ENGELLER


1099. DİYALOG: CENDERE
Sizce bizimki gibi geri kalmış toplumlarda sermaye bilinci yerine maaşlı iş arzusunun sebepleri nelerdir, sanatın birey olmaya etkisinin faydaları bu ciddi sorunun çözümünde hangi işlevi görebilir?
Fercan Bay
Bizim toplumumuza “geri kalmış” demek şu an için haksızlık olur. Ama bir 10-15 yıl daha böyle giderse, yani bir nesil daha yok olursa işte o zaman “geri kalmış toplum” diyebiliriz. Maaşlı iş arzusunun temelinde “gelecek kaygısı” yatıyor bence. Bu sorunun çözümünde sanatın bireye katkısı tamamen sözelci bir alt yapı olur. Yani; “hayallerine dokunmak ve hayallerini gerçekleştirmek” yönünde olur.
Aslında rahmetli bir üstadımızın bir sözü tüm bu sorulara kısa ve net bir cevap olacaktır. “Konuşmaktan korktuğunuz ülkede, yaşamayı nasıl başaracaksınız?” (AyşenGruda)
Harika, coşkun bir söz.
Afganistan'a nazaran ileri olabilir ama gelişmiş ülkelere kıyasla ciddi anlamda geri kaldığımız kanısındayım. Bunun kriterlerinden biri de gençlerimizin büyük çoğunluğunun memurluğu hedeflemeleri. Çocukluğundan itibaren bir bireye sermaye bilinci nasıl verilebilir, kendi ayaklarının üstünde durabilmek, birey olabilmek için sermayenin olmazsa olmaz olduğu nasıl öğretilebilir, bunları yazmak veya anlatmak ayıp mıdır?
Afganistan örneğine göre çok çok ileride ama bir Almanya örneğine de çok uzak değiliz. Üniversite mezunu gençlerimiz bırakın maaşlı işi, çoğu Avrupa’yı, Amerike’ya gitmeye çalışıyor. Yani, maaşlı iş bile kurtarmıyor, gelecek kaygısı artarak devam ediyor.
Sermaye bilincini bence çocukluktan aile içinde verilmeye başlamak lazım. Çocuklarımızı Atatürk’ün kendi döneminde uyguladığı eğitim müfredatından geçirmeliyiz. Başta çocuklarımıza, nasıl zengin olunur değil. Nasıl “insan” olunuru öğretmek gerekiyor. Bir ülkenin en büyük sermayesi çocuklardır ve onlarında sermayesi eğitimdir. Eğitimli bir birey kendi ayakları üstünde durmayı bilir. Tabi günümüzde çoğunluk söylemde sosyalist eylemde kapitalist takılıyor. Ağızlarda gezen değerler, yaşamlarında olmayan insanları değiştirmek için yazmak ve anlatmak ayıp değil, hatta “görevimizdir”.
Şu acı ironiyi nasıl karşılarsınız?
ÇOK BASİT
Öncelikle sermaye düşmanı kitleler yaratıp hepsinin başına bir memur, en tepeye de bi Zübük yerleştirirsiniz. Daha sonra demokrasi gereği (!) iktidar - muhalefet dengeleri kurup bu avanaklaştırılmış kitleleri birbirine düşman edersiniz. Avanaklaşmış kitleler birbiriyle boğuşup dururken ülkenin bütün imkanlarına, zenginliğine, doğasına, madenlerine, akıllı çocuklarına el koyup tümünü hüpletirsiniz.
Uyanamayanlar bataklık ekosistemi gereği kaybolup gider bu arada mikroorganizmalarına kadar bataklığa yem olur. Sistem böyle sürer gider
Bu acı ironinin altına imza atarım. Hatta “Zübük” diye bir Türk filmi ve tiyatro oyunu var. Şimdi burada detay vermek istemiyorum ama Google amcaya sorsunlar detaylarını verir hatta izletir bile. “Cambaza bak cambaza” oyununu izletiyorlar biz insanlara. Bence artık herkes kendine çeki düzen vermeli çünkü Antik Yunan'dan bu yana her şey söylendi, yazıldı ve çizildi. Kısacası “çanak çömlek patladı” gerçeklerle yüzleşmek istemese de bazı kesimler, bıçak gırtlağa yani ekonomilerine kadar dayandı. Sayısalcıların devreye girip korkusuzca gerçekleri rakamlarla ortaya dökmeli. He, görmek istemeyen bir eli yağda bir eli bağda olanlar olacaktır ama demokrasiyi otobüs olarak görenler bu seferde istedikleri durakta inemeyecektir.
Sürekli örneğini verdiğin bir kadın öğrenci var: Yine bir diyalog sırasında "dördüncü üniversitemden mezun olmak üzereyim. Beşinci olarak da sanat okumayı planladım" dediğinde neden diye sormuştum ve "kredilerle, bursalarla geçinmeye alıştık artık" demişti. Üzücü mü, komik mi, değerli mi, değersiz mi bir durum sizce ve eğitim odaklı, devlet destekli çözümleri ne kadar doğru bulursunuz?
İnsanlar hayatlarını idame ettirmek için bir şekilde bir yol buluyor ama bulamayanlar intihar ediyor. Bu ÇOK KÖTÜ bir durum. Devlet destek olmalı zor günlerde ama genelde devlet üretene destek olmalı, her alanda üretim şarttır yoksa hazıra dağ dayanmaz. Yapılan yol veya köprüler alt yapı olarak çok güzel ama katma değer sağlamaz. Bunlar ticaretle uğraşmayan insanlara benzin, lastik ve araç bakımı gibi masraf ettirir.
Son olarak içinde bulunduğumuz bu cenderenin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Dediğim gibi artık “çanak çömlek patladı”. Tencereye kaynayana kadar devam eder bu cendere. Toplumun her kesiminden artık itirazlar ve yakınmalar başladı. Ekonomi düzeltilmezse insanlar değişim ister ve değişimde kaçınılmaz olur. Her şeyin başı sağlıktır ama şu anda "ADALET” olmazsa olmazdır. Bence ilk önce adaleti istemeli ve sorgulamalıyız. Son söz olarak da: Adaleti kendimiz için istersek bu “talep” olur. Ama bir başkası için istersek bu “tavır” olur “duruş” olur.
Sanırım ciddi yanılgılardan biri de "sermaye bilinci" ile "yığıcılığın" birbirine karıştırılması! Babaannem, doksan küsur yaşında hayatını kaybettiğinde dedesinden kalan, daha sonra büyük Niksar depreminde yarısı yıkılan köşkte ömrünü tamamlamıştı. Daha sonra amcalarım evi aradıklarında; fırın bacasından sandıklara, tahta aralarından dolap içlerine kadar birer beze sarılarak saklanmış bir yığın para buldular. Çoğu tedavülden kalkmıştı. Oysa ömrü zorluklar içinde geçen sevgili babaanneciğimde yığıcılık yerine sermaye bilinci olsaydı ne o sıkıntıları yaşar hem de başkalarına da daha faydalı olabilirdi. Bu korkunç durumun hâlâ geçerli olduğuna eminim yani bir yerlere tıkıştırılmış trilyonlarca para, hiçbir işe yaramadan öylece durur. Ne kendileri kullanabilir ne de başkasının kullanmasına izin verirler çünkü bu geri kalmış toplumda kimse kimseye güvenmez. Ölünceye kadar da o acıyı bilerek yaşar. Yöneticilere genellikle kızarız ama bizim toplum gerçeğimiz budur. Günümüz dünyasında 18 yaşını dolduran her birey, iyi bir projesi varsa, dünyanın istediği bankasından istemediği kadar para alma hakkına sahiptir ama kredisini tüketmiş, hiçbir projesi olmayan, tapıcı köle ruhlu, sürekli kendisine bir patron, bir amir arayan, geri kalmış, ilkel insanlar; kendileri gibi toplumu da geriliğe mahkum ederler.
Uzun yıllar savaş ortamında yaşamış çoğu toplumlarda bu “yığıncılık kültürü” vardır. Günümüzde de Dünya’nın çeşitli yerlerinde böyle, sayıları azınlık denecek kadar insanlar bulunmaktadır. “Başına komutan arayan asker” misali insanlar için yapacak bir şey yok malesef. Önemli olan diğer bireylerin toplumu bu “karakter aşınmasından” kurtarmak için ne yaptığıdır. Her dönemde bahsettiğiniz insanlar ve diğerleri var olacaktır. Yapılması gereken ulaşabildiğimiz kadar insana ulaşıp, adalet ve sermaye dağıtımında “liyakat” esaslı davranmamız gerektiğini anlatmaktır.
Elif Basan
Selamlar.
Geri kalmış bir toplum olduğumuzu düşünmüyorum öncelikle çünkü bizde varolan o çirkin geri kalmışlıklar gelişmiş uygar toplumlarda da çokça var. Sermaye bilinci yerine memur kafası, maaşlı iş arzusu İnsanların gelecek korkusu endişesi ile kendini garantiye almak istemesinden kaynaklıdır. Sanatın ise tam burada insana özgünlük katması, toplumsal korkularını yenmesi, birey olma yolunda özgüven vermesi, insanın kendi yolculuğunda rehberlik etmesi itibariyle muhteşem bir etkisi vardır. Nazaran geri kaldığımıza katılıyorum kesinlikle. İnsanın kendisi hayatı için bir sermayedir. Gençleri memurluğa sevkeden, yönlendiren kişi veya sebeplerin kaynağına bakmak lazım. Kesinliklikle katılıyorum memur kafasından çıkmak gerek…
Hiç burs almamış biri olarak nasıl yorumlamalıyım bilmiyorum hatta kazandığım ilk üniversite bölümümü ailemin maddi durumunun yeterli olmamasından dolayı okumamış sonrasında çalışma hayatına atılıp üniversiteyi çalışırken dışarıdan okuyan bir bireyim. Burada devlet destekli, eğitim, iş vs. yine İnsanların devlete kapak atma, sırtını yaslama düşüncesimden kaynaklanıyor. Halbuki üretmek, kimseye sırtını dayamadan kendi kişiliğine birey olmaya ulaşmak ve bunun için yürümek, çalışmak, gayret etmek kendi kişisel gelişimimiz ve yolculuğumuz için çok önemli ve elzemdir.
Kendi bölümümü okuyamadım zaten -hep yön değiştirdim hedeflerinde. SüperLise İngilizce bölümü mezunu oldum. Ankara Üni Rus dili edebiyatını kazandım. Para engeline takılıp gidemedim. Sonra çalışmaya başladım. Sonra yurt dışına gittim, orada çalıştım. Tekrar dönüş yaptım memleketime. Sigortacılık iş ilanı geldi önüme o sırada yine üniversite sınavlarına hazırlanıyorum. Sigortacılığı yaparken kazandığım puanla dışardan okumayı tercih ettim. İlk İktisat, burada çuvallayınca tekrar Üni ve YDS' na da girdim. Bu kez dış ticaret kazandım. O sırada sigortacılık lisanslandırma sınavlarına katıldım, onları aldım. Artık resmi ve lisanslı sigortacıydım. Sonra acenteliklerde Sigorta Temsilciliği olarak başladığım işe lisanstan sonra Banka Sigortacılığına geçtim. Kurumsal iş deneyiminden sonra bankada kredi çekip kendi iş yerimi açmak için bayilik aldım. Gittim şubelik aldım, işletemedim. Çok iyi gitmedi, devrettim. Ankara'dan İstanbul'a gelip tekrar maaşlı olarak bir acentede yine işe girdim. Kredi borçlarımı diğer borçlarımı ödedim. Sonra sigortacılığı bıraktım, bir süre başka iş sektörleri denedim. Şuan İstediğim ve beğendiğim bir işteyim. Okumak, meslek sahibi olmak için severek öğrendiğim İngilizceyi şuan ferekli olduğunda, yurtdışı iş çıktığında kullanıyorum ? Hayatım böyle, hep bir mücadele. He, bu arada KPSS' yi de denedim. Sadece kendimi görmek için ama olmadı. Sonra üstelemedim, çalışmaya ve mücadeleye devam ettim. Hayat bizi biz farkında olmadan eğitir. Biz kendi hedeflerimizde koşarken dahi hayatın planları işler. Bunu gördüm, mücadelede bazen akışa bırakmak lazım.
Üzeyir Baştürk
Bizdeki muhafazakar toplumun değişmez algısıdır tüm bunlar; " okuyun da devlet memuru olun" olgusu, kapitalizmin getirisiyle birlikte ucuz işçi sınıfı bulamayan sermayecilerin dağ başındaki köylere kadar işçi taşımacılığına soyunması ve tarım - hayvancılıktan beklediği kazancı alamayan köylü sınıfın ek gelir düşüncesi sermayesinin (tarla, hayvanlar) kendi masrafının pahalı olması durumuna karşın işçi sınıfına dahil olma düşüncesini zorunlu hale getirir bizim gibi geri kalmak zorunda bırakılan toplumlarda.
Dijital ve sanal alemin aldatıcılığı ve dolandırıcılığına karşı olan bu güvensizlik 2000' ler öncesinde sadece döviz ve hisse senetleriyle ufak cesaretler atabilirler iken ekonomik krizler girişimciliğin cesaretini kırmıştır. İnsanımız da bu gibi ekonomisi dalgalanan, devlete ve ekonomi dünyasına olan güvensizliği dibe vurmaktansa, sabit gelirli çalışan olarak sosyal haklarının bulunduğunu düşündüğü işçi sınıfı olmakta görmekteler çareyi.
Sanatın birey olmaktaki yerine ve önemine değinecek olursak; sanat bilindiği üzre evrensel bir iletişim aracıdır. Ülkemizde Cumhuriyet yıllarıyla başlayan sanat 1950' yılları sonrası Demokrat Parti ve ülkemizdeki sosyo ekonomik bir devrimle toplumsal göç hareketleri meydana gelmiş ülkemiz kapitalizminin deviniminin başlayıp hızlandığı bu dönem sonrası metropol şehirler meydana gelince de şehirlerde banliyö, getto, varoş, teneke vb. çarpık yerleşme meydana gelmiş bu çarpık yerleşimdeki halk ile mevcut merkezde yaşayan gelişmiş halk yeni bir kültürel karmaşa meydana getirir. Alt kültür dediğimiz sanat akımı aslında sinema da bu Yeşilçam'ın filmerinde de görüldüğü gibi birey, toplum, kapitalizm, kültürel yozlaşma 90' li yıllara kadar varlığını gösterir. Alt kültürde bulunan, göç eden kesim kültürel şokunu ve sınıfsal mücadelesi için çareyi sanatda aramıştır. Malesef günümüz popüler kesim de dahil olmak üzere bu ani ve hızlı değişim, sanat piyasasının ahlaksızlığı ve medya dünyasının görgüsüzlüğünü de yaşayan bu tabaka toplumsal olarak görgüsüzlük ve şımarıklık dediğimiz süreçlerden geçer. Bu sürece de doyan sanat işçisi, temsil ettiği tabakaya ait hissetmez artık kendisini, artık o da alt kültüre karşı duyarsız hale gelmektedir.
Toparlayacak olursak, sanat bizim toplumda sınıf atlamak için kullanılan ve alt tabakaya yapılan haksızlıklar ve tepkileri kullanarak toplumu değil, kendini kurtaran sanatçıların bir politik anlayışıdır, bence…
Mustafa Deniz Doğan
Sermaye bilinci yerine maaşlı iş arzusu yaşadığımız ülkenin üçüncü dünya ülkesi olması dışında demokrasinin ve hukukun kalıcı bir şekilde yerine oturmamasına bağlayabiliriz. Kısacası yarına güvenememektir. Öyledir ki sanatta sermayeye muhtaçtır. Yani temel ihtiyaçlarını gideremeyen bir birey ne yazık ki sanata ilgisi olsa bile sanattan uzak durmak zorunda kalıyor. Bu da birey olmayı yaralıyor. Yerel yönetimler sanatçıları destekleyip sanatı tüm topluma ulaşmada sorumluluk almalıdırlar. Toplumlar ancak sanat ile gelişirler.
Daimi Sezer
Toplumumuzun büyük bir bölümü hurafelerle, bilgelik taslamakla ve şükretmekle yaşadığı için sırtındaki sömürücüyü ne yazık ki görmemekte. Maaşlı işçi olmak sadece bireyi ilgilendirir. Kölelik sistemine de katkı sunar. Sorgulamayı, direnmeyi reddeder. Sermaye bilincinin yerleşmesi için, toplumda ciddi mantık ve bakış reformu gerekmektedir. Fosilleşmiş bir zihni de işlek bir hale getirmek zordur. Bu sorunun çözümünde sanat bir lokomotif görevi görür. Bir hastaya gerekli olan morfini vermek gibidir. Örgütlenemeyen toplumlar yalnızlaşarak evrensellik adına değerli katkılardan aforoz edilirler.
Erkan Yazargan
Şöyle bir aşılamaz duvarımız var, malesef: Soru alan Messenger arkadaşlarımız arasında haliyle oldukça fazla -çaycısından profesörüne, Devlet Tiyatroları çalışanından üst düzey bürokratına kadar memur arkadaşımız var
Ve
"Be kardeşim bize de bu soru sorulur mu" gibi bir kalıba girip ya sırt, ya yüzlerini dönüp sorgulama amacını yokediyorlar. İçlerinden şimdiye kadar bir tanesi bile çıkıp "memurlar bu ülkenin fedakar evlatlarıdır. Onlar da kendi işlerini kurup kafalarına göre çalışmayı bilirler ama kültür, vatan sevgisi, devlete bağlılık gibi erdemlerinden dolayı bu fedakarlığı yapıp her türlü zorluğa karşı mücadele ediyorlar" demedi.
Aksine
"Burada bir devlet düşmanı var. Sürekli memurlarla ve devletle uğraşıp duruyor. Sakın bunların oyunlarına gelmeyin. Bunlar zararlı tiplerdir. Eğer, bunlarla oturup kalktığınızı görürsem sizinle tüm ilişkimi keserim" diyenler daha çok.
İşte bu sebepten dolayı geri kalmış bir toplum cenderesinde kıvrandığımızın altını kalın çizgilerle çizip FEDAKAR değil KURNAZ olduklarını kabul ediyoruz
On seneyi aşkın bir süredir Diyalog Sanat ve (ArtCRİTİCS) platformalarını bilfill yöneten bir sanat sever olarak: Yüz binden fazla mesaj atarak 1.099 tamamlanmış DİYALOG ve bunların dışında ilgili onlarca internet sitesini hizmete sundum. Bütün bu süreç boyunca en üzüldüğüm durumlardan biri; akademideki öğrenci arkadaşların "hocam, diyaloglara katılırsak sittin sene mezun olamayız" veya piyasadaki sanatçı arkadaşların yine "bizi orada görürseler sittin sene iş alamayız" demeleri olmuştur
YILGINLIK YOK, MÜCADELE VAR. BU ZİNCİRLERİ MUTLAKA KIRACAĞIZ. BAŞKA YOLU YOK!

SEVCAN ÇERKEZ İLE
İKİZLER
Sanat bir insanın özgürce sadece kendi ruhundan çıkan duygularını dışa aktarmasıdır. Kendi ruhundan...
Biz hemen hemen hiç sanat dersi almadık ve ikimiz birlikte ilk oyun sanarak çizmeye, kesfetmeye başladık. Her gelişimimizde birbirimize kendi eskizlerimizi gösterdik ve birbirimizi eleştirerek daha güzelini yapmayi öğrettik birbirimize.
Asırlardır ailem burada ve ben de burada doğdum. Bir şey yapmamıza izin verilmiyor ki. Çocuk hala annesine muhtaç ve büyümeyecek, hep annesine muhtaç kalacak. En azından Türkiye, Avrupa gümrük yasasından çekinmeyip ihracat kapılarımızı açsa ve uçak alanlarımız da tüm dünyaya açılsa annemizden harçlık almadan üretip kendi ayaklarımız üstünde duracağız. Üreten, kendi ayakları üstünde duran ve besleme durumuna düşmeyen bir toplumda yaşamak istiyorum. İki tarafta da faşist görüş çok ve bu düşüncedeki insanlar azınlıkta. Keske iki toplum da anlaşsa ve güzel günler gelse ama çok zor.
Bu mesele 1940'lara dayanıyor. Makaryos'un bağımsızlık istemesi ve Samson ve Grivas isimli iki kişiyi İngilize karşı ayaklanmalara öncülük etmesi için adaya çağırması ile başladı her şey.
Kıbrıslılar Türkkeri sevmez gibi lanse ediliyor ama bu tamamen yanlış bir söylemdir. Bizim gibi düşünen Kıbrıslılar sadece yanlış politikalara karşı çıkıyor. Benim can ciğer arkadaşlarım ve kardeşim bildigim insanlar Türkiye'de yaşıyor. Bir politik görüşe karşı çıktığımız anda hemen rumcu damgası vuruluyor. Bir tokat Rumdan bir tokat Türkiye'den ve bazen kendimizi pinpon topu gibi hissediyoruz. İki arada sıkışmış bir toplumuz, maalesef yine azınlıktayız ve kendi seçimlerimizi ve kendi kararlarımızı verecek nüfus da artık yok burada. Ah eşecikler çok değerli aslında. Biz insanlar o güzel varlıkları kendimize göre simgeliyoruz. Eşecikleri insanlar ezip pasifleştirir ve kendi kişiliksiz insanlarını döner o değerli hayvancıklarla özleştirir. Eşşek yerine mahluk demek lazım aslında. "Don verdin bir eşşeğe, çıktı ipek döşşeğe" derdi anneannem.
İlk şunu söyleyeyim: Başarmak için hırs olmamalı. Başarmak kendi ruhunun amacına ulaştığında başarıdır. Üniversiteye ailemizin maddi olanaksızlıkları yüzünden gidemedik. Seramiğe, çizime iyice kendimi doymuş hissettikten sonra başladım. Amacım heykel yapmaktı ve karşıma seramik çıktı. Birkaç ay kız meslekte sadece teknigi öğrendim ve oradan ayrıldım. Oradaki hocalar da çok mutlu oldular benim ordan erken ayrılmama ? daha sonra 10 cm den başlayan heykelciklerim gittikçe büyüdü. Kendi geliştirdiğim teknikle ve özgürce seramikten büyük heykeller yapmaya karar verdim. Universite bitiren bir çok sanatçı arkadaşım, "seramikten heykel olmaz hele insan boyutunda hiç olmaz" demelerine aldırmadan büyük heykel yaptım ve eşim de kendi tekniğiyle bahçede fırın kurup ilk büyük heykelimi 1200 derecede pişirdik. İşte o gün ilk hayalimi gerçekleştirdim.
Daha sonra büyük heykelelerle bir sergi açmaya karar verdim. Bu arada Büyük Han diye bir yerde küçük bir atölyem vardı ve diğer sanatçılar tarafından üniversiteli olmadığım için hep dışlanıyordum ama inanın hiç umurumda değildi.
Biliyor musunuz? Kendi yaşadıklarımı tekrardan gözden geçirmektir bazen onları yazmak bana heyecan veriyor ve bu hayatta boşuna yaşamadığımı tekrar hatırlatıyor.
Ben Lefkoşe'deki Büyük Han'dan yer için müracaat ettiğimde kendime sanat yönünden pek güvenmiyordum çünkü üniversite mezunu olmadığım bana hep hatırlatılıyordu. Yukarı kattaki iki odaya müracaat ettiğimde de hep mezun olmuş sanatçılara yer verilmişti. Bana oradan yer verdiklerine bir mucize olmustu benim için, çocuklarım ben 39 yaşımdayken yurt dışına üniversiteye gittikleri zamana denk gelmişti.
Orası benim için ilk adım oldu. Eleştirilere hiç kulak asmadım ve bir de baktım ki yabancılar benim işlerimle çok ilgilenmeye başladılar. Rum kolleksiyoncular benim eserlerimi almaya başladı.
Oradaki bazı sanatçılar tarafından sanatımın dışlanmasına rağmen ben garip bir şeyler olduğunu hissediyordum. Büyük heykellere geçince evimde çalışmaya başladım ve büyük seramik heykellerimle Lefkoşe'deki eski bir evi kullanarak ilk kişisel sergimi -HANAY sergisini açtım, 2007' yılında.
-İsmail Erfındık'ın yorumu şöyle: Hayranlıkla okudum, kalıpları kıran, şablonları ortadan kaldıran ve kendini aşma çabasını bu kadar azimle gösteren sayılı sanatçılardansiniz.
Sergide seslendirme, şiir ve oğlumun bestelediği müzikle çoklu sanatı birlikte kullandım. Açılışa en az 500 kişi geldi ve tüm dergilerde hatta bir Japonya sanat dergisinde bile sergimin röportajları çıktı. Bir ara Kıbrıs'ta kendimi sıkışmış hissettim ve elime bir broşür geçti. Commonvealth' a ait ve gelinime dedim "annem buna bir bak". Yagmur baktı ki tüm İngiliz sömğrgesinden geçmiş ülkelerden en az 2000 kişi müracaat etmiş. "Yok annem boşuna yazmayalım" dedim o da bana bakıp "anne sen kendini çok küçümsiyorsun" dedi ve Hanay Sergisinden 6 fotograf ve benim bilgilerimi oraya yolladı.
Bu kurumun istediği en önemli özellik, hiçbir sanat akımından etkilenmemis ve tamamen kendine has sanat yapıp, sanata yenilik katmandı. Bu arada bir de aAU projesi yapmaya başlamıştım. "Kıbrıs'ta Sanatçı Olmak ve Kadın Olmak". Ayrıca dünyadaki kadın sanatçılarla bizim ne eksiğimiz olduğu konusu. On üç soru hazırladım ve dünyadaki kadın sanatçılara yolladım. Ayrıca buradaki ev kadınları, üniversite kadınları ve isçi kadınlara da aynı soruları sorup uzun bir tez hazırlayıp sundum. İlk ismi We olan bu projemi kazandığım haberi geldi. Ardından da Commonwealth' tan kazandığım haberi geldi. Ben ne olduğunu ilk anmaladım. Bir kursa kabul edildigimi zannederek Commonwealth' a yollamıştım belgelerimi. Meğer birçok Commonwealth Ülkesinden 100 juri ve Rum tarafinda olan bir jurinin incelemesi doğrultusunda aldığım bir ödülmüş.
Çok teşekkür ediyorum güzel sözleriniz için ?
Bu görüşmelere başlamadan evvel balkonuma çıkıp doğaya bakıp ağlayarak bir yol aç bana demiştim evrene. Ve o da bana aldığım ödülle Afrika'ya yalnız gitmem için yol açtı.
Uçağa girdiğimde kızım sen delimisin dedi. Kendimi koruma amaçlı Afrika'ya kadar uçtum. Yarım İngilizce ile bu ne cesaretti! ? Orada beni karşıladılar. Bir de baktım ki gösterdikleri yere değil, uluslararası sergi açılacak olan galerinin sanatçı rezidansının garajina yerleştirdiler. Meğer o grubun amacı benim ödül paramı "hametmekmiş". Bunlarla da yalnız başıma mücadele edip bana yazışmalarda gösterdikleri HAUT BAY kasabasına gitmenin yolunu buldum. Orada siyahi kadınların çalıştığı büyük bir seramik fabrikasında heykelimi çalışmaya başladım. Modellerim oradaki kadınlardı. Onlarla iyi iletişim kurup, sendikalaşma çabalarına destek verdim ve kasabada çok tatlı bir yer kiraladım. Bir de oradaki sanatçılarla bir grupla tanıştım, bir de eski Hippi' gurubu ile. Şahane diyaloglar kurup oradaki bir sanatçı kadının önerisi ile haftada iki gün te Ümit Burnu'nda SayminTown Kasabasında kimsesiz çocuklara heykel öğrettim. Oradaki çocuklar torna biliyorlardı sadece ve ben onlara heykel yapmayı öğrettim. Çocuklar kahkahalar atarak mutlu bir şekilde öğrendiler ve şimdi şuanda Avustralya'ya satıyorlarmış heykelelrini.
En büyük basarim da şuydu: Uluslararası serginin açıldığı gece bu çocuklar otostop yapıp bu sergiye geldiler ve bir konuşma yaptılar. "Bu küçük kadın kocaman yüreği ile küçücük bir adadan gelip bize uzun yollar açtı". Bunu söylediklerinde gözlerim doldu ve dedim ki işte yaşamak budur Sevcancık ?
350. DİYALOG (DİYALOG TÜR İKİ: 4)
463. DİYALOG: AVUNTU RESİM
Gülay Nalcı ile "Avuntu Resim" diyaloğundayız, sorularınızla katılabilirsiniz...
Çünkü ben bu yaşıma kadar, kim sorarsa sorsun, hep cok iyiyim cevabımı verdim fakat son iki yıldır bunu yapmakta zorlanıyor İyiyim diyor bazen sadece teşekkürler deyip geçiştiriyorum. Neden böyleydin derseniz ben ülkenin durumunu çok kafama takıyorum. İnsanların olumsuz hal, davranıi ve de düşünce biçimleri beni kahrediyor, ilerlemek yerine geriye gidiyorsanız bu çok korkunç...
Ben yalanı sevmeyen ve de kullanmamaya çalışan biriyim, gerçekten iyi hissediyorsam çok iyiyim derim yani bu zamana kadar hep öyle hissediyordum. Neyse şimdi yine eski ben oluyorum: Mutluyum.
Tek derdim; artık resim yapmaya, üretmeye, doğru dürüst başlayabilmek, Avuntu Resimleri yetmiyor artık.
--Renklerin dünyası neden bu kadar çekicidir?
Basit çünkü insan doğduğu andan itibaren çevresinde renkleri, şekilleri görür. Aldığı kültür, eğitim, duygusal birikim, varoluşundan getirdikleri vs ile ve sonra bunları dışa vurur, dışa vurmaya çalışır.
Bide ben renklerin beynimizde kalan resimleri kodladığını düşünürüm.
--Genel insan davranışları ele alındığında çok azının olaya sizin gibi yaklaştığını görüyoruz genellikle; haz, doyum, kazanma veya yenme - başarma dürtülerinin ağır bastığını görüyoruz.
Sanatın ve sanatçının farkı nedir?
Doğuştan çevresinde renkleri görüp sonra dışa vuran bir bireyle ilk tercihini doymak gibi başka dürtülerinin tatmini için kullanan elbetteki farklıdır ve farklı şeyler üretir.
Bu gerçeği gördükten sonra, geleceği kurarken sorumluluk sahiplerinin tercihleri, dikkat etmesi gerekenler öne çıkar; acaba hangisini tercih edeceğiz?
Hepimiz dünyaya ilk geldiğimizde önce bilincsiz sonrasında bilinçli olarak doymaya, bedenimizi ve ruhumuzu doyurmaya çalışırız. Bu canının doğasında olan bir şey... İnsan büyüyüp erişkinliğe girdiğinde farklı yönlere ilerleme kaydeder. Edindiği kültür aldığı eğitimin sonucudur. İçinde yaşadığı toplum etkisiyle gelişir.
Fakat şu asla es geçilmelidir ki kişinin doğuştan getirdiği bazı şeyler kimini yerinde saydıracak kadar etkisizken kiminin bedeni olduğu yerde dururken ruhu dağları, taşları, ülkeleri, kıtaları dolaşır gelir. Ruhu onu bir yere bağlayamaz suyun üstündeki yağ gibi kımıl kımıl dolaşır durur. Kayıp gider başka yerlere düşüncelere.... Sanatçı kişilik budur bence ve sanatçı ruh asla ve asla bencil değildir çünkü sanat, paylaşımla değerini bulur.
Sanatçı ruh asla ve asla bencil değildir çünkü sanat, paylaşımla değerini bulur. Sanatçı kendi ruhu içinde gördüğü güzelliği başkasında da görmek için çaba gösterir. İzleyen, gören gözde yansımasını görmek sanatçının en büyük kazanımdır. Böylece sanatçı, geliştikçe sorumluluk sahibi olduğunu fark eder, paylastıkça gelişir. Anlaşıldıkça da büyür.
Büyümek derken ünlenmek, tanınmak manasında söylemiyorum. İşte sanatın ve sanatçının gücü burada... Sanatçı öğrendiklerini kendi içidekilerle harmanlayıp, yeni bir şekilde ifade etmek derdindedir çünkü alışılagelmiş kalıplanmış şeylerin etkisi bunaltıcıdır. İnsani, doğru ifadeler olsa bile uzaklaştırır anlatılmak, aydınlatılmak istenen konudan. İşte sanatın ve sanatçının gücü ve önemi burada devreye giriyor.
Görsel ifadeler her zaman beynimizde kalıcıdır, mutkaka gizlenir, gerektiğinde ortaya çıkar. Sanatçıya burada büyük sorumlukuk yükleniyor.
İnsanlik için geleceği şekillendirebilecek, doğruyu, yanlışı ayırt ettirebilecek, sevgiyi, nefreti, dostluğu, düşmanlığı kısacası; insanca olan her şeyi farkettirip doğruya yöneltebilme gücü olduğu bilinciyle eserler üretmek ve eğitmek.
--Sanatçının ve dolayısıyla sanatın bu gücünü keşfettikten sonra; iyiye ve kötüye kullanıma karşı kendisini ve sanatını nasıl korur?
Maalesef, eğitim düzeyi yüksek ülkelerle düşük ülkelerde bulunan sanatçı için durum çok farklı. Sanat baskı ile yapılamaz, siparişle de yapılamaz. Ruh elinize fırçayı aldığınızda, düşünceleriniz dalgalanmaya başladığında elinize hükmedip ne aktarırsa odur. Buna belli standartlar şart koşulup yapmaya yönlenirse; sanat ve sanatçı, dikenli telden bir kafeste ne kadar rahatsanız o kadar eser çıkarabilir. Oysa sanatıyla insanları aydınlatacak insanın koşulsuz özgür olması gerekir. Bu yüzden sanatçılar öncelikle aydınlatıcı, öğretici, düşündürücü eserler üretmek zorundadır. Bu bile bir koşullandırma gibi geliyor bana.
Sanatın kötüye kullanımı daha çok sunulduğu toplum veya kişilerle ilgili bir durum. Eğitimsiz, tutucu bir bölgede nü sergi açarsanız bu aleyhinize olur. Anlatmak istediklerini nü ile değil başka yollarla anlamalısın. Sanatın mutlaka bir yol bulma yoksa yapma özelliği vardır. İnsanlara sanat ve eğitim alabileceği ölçüde şırınga edilmelidir. Aksi halde fakir insana piyangodan büyük ikramiye çıkmasında şaşırması ve çarçur etmesi gibi harcar gider, olmadık sapkınlığı yaşamaya çalışır çünkü o güne dek karnını doyurup, sırtını pek tutacak kadar varlığı olmuştur, fazlasını nasıl kullanması gerektiğini bilmez.
--Sanat yaparken içten gelen, üretime iten ruhtan ve özgür olması zorunluluğundan bahsettik; sanatçı aynı zamanda sürekli değiştirdiği (ilerlettiği) için eskiler tarafından engellenmek de isteniyor.
Sanatçı engelleri nasıl aşar?
Sanatçı engelleneceğim kaygısı taşırsa zaten ilerleyemez. Bu düşünceye inanırsa - zaten önce kendisi kendisini engellemiş olur. Sanatçı, eskiye değer verirken kendisine pranga yapmamalı ve bunu yaparken gözleri, düşünceleri ilerde olabilmelidir.
Sanatçıya en büyük engel anlaşılamamak, eserini satamamak, değer görememek kaygılarıdır. Sanatçı öncelikle bunlardan arımdırmalı kendisini. İnsanın en büyük engeli kendisidir ve kaygılarımız bize engel olur. Ruhu özgür biri zaten bunları aşabilecek güce sahip kişidir. Sanatçının ve sanatın en başlıca besini de bize ket vuracak kaygılardan arınmaya çalışarak özgürce dışa aktarımdır, beynimizi ruhumuzu...
Demesi kolay derseniz, başka yolu var mı ben bilmiyorum. Sanatçı olmanın farkı bu olmalı, öyle değil mi?
--Sanat çevresi tabirinden ne anlamalıyız; dar, kendi kabuğunda, grup veya kliklerin egemen olduğu bir ortam mıdır, evrensellik nasıl yakalanır?
Her meslek grubundan bir çevre oluşturur insanlar, bu doğaldır çünkü ilgi alanları ortaktır. Ona göre sosyal çevre belirli alanlarda birbirinin yanına getiriyor insanları ama sanat öyle bir olgu ki her gruptan insan sanatın herhangi bir dalında bir arada toplanıyor, paylaşıyor, zevk alıyor, mutlu hissediyor...
Sanat çevresi aslında kendi kabuğunda bir topluluk parçacıkları olmamalı. Gelişmişliği az ülkeler maalesef bu durumda çünkü sanat ve sanatçı anlaşılamamak kaygısı ile belli bir kesimin içinde olmak durumunda. Maddi olanakların etkisi katıldığında başka bir durum söz konusu olamıyor.
Pekiyi, sanat camiası derken bu camiadaki herkes sanatcı mı, sanatı anlıyor mu yoksa imkanları dahilinde bir yere mensup olmaya çalışan kişilerde var mı bu camiada? Maalesef yine dönüp dolaşıp eğitimin seviyesine gelip takılıyor sözcüklerim. İki ayrı camia var sanki, bana göre: Bir kısmı evet, sanat yönü var, şansı da yaver gitmiş, kazanın dibinde kalmamış, elinden tutulup çekilmiş ve bunu ziyan etmeyen. Ama bir de burnu havada gibi gezenler... Yine başka kesimde sanatı herkes için yapan, toplumun içinde, eser çıkaran, paylaşımcı, halkın arasına karışan, öğrenmeye ve öğretmeye meraklı, sanatı yaşatmaya çalışanlar filan. Böyle bir döngü var ülkemizde.
Evrenselliğe gelince, siparişle iş yapılırsa ne kadar yakalanabilir ki evrensellik! Yaşam kaygısı olmadan çalışmalı. Aldatılırım derdi bulunmamalı. Ben burada devletin devreye girerek sanatı ve sanatçıyı korumasını isterim. Eğitimde sanata çok büyük yer verilmeli.
--Geçen gün eğitim konusunu ayrıca düşündüm biraz: Neticede ülkemizde veya başka ülkelerde örneğini bolca görüp hayretler içinde kaldığımız eğitim almış veya ezberlemiş ama içerikten habersiz oldukça fazla yanlış kişi de yetişiyor.
Bu kadar emek verirken en doğruyu bulmada sanat bize nasıl yol gösterir?
Ve de sanatçının ufkunun açılması, gelişmesi için sanatçılara dünyada farklı yerleri, kültürleri görüp tanıma olanağı sağlanmalı.
Ben bu konuda şöyle düşünüyorum: İnsan emeğinin karşılığını alabilmelidir. Emeğinin karşılığı, karın tokluğu kadar olan insan sanatı filan düşünebilir mi? Sanat lükstür. Fuzuli harcamadır!
Devletimiz her hastanede, otelde tablolar olacak türünde bir kural getirdi. İnsanımız ne yaptı, o gün otelde hastanede gördüğüm bir dünya para verip çoğu baskı resimler yaptırıp bi dünya çerçeveye para verip asmışlar. Neden her halukarda ucuza kurtarmaya çalışıyorlar? Ülkemizde insanların bir kısmı çok kazandıkça doyumsuz hale gelirken ahlaki ve vicdani erdemlerinden uzaklaşıyor. Az gelirli,mesleki eğitimi olmayan insanlarımızın çoğunluğu kaderci davranıp olana razı gelenler.
Bir gün bir açık havada resim çalışması yaparken bir üniversitenin ilahiyat profesörü yanıma geldi, resimden konuşuyoruz: Sorduğunu tam hatırlıyamıyorum, ama ben verdiğim cevabı hatırlıyorum. Haa, şöyle bir konuşma yapmıştı; yurt dışında çok gezdiğini kiliselerdeki resimleri gördüğünü, heykellere bayıldığından filan söz etti. Bende bizim camilerimizde sizce neden böyle resimler yok dedim. Bizim dinimizde resimle ifade - Allah' ı, Muhammed' i ete kemiğe büründürmek anlamına geliyor, yasak dinen dedi.
Dönüp dolaşıp eğitimden kültüre, kültürden inançlara gelmişken; İslam Dininin Türk Kültürünün önemli bir parçası hatta yapımcısı olduğunu iddia edenlere karşı Türk Kültürünü veya Anadolu Kültürünü nasıl savunabiliriz, geç kaldık mı?
Benim hayat felsefemde geç kalınmışlık diye bir şey yoktur. Günümüzde herkes bir şeyleri iddia edip duruyor. Her şeyi birileri diyor diye kabullenmek yerine; her insanın bir beyni var, okuyup araştırıp doğruyu bulur ve görebilir.
Toplumlar benimsedikleri din ile ahlaki ve toplumsal olarak etkilenebilir, bu normaldir. Ki Türkler de; İslam Dini, Arap Yarımadasından yayılmaya başladığı için tabi etkilenilecek. Ama islam Dini gerçekte toplumlara kimlik kaybettirme değil aksine kimliğini koruyacak yapıdadır. Dini doğru uygulayıp kabullendiğinizde, Kur'an da yazanlar doğru uygulandığında bilime, sanata, insana, hakka, hukuka, sevgiye, saygıya değer veren bir toplum oluşur. Oysa günümüzde bunun tam aksi gelişmiştir. Neden? Çünkü öncesindede dedigim gibi okuyup anlayarak değil kulaktan dolma din yaşıyoruz, sebep budur. O zaman yapılacak olan Kur'an da yazılanları iyi anlatmaktır. Yaşam tarzınızı yaşadığınız zamana ve yere göre uygun yaşamaktır. Kur'an da demiyorki sen adlini kaybet, inkar et, git Arap kültürünün şekline gir diye!
Yapmamız gereken kendi kültürümüzü, unuttuklarımızı yaşatmak. Ben bu konuda çok huzurluyum. Evlatlarıma bu değerleri miras bıraktığıma inanıyorum. Annem hep derdi ki kızım aslını inkar eden soysuzdur. Bu lafını hiç unutmam. Bizler saygıyı, sevgiyi, hakkı, hukuku, dinimizi, imanımızı önce ailemizden öğrenip sonra okullarda devam ettiren insanlarız. Ailede verilen değerler sağlamsa okul çimentosu oluyor, daha sıkı tutması için değerleri... Ve sanatçılar yapıtlarıyla kültürümüzü yansıtmalılar. Giyim, yaşam biçimi, mimari... Eski fotoğrafları görüyorum o canım binalar yıkılıyor, ucube rezidanslar dikiliyor yerlerine. Oysa özellikle mimari eserler geleceğe geçmişimizden en büyük arşivlerdir, kültürel yaşanmışlığa dair.


Bizler bir farkındalık yaratmak adına Bayrampaşa Yıldırım Mahallesine "sanat merkezi" kurduk ve hiç kimse bana inanmadı, "burada sanat mı olur" diye...
"Kavram kargaşası / karmaşası ve sanat" denilince ne anlamalıyız?
M Berra Bülbül: "Kavramsal Sanat" oldu ilk aklıma gelen. Burada anlatılmak istenen fikir önemli olmaktadır. Bu fikri anlatabilen en uygun malzemeler seçilerek sanat üretilir. Öncelik, savunduğunuz fikri en iyi sekilde ifade edebilmektir.
Bunun için de söylemler doğru kavramlara karşılık gelmelidir. Kafanızda karmaşa yaşıyorsanız yansıttığınız eser de kavram kargaşasına uğramış olacaktır. Daha çok insana hitap edebilmesi için de evrensel kavramlar kullanılabilir. İnsan odaklı duygu ve düşünceler evrensel kavramlardır. Örnegin "savaş" denildiğinde aynı duygu ve düşüncelere sahip olmak... "Sevgi" denildiğinde her insanın içinde uyanan o duyguya odaklanmak
Emel Toktaş: Kargaşa yok. Kargaşa bunu anlayamayan zihinlerde. Kavramsal sanatta kargaşa yok ki kuralları belli. Tüketilen sanat yanılsama kabul etmiyor yani masayı yapan marongozun kendisi, masayı resmedersen yanılsama yapıyorsun. Taa antik Yunan sanatçılarından başlayan bir kavram, "yanılsamanın yanılsaması".
Yeni sanatta teknoloji de devrede. Fotoğraf makinası var. Ya fotoğraf makinasının yapamadığı şey ya da hazır malzemelerle düzenlenip fotoğraf makinası ile tespit edilen şey.. Zaman anda var. Bir dakika sonra yok. Bu felsefeyi anlamadan kavram sanatı yapamazsınız.
Kargaşa olmaz. Hangi ekol ya da anlayışla çalışılıyorsa o ekolün kurallarını eserde görmek gerekir. Yoksa eleltir ve değerlendirme yapılamaz. Karmaşa yarım eğitimi olan kişilerin çalışmalarında görülen bir şey.. Hiç eğitimsiz olsa daha değerli naif dersin. O da bir ekol. Tema karmaşık olsa bile kompozisyon değildir. Kavramlar tam da olduğu gibi öğretilirse kavram kargaşası yaşamaz sanatçı.
Anlaşılmayan şey karmaşıktır. Dünyanın mimari eserlerine bakın. Dünya mimarlarında kargaşa ve kaos görüyor musunuz? Yeni yaşam koşullarına da uyuyorlar. Sadece resim üzerinden düşünmeyin. Yukarı doğru yükselme dar alanlarda yüzey kazanma isteğine bağlı olarak ortaya çıktı.
Gökdelenler şu andaki zaman ve mekan ilişkisinde uygarlığın en belirgin sanat üretimleri. Damga gibi. Antik Mısır'ın piramitleri ne ise bu zamanın gökdelenleri o. Orjinalite sunuyor ve estetik açıdan değerli.
Sakın küçümsemeyin.
Serkan Bozkurt: Sanat kargaşadan beslenir ama Türkiye gibi fazla kargaşa olan yerlerde sanat nereye ylneleceğini bilemez. İnsanlar ilham alacakları noktaları birbirine karıştırır. Halbuki insan hakları birbirinden ayrılamaz. Her zaman odaklanacak bir nokta vardır.
İSİMSİZ BİRİ İLE
17 NİSAN 2019
--Günaydın (...), sloganınız ilgimi çekti: Neden kültür ve sanat ehil olmayan ellere bırakılmamalıdır?
Ülkemizdeki siyasette çoğunlukla ahbap çavuş ilişkileri yürüdüğünden, özellikle kamu sektöründe kültür ve sanat alanında işe alınan -adı üzerinde bunu sadece bir iş gibi gören - ruhunu ortaya koymadan bir şeyler yapan insanlardan pek fayda gelmeyeceği açık bence..
Dolayısıyla işinin ehli olan insanların ürettikleri ya da üretilmesine yol açtıkları işler her zaman daha farklı ve toplumu da belli bir seviyeye yükseltiyor. Bu elitistlik değil
Popülizm bence çok zaralı bir tuzak. Cahilce. Sonuçları da pek iyi olmuyor. Biraz kaliteden ödün verdiğinizde, hemen kaybedersiniz. Göstermiş olduğunuz çabalar boşa gider. İnandırıcılığınızı kaybedersiniz. Süreklilik ve tutarlılık çok önemli. Ben TSKM'de bunu yapmaya çalıştım, 5 senedir. Delinmeler olmuyor mu, maalesef oluyor ama tahmin edebileceğiniz sebepler...
--Belediyeler dahil kamu kurumlarında oluşturulan Kültür ve Sanat depertmanları size de yavan geliyor mu neden?
Bu uzun bir konu ve derin. Sizin de malumunuzdur. Ben hayatımda ilk kez kamu kurumunda çalışıyorum. Memur filan da değilim. Ancak siz de bilirsiniz görmüş ya da duymuşsunuzdur. Çok nadir kültür ve sanatla ilgili insanlar bu departmanlarda çalışıyor.
Belediyenin herhangi başka bir yerinde çalışan bir memur imza yetkisinden dolayı buraya kaydırılabiliyor. Sanatçılarla hayatında direkt olarak iletişime geçmemiş olan birisi şaşırıp kalıyor ve kırıcı olabiliyor. Çağdaş sanattan bi haber insanlar sadece aşina oldukları popüler kültürden örnek görmek istiyor. Bilene ve liyakate saygı duymak lazım. Bazıları istisna tabii.
Burası da bir belediye kurumu olduğu için ve ben burada çalıştığım için bu yazdıklarımı herhangi bir yerde yayınlamamanızı rica ederim Ben sizinle paylaştım.
Göstereceğiniz hassasiyete teşekkür ederim şimdiden...
--Süreklilik konusunda neler söylemek istersiniz?
Tutarlı bir şekilde tüm inandırıcılığınızla yapmakta olduğunuz programlara ve programlamalara ödün vermeden, büyük sorumlulukla devam etmek...
--El / yönetim değiştiren belediyelerin oluşturacağı kültür sanat şubeleri için en öncelikli yapılması gerekenler sizce nelerdir, malum çok büyük zihniyet farkları mevcut..?
Kolay gelsin demek isterim onlara çünkü ben buraya geldiğimde, parti değişimi söz konusu olmadığı halde bir sistem oturtmak, senelik bir program yapmak, kurumsal bir kimlik yaratmak, yüzyıl öncesinden kalma bir balo salonunu İstanbul'un en görkemli galerilerinden birisi hale getirmek vs oldukça zamanımı aldı ve beni yordu. Etrafınızdakileri de buna hazırlamak ve hatta eğitmek lazımdı. Bizde sonuç iyi oldu ama hala mücadele devam ediyor.
--Kültür ve sanat, popüler ses sanatçısı davet edip şehir meydanında konser verdirmek midir?
Kesinlikle değildir. Bu benim alanıma zaten girmiyor. Hiç de yorum yapmayayım "bir dokun bin ah işit" butonum var...
--Özellikle Anadolu' nun küçük yerleşim yerleri için; elde olan kıt imkanlarıyla - tarım - köylü yaşam zorunluğunda, atölye türü minik ama çoklu (tüm sanat dallarını ucundan kıyısından barındıran) sistem başlangıçlarını - tabii bu şehrin varoşlarında da olabilir- önerir misiniz yoksa zaman kaybına gerek görmeyip en iyisiyle mi devam etmek istersiniz?
En iyisiyle devam etmek. Hiçbir şey sonsuz değil. 12 sene Çırağan Sarayının Pazarlama Müdürlüğünü ve KÜLTÜR ATAŞELİĞİ' ni yürüttüm. Oraya, tarihinde olmadığı kadar kültür ve sanat alanında bir tanınırlık kazandırdım. Genel Müdür değişti ve bu genel müdürle ilk tanıştırıldığım zaman "Madame Ayşe, sizin hakkınızda çok güzel şeyler duydum ama ben bir tüccarım ve burası da bir müze değil" demişti. Yaptığım şeyleri bir yıl daha devam ettirip yolumu ayırmak zorunda bırakıldım. Bugün Çırağan Sarayının geldiği hali görüyorsunuz. Sonrasında kitap çevirilerine başladım.4 kitap çevirmişken buradan bir teklif geldi... Apartman yöneticileri toplantıları yapılan salonlardan ne hale geldiğimizi herkes biliyor... Birgün belki Anadolu'nun herhangi bir yerinden teklif alırsam değerlendiririm belki Neden olmasın İdealist ve mükemmeliyetçi ve yaptığım işte tüm ruhumu vererek çalışan, iyi inatçı birisiyim
Erkan Bey, bunu yayınlamayalım lütfen sizden ricada bulunmuştum. Çok önemli....
--Kaldırdım.
Teşekkürler.
--Şimdi - burada bir başka sorunla karşılaştık: Yayınlayıp hem kalıcı kılmak hem de herkese maletmek varken neden bu önemli tespitler gizli kalır?
Siyasi olmamama rağmen siyasi bir kurumda çalışıyorum ve maalesef insanlar eleştirilere açık değil... Bu kurum dolayısıyla insanlara faydalı olduğumu düşünüyorum ve devam etmek istiyorum.
--O halde, aynı zamanda bir endişe ile birlikte hareket ediyoruz demektir. Bu fedakarlık mıdır, geleceği kurma bilinci mi,
Sanat kendi tarihi boyunca hangi badireleri atlatıp bu başarıyı kazanmıştır?
Daha sonra NOTRE DAME sorusu
Erkan Bey bence burada duralım mümkünse ... Gelecek kaygısı herkeste var. Ancak belli bir yaşın üzerinde olduğum için buraya deneyimlerimi çevremi birikinlerimi dillerimi vs buranın yaraına kullanmak için gelmiş idealist birisiyim . Bu ortamda paylaştığım şeyleri yazmak istesem kendim de bloglarda ve diğer dergilerde yayınlardım Ancak bunları şimdilik sadece dostlarla sohbetlerde paylaşıyorum Ama anılarımı da yazıyorum. Ölmeden bitirirsem bir kitap olacak o zaman okursunuz.
--Lütfen çekinmeden olup biteni yazın çünkü bunlar yaşanan gerçekler ve geçtiğimiz süreçler sadece bizim için değil insanlık için de çok önemli.
Saygılarımı sunuyorum…
Yazıyorum zaten... TEŞEKKÜR EDERİM. LÜTFEN YAYINLAMAMANIZI TEKRAR RİCA EDERİM. Saygılarımla
--Arşivime ekledim Kitabınızla birlikte muhteşem bir ikili olacak bende...
Sanat gizlerle doludur.
Tekrar teşekkür ediyorum, ilgi gösterip yanıtladığınız için…
RİCA EDERİM SAĞOLUN.
Site tanıtımından sonra:

Orjinal bir fikir, tebrik ederim ancak şiir kategorisi göremedim!
Edebiyat Bölümümüze bakınız lütfen!
Sizce uygarlık kriterleri nelerdir?
Etimolojik olarak uygar kelimesi, yerleşik hayata geçen ilk Türk Devleti olan Uygurlardan türemiştir. Aynı anlamı karşıyan medeni kelimesi ise, Medine’li anlamı taşır. O coğrafyanın en gelişmiş kenti Medine’dir zira. Dil tarihi de bize gösterecektir ki, uygarlık bir nevi "kentleşme" demektir.
İnsanoğlunun yerleşmesi, kendi belirlediği düzene riayet etmesi, üretmesi ve bununla beraber tüketme kabiliyeti… Kültür biraz da, "serveti nasıl harcadığının cevabı" olarak çıkar karşımıza çünkü...
Tanımı böyle yaptıktan sonra, kriterleri belirlemek daha kolay olacaktır. İçinde bulunduğumuz çağda, uygarlığın en belirleyici göstergesi; doğru kentleşebilmektir. İstanbul’a atılacak alalede bir bakış dahi, yanlış kentleşmenin emarelerini görmeye yetecektir. İstanbul özelinde, yanlış kentleşmenin başladığı veya yoğunlaştığı dönemler; uygarlığın kriterlerinin ne kadar dikkate alındığını ya da doğru deyişle, "alınmadığını" ortaya çıkaracaktır. Şimdilik bu cevap yeterli sanıyorum; zira bu bir makale konusu.

Şikayeti hiçbir koşulda başvurulacak bir merci olarak görmüyorum. Hayatta "düşünme ve eylem" vardır ve bunların birbiriyle ilişkisi döngüseldir. Ya da en azından döngüsel olması beklenir.
Düzen, düzensizlik, birikim bu kavramlar uçurum eşiği kavramlar. Çağrışımı kuvvetli, davetkar kelimeler... Biliyorsunuz, “düzen” siyasi bir partinin sloganına girmişti geçmişte, sağ bir tınısı vardır. “Birikim” sol görüşlü bir derginin adı oldu. Demir tavında dövülür... Bu kavramları kullanırken kısaca şuna dikkat etmeli, bulunduğunuz düzen tamamiyle edilgen mi?
Siz orada yalnızca bir çark dişlisi misiniz yoksa müdahil mi?
Düşünmek, genelde soru sormaktır zannımca. Ben de öyle yapıyorum.

Kelimelerin anlamında kaybolmak, zor iştir. Mecnun’un çölde kaybolmasına benzer. Her babayiğitin bileğine uygun değildir. Bugün kelimelerin sözlük anlamı yok zaten, algılar var yalnızca - dönüştürülen sözcükler. Karagöz oyunları gibi yönetilen zihin dünyası.
Sorunuza dönersem, mantık tamamen -moda deyimle- bir üst aklın icazetiyle çalışıyor. Yollar belli, haritalar belli hatta yolcular bile belli. Tek direniş kaybolmak!
Kaybolarak nasıl varolabilir hatta başkalarına da ufak tefek de olsa - deneyimlerinizden yararlanarak, bir şeyler gösterebilirsiniz, dinci veya skolastik yaklaşım değil midir kaybolmak, hiçlik, nefs terbiyesi, egonun imhası..?
Kesinlikle değildir! Evrende "kaybolma" diye bir şey yoktur, kaybeden vardır yalnızca. Kaybolmayı burada bir metafor olarak kullanıyorum. Dayatılan, tek tipleştiren, kimliksizleştiren bir dünya algısının dışına çıkma durumu olarak... Bu mistik bir bakış açışı değildir. Aksine varlığı yalnızca aksiyonla, görünmeyle, hareketle açıklamak; post-modern bir algının tezahürü olabilir. Tüketim ve hızın…
Bir şeyler göstermek için, görünmeye gerek yoktur, göstermek yeterlidir. Oysa bu çağın en büyük sorunu, görünme çabası, fark edilmeme travmasıdır. Din diyorsanız, işte insanoğlunun yeni dini budur!

Burada söz Aristoteles’e düşüyor. Her varlığın “telos” u vardır diyor. Varlığının nedeni ve matematiği… Bir meşe palamudu, meşe ağacına dönüşür. Peki bir insan yavrusu, neye dönüşecektir? Asıl soru budur. Oysa bugün, herkes benzer şeylere dönüşüyor. Kendi telos’unun farkında bile olamadan…
Yaşı yetmişe gelmiş profesörlerimizi görüyorum; A "böyle" dediydi, B "şöyle" dediydi diye diye ömürlerini tüketip gidiyorlar. Milyonlarca cümle ezberlemişler ama tümü başkalarının... Bir de toplumsal baskı mıdır: "Sen kimsin lan, A veya B dururken..?"
Neden bireyden korkulur?
Şahsen sorularının çoğunu sanatla çözen bir birey olarak; resim sanat dalı temelinde her bireyin parmak izi gibi fırça veya diğer alet darbelerinin ZATEN farklı olduğu gerçeği kendilerine öğretilmeyen resim sanatı sanatçısı adayları, milyonlarca bilgi zırvası ile iğdiş edilmektedirler...
İğdiş edilmiş bireyimsilerle dolu kalabalıklar ne kadar uygardırlar veya uygarlık geliştirebilirler?

Günümüz dünyasında birey bu denli öne çıkmış ve güçlenmiş / güçlendirilmişken bu tür baskılarlada törpülenen ve zaten filizlenememiş bile insanımız nasıl rekabet edebilir, mümkün müdür..?
Eğitim kelime kökü itibariyle eğilmekten gelir. Bizde güzel bir laf vardır; ağaç yaşken eğilir. Ama bugün eğitim, sizin "iğdiş" diye izah ettiğiniz "budama" yöntemiyle gidiyor. Mustafa Kemal’ in bu coğrafya için ne denli bir şans olduğunu anlayamadık. Kucağımıza gökten inen armağının kıymetini bilemedik; tıpkı varlıklı, şımarık çocukların; bir elma şekerinin veya rengarenk gazlı balonların 50 yıl önce ne büyük bir mutluluk kaynağı olduğunu anlamamaları gibi… Kucağımızdaki o armağan akılcılıktı.
Kaybolup ne yapacaksın, varolsana! Yaşam bir kez, fırsatı neden değerlendir miyorsun?
Atatürk' ümüz birey karşıtı veya nefs terbiyecisi miydi, onun aydınlanmadan anlayıp anlatmaya çabaladığı neydi, nasıl bir uygarlık hedeflemişti?
Tam bağımsızlıktan "kendi ayaklarının üzerinde durmayı" anlayamaz mıyız, başkalarında yok olmayı emredenlerden nasıl kurtulabiliriz ve Atatürk' ün yaşarken kurduğu küresel ağın özellikleri uygarlık hedefini nasıl örmüştü?
Ulusalcılık maskesi arkasında bireyimizi içe kapatıp, kapılarını kapattıranlar insanımıza ihanet etmiyorlar mı?
Yaşamın “fırsat” sözüyle tanımlanmasını doğru bulmuyorum. Bu bana biraz pazarcı ağzı gibi geliyor. Yaşam birkez ise, ölüm de bir kez. Kaybolma meselesini kapatıyorum. Benim anlattığım, anlaşılan kadardır zira.
Gazi’nin bir çok hüneri vardı. Bunlar üzerine konuşabiliriz. Ancak ben pek öne çıkartılmayan bir yanını konuşayım. Gazi, bir halk adamıydı. Halkına çok düşkündü. Cumhuriyeti kimsesizlerin kimsesi olarak tanımlamıştı. "Umutsuz durumlar yoktur; umutsuz insanlar vardır" diyebilmişti. Oysa bugün, çözüme yönelmek yerine yakınan, halkı küçük gören ve ülkeyi terk etmekten bahseden insanları görüyorum ve bunların ortak yanı, Atatürk’ü sevmeleri.
Atatürk’ü doğru anlamak mecburiyetindeyiz.
Mustafa Kemal’e Atatürk soyadını Meclis layık görmüştür. O’nun almak istediği soyismi, Öz’dür. O’nun uygarlık hedefi, "uluslar sosyetesinde özgün bir yerin sahibi olmaktı". Daima özün peşindeydi. Kimsenin gerisine düşmeyip, kendine has olabilmenin… Bunun altında yatan neden ise az evvel bahsettiğimiz halkına olan sevgisiydi. O’ na göre Türk insanı, hiçbir dünya vatandaşından aşağı şartlarda yaşamayı hak etmiyordu. Bunun için izlediği metot ise, rasyonellik olmuştur.
Tecrübeleri ve farkını öne çıkararak günümüzde de hâlâ yapıp ettikleri ve düşünceleriyle yol gösterebilmesinin sırrı sizce nedir, uygarlığı nasıl anlıyordu?
Sevgili Dağhan, ilk bölümümüzün son sorusu: "N'lcak şu Fenerbahçenin hâli?"

Önce ilk soruya yanıt vereyim. İkincisi çok daha zor zira

Platon örneğin, fikir dünyasında hâlâ yön belirleyicidir. Dostoyevski’nin insan ruhuna dair çözümlemeleri, psikiyatri için bugün dahi ilham kaynağıdır. Zamandan azâde olmak, evrensel olmak, hangi alanda olursa olsun; zekayı, bilgi ve sezgiyle birleştirmekle olur kanısındayım. Marangozundan, tornacısına kadar bu böyle… Mustafa Kemal’ in uygarlık anlayışı; kendi kimliğini koruyarak, -bugün bazı solcular "Türk" demekten bile korkarken- başka kimliklerin yaşama hakkına tecavüzden kaçınmak üzerinedir.
"Yurtta sulh, cihanda sulh!" Evvela Türk vatandaşı olacaksın, sonra dünya vatandaşı… Sağ cenah, bunu da eleştirir. Sulh, Osmanlı’nın aksine, hareketi durduran bir felsefedir diye düşünür. Cemil Meriç’in görüşüdür bu... Oysa gözden kaçan şu; aynı zihin, bireysel manada salih insan olmak gayesindedir. Sulh kelimesi de aynı anlam havuzundan, aynı kökten gelen akraba bir kelimedir. Bu ciddi bir tezattır.
İkinci sorunuza yanıt olarak: Türkiye’de her şey değişir, bu soru değişmez. Çünkü Fenerbahçe, Türk sporunun Güneş Sistemi’dir. Her şey onun etrafında döner. Fenerbahçe tribünlerinde bir slogan atılır zaman zaman: “Fenerbahçe Türkiye’dir, Türkiye Fenerbahçe...” Türkiye’den farklı görmüyorum Fenerbahçe’nin halini. Türkiye’de cumhuriyet değerleri nasıl sekteye uğramışsa Fenerbahçe’de bu ölçüde darbeler yemiştir. Sosyolojik bir tabanı vardır bu tespitin.
Himmet paraları, “nereden onların stadı oluyor, biz yaptık yav” söylemi, bir konuşmada 39 kere sayın Cumhurbaşkanım denilmesi, Türk futbolunun gündemine bu dönemde girdi. Bunun tersi olarak ise "enerbahçe, siyasi anlamda büyük bedeller ödedi ve direndi. İzmir Marşı, Ali İsmail Korkmaz bestesi ve niceleri oradan çıktı. "TSK’nın yapamadığını yaptı" demişti İlker Başbuğ. Bunları atlatmak kolay değil elbette.
Diğer branşların hepsinde, muazzam işler yapıyor Fenerbahçe. Hatta Türkiye’nin belki de tek temsilcisi oluyor muhtelif branşlarda ancak futbol kötü. Düzelir diye düşünüyorum zamanla... Ama bundan daha önemlisi, Fenerbahçe’nin bu dönemde göstermiş olduğu diklenmedir. Bu dönemin ilerde belgesellerinin yapılacağını, kitaplarının yazılacağını düşünüyorum. Belki birini de ben yazarım. Bu arada sorunuza yanıtı şöyle tamamlayayım, 66 yaşında -hâlâ Fenerbahçe misket oynasa heyecanla izleyen babamı selamlıyorum!

Genetiğe kadar giden yanıtlama biçiminizde kelime yoğun anlatım kurgunuz doğrultusunda devam edersek; evrenselliğe ulaşmanın önemli kriterlerinden bir tanesi de var olan bağ ve bağımlılıklardan sıyrılarak üst, genel, kuşatıcı ve önemlisi kesin bilgiye dayalı esaslar etrafında dönmek ve gelişmek - ilerlemek gerekiyorsa maddelemen de özgür kriterler bireye bırakılabilir mi yoksa bizde olduğu gibi artık işlemese de zorla işletilmeye çalışılan Ortaçağ-ilkel devletçiliğiyle ne kadar çözüm üretilebilinir?
475. DİYALOG
Erkan Yazargan,
Hüseyin Yıldırım ile diyalogdayız. İlgili sorularınızla katılabilirsiniz:
-Merhaba Hüseyin Bey,
Sanat görüşünüzden bahsetmek ister misiniz?
Dışa vurumcu bir anlayışla resim yapan biri olarak, soyut ögelerin içine herkesin gördüğünde aynı şeyleri algılayabileceği somut objeler yerleştirerek ifade gücünü artırabilmeyi amaçlıyorum. Ayrıca iç dünyamın yönlendirmesiyle gözlemlediklerimle deformasyonlar yaparak ve estetik anlayışlara göre yeniden düzenleyerek yapıtlarımı ortaya koyuyorum.
Eserlerimde estetik ve plastik kaygılar ön planda. Yaşam içinde hayata karşı duruşunuz da ister istemez tuvale yansıyor.
Dört yıldır Birleşmiş Ressamlar ve Heykeltraşlar Derneğinin yönetim kurulu başkanlığını yapıyorum.
Çalışmalarımda ağırlıklı olarak işlediğim güvercin temaları ile tutsaklık ve özgürlügü simgelemekte, aynı zamanda kapılarını açarak özgürlüğe giden yolu da göstermekteyim.
-Sanatınızda renk ve tonun yeri neresidir?
Lekeci anlayışla resimlerimi tamamlıyorum. Tablolarımda kullandığım objeler esaret ve özgürlükte olduğu gibi nasılki zıtlıkları çağrıştırıyorsa bu vurgulamayı renklerle de yapmayı seviyorum. Sanırım ressamı kalıcı ve sürekli kılanda bu.
-Güvercin temasında insanların anlamadığı nedir ki tekrar ederek anlatmak istiyorsunuz veya güvercinin temsil ettiği bahsini ettiğiniz özgürlük veya sonsuzluk kavramının anlamı nedir?
Güvercin aynı zamanda imza. Soyut kavram içinde güvercin çoğu zaman kayboluyor.
-Tekrar edince kalıcı olmuyor mu?
Sanat da bazen uyumsuzlukla başlar, güvercin. İzleyenler bütününü görmek için lekeleri yorumlar ve bulduğu renk armonisi ile biçimlerde bilinmeyenleri keşfeder.
-Birleşmiş Ressamlar ve Heykeltraşlar Derneğinin faaliyetlerinden bahsetmek ister misiniz?
Çok uzun. 1970 yılında kurulan 49 yıllık dernek. Cumhuriyet tarihinin en eski sanatçı derneği. https://brhd.org.tr
-Sanat ve dernek faaliyetleri birlikte nasıl yürüyor, işbölümünüzü hangi standartlara göre geliştiriyorsunuz?
Öncelikle gönüllülük esasına göre görev yapıyorsunuz. 485 üyesi var. Yorucu. İki dönemdir yapıyorum. Gelecek genel kurulda çekilmeyi düşünüyorum.
Cumhuriyet tarihinde ilk binası ve galerisi olan tek derneğiz. Geçen sene biz aldık.
-Bir kaç resim göndersem, yorumlar mısınız?
(Bkz: İlk dört yorum)
Güzel. Dört resim, farklı kişilerin.
-Ülke resim sanatımızla ilgili ne söylemek istersiniz?
Ülkemiz adına başarı grafiği yükselerek devam eden bir çizgi var.
-Sanata ilginin artmasının sebepleri nelerdir?
Sanat liseleri, fuarlar, üniversiteler, çalıştaylar ve görsel medya.
-Kazanç elde edemediğini söyleyenlere önerileriniz neler olur?
Sanat evrenseldir. Bu yüzden kuralları da evrenseldir. Bu çizgiyi bozmadan, sürekli farkındalık yaratarak, işine sarılırsa kazanç sağlayacağına inanıyorum.
Tabi ki süreç çok zor.
-Katkınız için teşekkür ederim. Gelecek sorularla devam etmek isterim.
Saygılarımızla
Teşekkür ederim. Görüşmek dileğiyle...