa eşlik eden bir yapısı bulunan eser, filmin finalinde ise gerçekten de muhteşem bir crescendo ile duygusal yoğunluğu en tepeye taşıyor. Yeri gelmişken kapanış sahnesinin sanatsal bağlamda izlediğim en iyi vampir filmi kapanışı olduğunu da ekleyeyim, hem müziğin kullanımı açısından hem de semantik bağlamda hüzünlü ama heybetli bir son. Ayrıca bu sahneyle Eggers’ın, sinemada var olan “canavar açıkça görünürse canavar ölür” önermesini de çift taraflı (hem görsel hem de metaforik) olarak kanıtlaması eşsiz bir dokunuş olmuş. Ralph Ineson, Nicholas Hoult ve Willem Dafoe Sonuç Robert Eggers 2015’te, The Witch gösterime girdikten hemen sonra “bir Nosferatu remake’i çekmek istediğini” duyurmuştu, rüyasını gerçekleştirmesi 9 yıl sürmüş olsa da, bugün “iyi ki de bunca zaman geçmiş” diyor yönetmen, zira “o dönemde böyle harika bir oyuncu kadrosunu bir araya getiremezdim, yönetmenlik ve sinema bilgim de bugünkü kadar iyi değildi” (Sight and Sound, vol.35/01). Nosferatu’nun son derece kişisel bir proje olduğunu da birkaç yerde dile getirmiş Eggers. Ne de olsa ortaokul döneminde bile sahneye piyes olarak Nosferatu’yu koyan birinden bahsediyoruz. Bu kişisel yapı da kesinlikle filmin her karesine gösterilen özende açıkça görünüyor. Bu bakımdan korku değil ama vampir filmlerine özel bir sevginiz varsa Eggers’ın Nosferatu’su tam size göre. Karanlığıyla, tutarlı vampir mitosuyla, işlediği / dile getirdiği konular ve dozunda kullandığı korku öğesi ve klasik vampir filmlerine gösterdiği saygıyla tam bir gotik masal ortaya çıkartmış Eggers ve eşsiz finaliyle de film sizi sinema sanatı konusunda umutlandırabilecek bir güce sahip. Kişisel olarak benim de yaklaşık 20 yıldır, salondan “beklentilerimin de üzerindeydi” diyerek çıktığım tek film oldu Nosferatu, Robert Eggers filmografisinde kesinlikle en başta yer alıyor. Salon demişken Universal Türkiye’nin basın koluna da teşekkür etmek isterim çünkü filmi devasa perdeli bir IMAX salonunda izlememizi sağladılar, hem görüntü hem de ses (kar tanelerinin yerle buluşma sesini duyduk) açısından çok iyi, daha da önemlisi Nosferatu’ya yakışır bir deneyimdi. Yapabiliyorsanız mutlaka IMAX, olmadı büyük perdeli bir salonda izlemenizi öneririm. Yüzlerce filmden oluşan sinemasal vampir evreninde söz sahibi olan ve ardından gelecek yapımları etkilememesi imkânsız olan yeni bir kült klasiğimiz oldu, kutlu olsun diyelim, şimdiden iyi seyirler! _______________________^___________________


Bilinen Bir Hikayeye Özgün Yorum Nosferatu Film İncelemesi
Yüksel Enes Altınok

Robert Eggers’ın yönettiği Nosferatu, önceki versiyonlarının üstüne tuğlalar inşa ederek bilindik vampir anlatılarının hala özgün bir yorumla tekrardan anlatılabileceğini gösteriyor. Güçlü sinematografisi ve sarsıcı ses miksajıyla seyirciyi diken üstünde tutup Hutter’lerin Orlok ile imtihanında kader birliğine sevk ediyor. Ayrıca önceki filmlere nazaran psikoseksüel unsurların epey amplifiye edildiğini söylemek de mümkün. Tutkudan Gerçeğe Doğru Nosferatu‘nun Eggers versiyonuna girizgah yapmadan önce ufak bir tarih turu yapmakta beis görmemek lazım. Bilindiği üzere Nosferatu, F.W. Murnau’nun 1922 yılında Bram Stoker’ın Drakula romanını izinsiz ve karakter, yer isimlerini, olay örgüsünü değiştirerek çektiği gayriresmi uyarlaması. Öyle ki, Stoker’ın varisleri Murnau’ya dava açmış ve filmin bütün kopyalarının yakılmasını buyurmuşlar. Ancak filmin birkaç kopyası günümüze kadar ulaştı ve korku ile vampir sinemalarının mihenk taşları ve kural koyucu filmleri arasındaki yerini çoktan almış oldu.  Film, 1979 yılında Werner Herzog tarafından Nosferatu, the Vampyre ismiyle tekrar çevrildi. Ancak karakterlerin ismi romandakilerin birebir aynısıydı. Peki, Eggers’ı vampirlere çeken şey neydi? Wired’a verdiği demece göre Eggers, çocukluğunda cadılardan korktuğunu ama vampirlere bir o kadar çekildiğini ifade ediyor. Lakin, Drakula romanını fazla Viktoryen bulmakla birlikte Nosferatu’nun Alman romantizmine yaslanması ve hikayeyi 1830’lara götürmeleri, film yapımcılarının Almanlıklarına yaslanmalarından dolayı daha cezbedici olduğunu söylüyor. Eggers, dokuz yaşında Murnau’nun Nosferatu‘sunun VHS kopyasını izlemiş ve filmden etkilenmiş. Öyle ki, lise dönemlerinde Nosferatu’yu tiyatroya uyarlamış. Sinema sektörüne atılınca Nosferatu’yu tekrar çekmek istiyor. Ancak film, uzun yıllar yapım aşamasında kalıyor. Bu süre zarfında modern klasikler sayılabilecek The VVitch, The Lighthouse ve The Northman filmlerini çekiyor. Nihayet yıllar boyu süren hazırlık aşamalarınınardından Nosferatu seyirciyle buluşuyor.

Filmi izlemeden önce “Zaten bildiğimiz senaryoyu tekrar izlemek mantıklı mı?” sorusunu sordursa da filmi izledikten sonra gerek içerik gerek biçim bakımından özgün bir şekilde anlatımın mümkün olabileceğini gösteriyor.  Psikoseksüel Bir Gerilimin Peşinde Film, önceki uyarlamalarda olduğu gibi 1838 Almanya’sında geçiyor. Yeni evli Hutter çiftini, Ellen’in psikolojik rahatsızlıkları ve uyurgezerliği musallat ediyor. Mütteahit Thomas Hutter ise Wisborg kasabasının ücra yerlerinde bir şatoda kalan Kont Orlok ile anlaşma yapmaya gidiyor. Ancak Orlok, Hutter’i tesir altına alıyor. Thomas’a sanrılar ve korkular musallat oluyor. Ellen ise rüyalarında Orlok ile bağlantı kuruyor. Orlok bu süre zarfında ise Wisborg kasabasını ele geçirmek adına insanların kanını yudumluyor ve böylece bir veba salgını başlıyor.  Eggers, bildiğimiz bu anlatıda psikoseksüel unsurları amplifiye ediyor. Ellen ile olan ilişkisinde Ellen’in Thomas ile aralarında eksik olan cinsellik unsurunu sivriltiyor. Önceki uyarlamalarda dolaylı ve örtük olarak gösterilen cinsel unsurlar, bu filmde Ellen’ın kendini feda etmesini doğrudan cinsel ilişkiyle sağladığını görüyoruz.  Bu bağlamda filmin anlatısı, bastırılan cinselliğin fışkırmasını ve mevcut toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden üretilmesini sağlıyor. Eggers, görüntü yönetmeni Jarin Blaschke ile sıcak ve soğuk renkler arasındaki kontrast; Almanya’nın eskimiş, çökmüş bir şekilde tasviriyle özgün bir görselle yakalıyor. Ayrıca Thomas, Ellen gibi karakterleri yüz plan ve omuz planda kadrajlayarak içerinde bulundukları ruhsal sıkışmayı temsil ederken Orlok’u genel plan ve bel planda kadrajlayıp mümkün mertebe gölgeler içinde konumlandırarak da Orlok’un karakterler ve Wisborg kasabası üzerindeki iktidarını gösteriyor.  Öte yandan ses miksajı da seyirciyi gerim gerim geriyor ve Hutterler ile Orlok arasındaki gerilime ortak ediyor. Karakterlerin psikolojik durumuları, Orlok’un iktidarının bütün kasabaya sirayet etmesi seslere de yansıyor. Öyle ki, ses miksajı seyirciye bir an bile olsun rahatlama imkanı tanımadan diken üstünde. Nosferatu’nun Eggers yorumu, Balkan ve Slav folkloruna dönüşü de simgeliyor. Zira bu folklorlara baktığımızda eski vampir öykülerinde vampirlerin doğrudan insan kanı içmediklerini görüyoruz. Vampirler kurbanlarını boğazlayıp kurbanlarıyla cinsel birliktelik yaşayarak alt ediyorlar. Ancak yine de vampirler son tahlilde kurbanlarının göğsünden kan emiyorlar. Filmde de Orlok’un bu eylemleri izleyerek kurbanlarını oltasına düşürdüğünü söylemek mümkün. Ayrıca insanların bu dönemlerde uyku apnesi geçirdiklerinde vampirlerin kendilerini ziyaret ettiklerine dair inanışlardan etkilenen Eggers, filmde Ellen’in ve Thomas’ın rüyalarında Orlok’u görmelerini sağlayarak rüyaların anlatı içerisindeki öneminin altını çiziyor.

Böylece Eggers’ın Nosferatu‘su zengin bir metinler arası göndermeler ağına dönüşerek bilindik hikayeye özgün bir pencereden bakmayı sağlıyor.
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol