DİYALOG MÜZESİ

SİBEL KİLİMCİ İLE



 

495. DİYALOG: SİBEL KİLİMCİ İLE


-Başlayalım dilerseniz Lütfen, bize önce röportaj tecrübelerinizden bahsedin daha sonra plastik sanatlara geçelim..?


Kısaca anlatayım o halde:  Uzun yıllar pek çok gazete ve dergide çalıştım. 1994' yılında Aktüel dergisi'nde işe başladım. Arayı anlatmıyorum çünkü arada pek çok yayın kuruluşu var ve farklı tecrübeler edindim. Aktüel başkaydı. O zaman şöyle denirdi: "Aktüelde çalışmadan gazetecilik yaptım deme" Bir bakıma doğruydu da. Bir Amerikan filmi ya da reklam filmi kadar hızlı değişen tempoyla, hem kendimizle, hem diğer basın kuruluşlarıyla yarışarak çalışıyorduk. Aktüel benim röportaja bakış açımı geliştirdi ve biçimledi. Resim yapan ve resimle eğlenen biri olarak plastik sanatlar röportajı yapmam da kaçınılmaz oldu.


-Kimler vardı ağınıza takılan?


Buna ağ demeyelim ve bir iddia yüklemeyelim isterseniz çünkü en iddiasız işlerim plastik sanatlarla ilgili olanlardır. Hem röportaj hem yazı olarak... Bir trendin önümüze getirdiklerini, muhtemelen patronların eşlerinin eserlerini satın aldığı ressamları daha çok getiriyorduk gündeme.


-Neticede kolay bir iş değil. Seçimler, sorular, yanıtlar, yayın, kamu düzeni, sanat camiası, okuyucu, yönetim, diğer çalışanlar... Ciddi bir iş. Bakın o zaman da varmış ahbap çavuş ilişkileri


Resim elit bir yerde durduğu için elitler tarafından görüldü, izlendi. Ahbap çavuş demekten çok böyle demek isterim. Bir de resim vergiden düşüyordu.


-Bugün ne gibi farklar var?


Bugün pek neler oluyor bilmiyorum. Pek doğru biri değilim bugünü konuşmak için. Diğer sektörlere bakarak artık havalı olup olmadığından emin değilim diyebilirim çünkü pek çok şey değişti. Bir de ne yaparsak yapalım, bazı şeyler değişmiyor. Sistemin değişmesi lazım. Sanat alınıp satılabildiği sürece, değerini alım satım belirler. Biraz sert gelebilir bu söylediğim ama eleştiri mekanizmaları da buna hizmet ediyor.


-Dünyanın her yeri aynı. Sadece ülkemize has bir durum değilki! Acaba hayal alemlerinde mi yaşıyoruz?


Hayal kurmak istiyorum. Az önce Hariri'nin geleceğe yönelik füturist değerlendirmelerini dinledim. Söylediğine göre kendi iradesine en yakın insan bireylerinin yaşadığı son kuşakmışız. Bizden sonra olasılıklarla yönetilen, istekleri güdülenebilen bir insanlık yoldaymış. Bırakın düş kurayım ve ideal olana sarılayım. Bir ütopya adası düşlemek hakkımız. Beğendiğiniz fotoğrafımın üstüne 20 kilo koyunuz (Kapağımızdaki fotoğraf). Aşçılık bana yaramadı?


-Bence serbestsiniz, dilediğiniz gibi tabii hayal kurmalı, çocuklarınıza da hayal kurmayı öğretmelisiniz ama Hariri örneğinden hareketle; idealizmin insanı yiyip bitirdiğini, çoğunu hasta ettiğini hatta ileri gidenlerin idealizm adına dünyayı yakıp kavurduklarını görmezden mi geleceğiz?

Ne kadar cani gördüysem hepsi idealistti!


Korkmayın. Örgütlü değilim. Biraz kavram kargaşası yaşıyoruz. Yazmak zoruma gidiyor. O nedenle kısaca şöyle demek istiyorum: "Ben sanatın daha paylaşılabilir olduğu bir dünyada yaşamak isterdim". Uzun zamandır konuşmadığım konular. Dağınık oluyor doğal olarak. Tüm yaşadıklarıma baktığımda kendimi büyük bir kurgunun içinde görüyorum. Küçük oyuncular olarak. Gerçekten İslimyeli, Pilevneli, Kahraman, ilk aklıma gelenler... Corona, Evrensel Corona' ya gelince; evet, çok etkileyici. İnsan kendisini karınca gibi görüyor. Tahmin eder miydim? Ederdim diyeceğim, inandırıcı olmayacak. Tam da bunu hep konuşurduk. Bir arkadaşımla baş konumuz buydu. Bilimkurgu seven insanlar olarak sohbetlerimiz hep buraya varırdı. İlk o aradı beni. Bu zor tahmin edilecek bir şey değildi ki. Harari'yi dinlemeyi tercih ederim ya da diğer aydınları.


-İnsan gerçeğini gözden kaçırıyoruz sanırım. En basit sınıflandırmada dörde ayrılıyor; egemenlik sevdalıları, zevk düşkünleri, köle ruhlular ve hiçbir şeyden haberi olmayanlar... Öyle, bize masal gibi anlatılan "eşrefi mahlukat" filan yok. Öyle değil mi?


Bilmem var mı, yok mu! Bu bir doğuş halidir muhtemelen, oluş değil... Neysek oyuz. Olabilsek bile şeref deyince, iyilik deyince insanların kafası karışıyor. Parmaklar, kol, beyin ve bilgisayar arasındaki ilişkinin üstünden bile yeni sınıflandırmalar yapabiliriz. Bunlar benim çalışmadığım konular. Çalışsam Asimov ya da L. Guin olurdum.


Ben buralarda fasulye dikimi ne zaman, pazılar karta kaçtı mı gibi temel sorunlarla ilgilenirken neler soruyorsunuz öyle? Bu arada benim elektrikler ne zaman kesilir, ne zaman gelir belli olmaz.  


-Tam da burada değil miyiz, hayat şartları ve birden bire geliverdiğimiz nokta. Gözümüzün önünde birer ikişer çöken devasa sistemler... Tecrübemiz nedir?


Ne derler? Düşmez kalkmaz bir Allah!

Koskoca dinozorları yemiş bu dünya. Kısacık insanlık tarihinde, küçücük ömürler süren varlıklarız. Ben kişisel hayatımda bir şeylerin bitip başladığını bilerek yaşarım. Hiçbir şeyi bitirmekten korkmam.


Kısacası her şeyin gelip geçici olduğunu düşünürüm. Yaşadığım sürece de başlarım. Ta ki bitene kadar. Sahip olmayı hiç önemsemem. Para varsa kullanır, yoksa umursamam. Şimdi yeni bir modele geçmeyi düşünüyorum. Sende para çok bana ver modeli. Bunu söylemek ne güzel olurdu. Hiç de ihtiyacımız yok bankalara filan. Korona günlerinde şahane dayanışmalar yaşanıyor. Birisi bana sana borcum vardı dedi, bir para yolladı, ben parasız kalan bir çifte o parayı yolladım. Kastım bu. İhtiyacından fazlasını ver.


-Nereye kadar! O koskoca yapıları banka olmadan nasıl inşaa edeceğiz. Siz de tam bir hayalperest çıktınız Sanat yapsanıza...


Tamam. Olur. Haydi, ben bir öykü yazayım bari. Bu sistemi kurarken insanlar kurulumu başından itibaren tasarlamışlar mıydı? Hayır. Yıkılsın, illaki yeni bir şey kurulur ama bundan yana korkum otoriter ve elitist bir yapı kurulması.


-Tamam işte. Birlikte yazıyoruz. Daha sonra bu diyaloğun tiyatrosu, resimleri, müziği, sineması olacak. Neden olmasın? Yapanlar nasıl yapıyorsa biz de yaparız!


Amaan, bana ne! Dünyadan ben mi sorumluyum? Benim aklımda TEPETAKLAK'IN oyunlaştırılması vardı. Ona da el atalım. Tek kişilik iş değil.


-Olur. Harika fikir ama önce Hariri' den filan kurtulmamız lazım. Onlar bizi tanımazki!


Havaya girdim. Dünyayı kurtarmak istiyorum. Yeni soru lütfen?

Olsun. Biz de onları tanımıyoruz. Aramızda kalsın, ben bu 7.6 milyardan çok azını tanıyorum. Şaka bir yana ben ne yapıyorum burada? Hâlâ, kendime bir önem veremedim.


-Dalia Maya Diyaloğumuzu okumuş muydunuz, ne güzel anlatıyor TEPETAKLAK'I?


Hayır, dönüp okurum.


-Bakın ne güzel diyalogları birbirine bağladık. Bu işte bir esrar var. Gecenin bu saatinde, Corona Günlerinde olacak iş mi?


Çok iyi. Tam sırası.

Boş kasap konusunda mesele açıktır. Ama bir boş yazar, boş gazeteci, boş oyuncu da bir kasap kadar netleşmeli kendi boş halleri üzerinde. Bulamıyorum arıyorum.


-İlhama veya o tuhaf sinyallere, mesajlara, mistik şeylere inanır mısınız, daha önce yaşadığınız oldu mu?


Hayır, inanmam. Düşünceye, duyguya, hissetmeye akla inanırım. 


-Sanatçı nasıl üretiyor?


Bütün malzemenin sinerjisinden müthiş bir şey çıkıyor ortaya. Geçmiş, gelecek, hayal, gerçek. Sanatçı kendi var olduğu tüm katmanları gününde yaşayan değil midir? Bu yaşantıyı birarada tutmayı, avuçlamayı, bir ısırık koparmayı bilen değil midir? Tabii öğrenmek, emek vermek karşılıksız kalmaz hiçbir zaman.


-Nerde o sanatçılar?


Ben bu konuda bir şey söyleyemem. Herkes kendi rüyasını anlatsın. Benim için böyledir. Başkası nasıl bilmem. Ama ilham perisine de inanmam.


-Bahçenizde bitkilerle filan konuştuğunuz veya konuşma arzunuz doğmaz mı, bu da bir çeşit delilik değil mi?


Ben OTLARLA konuşmam. Kedilerle konuşurum ama... Onlar da bana bir şeyler söylüyor olabilirler. Henüz çözemedim.

Sizin ev günleri nasıl geçiyor?


-Ben zaten uzun süredir evdeyim. On seneden fazla. İşlerimi İnternetten yapıyorum. Kedi ne diyecek, mama istiyordur?


Tokken de bir şey diyor ama.


-Görmem lazım. Uzaktan ancak tahminde bulunabilirim. O da atmasyon olur. Tıpkı Hariri' yle, Zizek' in yaptığı gibi


Kimseyi çok sevmek ya da sevmemek gerekmiyor ki ya da doğru bulmak ya da bulmamak.Toptan bir şeyleri kabul etmekten çoktan vazgeçtim kendi adıma.


-Bir soru gelmiş yanıtlamak ister misiniz: "Hariri gibi Zizek gibi, "al gülüm ver gülüm" mevcut sistemin çakalları daha düne kadar; küresel sistemin o veya bu şekilde dünyaya "iyi kötü" yayıldığını, bir biçimde uyum sağlamamız gerektiğini, dünyanın her yerinde parlementoların, BM' NİN, yerel yönetimlerin, üniversitelerin... var ve faal olduğunu savunurken ŞİMDİ NE OLDU DA birden bire akıl danesi olup, gelecek kurgularında da söz sahibi olabiliyorlar?

Yoksa biz de bahsi geçen "hiçbir şeyden haberi olmayanlardan" mıyız!

Söz hakkı kimin?"


Yine çok büyük bir soru. Yediğimiz yemeği bile seçemediğimizi, anamızın ya da birilerinin dayattığını unutuyoruz. Teorisyen değilim, akademisyen değilim. Kendi hayatımı döşerken beni belirleyen bir ideolojik klanım yok. Seçimlerimi sahilde taş toplar gibi yapmamda bir sakınca yok. O beyazmış, bu kırmızıymış, küçükmüş, büyükmüş... Kimse gelecek kurgularında söz sahibi değil. Bana rahatsız edici de olsa doğru geliyorsa onu görmemde bir sakınca yok. Görmezsem sorun var. Taş ararken, bazen cam kırığı da gelir eline. Bu bir soru değil, bir düşünce...


-Söz hakkı kimin soru değilse nedir? Bütün mesele bu değil mi?

7/24 ekranları dolduran aynı yüzler, aynı insanlar, aynı düşünceler, aynı egoizm, aynı egemenlik derdi, aynı terane soru / sorun değil de nedir, dünyamızı bu hale bunlar getirmedi mi?


Bu bir tencere yemek olsun. Aşçı ne isterse onu koyar içine..Elinde kepçe olanı aramak lazım. Bilin ki o pişiriyordur yemeği. Söz hakkı deyince geleceğin nasıl olacağını biçimlemek diye yorumluyorum sorunun maksadını, tabii ki söz hakkı bizim değil. Maalesef bizim değil..Bizimmiş gibi görünen durumlarda bile bizim değil. Küçük hayatlarımızda kümesteki tavuklar gibi eşinmekten zevk almadığımız gün belki bir şansımız olur söz söylemek için, Kümesten vazgeçmek lazım.


-Yüzlerce DİYALOG yapıp yayımladım. Hepsi tıpkı sizinle olduğu gibi doğal, ikirciksiz, spontane, ön hazırlıksız ve çok keyifliydi. Kimse okumadı Büyük ihtimalle bunu da okumayacaklar. Beğenenleri görüyorsunuz. Diyaloğumuzun en başına özellikle "siz de sorularınızla katılabilirsiniz" uyarısını koyuyorum ama bir tane bile doğru dürüst soru gelmiyor. Dolayısıyla web' imizin sloganını "Diyalog Müzesi" olarak değiştirdim yani şimdi değil ama ilerde okuyan birileri olursa, bu tarihlerde, kim, ne demiş, ne düşünmüş bilsinler. İlginç olanı; DİYALOG tecrübesi yaşayanlar da kendilerinden başka, diğer diyaloglara katılmıyorlar, şimdiye kadar katılan olmadı

Sizin bu diyalogdan edindiğiniz tecrübe nedir, diğer diyaloglara soru göndermeyi düşünür müsünüz? 


Tam bitirmiştim. son yazdıklarınızı okudum ve güldüm. Seve seve katılırım. Önceden haberim olması lazım. Mümkün olduğunca az vakit geçirmeye çalışıyorum bilgisayarla... Röportaj ego okşayan bir şeydir. Fal baktırmak gibi düşünülebilir. Bu nedenle insanlar keyif alırlar ama okunmuyorsa yeterince bunun birkaç nedeni olabilir. Kendimi değersiz görmem ama önemli de görmem.


-Diyalogdayız ama, bazen bana kızdığınızı bile hissettim kendi fikirlerimi de söyledim ısrarla röportaj değil DİYALOG bu...


Hiç kızmadım. Başka tür bir şey benimki. Niçin sorusuna kendimce cevap bulamadım. Bir imza gününe gitmiştim. arkadaşım benimleydi ve benim ne kadar sıkıldığımı görünce, 'sen manyak mısın' senin yerinde ben olsam, keyfini çıkarırdım' dedi. Küçük anarşist bir yapıyım ben. Bütünlüğümü bozmasın istiyorum dışarıdan bir şeyler. Budur.

Bu diyalogları sesli yapsanız?


-Sesli olunca sanatçının yazısı olmuyor. Bizde şu an yayınlanmış 494 diyalog var. Tümünü sanatçılar kendileri yazdı Dünyada başka örneği yok!


Anladım. Yazılanı insanlar okumuyorlar da onun için sordum.


-Katkınız için çok teşekkür eder, arkadaşlarınızdan da soru beklediğimizi tekraren belirtmek isterim.

Sevgi ile...


Tamamdır. Elimden geleni yaparım.

Sevgiler, saygılar diyorum.


SABAHATTİN ŞEN' İN SORULARI:


Sabahattin Şen Bey' den soru gelmiş. Detaylı yanıtlarsanız seviniriz


1. Görsel sanatlar konusunda yeterli bir bilginiz olmadığını kendiniz de biliyorsunuz. Buna karşın sanatçı diye tanımlar yapmışsınız. Onların hangisi gerçek sanatçıdır,


2. Bizde gerçekten kaç tane gerçek ressam ve yontucu var,


3. Bir çalışmanın ederinin yüksek olması o çalışmanın sanatsal değerini belirler mi,


4. Ülkemiz neden dünya sanatı içinde en küçük bir yer almıyor,


5. Ülkemiz gercek sanatçılarının bilincinde mi,


6. Ülkemizde gercek sanatçılar neden görülmezlikten geliyor, bu anlayışla ülkemizin sanatta ilerlemesi olası mı,


7. Gelecek kuşaklara ve insan duyarlılığına bu koşullarda ne derece zarar vermekteyiz,


8. Herhangi bir çözüm ürettiniz mi, bu koşullarda sanatta başarılı olacağımıza inanıyor musunuz?


TOPLU YANIT


Yıllarca gazetecilik yaptım, o dönemlerde pek yaygın olduğu gibi hiçbir ünlü ile çekilmiş fotoğrafım yoktur. Yani burada olmam ancak yağmurun yağışı gibi açıklanabilir. Orada (diyalogda) fotoğrafımın olması beni yüceltmiyor. İki kitabım var ve kitap fuarları dahil imza günlerinden sakındım. İnsanı kasanın yanına çok yakın oturttukları için... Pek uyumlu biri sayılmam ama yine de aşçılığa veda ettiğimden beri bu uyumsuzluğumu taşıyarak öfkesiz kalmayı da beceriyorum. Bana hangi sanatçının kalıp kalmayacağını sormuşsunuz. Saygıyla iyi olan kazansın diyorum. Elbette bu iyiyi ne siz ne de ben göreceğiz. Bir dansöz sanatçıyım dediğinde herkes ona çok kızıyor. Bu sözü ressam dediğinde ya da heykelci dediğinde de aynı şey değil mi! Senin ne dediğinin önemi yok, hatta birkaç kişinin sana ne dediğinin hiç önemi yok. Hatta dünya genelinde bir şeyler deseler bile yine önemsiz. Genç bir ressam La Jakond'u bugün yapmış olsaydı insanlar ne düşünürdü? Sait Faik yayıncı bulur muydu? Bilemiyorum. Bunlar için cevaplarım yok ama düşünürsek bizi ilginç yerlere götürebilecek cinsten sorular olduğunu düşünüyorum. Gerçek sanatçılar demişsiniz. Bu söylem de bana ağır geliyor. Kimdir gerçek sanatçı? Yine hazır bir cevabım yok ve şimdi düşünüyorum: Sanatçı önce kendini sanatçı hisseder. Ben buna samimiyet derim. Ben sanatçıyım diyorsa bir anlamaya çalışırım. Gülmeyi ve küçümsemeyi kesin önermeler kuranlara bırakırım.


Gelecek kuşaklar deyince aklıma "Biz büyüdük ve kirlendi" dünya geliyor. Hoş bizden önce de kirliydi. Demek ki bir kirlilik sorunu var. Sanatçı ve para bir şekilde sembiyotik ilişki içindeler. İşin kötü tarafı günün beklentilerini karşılamayan ama yaptıkları işe inanan sanatçılar da bu ilişkiyi kurmadan yaşamlarını sürdüremiyorlar. "Ressamsan tabelacı olmayı göze alacaksın" diyen değerli bir arkadaşım geldi aklıma. O şimdi yıllarca emek verdikten sonra bir şekilde tabelacılıktan kurtulmuş durumda. Bana kalırsa resmi bir yere geldi ama ateşini yitirmiş gibi geliyor bana. Resimlerinin fiyatı eminim yükselmiştir. Resmin fiyatı bir arz talep piyasasının içinde belirlenir.Galeriler, ressamlar, özel koleksiyon yapan iş adamları ve hatta özel koleksiyona sahip gazeteciler. Sanıyorum şu sıralar işler biraz kesattır.


Gerçek sanat nedir diye düşünmekten çoktan vazgeçtiğimi, yukarıdaki dansöz meselesinden anlamışsınızdır. Çocukluğumdan beri resim yaparım ve resimlere bakmayı severim. Boyadaki renklerin tuvaldeki hallerini, beneklerini, lekelerini, pentimentoyu, figüratifini, peyzajını ayırmam Bir resmi sevmişsem severim. Okumayla ilişkim de benzer şekildedir. Ben sevmek, ilgilenmek, duygu yaratımı olarak ilişki kurarım sanat eserleriyle. Bu nedenle yoluma çıkmışsa bu bağı kurarım sanat eseriyle. Piyasa bu bağı nasıl kurar? Bulur, gösterir ve satar.


Ben resimlerimi sadece sevdiklerime hediye ederim. Benimle bağ kuranların bu bağa saygı göstereceklerinden emin olduğumda, al bu senin olsun derim. Yoksa niye sergileyeyim? Ben ne naif, ne okulluyum. Dilim nasılsa resmim de öyle.


Dünya sanatı içindeki yerimizle ilgili olarak tek söyleyebileceğim Avrupa bir yana Amerika bir yana idi bir zamanlar. Hala öyle mi bilmiyorum. Latin Amerika, Afrika, Çin, Avustralya kökenlileri saymıyorum... Çünkü bizim gözümüz hep Avrupa ve Amerika'da oldu. Serbest piyasayı sevdik. Borsa gibi. Kendi enerjimize ve öğrendiklerimize hiç güvenmedik. Gerçi bu topraklarda plastik sanatlar hep üvey evlattır. Bu nedenle ezilenin gözü yüksekte olur. Sanat için ise özgürlük gerekir. Babasının gözüne bakan babasının mesleğini yapar. İğdiş olmak burada başlar.


Bence başarılı ev hanımları hep olacaktır. Mesele kulvarları ayırmakta. Her mezun ressam olabilir nitelikte yetiştiriliyor olabilir ama kendi özgün üretimini yapabilecek bileşimde bir yapıya sahip midir? Bence değildir. Çoğu az önce dediğim gibi bir baba ya da anne buluyor kendisine, her şeyi iyi yapan rol model ve sonuçta ya o oluyor ya da şanslıysa uygun bir dönemeçte inip kendisini buluyor.


Bu arada şu sorunuz ilginç geldi bana: "Gelecek kuşaklara ve insan duyarlılığına bu koşullarda ne derece zarar vermekteyiz? Haşa! Ben kendimi o kadar güçlü görmüyorum. Tek yapabildiğim yaşadığım hayatı bir sanat eseri gibi yaşamaya çalışmak. Resimle, müzikle, yazıyla, ince güzel sohbetlerle, dostlarla paylaşarak kişisel alanımda bir güvenlik çemberi oluşturmaktan mutluluk duyuyorum. Bunu ne zaman yapabildim? İş yapmayı bıraktığımda. Düzenli bir çalışma hayatım yok. Çok az bir gelirle yaşamak beni sevgili banka kartlarından  kopardı ama pazıya, fasulyeye, resme, yazıya yaklaştırdı. Bir de televizyon elbette. Yaklaşık 13 yıldır televizyonla ilişkim yok. Bazen haber izliyorum internetten. İnsan duyarlılığına zarar veren demişsiniz ya, her şey büyük bir illüzyon gibi. Bunu medyadan uzak kalınca anlıyor insan. İnandığımız çok şey var aslında kalp. Büyük bir tiyatrodayız. Rahmetli söylemişti. Dünyayı yönetenlere bir bakın. Sizce ne yapabiliriz? Belki de bu da bir evrim. Daha başka bir şey haline gelinebilir. Biz de antik şapşallar adı verilen, "Bir zamanlar çok duyarlıydılar. Bu da onların sonu oldu. Ha haaaa haa" dedikleri olarak tarihe geçebiliriz. Bugün bile bana böyle gülen çok kişi var.


"Sanatta başarılı olmak" çok geniş bir cümle. İçine neler sığar neler. Öyle olunca da benim için çok bir şey ifade etmiyor. Nasıl bir başarı? 

Çok sanat olmak mı? 

Pahalı giden olmak mı? 

Ödül almak mı?  

Tek söyleyebileceğim "Tarih affetmez." Yani öyle olduğunu umuyorum. Daha düne kadar dijitalin girdiği işler sanat mı değil mi diye tartışılıyordu. Enstelasyon extazi etkisinde gibi yaşanan hayatlara parantez açan bir düşünme pıtırcığı gibi çoğaldı. Başta ilginçti ama artık ifadenin farklı ve kolay yolu oldu. Onlara bakıp kendimi ya da insanları anlayacağıma Alain de Botton okurum daha iyi. Hem daha eğlenceli. Sanatta başarılı olmak isteyenlerin yolu açık olsun diyorum. 


Haa, bu arada sanatta kalmayı başaramazsak, dünyanın vay haline diyorum. Hayatta da kalamayız çünkü insan olmanın, ben olmanın, bazen biz olmanın en lezzetli biçimidir sanat.


EK: ÖYKÜLERİNDEN


mülksüzlük, hırsızlık ve aşk


içimden hırsızların tarafını tutarım... adalet mülkün temeli olunca gözümden düşmüştür adalet... ama yeter ki kırmadan girsin kapıyı...

hırsızlık oyun bozanlıktır. sunay akın, bir şiirinde aşka elbise hırsızı demiş; "inanmamıştın aşkın/ bir elbise hırsızı olduğuna/ ama kıyısında/ kedinin uyuduğu bir yatakta/ çırılçıplak bırakmıştı her ikimizi de" diye aşkın marifetini anlatır. aşk adamı soyar, hırsızın da yaptığı budur ve hangisinin daha can yakıcı olduğu duruma göre değişir.


aşk, götürdüğü giysilerle yetinmez, gerçek bir hırsız, yükün hafifi, pahada ağırından yana koyar tercihini... "kelebek gibi girer kelebek camınızdan..." yüreğinizin mahremiyetini bozar; yani özel mülkünüzün... aşk yüreğinize, hırsız mülkünüze saldırıldığında adaletin terazisinin dengesi oynar yerinden. mülkiyet el değiştirmiştir.


namahrem dantelleriniz, ev hayatı sırlarınız, sakladıklarınız talan edilmiştir. ince ince didikler tüm sahip olduklarınızı, içlerinden işe yarayanını bulmaya çalışır... kuytuları deşmek hırsızın işidir.

o ana kadar şervud ormanında robin hood'un tarafını tutmuş olsanız bile "başlarım robin hood'a" dersiniz... aşk şarkılarıyla dalga geçilmeyeceğini de öğrenirsiniz..


aşk karanlığı sever; hırsız da... aşk kuytulara sığınırken en tehlikeli oyunlarını kurar... hırsız karanlıkta uygular kumpasını…

her şeyin alenileştiği, cisimleştiği yerde, aşk çıplak kalır... hırsız iş üstünde yakalanır... ay oyunu bozar... çünkü ayın kendi oyunu vardır. ya tadını çıkartırsınız bu yeni oyunun, ya da...

hırsızlardan korunmak için mülksüzleşin, aşktan sakınmak için ise kalbinizi hırsızlara emanet edin...


öyle bir ay var ki gökte,

hırsız da durmuş

türkü söylüyor

bir japon haikai şiiri


BALIK


“Sana ne söylediysem hepsi yalandı.”

Küçük elleri tırmık izleriyle doluydu, görünüşte sanki çocuktu. Oyun oynar gibi “sana yalan söyledim” diyordu. Bu görüntüyü kaydedebilsen, başa alıp bir daha bir daha seyretsen o zaman anlardın, neredeyse 50’sini aşkın bir kadın olduğunu. Onun yaşını anlamak, yanından hızla gelip geçenlere göre değildi.

Kırışıkları yuvarlak gözlerinin gerisinde kalmış, teninin beyazlığında saklanmıştı ve yüzü bir çizgi film kahramanının olabileceği kadar yaşlıydı ancak. Kedi tırmığının bıraktığı izler, kahverengi kabuklar tutmuştu, içlerinde daha pembe görünenler de vardı, farklı zamanlarda imzalanmıştı; belli ki kediyle birlikte yaşıyordu.

Şehirlerarası otobüslerin uğrak yeri olan yüzlerce masa, sandalye ile dolu geniş mola yerinde, yanıma otururken gülerek söylemişti bu sözleri: “Sana ne söylediysem hepsi yalandı.”

Çay bardağı elimde asılı kalmıştı.

Otobüste tanışmıştık. Yanımdaki koltuğa, oturmuştu ve aslında pencere kenarında olan yerini bana bırakmış, “Geç yavrucuğum sen otur. Ben hemen uyurum” demişti. Birkaç saat sonra gün sökecekti ve benim uyumayıp, çevremi seyredeceğimi düşünmüş olmalı. Benim hiçbir şey görecek halim yoktu ama konuşmayı uzatmamak için, geçip oturdum.

Otobüse binmeden bir saat kadar önce annemin öldüğünü öğrenmiştim.

Sabaha karşı çalan telefonlar insanı yerinden sıçratır. İçimdeki huzursuzluk uykudan çekip alıyordu bedenimi, uyku tutmuyordu bir türlü. Yok, kötü haberleri duyan, iç kuyularımdan gelen bir uyarı değildi beni uykusuz tutan. Daha çok avcıdan kaçan bir av gibi tetikteydim.

Uykuya dalmak üzereyken telefon çaldı. Açtım. Babamdı. “Evladım, annen ağırlaştı. Gel” demişti olabildiğince kendi gibi olmaya çalışarak. Ölüm, dilinin altında tuttuğu sivri bir taş gibiydi sesinde.

Sessiz dillere alışkındım, annemin öldüğünü anladım.

Annem uzun zamandır hastaydı.

Gerçekleşmesinden korktuğum ama bir gün yaşayacağımı bildiğim, sonunda olmuştu. Sirozdu. Karaciğeri, bedeninden bağımsız bir canlı gibi kendi ömrünü sürmeye başlamış, o büyüyüp, kendi kaderini yaşadıkça güzel beyaz teni yeşilimsi sarı bir renge bürünmüştü.

Bana, “Git evladım, işlerini ihmal etme” demişti son ziyaretimde.

Üzerime ne bulduysam giydim. Fırladım. Hayır, acelem yoktu aslında... Bekleyecekti beni nasılsa ve geç kaldığım için endişelenmeyecekti; hiç gitmesem bilmeyecekti. Ölüler sabırsızlanmaz. Ben sabırsızlanıyordum bu sürekli ertelenen son randevu için. Neden bilmiyorum, ama sabırsızdım. Belki büyük bir borcun son taksitini ödeyeceğimi bildiğim için.

Gözlerimin içi yanıyordu ama ıslatarak söndüremiyordum bu yangıyı. Bir avuç toza batmış gibi; ağlayamıyordum.

Ağlamak acıyı tüketmekti. Susarak büyütmeye, büyüyenleri sıkıştırarak bastırmaya, bastırdıklarımı teker teker sevip okşamaya alışkındım.

Otobüse binerken, biriktirdiğim hüznün kanseri de büyümüştü içimde.

Çocuk ve orta yaşlı kadın, söylediği gibi uykuya dalmamış, pencereyle arasında durmama umursamadan dışarıyı seyretmeye başlamıştı. Bakışları bana da değiyordu.

Uykulu şehirden çıkarken, otobüsün geride bıraktığı her şeyi belleğine kazır gibi dikkatle bakıyordu çevreye. Bakışlarının önünde durmamak için gözlerimi kapadım. Uyumasan da uyuduğunu düşündürmek yeter. Gözlerimi kapatmak, içimdeki karmaşayı çıkardı gün yüzüne. Ah anne!

“Karışma bana... Kendi küçücük dünyandan bakıp ne anlayabilirsin ki!”

Hep hırçındım. Hep saldırgan. Hep öfkeli. Hep acı çekiyordum.

O ise yumuşak, sessiz, çok sessiz. Beni sertleştiren belki de bu sessizlikti.

Küçük bir kadındı. Hep küçücük... Yedi yaşımdayken bile annem küçücüktü. Oysa bütün çocuklar için anneleri kocamandır... Büyüyünce gidecekleri uzak bir ülke gibidir annelerin kadınlığı… Sessiz bir ülkeye gitmek istemiyordum.

Öyle kapalı, öyle sessiz ve o kadar her şeyden uzak görünürdü ki. Mutfakta, banyoda, temizlik yaparken... Evin onu yutuverdiğini, dahası evin eşyalarından biri haline geldiğini düşünürdüm. Annem, elektriksiz bir ev aletiydi. Şaşkın, tencere kadar sessiz bir kadın…

Mutfakta bir şeylerle uğraşırken arkasından yaklaşıp, kullandığı eşyalardan birini alıverirdim. Sonra kapının pervazıyla kendimi gizleyip, onun sakladığım eşyayı aramasını izlerdim. Bazen bir kutu salçayı, bazen bulaşık eldivenini... Arar, bulamaz nice sonra beni bulurdu gözleri. Ben kendimi orta yere atıp, ter ter tepinir, zıplar, çığlıklar atarak etrafında dönerdim. Gözleri, anlayışla süzülürdü. Gülümserdi her seferinde. Şimdi anlıyorum, oyunuma katılmıştı bana farkettirmeden.

Taşkınlığım durulmazdı kolayca. Bir kere yükselen enerjim, öyle kolay tükenmezdi. Hoplayıp zıplamayı odalarda, salonda sürdürürdüm. Epeyce gürültücüydüm. Babam sık sık, “Çok gürültü yapmışsın yine... Konu komşu rahatsız oluyor kızım” der kulağımı çekerdi. Çok değil ama. Annem hiçbir şey demezdi çünkü onun dünyasında gürültüye yer yoktu.

Annemin bir balık olduğunu düşünürdüm. Suda bir balık. Suyun altında balıklar yaşar, sesler boğulur. Kimse, yani balıklar dışında kimse, bir balığın dilinden anlayamaz. Annem bir balık kadar sakindi her zaman ve elleri doluyken konuşamazdı. Ben balık dilini biliyordum. Zarif ellerindeki dil, anadilimdi, erkenden öğrenmiştim ama utanıyordum ondan.

Kalabalığın içinde azar işittiğimde, bütün dünyanın bizi izlediğini düşünür, kızarırdım. Kabahatlerim alenileşirdi. Kulağıma eğilip, insanlara duyurmadan konuşan bir anne özlerdim.

Ona, bana fısıldayamadığı için, sokakta oynarken seslenemediği için, telefonlarıma cevap veremediği için öfkeliydim. Örtülü, sinsi bir öfke. Bu öfke, yıllar içinde aşağılama ve dalga geçme biçimine dönüşmüştü. Bir yıl kadar önce, birden bire her şey değişene, onu ne kadar çok sevdiğimi ve sevdikçe üzdüğümü farkedene kadar.

“Küçük, yaramaz, tatlı kızım” demişti bana elinin en kalabalık halleriyle... Büyük büyük söylemişti, kocaman kocaman. Bir pandomimcinin taklit duygularından eser yoktu yüzünde... Öyle gerçekti ki, kendimi tutamayıp ağlamıştım. İçin için ölüyordu. Hızla ölüyordu. Konuşmak onu yoruyordu. Elleri göğsüne düştüğünde, içindeki enerjinin biraz daha tükendiğini anlıyordum. Öleceğini anladığımda anladım onu ne kadar çok sevdiğimi.

Öldü.

Sevgi ağır bir mirastı. Ağır ve giderek taşınmaz hale gelen...

Çocuk kadın, yüzünü doğan güneşe vermiş, elindeki çayı keyifle yudumlarken, “Sana ne söylediysem hepsi yalandı” diyordu şimdi.

“Ne yalandı?”

“Hepsi!”

Öylece kalakalmıştım. Elimdeki çay bardağını dudağıma götüremeden...

Hiçbir şey içimde taşıdığım ölümün katılığından daha katı değildi. Beni şaşırtan, söylediği yalandan çok, kadının neden yalan söylediği olmuştu. Tanımadığım biri bana niye yalan söylesin. Otobüste tahmin ettiğim başıma gelmiş, ilk gözümü açtığım an, yumuşak sesiyle anlatmaya başlamıştı. Korktuğum gibi olmamıştı, aksine, sıkılmamış, rahatlamıştım. Önce anlattıklarından tek kelime bile anlamamıştım; yaramaz çocuklardan bahsediyor sanmıştım. Nice sonra anladım anlattıklarının kediler olduğunu. İpe sapa gelmez, karma karışık şeylerdi söyledikleri... Yani başta öyleydi, kulak verdikçe küçük hikayeler duydum kelimelerinde. Neşeli küçük hikayeler...

“Neden?” diye sordum.

“Çünkü” dedi kadın, “gerçeğe tahammül edemiyorum.”

İlginç bir cevaptı. Ben de gerçeğe tahammül edemiyordum. Bunu anlayabilirdim.

“Gerçek” dedi, “bizi bağlar, yönetir ve tüketir. Ve sadece biz biliriz gerçeğin ne olduğunu. Başkalarıyla paylaşmak istediğimiz en son şey budur.”

Kadının yüzü, hüzünlendikçe yaşlanıyordu. “Mesela,” dedi “ben kedileri çok severim. Ama bir kediye baktığım zaman onun her halini görüyorum. Minik, oyunlar yapan sevimli bir kediye bakarken, otobüs altında kalmış halini görüyorum. Üzerindeki kanları, çarpılan ve çirkinleşen ağzını… Bu sadece kediler için geçerli değil üstelik. Sana bakarken, senin her halin geliyor aklıma… Neyse, boş ver gerisini… Ben artık kedi beslemiyorum.”

Oysa elleri tırmık izleriyle doluydu. Sesimi çıkarmadım.

Doğruydu. Annem ölmüştü. Ve ben, annemin ölümü nasıl taşıdığını defalarca görmüştüm. Bütün tepkilerim, taşkınlıklarım, öfkelerim… Bir gün, çalan bir kornayı duyamayacağını, duymadığı için öleceğini görürdüm anneme bakarken. Hep kaybedeceğimi düşünmüştüm belki de… Hep ölümün aptal bir kınkanatlı gibi başının üzerinde dolaştığını, konacak yer aradığını… Siroz. Bu yoktu senaryolarımda, ona seçtiğim ölümlerde. Annemden bu yüzden kaçmıştım, ölümden kaçmak için… Onu beklediğini düşündüğüm aptal ölümden. Ama annem de herkes gibi ölmüştü, beni utandırarak. Hastalanarak.

Doğruydu kadının söyledikleri ama aptalcaydı.

Bunu kabul edebilirdim, bunu paylaşabilirdim; söylediklerini yani… Ama ya alenileşmiş hayat, içimin dışındakiler! Annemin evinde, onun elleriyle diktiği koltuk kılıflarıyla örtülmüş salon mobilyalarında otururken, insanlar beni seyredip, donuk, ifadesiz yüzümü ölümün verdiği şaşkınlığa bağlayacaklardı. Gerçek bu değildi oysa. İçimdeki paylaşılmamış hayal kırıklıkları, paylaşılmamış öfke öylece duruyor olacaktı... Ve daha çok da öfke. Annem öldüğü için başbaşa kaldığım ve akıtacak yer bulamadığım öfke, uçurum gibi derinleşen bir vicdan azabı. Annemle eksik kalmıştık. Annemi eksik bırakmıştım. Annem bensiz kalmıştı. Aramızdaki sessizliği ben büyütmüştüm.

“Gerçekten kaçarım” dedi kadın...

“Afyon’dan kalkıp İstanbul istikametine...” Metalik anons, salonda çınlar, yorgun yolcuların fısıltılarıyla, çatal, bıçak sesleri karışırken sesi duru ve anlaşılırdı. Anlamıştım yine de sordum: “Anlamadım?”

“Kaçarım” dedi.

Sözü, metalik anonsun uğultusunda boğuldu.

Dinlemek istemiyordum artık. İçimdeki ağır havayı dağıtsa da, konuşmak istemiyordum. Hiç ilginç değildi artık söyledikleri.

Yolculuğumuzun kalanında omzunda uyudum. Annemin şehrine vardığımızda gün doğmuştu. Ayrılma vaktiydi.

“Nereye” dedim, “evime” dedi.

Otobüsten inen diğer yolcular, eşyalarının peşine düşmüşlerdi. Kargaşanın içinden, onun yolun karşısına geçtiğini gördüm. Yürüdü ve durdu. Önünden geçen otobüse elini mi kaldırdı, bana mı öyle geldi bilmiyorum.

Annem. Beklentisiz, sessiz kadına hazırdım.

Beni anneme götürecek taksiye binmeden önce sesi çalındı kulağıma… Geçen bir kamyonun uğultusunda boğulup gitti söyledikleri…

“Ben sadece otobüs yolcularıyla konuşurum” diye seslendiğini duydum en son.

Gürültünün içinde kayboldum.



FASLI HÜZZAM


İnsan eti en ağır yüktür be yarim. Bugün taşırsın, yarın meçhul... Yarın zaten meçhul.”

“Kimin kimi, nasıl ve ne zaman taşıyacağı belli değildir Hüzzam Bey” diye geçirdi içinden Bedriye Hanım. Gerçi anasının en ağır bedduası “mabadın yere deymesin” idi çocukluğundan beri, ama bu sözün ağırlığını anası tartmadan, öylesine söyleyivermişti. O öylesine söyleniveren söz, Bedriye Hanımın hayatının kehaneti olup çıkmıştı yıllar yılı. Bedriye Hanımın kıçı yere deymemişti.

Her insanın bir laneti vardır, daha çocukluğundan itibaren üzerine yapışan, ölene dek yakasını bırakmayan. Kimininki okumaktır, kimininki yazmaktır. Kimi, “seyahat ya resulallah” diyen Evliya Çelebi’ninki gibi, seyirtip dünyayı gezmektir. Kimi hücre cezası gibi, bir evin dört duvarına hapsolmuştur; kimi bir gün yazgısının değişeceğini umarak, nefret ettiklerini yapmak zorunda kalır, her gün, her dakika. Hayat, öyle bir düzenbazdır ki, ancak yakınındakini göremeyecek, uzaktakini arzulatacak kadar acır insana. Görmediğinden rahatsız olmazsın, ulaşamadıkların ise mutsuz eder seni, bu da hayatın insana verdiği en affedilir bahanedir. Hüzzam Beyin de hayatla derdi buydu. Hayatını yöneten kelime “söyle” olmuş, Hüzzam Bey, bu kelimeyi içinde duymuş, ancak hiç kulak vermemişti yıllar boyu. Şimdi, kanserin cilveleştiği akciğerlerinde sur borusu yankılanırken, karaciğerindeki kitle değil uyumak, oturmasına bile izin vermezken, bu kelime içinde dönelir olmuştu: “söyle.” İçinden gelen söyleme isteğini bastıramıyor, sebepsiz şarkılar dolaşıyordu dilinde. İçinde, ağır bir anlatma isteği çörekleniyordu.

Babasının rakı masasında demlenirken sessizce mırıldandığı, udunu tıngırdatırken tatlı tatlı fısıldadığı şarkıları ansızın hatırlamış, uykusuz, kanserli gecelerde şarkı söyler olmuştu.

Bedriye Hanım, körelte traşlaya bir yazıp bir kırılan çürük kurşun kalem gibi, tükene tükene eşlik ettiği bir ömrün, son demlerini yaşadığını görüyordu. Hüzzam Beyin içinden yükselen şarkıları hayra yormasını geçin, bu şarkılanmanın bir çeşit hastalık arazı olduğunu düşünüyor, o susunca, içten içe hastalığın da geçivereceğini zannediyordu. Ama susmuyordu Hüzzam Bey. Şarkılar dolanmıştı diline. İlk kemoterapi seanslarından itibaren başlayan bu illet, zaman zaman Bedriye Hanımın hoşuna da gitmiyor değildi. Hüzzam Beyin, emekli memur Hüzzam Beyin içinden tok ve dinlemesi insana iyi gelen, biraz hüzün verse de daha çok güzellikleri hatırlatan güçlü bir ses çıkmıştı ortaya.

Yıllar yılı susmayı tercih etmiş, ağzından tek bir lafı çıkarırken dolu ile de boş ile de tartıp, en sonunda susmuş Hüzzam Beyin bu halleri hiç de hayra yorulur cinsten değildi. Bedriye Hanım, televizyonsuz, radyosuz sessiz gecelerin üzerine yüklediği ağırlığı düşündü. Bir kelime için neler vermezdi o zamanlar. Oysa, Hüzzam Bey geceler boyu okur, sessiz kalırken, kendisi el işlerine, dantellere, nakışlara gömülmüş, canlı canlı kabir azapları çekmişti.

“Ateş-i suzani firkat, yaktı cismi canımı” derken canlar cisimlenip, ateşler suzanlanıyor, Bedriye Hanım, sesin etkisiyle eski Hüzzam Beyin gidip, yerine başka bir Hüzzam Beyin geldiğini görüyordu. Kanserden öleyazan Hüzzam Bey, eğer kanserden ölmeyecek olsa, eğer ömrünün son demlerini sürmüyor olsa idi, Bedriye Hanım, onun elinden kuş olup uçacağının farkındaydı.

Şarkıları kanserin bir sonucu olarak görmesine rağmen, kanserle birlikte biteceklerini bilmek az da olsa rahatlatıyordu Bedriye Hanımın içini. Yaşıyor olsaydı mazallah, hiç Hüzzam Bey, eski Hüzzam Bey olur muydu? Olsa da Bedriye Hanımın yanında kalır mıydı? Kimbilir Unkapanı’nda hangi plakçıda CD, hangi televizyonda tolkşov adamı olurdu.

Bedriye Hanım, o şarkı söylerken gözlerini kapadığında, gözünün önüne rakı sofraları geliyor, güzel ve işveli kadınların birbiriyle fingirdeşmek için yarıştıkları Hüzzam Bey, rakı sofralarının baş yerine oturuyordu. Bu oturuşlarda, Hüzzam Bey ya yakasına kırmızı bir karanfil takmış oluyor ya da memuriyetinin şanlı kravatı, yan yatmış, kendini salmış isyan bayrağı gibi duruyordu. Hüzzam Beyin davudi sesinin gölgesi bile kadınların sığınmak istediği bir liman, korkulardan arındıkları, kollandıkları, şefkatli bir ruh iklimi estiriyordu. Bedriye Hanım ise tanımadığı iklimlere karşı hoyrat ve fazla temkinliydi. “Yine başladınız aniden” deyip, mutfakta alıyordu soluğu. Oysa Hüzzam Beyin bütün istediği, hayatı boyunca sınırlı kelimelerle konuştuğu bu yaşlı kadına, bilmediği bir dilden yeni bir şeyler söylemek, söylediğini dinletmekti. Kubbede bir hoş seda olmak istiyordu.

Ağır yaz aylarından sonra, bahardan parça parça çalarak, çaldığını hızla tüketerek ilerleyen sonbahar geldiğinde, Hüzzam Bey, penceresinden eğilince denizi görebildiği iki katlı kagir evin en güzel yerinde, pencere kenarında bir salon bitkisi gibi oturur olmuştu. Mevsim dönümlerinde örselenen tüm salon bitkileri gibi, o da güneşin hafif meşrep salınışına çıkmaktan memnundu gözlerini sulandırsa da. Hoş, onun gözlerindeki sulanma, içindeki ağır duygusal egzamadan mıydı, yoksa suç güneşte miydi, bu da başka bir konu.

Bedriye Hanım, kendi içinde uyanan meşk alemlerini nasıl görmezden geldiyse, Hüzzam Beyin içinde gelişen sulu ve kaşıntılı egzamayı da görmezden geliyordu. Hüzzam Bey, dönülmez akşamın ufkunda, vaktin çok geç olduğunu derinlerinde hissederken, Bedriye Hanım, emekli maaşı kuyruğunda, pişirdiği hasta yemeğinin başında, koltuğun altında biriken tozların peşinde, yıkayıp, katlayıp kaldırdığı çarşafların arasında kayboluyordu.

Konu komşu, Bedriye Hanımın çektiği çileleri konuşuyor, kadının adamın sağlığında iki yakasının biraraya gelmediğinden, memuriyet sürgünleriyle memleketin dört bir yanını nasıl dolandığından söz ediyor, Bedriye Hanıma eziyetlerle dolu sözlü bir tarih yazmayı görev ediniyordu. Adama gül gibi baktığı, sırtını pek, karnını tok tuttuğu, bir dediğini iki etmediği taze gelinlere vefa örneği olarak anlatılıyordu. Bedriye Hanımın damarlı, yaşlı ve yorgun elleri bu çekilen ezanın takdimi olarak ortadaydı. Ne vermişti ki Hüzzam Bey Bedriye Hanıma... Ne bir çocuk verebilmişti ne de emekli maaşından başka dünyalık. Bedriye Hanım, tekavüt parasıyla aldıkları iki katlı 45 metrekarelik evinde hala kiracı perdeleriyle oturuyordu; ki onlar da evlendiği günlerden kalma. Bedriye Hanım uzatmalarını oynadığı ömrünün son perdesinde, vefalı, iyi kadın onuruyla taçlanmıştı.

Dilinden şarkı eksilmeyen Hüzzam Bey ise, giderek eksiliyordu oturduğu yerde. Kanser, hayatının başarısızlıklarının altını kalın bir çizgiyle çizmiş, hayat, al işte, seni böyle tükürür, kenara koyarım der gibi, pencere önünde çiçeklerle aynı seviyeye itmişti. Hüzzam Beyin, söylediği şarkılarla sesi açılıp, giderek sarkıları daha makamlı ve gür söylemesi ise insanların ilgisini çekse de, nihayetinde kimsenin umrunda bile değildi. Pencereden davudi ve yanık sesini duyanlar, önce bir irkilip kulak kabartsa da, Bedriye Hanımın çektiklerinin yaydığı kasvetli havanın önüne geçemiyordu onun bu yeni becerisi.

Hüzzam Bey, etinin gün geçtikçe daha da ağırlaştığının, oturduğu sedir, bu yampiri kagir ev, bu eski sokak, bu garip şehir tarafından, bu düttürü dünya tarafından artık taşınmaz hale gelmeye başladığının farkındaydı.

Evlendiği günden beri yarim dediği kadının, evin içinde dolaşıp durmasını, yanına gelip oturmaktan kaçınmasını, üzüntüye yoracak kadar da iyi niyetliydi Hüzzam Bey. Bu yüzden, bir an önce gitmek istiyordu; söyleyebildiği kadar söyleyerek gitmek.

Bedriye Hanımı bu acılı döneminde yalnız bırakmak istemeyen kadınlar akşam oturmasına, sabah çayına, öğleden sonra ziyaretine gelmeye çok düşkündüler. Şarkı ile ölen Hüzzam Beyin, Bedriye Hanıma dokunduğunu düşünerek, bir iki kelime edip, hayatı normal ayarına getirmeye çabalamayı kendilerine hak ve görev addediyorlardı.

“Bugün pek iyisiniz maşşallah efendim” diyene, “O sizin iyiliğiniz, güzelliğiniz” diyordu Hüzzam Bey. Değişmeyen bu cevap kadınları da Bedriye Hanımı da ayrı ayrı bunaltıyordu. Bal gibi de ortadaydı; berbat bir haldeydi oysaki. Eğer, “geçip gidiyoruz işte,” deyip, hüzne gömülse, anlaşılır bir şeydi. O zaman kadınlar, itiraz edip görevlerini yapacaklar, adamın ölümü inkar etmesi için olmadık mevzulara sürükleyip duracaklardı. Ancak, Hüzzam Bey, kanseri yokmuş gibi davranmakta, çektiği acıları içine içine gömmekte ısrarcıydı.

Kadınlar, Hüzzam Beyin bu tavrıyla kendileriyle eğlendiğine vehmederken, Bedriye Hanım, ince bir kıskançlık besliyordu yüreğinde. Diline şarkılar dolanan Hüzzam Beyin, gönlüne kimbilir ne dolanmıştır diye... Oysa Hüzzam Beyin tüm erkekliği de, kanserle eriyen etleriyle tükenip gitmişti. İçinde kalan, eski günlerde hiç seslendirmediği arzular, görmezden geldiği özü, bir nefeslik Hüzzam tozuydu sadece.

Doktorların yarına belki çıkar dedikleri Hüzzam Bey, oturduğu yerde küçülüyordu, ama ölmüyordu bir türlü. Yarını olmayan bir adamın bir türlü ölememesi, hayatın da geçip gitmesini engelliyordu sanki. Sanki oyunda sırasını savmış da, yeni birinin gelmesi için bir an önce çıkması bekleniyordu.

En basit ihtiyaçlarını bile göremez, bir lokma yemek yiyemez, gözü kimseyi tanımaz olmuştu giderek. Hüzzam Bey, çevresini saran bu bulanıklığı, hayalleriyle doldurmuştu. Hayallere gömülen sadece Hüzzam Bey değildi. Bedriye Hanım da, yıllar yılı sessiz ve ılımlı, hatta duygusuz bir adam olarak tanıdığı kocasının kendi kendine dalıp gittiği ölümcül karanlığı kendine göre yorumluyordu. İşten eve, evden işe gidip gelen, yıllarca başını kaldırıp kazayla bile hiçbir kadına bakmayan, ağzından laf alınması mümkün olmayan Hüzzam Bey, kapandığı kuytuda, şarkılarını şevkle söylerken, bir yandan da yanındaki biriyle fısıldaşır olmuştu.

Komşular, ölüme yakın olanların, ölmüşleriyle fısıldaşmasının adetten olduğunu, bunun artık gitmeye yaklaştığına dair bir işaret olduğunu söylüyorlardı Bedriye Hanıma.

“Vah Bedriyeciğim” diyorlardı, “Vah Bedriyeciğim.”

Bedriye Hanımın ise bir tek şey umurundaydı: Hüzzam Beyin tatlı tatlı şarkılandığı o karanlık. Karanlığın içinde kim vardı? Bedriye Hanım, o karanlıkta gizlenen mendeburların, komşularının söylediği gibi ölmüş atalar olmadığının farkındaydı. Hüzzam Bey, karanlığa şarkı söylerken gözleri aşkla parlıyorsa, sesi aşkla tınılanıyorsa, bu rahmetli babasına duyduğu sevgiden olamazdı.

Bedriye Hanım, Hüzzam Beyin içine oturttuğu kuşkunun sıkıntısını içinden atmak, görmezden gelmek için, kendini evin işlerine vurdukça vuruyor, Hüzzam Beyin o anlaşılmaz kaçamağının öcünü elindeki arap sabunlu bezlerden alıyordu. Yine de duymazdan gelemiyordu işte.

“Sen hayatımın kadınısın” demişti Hüzzam Bey bir keresinde... “Yarim” demişti, o görünmez yosmaya... Nasıl da kıkırdamıştı. Erimiş mum gibi sarı ve sönmeye yüz tutmuş ışığıyla, gülümsemesi, oturduğu yerde yüzündeki mutluluğu ihanetin utancını duymadan taşıması, Bedriye Hanımın lekeli çarşafları, çamaşır suyuna basmasıyla da unutulacak şey değildi.

Ölümün ilk tokatı, hiç bitmeyen sonbahar sabahının ilk ışıklarıyla çarptı Hüzzam Beyi. Bir lokma peyniri ekmeğe katık eden Bedriye Hanım, lokmasını yutarken duydu ölümün sesini. Üst kattan gelen bir küt sesiydi ölüm. Sanki rüzgar saksıyı pencere kenarından yuvarlayıp, tahta döşemeye düşürmüş, sanki toprak saksı ikiye kırılmış gibi. Saksıyı kaldırmaya gittiğinde, Hüzzam Beyi yerde yatarken buldu. Desteklerle oturduğu pencere kenarındaki yerinden kayıp düşmüş, başı yerde halının üzerinde, bacağı oturduğu yerde kalmış, garip bir şekilde. İki Pazar filesi ağırlığındaki Hüzzam Beyi yerden kaldırıp, yerine yatırdığında, o beklenen sonun artık çok yaklaştığını anladı Bedriye Hanım.

Pencereden konu komşuya seslendi, yalnız olmaya dayanamazdı bu son, yaşadığı bütün ömürden daha gerçek anda.

Hüzzam Bey, yattığı yerde, o saçma ve can yakıcı sohbetini tutturmuştu yine. Nefes bile almakta güçlük çekerken, o yosmaya, o ölüm döşeğine bile saygı göstermeyen aşifteye methiyeler düzüyordu bir yandan.

Konu komşu ölümü seyretmek için toplandığında, caminin gediklilerinden Nusret Hanım, fatiha okumaya başladığında, kendi aralarındaki fısıltılar iyice çoğaldığında bile, Hüzzam Bey, bilinmezle olan sohbetini sürdürüyordu. Farkında bile değildi çevresindeki ölüm hazırlığının. Daha önce ölüme tanık olmuş, tecrübeli kadınlar, Bedriye Hanıma “gidici” diyorlardı... “Ee, ne diyelim, Allah kurtarsın.”

Kadınlar duymazdan gelseler de, Hüzzam Beyin fısıltıları, kimsenin kulağından kaçacak gibi değildi. “Yarim” diyordu, “sana neler vermek istemezdim. Ama işte... Benim de çapım buydu, hayatım buydu. Sana borçluyum. Seni hep sevdim. Sen benim gönlümün şen gülü, bahçemin bülbülüsün...”

Bedriye Hanım, ölen kocasının değil elini tutmak, aynı odada bile bulunmak istemiyordu artık. Ancak, çamaşırları istifler gibi, son bir kez daha... Hüzzam Beyin yanına oturdu. Nemli bir bezle yüzünü, gözünü sildi. Kuru dudaklarını ıslattı. İkinci ve son tokat, o sırada geldi. Hüzzam Bey, rengi kaçmış gözleriyle bilinmez bir yere bakarken, son nefesini “yarim” diyerek verdi.

“Hakkın rahmetine kavuştu” dedi kadınlardan biri. Bir diğeri, Hüzzam Beyin yanında oturan Bedriye hanımı kucaklayıp, tek kişilik koltuğa yerleştirdi. Nusret Hanım, beyaz bir çarşaf getirip, üzerine serdi meftanın. Adet olduğu üzere, bir bıçak bulundu mutfaktan, üzerine koymak için. Nusret Hanım, ölünün ayaklarını ve çenesini bağlama görevini üzerine kendiliğinden aldı, sevaba girmek için.

Bedriye Hanım, derin bir iç çekti.

İşte bitmişti. Çekip gitmişti. Bedriye Hanımın içinde derin bir uhte, sert bir kaya, cam kırıklı süprüntüler bırakarak. Duyulur duyulmaz bir sesle “Yosmasına gitti” dedi Bedriye Hanım, ardından da duaya başladı.

Dua fısıltılarına, “sevgilisi mi varmış Hüzzam Amcanın... Vah Bedriye Hanım vah” nidaları karışıyor, “bu yapılır mıydı Bedriye Teyzeye” diyen teessüf sözleri duyuluyordu. Bedriye Hanım, duymamak için kalkıp, alt kata, mutfağa indi yavaşça. Peşinden de birkaç eşlikçi... İtirazlara rağmen, yıkanmamış birkaç tabağa girişti. “Allahla görecek hesabını” dedi, “Allahla.” Bedriye Hanım, yalnız yaşayacağı günleri düşündü. Bir rahatlık kapladı içini.

Hüzzam Beyin, Nusret Hanım eliyle indirilen göz kapaklarından biri seyirdi.


YAPRAKLI ÇINAR' IN YAPRAKLARI


Bana bak küçük yaramaz! Hayatta en önemli şey nedir biliyor musun? Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayacaksın… 15 yaşındaymış gibi neşeli; 20 yaşındaymış da, her şeye yeniden başlayabilecekmiş kadar cesaretli…

Dünyadaki en önemli şey iyi insan olmak… Kimsenin hakkında kötü konuşmayacaksın, bir insan için kötü şeyler hissediyorsan eğer, o insanla görüşmeyeceksin. Kimseye zararın dokunmayacak, ezik de olmayacaksın ama. Kedilerin, sektirmeden her sabah hatırını soracak; ıslatılmış ekmekleri bekleyen kargalardan saatin kaç olduğunu anlayacaksın. Çocuklara saygı gösterip, büyüklerle dalga geçebileceksin. Aşk da olacak elbette! Aşk varsa eğer korkma: her sabah dünyanın en güzel kadını olarak uyanacaksın.



MARTA' NIN MUKUFLARI


“Mukufsa kuzuum, iki gözüm önüme aksın...”

Marta Teyzenin iki gözünün önüne aktığı görülmemişti ama mukuf konusunda uzman olmadığı anlamına kesinlikle gelmiyordu bu. Onun yaptığı kabak dolmasının damakta bıraktığı lezzet, çocukların belleğine kazınmış, fırın sütlacının karamelli kıvamı mahallenin damat adaylarının aklındaki gelin standartlarını yükseltmişti. Bir de tabii mukufları vardı sütlaçları kadar ünlü olan...

Mukuf. Mukuf demek, onun sözlüğünde insanların neşesini yerine getirecek küçük üçkağıtlar demekti. Marta Teyzenin küçük mukufları, Kumbaracı yokuşunun parke taşları kadar eskiydi ve sayılamayacak kadar çoktu. Marta Teyze küçük mukuflarını derin ve işlenmemiş hayal gücünün dehlizlerinden çıkarır, onları etamin işler gibi renklendirir, sahipsiz armağanlar gibi sağa sola bırakırdı.

Marta Teyzenin mukuf dediği bu küçük yaramazlıklar, insanların keyfini kaçırmak şöyle dursun, yoksul mahallenin neşesiydi. Herkes, bu mukufların kim tarafından icad edildiğini bilir ancak hiçbir zaman mukufları üstlenmeyen Marta Teyzenin keyfini kaçıracak kadar ısrarla üzerine gidilmezdi. Zaten gitmek de gerekmezdi çünkü birkaç akıllıca soruyla, Marta Teyzenin mukuf tezgahını çözmek kolayca mümkün olurdu.

“Marta Teyze, bu zarf Amerika’dan gelmiş görünüyor ama damgası yok...”

“Damgasızdır... Amerikalılar üşenmiştir damga vurmaya?”

“Ama 70 sente ta Amerika’dan böyle bir zarf gelmez Marta Teyze...”

“Postacı mi oldun? Bilirsin raicini... Ekmek kaç para bilmezsin de...”

“Ya, ilahi Marta teyze... Tamam zarfı hallettin, Amerikan pullarını nereden buldun?”

“Nereden bulduysam sana ne!”

Marta Teyze, kendini eleverirdi vermesine ama asla suçu kabullenmezdi. Sevgililer Günü’nde mahallenin aşksız kadınlarına sözümona dünyanın dört bir yanından aşk mektupları ya da küçük hediyeler gönderir, arası bozuk komşuları biraraya getirir, babasının korkusundan sevgilisiyle görüşemeyen geçkin kızlara çaktırmadan yardım ederdi.

Marta Teyze, şişe dibi kalınlığında gözlükler takardı. Gençliğinde gözlük takmak istemediği için uzun yıllar gözlüksüz gezmişti ama gözlüksüz gezmek ne ona ne de çevresinde pervane dönen genç erkeklere yaramıştı. Çok vukuatı vardı, çok.

Gözleri görmezdi genç Marta’nın. Etrafını baygın bakışlarla süzer, kim olduğunu pek anlayamadığı silüetlere dikkatlice bakardı. Bu bakışlar çok can yakmış, çok vukuata davetiye çıkarmıştı. O zamanlar genç bir subay olan Ramiz Beyle de öyle tanışmıştı, o dalgın ve baygın bakışları sayesinde. Ramiz Bey, Marta’nın derin mavi bakışlarında kulaç atıp, karşı kıyıya ulaştığında “Sizi tanımiyorum” cevabıyla karşılaşmış, ancak yakışıklı Ramiz Beyi burnunun dibinde gören Marta, bu genç subaya tanışma kapılarını açmıştı.

Onlarınki bitmek tükenmek bilmeyen bir aşk hikayesi olmuştu... Ramiz Bey, o süzgün ve baygın bakışlara kendini kaptırmış, Marta ile evlenmek istemiş ama orduda yabancı tebalı kadınlarla evlenmek yasak olduğu için bu arzusuna kavuşamamıştı. Marta’yı almak için ordudan istifa etmek bile istemiş ama istifası kabul edilmemişti. Aşkına teslim olan Marta ise evliliği önemsememiş, “Aşktır bu” deyip, Ramiz Beyle gönül evliliği dediği düzene geçmiş, ona turşular kurmayı, envai çeşit likörler yapmayı bu evliliğin nişanesi olarak görmüştü.

Marta Teyzenin beşinci kattaki evinin penceresinin pervazında dururdu likör olmaya yatkın meyvelerin renkli kavanozları... Mevsiminde toplanmış, aroması en yoğun hallerindeyken meyveleri kavanozlara doldurur, şekerlerini ekler, güneşte pişmeye bırakırdı. Sonra sadece kendi bildiği usulle alkollerini ekler, tadına doyulmaz aromalar saçan, iki yüksük kadehle insanı neşeye boğan likörler yapardı. “Annem el verdi” der, kimseye de vermezdi tarifini...

Ramiz Bey ve Marta Teyze hiçbir zaman evlenmediler.

Ramiz Bey emekli olup, ordudan ayrıldığında bile. Korkuların tükendiği yaştaydılar artık, hiçkimseye verilecek hesapları da yoktu. Marta Teyzenin likörleri eşlik etti bu beraberliğe... Ta ki Ramiz Bey ölene kadar.

Ölüm, yavaş yavaş geldi. Uzun yeşil önlükler giymiş, eldivenler takmıştı. Ameliyat masasına yatarken, “Bana söz ver Marta” demişti Ramiz Bey, “Bana ne olursa olsun, yas yok.” Marta o gün hem İsa’ya hem Muhammed’e yalvarmış, haçını öpüp, Kuran’ı göğsüne basmıştı ama nafile. Ramiz Bey ölmüştü.

Marta Teyze, Ramiz Beye verdiği sözü tuttu, yas tutmadı. Siyahlar giymedi. Ramiz Beyin mezarına giderken bile onun en sevdiği incileri taktı boynuna. Mezarının başında bir kadeh rakı içti çaktırmadan.

Siirtli dul bakkal Memduh ile Asiye Hanımın aralarında bir çatlak yumurtayla çıkan tartışmanın esas yüzünü görecek kadar derin bakışı olması bir tesadüf değildi Marta’nın. Marta aşkı tanırdı. Herkesin nefret dediği o karanlık ve küstah sıkıntıya baktıkça, yeni filizlenen bir aşk görüyordu o. Asiye Hanımın elini beline koyup, “Bana bak bakkal” deyişindeki işveyi bir tek Marta görüyor, anlıyor, buna içten içe seviniyordu. Marta aşkı gördüğü yerde tanır, sever ve kollardı. Gökçeada’da diktiği çam fideciğine yaptığı gibi, köklerin arasındaki su kesesini patlatmadan fideyi yerinden çıkarıp, özenle ve sevgiyle yumuşak bir toprağa aktarıp, can suyunu vermesinin bu aşkı büyütmeye yeteceğini biliyordu.

Marta, aşkı bu verimsiz topraktan söküp çıkarıp, verimli bir toprağa ekmesi gerektiğini anladığında, mukuf tezgahına yeni bir mukuf döşemeye karar verdi. Aşk tohumlarını ekip geliştirmek, çam bebeleriyle uğraşmaktan daha büyük zevk verirdi ona.

İnsanın içini kirleten küçük çapakları görmezden gelir, aşkı öldürenin, çınar ağaçlarına dadanan mantarlar gibi küçük ve zararsız görünen şeyler olduğunu bildiğinden önce onları temizlemeye çalışırdı. Ona göre hayat, el örgüsü gibiydi. İşi bilenin elinde bir ters bir düz ilmek bile güzel görünür. Bilmiyorsan eğer, ne yaparsan yap, dokuduğun heba olur. Bu yüzden Marta, basit durumlardan görkemli sonuçlar çıkarmanın da zor olduğunu kavramış, ama bu zor uğraşı kendisine iş edinmişti.

“Asiyeee... Asiye Hanım. Bak hele...”

Asiye, on yıl önce ölüp, bu dünyanın sıkıntılarından kendini kurtaran kocasına duyduğu öfkeyi çıkarmak istercesine, her Allahın günü silkelediği halıları, kilimleri silkeliyordu pencereden... Asiye’nin halı, kilim silkeleme merakını bilen konu komşu, mahalleyi toza boğan bu işi başta tepkiyle karşılamışsa da, Asiye’nin şerrinden korktuklarından, kapılarını, pencerelerini kapatarak soruna çözüm bulmuşlardı. Asiye’nin işine karışmak, şeytanla uğraşmaktan beterdi. Marta hariç. Asiye, Marta’nın yersiz seslenişine kızsa bile sesini çıkarmadı. “Ne var dul karı” diye bağırdı pencereden...

“Dul senin anandır” dedi Marta... “Gel hele...”

“Geliyorum anacığım” dedi Asiye...

Asiye’nin yola koyulduğunu gören Marta, hemen kahveyi ocağa sürdü. Asiye’nin kahvesini nasıl içtiğini bilirdi. Mahalledeki kim nasıl kahve içer bilirdi. Kahveyi ocaktan aldığında, Asiye soluk soluğa kapıya dayanmıştı dudağının kenarında sarkan yakılmamış Samsun sigarasıyla...

“İç sigaraları, ol tıknefes” dedi Marta... Fazla üstüne gitmedi ama...

Asiye, her zaman yığılıp kaldığı koltuğa attı kendini. Marta neşeli, canlı ve yaşama sıkı sıkı bağlı bir kadın olmasa, evin içindeki eşyalar Asiye’yi bilmediği, tanımadığı bir zamana yolculuğa çıkarırdı o an. Marta’nın büyükannesinden kalma mobilyalar, cam eşyalar, avizeler, küçük ve gizli bir sarayda oturuyormuş duygusu veriyordu Asiye’ye... Marta’nın ördüğü renkli paspaslar, tığ işleri, iğne oyaları, goblenler olmasa, bütün renkler bir başka zamana aitti. Sesler bile... Marta’nın gramofonu, hep duyulmadık şarkılar çalardı, saatinin tik takları başka bir dilden konuşurdu. Saniyeler, damlaya damlaya akardı Marta’nın evinde.

Marta, kahvenin yanına yüksük kadehlerde nane likörü koymuştu.

“İç, ağzın tatlanır” dedi Marta. “Nefesin cennet kokar.”

“Duydum o utanmaz bakkalın yaptığını... Dükkanın çatlak yumurtalarını sana kakalar...”

Asiye, deşilmiş yarası acıtırken canını, kahvesinden bir yudum aldı. Bayramlık ağzını açardı ama daha soluğu yerine tam gelmemişti. Nane likörüne dudağını dokundurdu; tatlı ve serin lezzet dilini sardı.

“Bu bakkal var ya bu bakkal, bu adamın hiçbir şeyine güven olmaz...”

Asiye, likörden ikinci minik yudumunu almış, o serin lezzeti hemencecik kaybetmemek için bir dikişte bitireceği içeceği, yüksük kadehte oyalamıştı. İçine nane likörünün tatlı serinliği yayılmıştı. Başını salladı onaylayarak...

“Yetim hakkı da yer bu, dul hakkı da” dedi Marta...

Asiye, Memduh’u düşündü. Esmer, yapılı, yakışıklı... Güler yüzlüydü Memduh. Asiye’ye kaçamak bakışlar atar, en güzel peyniri ucuza verir, borcunu geciktirmesine ses etmezdi. Kırık bir kaç yumurtaya ses etmezdi aslında ama o yumurtalar, Memduh’un utangaçlığı karşısında kırılan kalbiydi. Asiye, yumurta kadar kırıktı Memduh’a karşı. Bir söz söylese, bir işaret verse... Marta’nın söyledikleri, damarına dokundu Asiye’nin...

“Yok be Marta” dedi... “O kadar kötü biri değildir.”

“Daha yok dersin! Vermedi mi sana kırık yumurtaları... Yetimin hakkına tecavüz değildir de nedir?”

Asiye Memduh’u koydu karşısına... Her sabah dükkanını açarken türkü söyleyişini... Memduh’un tok bir sesi vardı. İşini seven insanlara özgü o parlak, ışıklı gururu bıyıklarında taşırdı... Onun dükkanını düzenleyişini seyretmek, ezip, nemlendirdiği gazeteyle camını silerkenki keyiflenişine ortak olmak haz verirdi Asiye’ye... Müslüman adamdı ayrıca. Bazıları gibi koftiden değil ama... Dürüsttü.

“Yok be Marta” dedi, “Yumurtalar belki yolda kırılmıştır.”

“Aa,” dedi Marta. “Hayatta inanmam. Çağırırım gelsin.”

Asiye’ye laf bırakmadan, pencereyi açıp aşağıya bastı en sıtma görmemiş sesini...

“Bakkal. Çabuk gel buraya...”

Memduh çırağını ayarlayıp, yukarı gelene kadar, Marta, ikinci likörü de doldurmuştu Asiye’ye... Asiye’nin kahvaltı girmemiş kursağında yangınlar başlatan likör, damarlarını yumuşak ve tatlı bir heyecanla doldurmuştu.

Marta, çalınan kapıyı açıp, “Gel bakalım Memduh Bey” dedi adama... “Otur şöyle.”

İçeride Asiye’yi gören Memduh’un yüzü, belki yaklaştığını düşündüğü kavganın korkusuyla, belki Asiye’yi görmenin heyecanıyla kızardı bilinmez.

“Ne istersin bu zavallı dul kadından” dedi Marta... “Utanmazsın? Kırık yumurtaları verirsin...”

Adam, kökü güçlenmemiş bir fidan gibi titreyerek dikiliyordu.

Memduh, “Vallahi de billahi de...” diye başlayınca söze, Marta üsteledi: “Yapmışsındır. Bilmez miyim ben seni...”

“Marta Teyze ayıp olmuyor mu” dedi titrek bir sesle Memduh. Gücüne gitmişti gerçekten... Asiye, Memduh’un ezik ve kırık halini görünce, içi bir hoş oldu. O yakışıklı, dağ gibi adam, ufacık Marta Teyzenin oyuncağı olmuştu. Terbiyesinden sesini çıkaramıyor, efendiliğinden başını yerden kaldıramıyordu.

Marta Teyze “Tüü sana...” deyince, Asiye daha fazla dayanamadı. “Yapma be Marta Teyze” dedi, “adamın üstüne gitme... Belki...”

“Belki ne” dedi Marta, “Ne belkisi...”

“Belki adamın suçu yoktur, ben belki...”

“Aha! Şunlara bak! Suçlu neredeyse ben oldum” dedi Marta şirret bir öfkeyle. “Oturun evde, ben buraya fazlayım.”

Marta, Memduh ve Asiye yerlerinden davranmadan, kendinden beklenmedik bir çeviklikle, kapıyı çekip, anahtarı kilitte döndürdü. Bir yandan da bağırıyordu en tiz sesiyle “Yiyin birbirinizi kedi köpek gibi... Sanmayın açarım.”

Titrek adımlarla merdivenlerden indi. Bağırıp çağırmaktan yorulmuştu ama neşeliydi.

Biliyordu ki, az sonra Asiye Memduh’a karşı yelkenleri indirecek, Memduh, Asiye’ye en kırık bakışlarını atacaktı. Sonrası... Sonrası biraz toprak, biraz su, biraz da dikkate kalacaktı.

“Günahı benim boynuma olsun Allahım” dedi Marta kaldırımın kenarına oturup. Boynundaki haçı öpüp, gökyüzüne baktı. Yüzünde muzip bir gülümseme vardı.

“Ne istediğimi bilirsin seen! İnşallah” dedi yüksek sesle.

Sevgilisinin koynundan çıkıp, evine yorgun sokak kedisi gibi dönen tiyatrocu Özlem, Marta Teyze’yi kaldırımda otururken buldu. O bilirdi Marta Teyzenin en mukufçu hallerini... Ne de olsa kapı komşusuydu, ne de olsa mukuflardan epeyce payını almıştı.

“Yine ne mukuf çeviriyorsun” dedi Marta’ya...

“Mukufsa kuzum, iki gözüm önüme aksın” dedi Marta ama içinden yeterince uzun yaşayıp, görmeyi diledi. Daha önünde seyredilecek çok hikaye, bozulacak çok dümen, kurulacak yeni kumpaslar vardı.


İZMİR TORBA


"tuvalet kapısına terbiye sınırlarını aşmamak kaydıyla istediğinizi yazabilirsiniz" bir birahane tuvaletinden...


bana anlamı soruyorsun.

içimdeki devrilmiş cümleleri kır istersen... benden düz bir cümle kuramazsın.

sana tesbih böceğinin kaç ayağı olduğunu söylerim. hayatın kanat uzunluğunu... suskunluğum, tıpkı uzun bir yol çizgisine benzer; gittikçe uzaklaşır senden.

bana anlamı soruyorsun.

ben hileci bir tombalacıyım. elimdeki izmir torba. gizli cebinde taşırım başıma bela sözcükleri. her çekilişte gizlediklerim gelir elime.

bunlardan hiçbir şey olmaz; biliyorum. harc-ı alem kelimeler. ama bütünüyle susarsam diye diziyorum yanyana.

bana anlamı soruyorsun, ölmek istiyorum. elmaya elma, ağaca ağaç demek gelmiyor içimden.

lisanımı demledim. içine bir parça zehir ezdim; tadı ağır. içtikçe akla sorulması yasak sorular getirir. söylenmesi gerekli sözleri unutturur. dokunduğun an yok olan su aynası gibi. baktıkça bulanıklaşır yüzün. gözlerin gözlerinden kaçar. gözlerim hece hece kapanır.

omzumdan tutup silkeledikçe, ben sadece meşk ediyorum hayatı. hüsnü hat için, rabbi esirle başlayıp aynı yazıyı yazıyorum. sen sildikçe, yeniden. icazet beklemeden.

bana anlamı soruyorsun.

kum saatindeki sözcüklerle vakit ölçüyorum. vakitle sözcükleri ölçüyorum. her cümlenin karşılığı bir hayat. her şeyin değerine göre bir sözcük tartıyorum. bazen bir sözcük bir hayat.

bu bir çeşit mahpusluk. anlamak isteğin başucumda duruyor. yazdıklarımı gözlüyor anlam bekçilerin. elmaya elma demek içimden gelmiyor. oysa ki elma güzel. "elma güzel" desem yetmeyecek sana. "hayat güzel" desem kuşkuya düşeceksin. kuşku aramızda dil oldukça, her sözcük ayrı çoğalacak beyin kıvrımlarımızda.

kuşku aramızda bir dil.

sustuğum yerde renkleri alırım elime. her rengi bir harf gibi okurum içimden.

bana anlamı sorarsın. mavinin kaçtığı kuytuyu sessizce kaparım siyah bir perdeyle. anlamaman için değil, sormaman için. bütün pencereler bu karanlığa açılır.

istersen sil yazdıklarımı, istersen karanlık resimlerimi indir pencerelerden...

eline her dokunuşunda dilin en ölü halleri gelecek.









Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol