DİYALOG MÜZESİ

ÖZGÜR KATILIM




Funda ALKAN CUMBUL ile 


Sanat görüşümü sormuştunuz, anlatayım.


Bildiğiniz gibi sanat diyalogları yapıp okuyucunun ilgisine açıyoruz. İnternet sitemizde yayınlanmış bine yakın DİYALOG mevcut. Eminim daha önce çevrenizden duymuşsunuzdur. On senelik bir çabanın ürünü. Amacımız toplumda sanat fikrinin yaygınlaşması. Sanatın her dalından örneklerimiz var. Diyaloğun akışında sanatçının fikri, eserleri, geçmiş tecrübeleri, gelecek öngörüleri, projeleri değerli bizim için.


Diyaloglarınızı okudum. Gayet başarılı, güzel işler olmuş. Düzeyli ve sanatın içinde var olmuş değerli insanların söylemleri akıp gidiyor. Sanat adına çok güzel bir şey yapıyorsunuz teşekkür ederim ?


Sanat toplumların ırk, kültür ve dil ayrımı gözetmeksizin birbirleriyle iletişim kurmasıdır. Benim sanat anlayışım burdur. Sanat bana göre insanların kalplerindeki coşkuyu ve yaşama sevincini tetikler, tüm acıları siler süpürür. Bir nevi terapi gibidir, içini dökmektir. Ayrıca topluma mesaj vermek gibi bir amacım da var.


Sanatın dili yapıcı ve onarıcıdır. Görmeyi, duymayı, anlamaya çalışmayı öğretir. Sanatçılar özgür düşüncenin koruyucusudurlar. Sanatın zaferi; siyah ve beyaz bir arada, yan yana durduğu zaman oluşur yani kırıcı ve yıkıcı olmadan farklı düşünce ve fikirlerin bir arada sunumudur sanat.


Bu sadece insan olmayı başarabilmenin dilidir.


Yaşama sevincinin sanatla aktarımı ve oluşturduğu dalga boylarının sürekliliği ele alındığında sizce enerjisi ve enerjisinin kaynağı nedir, neden bu kadar etkili ve insanlığa aittir?


Yüzyıllar boyu insanoğlu mağara duvarlarına resim yaparak başlamış ki bir nevi içinden gelen  ve bir yere aktarmak ihtiyacı. Hissedilen, içini dökmek gibi bir şey. Sanatçı insan, duygulu insandır. Olup bitenlere kayıtsız kalamaz. Dünyanın yaşanılabilir bir yer olması için fırçasını sallar. Vizyonu geniştir, muhaliftir, dünyaya at gözlüğüyle bakamaz!


Tualin karşısına geçtiğiniz andan itibaren nasıl bir değişim başlıyor, resimlerinizden birinin hikayesini anlatır mısınız?


Ben duygularımla, hissettiklerimle resim yaptığım için otomatikman hayatım da bunun bir parçası. Mutsuzken yaptığım resimler koyu renklerle boyanmış, ruhumun karanlığı oraya yansımış. Hayatım normale girince renklenmiş. Yaşam savaşı isimli bir sergimi yapmadan önce TV’de ki görüntüler sebep olmuştu.


Suriye savaşında ölen günahsız sivil halkın ölmesi, o çocukların kefenlenip sıra sıra yatırılışı bana çok dokundu. Benim bir şeyler yapmam gerekiyor dedim ve duygularımı güzel aktarmışım ki 2015 yılında Uluslararası İzmir Bienali’nden resim dalında ödül aldım. Bu beni çok mutlu etti. Elimden gelen bu çünkü. 



Manifestosu şöyle: YABANCILAŞMA. Hayatı seyirci koltuğundan kalkıp yaşamak lazım, film ya da oyun yakında bitecek çünkü... Bizlere içinde yaşadığımız sistemin dayattığı konformist hayatlarımıza, gerçek kavramını yitirilmesi ve giderek yabancılaştırılan ve silikleştirilen hayatlarımızdan bir kesit.


"Her sanatçı bir yaratıcı, her tual yepyeni bir evrene giriştir" sözüne ne dersiniz, günümüz dünyasının sorunlarına çözüm ararken nereden başlamalıyız?


Resim öğrenilen bi şeydir. Yaratmak işin içine girince o zaman sanatçı olunuyor. Daha önce de dediğim gibi görmeyi, duymayı, anlamayı anlamaya çalıştığımız zaman ister istemez o duyguları aktarıyorsunuz. İster istemez evrende buluveriyorsunuz kendinizi.


Resim ve diğer sanatlarda olmak diye bir şey yoktur, çağın gerisinden gelemezsiniz. Sürekli araştırıp ki bu çok kolaylaştı, dünyayla bağlantını internet üzerinden sağlıyorsunuz. Neler yapılmış, sanat akımları nereye gidiyor kolayca öğreniyorsun. Her seferinde bilgine  bir bilgi daha ekleniyor, ölene kadar devam “olmak” için... 


Bizim tespit ettiğimiz olumsuz bir yaklaşım var: Ulusal sanatın geliştirilmesi maksadıyla dışakapanık, inatçı hatta baskıcı bir takım yapılanmaların çalışmaları veya çalışmaya çalışmaları olumsuzluğu. Özellikle evrensel sanata eser üretmek isteyen sanatçılarımıza, bu girdaptan kurtulabilmeleri için sizin önerileriniz neler olur?


Sanatçı baskı altında resim yapamaz, özgür bırakılmalıdır. Gerçi sanatçı yine de söylemek istediğini bir şekilde anlatır. Sanat ruhun yansıması ve hissettiğini aktarması demektir. Her ne kadar set de vurulsa yapamaz zaten çünkü insanlığın dili susturulamaz.


Bildiğimiz yolda devam edip içimizi dökmeye devam ??


Katkılarınız için teşekkür eder, sanat dolu günler dileriz.


SÜRDÜRMEK DİLEĞİYLE


Sizinle tanıştığıma çok mutlu oldum. Ben de çok teşekkür ederim. Sanatla kalın.


Sevgiler..




356. DİYALOG (DİYALOG TÜR İKİ, SAYI: 10)

Sanata özgür katılım için ne yapılmalıdır, önerileriniz nelerdir?

Erkan Yazargan: Öncelik ortam temizliği ile başlayıp bağımlılık oluşturan kişi ve kurumlar baskı altına alınmalı ve sanat sever öncelikli bilinçli, yüksek seviyeyi görüp farkeden sanatçılar cesaretlendirilmeli ve ilgili kapıların tümü açık bırakılırken ilgisizlerin tümü kapatılmalıdır.

Kimlik bilgilerinde sanatçılıktan başka her şey bulunanların sanat adına konuşmaları engellenmeli, konuşabilmişlerse de bütün yapıp ettikleri alenen ifşaa edilerek gerçekler herkesin anlayabileceği kolaylıkta ve basitlikte günyüzüne çıkarılmalıdır. Program dışı etkilerin tümü törpülenmeli "sanatın ihtiyaçsızlığı" ispatlanmalıdır. Kabul etmeyenlerin ortamda yeri olmamalıdır.

Gerisi çok kolay.

Burcu Adal Köse: Öncelikle TV'deki ajitasyon içerikli dizilerden, haberlerden uzak durmak gerekir. Direkt izlenen şey beyinde hafızaya kaydediliyor yani öncelikle sanata yaklaşmak gerekir. Resme, müziğe, kitaba... kaliteli olan şeylere.

Sanata yaklaşalım önce özgür katılım arkasından gelecektir.

M Berra Bülbül: Öncelikle özgür ruh haline sahip olmak gerekir. Düşünce, duygu dünyanızda özgür bir karaktere sahip olmalısınız yani ve bunu olabildiğince yaşamalısınız.

Sanat özgürdür zira... Sizin ayağınızda prangalar varsa sanata tutunamazsınız.


Cabbar Kaygısız
"Ne işin var burada arkadaş" diyoruz; "felan siyasi parti veya oluşum adına bildiri dağıtıyorum", "tiyatro bileti satmaya geldim","sergi davetimiz vardı onun reklamını paylaşmak istiyorum" veya "bizim de şöyle bir ortamımız var lütfen oraya gelin" gibi ALAKASIZ istekler oluyor. Arkadaşlar diyoruz "burası size uygun bir ortam değil.

Biz burada bireysel günlük üretimleri sunup değerlendiriyoruz" Öylesi istekleriniz varsa lütfen bir daha gelmeyin. Dışarda bekleyenlere yer açın lütfen...

Tülay Küçükşahin: Firmalarla iletisime gecip cep salonları gibi yerleri kullanarak gosterilemeyen, sergilenemeyen resimleri, oyunları sergilemek gibi... Vizyona girememis filmleri v.s. göstermek gibi.

Zübeyde Pamuk: ... kültür politikalarında tarafsız, özendirici olmalı. Buyurucu, önerici, sanata yön verici tutum ve davranışlarda bulunmamalı. Özgür yaratıcılıgı desteklemeli. Sanatçı kuşaklar arasında estetik iletişimi güçlendirmeli, sanat müzeciligini, çağdaş ve evrensel düzeylere götürecek önlemler almalıdır. Resmi ve özel kuruluşlar, sanatımızın tanıtılmasını, yaygınlaştırılmasını, yarışmalar ve ödüllü sergilerle özendirmeli, desteklemelidir.

Gerçek resim zevkini kitlelere yayabilecek, ilkokul, ortaokul, lise resim ögretmenleri daha iyi yetiştirilmeli ve onlar da sorumluluklarını bilmelidir. Toplumu bu konuda egitmede büyük olanaklara sahip televizyon, üzerine düşeni yapmalıdır.

Gazeteler, dergiler, kültür agırlıklı kampanyalar başlatmalıdır. Özel müzeler açılmalı, özel koleksiyonlar izlenmeye sunulmalıdır.

Idil Dişci: Ben olmak, mumkunse egosuz. Onun icinde aynadaki sırrı bilmek gerek belki de... Ya da soruyu değiştirmek gerek aynaya...

Pınar Kanber: Merhaba, sergiler gezmelisiniz . Mesela haftaya benim sergim var

Niyazi Yasar: Sanat öncelikle insanın değil, tüm varlıkların varlığı için; güzellik, sevgi, barış, emek ve paylaşım için üretilmeli ve yaygınlaştırılmalıdır.

Sanat kurulu düzenin, baskıcının, sömürenin hizmetine girmemelidir.

Gülsen Intiotionist: Sanatçının ifade özgürlüğü kapsamında sanatını özgürce üretebilmesi mümkün. Asıl çözülmesi gereken ''yayma hakkı". Türkiyede yaşayan sanatçıların bu konuda özgürlüklerinin kısıtlılığı üretimini ve sanatını özgürce ifade edebilmesini etkilemektedir.

Kollektif bilinçle çözüm yollarına gidilebilir diye düşünüyorum.

Olcay Kulakoğlu Eğitimi, insanların beyinlerini, tüm yaşamı özgürleştirmek gerekiyor.

Cabbar Kaygısız Yayma hakkıyla ilgili ciddi eleştirilerim olur Lakin platformumuzu (ArtCRITICS) özellikle yerli sanatçılarımızın dışa açılımı amaçlı kurduk fakat sırf dedikodular ve cesaret eksikliğinden dolayı çalışmalarını paylaşamıyor / paylaşmaya cesaret edemiyorlar. Kesinlikle "yayma hakkı" hususunda onlara katılmamız mümkün değildir. Bir de alınganlık gösterip kaçışmaları anlaşılır gibi değil.

Sevgili sanatçı dostlarımızın, eleştiriden çekinmeyecek ilk önce kendiniz kendi kendinizle alay edebilmeyi öğreneceksiniz. Günümüz dünyasında öyle burnu havalılığa yer yoktur. Durum ortada. Şimdilik bu kadar...

Onur Günal: Akıl sana ait değil ise ruhun da, sanat da özgür kalmaz..!

Alakası çok üstadım: "Siz ülkemizde özgür, yanlı olmayan bir sanatçı gösterebilir misiniz ki özgür sanat var mı özgür katılım olsun! Önce akıl özgür olmalı, dünya insanı olunmalı sonra sanat özgür olduğunda bu sorduğunuz soruyu ceyaplayalım. Sanırım 50 yıl sonra...

Kezban Piriş: İlgi duyulan konuda çalışma yapılması...

Olcay Kulakoğlu: Konu hemen bir önceki konumuzla bağdaşıyor. Sanat, en başta menfaatten uzak olmalıdır. Bireysel çıkarlar için kullanılmamalıdır. O zaman sanat olmaktan çıkar.

Cabbar Kaygısız Katılımla ilgili sorunlar var genel olarak. Şöyle bir şey gelişmiş ve oldukça kötü bir şey bu, "herkes - üç beş kişi, kendi klan'larını oluşturmuşlar ve birlikte hareket ediyorlar". Gidecekleri - katılacakları yerlere de bir dolu istek gönderiyorlar örneğin "şunları davet ederseniz biz gelmeyiz, orada şunlar şunlar var.... onların olduğu yerde biz olmayız, ya onları davet etmeyin ya da biz katılmayız" türü. Bu sorunu irdelemeye çalışıyoruz daha çok.

Olcay Kulakoğlu Tabii bu gruplaşmalar da sosyal medyayı ele geçirmiş sanatın özgürleşmesi önünde birer engeldir. Tekelleşmeyle sanatı engelleyen menfaat gruplarıdır.

Burak Gulsen: Sanata özgür katılım için öncelikle "devlet memuru sanatçı" ünvanının ivedilikle kaldırılması lazım.

Devlet kadrolarını işgal eden ve "sanat"la alakası olmayan büyük bir zümre var. Çoğu sahne almadan, devletin verdiği muazzam maaşlarla hem hobilerini gerçekleştiriyor, hem de ekstra işlerle servet elde ediyorlar.

Gelişmiş ülkelerde bu gibi uygulamalar olmadığı için her sanatçı kendisini geliştirmek adına sürekli çalışıyor. Bu nedenle sanat adına özgür katılımda bulunabiliyorlar ve de dünya çapında sanat ve sanatçı çıkartabiliyorlar.

Aksi taktirde iş bitiminde işkembeciye, kebapçıya, kokoreççiye gidip bir de üstüne mangal partileri düzenleyip; marka kıyafetlerle süslü püslü içi boş bir ambalaj gibi dolaşmaya devam ederler.

Ümit Yaşar Gözüm
: Sanata özgür katılım için ne yapmalıdır, önerileriniz nedir? Sorunuz kurgulamayı gerektiriyor. Bir şeyin içinde olanların o şeye katılmaları sözkonusu olamaz. Hele "sanat yapan olduğu için o ünvanı taşıyan sanatçının sanata katılması" diye bir eylem olamaz. Bir geziye, bir derneğe, bir yemeğe bir hayır kurumuna katılabilirsiniz. Ancak sanata özgür katılım sorunuzu şu şekilde sorabiliriz: "Sanatı yaşanan bir değer olarak kabul edersek sanatta klikleri gruplaşmaları ve ötekileşerek tavır koymayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sanat değer üretir, değer üreten bir alan yaşamın temel parçalarından biridir aynı zamanda. Sanatçı toplum aydınlanmasının temel taşıdır. Bunun içindir ki, sıradanlığı kabul etmez ve sıradan düşünen insanların sanatta yeri olamaz.

Sıradan düşünmeyen insanlar üretirken hep kendilerini yalnız hissederler. Bir ortamda başka sanatçılarla ortak sanatsal ve toplumsal kaygıları duyduklarını anladıklarında bir araya gelebilirler ve bir sanatsal platform, akım v.s. oluşturur veya o akımın gelişmesi ve tanınması için mesleki bir inisiyatife dönüşürler. Bu temelinde sanatsal kaygıların olduğu bir aydın tavrıdır.

Ancak soruda kastettiğiniz sıradanlığın farklı amaçlarla örgütlenmesidir ki, bu sanatın temel kriterleriyle bağdaşmamaktadır. Kişisel kaygı ve çıkarlarla bir araya gelerek bu alanda ‘değer’ üretenleri ötekileştirmenin sanat ve sanatçı tavrıyla bağdaşması mümkün değildir.

“Biz kuruboyacılar suluboyayı sanat olarak kabul etmiyoruz veya biz ressamlar geleneksel sanat diye bir şey tanımıyoruz"… "Bunlarla diyalog kurmayı kabul etmiyoruz…” v.b. yaklaşımları sanatın ve sanatçının kabul etmesi olası değildir. Olası görüyorsanız, sanatın birleştirici ve aydınlatıcı temel ilkesini ya bilmiyor ya da pragmatik bir anlayışla görmezden geliyorlardır ki, bunun da insan ve aydın olma sorumluluğuyla bağdaşır yanı yoktur.

Şunu da biliyoruz ki, sanatta kıskançlık ancak daha üstün eser ortaya koymaya yönelik olursa kabul edilebilir. Yoksa sanatsal hiçbir değer ortaya koyamamış olanların, kendi sıradanlıklarını kabul etmeyip bir klik oluşturmalarını ancak yetersizlerin elini kolunu kıpırdatmadan erke dönüşme ve rant yaratma isteği olarak görebilir, tanımlayabiliriz.

Sanat için ‘kanon’ların değiştirilemeyen gücü kadar ‘yetersizlerin ihtirasları’ da zarar vericidir.

Sevgi ve sanatla kalın.
Ümit Yaşar Gözüm
Sanat Felsefecisi,Yazar.
 
Artı değerden "toplumsal gelişime katkıyı" kabul ediyorsak sanat, bilim ve felsefeyle bu işe hizmet eder. Bu disiplinlerle üretilen eserlerin kavramsal degerleriyle toplumsal bilinç düzeyi 'kollektif bilinç' gelişir.

Tansel Yilmaz: Artı değerin genel olarak iktisat alanında kullanıldığını; gereken ve zorunluluk dışında çok fazla yapılan üretime ait bir kavram olduğunu biliyoruz. Gerekenin dışında yapılan üretimin, başkaları tarafından keyfe keder ücret karşılığında satın alınması, üretimi yapanların emeğinin karşılığını alamamasından dem vurulur bu anlamda. Karşı çıkanlar da vardır, onaylayanlar da... SANATA KATKISI' nı olumlu , olumsuz olarak sınıflamakta kararsızım.

Sanatın boyutu nedir, gereken nedir, zorunluluğu nedir, hangi ülkesel ve kültürel koşullara, arz talepe göre değişir..; Bu şartlardaki arz talep , ya da talep çokluğu belki olumlu katkı sağlayacaktır artı değer olarak sanata?. Sorduğunuz tüm sorular çok güzel. Görüntüde net bir soru gibi görünse de..Ve sanki net, bir iki cümleyle cevap verilebilecek somutlukta görünse de, inanın her okuduğum sorunuzda birbirine iç içe girmiş cevaplar ve sorular oluşuyor zihnimde... Bazen sorularınızın tam anlaşılmadığını ben de görüyorum cevaplardan. Fakat bu güzel söyleşiler sorular sorunlar, özellikle sanat..

Öyle uzak ki bizden.. SONUÇ OLARAK , artı değerin, sanat adına zorlayıcı, yapay sanat (ısmarlama) v.b. olumsuz yanlarını düşünmezsek... genel anlamda olumlu katkıları var diyelim. Yeterki üreten sanatçılar emeklerinin karşılığını alabilsinler.. Öncelikle manevi, akabinde ekonomik...

Teşekkürler, İyi akşamlar...


Gulsun Karadayi
: Sanat üstün düzeyde üretkenlikdir. Yazarsın, çizersin, oyarsın... mimariler ve birçok dal. Dünyaya bakdığında yaşamın her anında, gözünün her gördüğü her yerde sanatın imzası atılmıştır, sanatcı tarafından. Artı değer de üstünlükdür değer katmakdır.

 

OSMAN FINDIK İLE


DİZİ FİLM SEKTÖRÜ


Bize sanatınızdan bahseder misiniz?

DİYALOG SANAT


Sahne sanatları (dizi, sinema ve tiyatro oyuncusu).


Setlerden bahseder misiniz?


Set saati genelde sabah erken saatlerde olur. Servisle mekana gidilir, önce kahvaltı yapılır. Bu esnada reji ve sanat ekibi sahneyi, seti hazırlar. Kameralar, ışıklar... Yani ortam hazırlanır ve yönetmenin "3-2-1 kayıt" sözüyle diyaloglar ve oyun akmaya, kameralar çekmeye başlar. Taki yönetmenimiz "kestik" diyene kadar. Planlar, sahneler bir bir çekilir ve o günkü planlanan senaryonun sahneleri biter. Vee yönetmen "paydos arkadaşlar" der, set toplanır.


Zevkli bir iş olduğu söylenebilir mi, yorucu olduğunu söyleyenler var, diğer oyuncu arkadaşlarla ilişkiler nasıl gelişiyor?


İşini seven için çok zevkli. Elbette, yorucu olduğu zamanlar da olmuyor değil. Yazı, kışı, yağmuru, karı var bu işin. Bütün çekimler gündüz saatinde ya da kapalı mekanlarda geçmiyor. İki saat süren çekimler de var 15-18 saat süren de ama ortam ne kadar şen şakrak olursa set o kadar güzel ve eğlenceli geçiyor ve zamanın nasıl geçtiği, yorgunluğu anlamıyorsunuz. Bunun tersi olan setler de olmuyor değil çünkü her insan bir değil. Egosu tavan yapmışlar da var, her sektörde olduğu gibi bu söktörde de.! 


Yeni sete gelmiş biri ortamına göre oradaki insanların yaklaşımına, samimiyetine göre ya çabucak ısınıp kaynaşır ya da buzdolabı gibidir geri durur. Yani ortamla alakalı, insanların birbirlerine yaklaşımıyla alakalı bir durum.


Çalışan bir sistem olduğu anlaşılıyor. Sisteme nasıl uyum sağlanır?


Kuralları var tabiki bu işinde kendine özgü. Yönetmenin, rejisörün talimatlarıyla hareket edilir. Oyun oynanır ve biter. Sisteme ajans, menajer  ya da direk yapım firması üzerinden dahil olunur. Ajans üzerinden çok bi şansınız olmaz, ilerlemek adına ya da kendinizi kanıtlamak, tanıtmak adına. Menajer ile "bi tik" daha şanslı olursunuz. Ama direkt yapımcı yada yönetmen aracılığı ile dahil olmuşsanız önünüzde kimse duramaz! Yani engelli parkur yok, tamamen depar atacağınız düz bir yol vardır önünüzde. Yani şans sizden yanadır. Tabi bunun için de bu ülkede torpil hep ön plandadır. Yani sanatınızdan, eğitiminizden, kişiliğinizden çok daha önemlidir torpilli olmak…


Koşullara uygun hareket etme uyanıklığı yakalamış arkadaşlar ne tür tavizler vermek zorunda, telafisi ne kadar mümkün?


Herkes koşullara ayak uydurmak zorunda zaten. Yani "ya bu deveyi güdeceksin, ya bu diyardan gideceksin" atasözüne istinaden koşullara uymazsan sivrilirsin ve o sivrilik de herkese batar. Yani yontulur törpülenir. Herkes toplum içindeki kurallara uymak zorundadır. Oraya bir iş için bir görev için gidilmişse o görev ifa edilene kadar oranın şartlarına ve kurallarına uyulacak! Yoksa, ikinci bir şansı pek olmaz. Fişlenir ve pek sevilmezsiniz. Ha birde "yalaka" tayfası var tabi her yerde olduğu gibi. Onlar için söylenecek çok da bir şey yok. Herkesçe bilinir, tanınır o tipler. Kimisi pohpohlanmaktan hoşlanır. 


Bu insanların görevi de bu zaten.


Türk Dizi Film Sektörünün iyi bir yere geldiği söylenirse, içerden biri olarak; daha iyi yerlere gelmesi için sizin önerileriniz nelerdir?


Öncelikle sağlam bir senaryo. Yani, sağdan soldan alınmış, düzenlenmiş, uydurulmuş değil. Sektörde  bir çok dizi malesef uyarlama. Sonra, işin ehline verilmesi. Yani bu işe, sanata gönül vermiş, parayı ikinci planda gören, önce sanat ve işim diyen, işine aşık insanlarla çalışmak. Son olarak da çalmamak. Emekli hırsızlığı yapmamak. Kimsenin hakkına girmemek. Olduğu gibi değil de olması gerektiği gibi ortaya iş çıkarmak. Yani adam kayırma, torpil olmadan bu işi yapmak. 


Çünkü sanat gerçekten gönül işidir, aşktır ve aşkta torpil olmaz.


Televizyon gibi eğlence odaklı bir ortamda nasıl sanat yapılabilir, gelenekçi tiyatro anlayışının televizyona karşı tavrının temel sebepleri nelerdir, nasıl değerlendirirsiniz?


Sahneyi kamerayla özdeşleştirerek! 

Bunu rahmetli Nejat Uygur, Levent Kırca çok güzel başardı bence. Çeşitli skeçlerle tiyatro sahnesini televizyona taşıdılar. Günümüzde de bir kaç örneği var bunun. Güldür Güldür gibi, falan ancak -maalesef toplumumuzda tiyatro alışkanlığı, sevgisi -tabiki en büyük sebebi maddiyat ve zaman darlığı, çok az. Kimse kimseye tavır almıyor aslında. Tiyatro ve televizyon çok da ayrı sayılmaz birbirinden. Biri canlı performans diğeri bant yayını. Ama her ne olursa olsun tiyatro kameraya karşı zordur. İzleyici ile göz temasıyla oyun oynarsın ve bunun heyecanı daha başkadır ama birbirinden de ayrılmaz. Tiyatro yapan kameraya da oynar.


Bize kendi sanat serüveninizden bahsedin lütfen; nasıl başladı, nerede duruyor ve gelecek planlarınız nelerdir?


Bir taraftan çok eski, bakarsanız bi taraftan da daha çiçeği burnunda diyebiliriz İlk olarak ilkokul 2. sınıfta, 6 yaşımdayken, 23 Nisan gösterilerinde Nasrettin Hocanın bir fıkrasını canlandırarak başladı, tiyatro ve sinamaya olan sevgim. Sonraları televizyonda reklam ve sinemadaki replikleri oyunları kendi çocukluk alemimde canlandırmaya başladım. Ama Anadolu çocuğuyuz ve malesef sanata, sanatçıya o devirlerde çok da iyi gözle bakılmıyordu ve babam istemedi. İçimde bi ukde olarak kaldı. Yıllar yıları kovaladı. Taki 2015' de bir internet sitesinde "yeni yüzler aranıyor" ilanına kadar bu sürdü. Yaşım geçmiş diye düşünerek kendimi avutuyordum. Bu ilan ile ajansa başvurdum. Eğitim aldım, figüranlık yaptım, bir çok projede. Sonra diyologlu küçük roller aldım. Ama maalesef devamı gelmedi. Çabam, gayretim devam ediyor. Devamı niye gelmedi? En başta bahsettiğim gibi "torpilim" olmadığı için, kendimi gösterecek, kanıtlıcayak ortamı bulamadım. Asla vazgeçmiş değilim, vazgeçmeyeceğim de. Tırnaklarımla kazıyarak hedefime ulaşacağım. Hedefim zirveye, en tepeye ulaşmak ve orada kalıcı işler yapmak. Elimden geldiğince insanlara fırsatlar yaratmak, elinden tutmak olacak.


Sanat arzusunun bu denli güçlü ve derin olmasının sebebi nedir, zorlukları aşarak hedefine ulaşan sanatçı örnekleri kimlerdir?


Kendimi, ruhumu burada -sanatın içinde daha özgür, daha mutlu hissediyorum. Farklı karakterlere bürünerek insanlara bir şeyler anlatmak, katmak, ortaya bir şeyler çıkarmak huzur veriyor, mutlu ediyor beni. En güzeli de sahneden alkış almak ya da kamera karşısında oynadıktan sonra yönetmenimden takdir... Yani gerçekten başarmak, başarılı olmak. Takdir toplamak değil gaye. Ben o huzuru içimde yaşıyorum zaten -kendimce ama bunu paylaşmak da ayrı bir mutluluk. 


Herkesin kendine göre bir hikayesi, bir serüveni vardır elbette. Bunun örneklerini vermeyi kendimce pek doğru bulmuyorum. Yani geçmiş değil şu an önemli bence.


İnsanlık tarihi boyunca yaşanmış bütün sıkıntı ve zorluklardan sonra hâlâ insan denen varlığın bir türlü doğru ders alamayıp sürekli eskinin kavgaları, kandavaları, sürtüşmeleri üzerinden yürümesinin sebepleri sizce nelerdir, kavgasız bir dünya nasıl mümkündür, sanatın burada rolü nedir?


Kavgasız bir dünya mümkün değil çünkü insanda tanrılık içgüdüsü var. Yönetme etkisi altına almak, kul etme kavgası bu. 


Ve "bu insan" var oldukça olacak maalesef…


Yazmayı sevenlerle yazışmayı daha çok seviyor, onlardan daha çok zevk alıyorum. Siz de  bu diyalogdan zevk aldınız mı, farkları nelerdir?


İnsana insan olduğu için değer verenler benim için değerlidir. Kim olduğuna, rütbesine, makamına, bankadaki hesabına bakmaksızın değer vermek ayrıcalıktır. Ben hoşnut oldum memnun oldum. Teşekkür ederim. 


Katkılarınız için teşekkürlerimizle.

TÜLİN SEZER İLE

ANKA

Sanatınızdan bahseder misiniz? 

Yağlıboya resim sanatçısıyım soyut resim çalışmaktayım. Yaklaşık 15 yıldır çeşitli resim kurslarına giderek ve ressamdan özel ders alarak kendimi geliştirdim. İlk resimlerimi rüyalarımda gördüklerimin bende yarattığı ruh haliyle, dünyaya duyduğum kızgınlık yüzünden, ona sırt çevirip kağıdın üzerine kapanmak bir kuşun uçuşunu yazmak ya da bir kuşu uçarken resmetmek istiyorum diyerek resim yapmaya başlamıştım.

Dünyaya neden kızgındınız anlamadım?

Dünyada hiçbir şey düzgün değil ki, adaletsiz dünya. Tepkimi resimle göstermek istedim.

Her zaman böyle değil miydi?

Tepkiliydim fakat resim yeteneğimi geç farketmiştim.

Nasıl başlayıp devam ettiğinizden bahsedin lütfen.

Bir gün resim kursu sergimize bir ressam bey gelmişti ve benim resimlerimi çok beğendi. Atölyesine davet etti ve kabul edersem bana özel ders vermek istediğini söyledi. Ben de gecikmeden gittim ve beş yıl aralıksız yanında usta çırak ilişkisi ile çalıştım. O ilk sergimde bir tablomu, bir derneğe bağışlamıştım. Ardından iki tablomu bir iç mimar satın aldı. Bu ardı ardına gelişen olaylar bana şevk verdi. Motivasyonum arttı.

Bir tabloya nasıl başlayıp bitirirsiniz?

Bir tablodan önce kafamda bir form oluşturuyorum. Konu seçiyorum. Fantastik soyut illüzyon diye adlandırabilirim resimlerimi.  Daha sonra rüyalarımdan etkilendiğimden bahsetmiştim ya, rüya yorumlarımın bende uyandırdığı ruh haliyle, hislerimle resme renk veriyorum. Resimde renge gidiyorum. Bu tamamen psikolojik. İçimden geldiği gibi ve doğal. içsel. 

Resimlerin de bir ruhu olduğuna inanıyorum ve izleyicide bıraktığı his benim için önemli. Bu arada resimlerim hiçbir zaman bitmez. Sona erdirmem yani. Ta ki beğeniye sunup tablo benden çıkıncaya dek.

Dizilimler nasıl ilerler, bir resmin diğerleri ile bağı nasıl kurulur?

Resim derin ve sembolik olmalı. Konulu çalışırken bir tarzım, duruşum ve rengim olmalı diye düşünürüm. Bir konuyu ele aldıysam her bir tabloda konu başka başlıklarla önüne çıkmalı izleyicinin. Seri bütününde aynı olmalı. Ben anlamlı olanı aktarmaya çalışırken bir güzellik yaratmaya çalışıyorum. Bir tarafım biraz karamsarken diğer tarafım  daha aydınlık, daha pozitif ve yapıcıdır. Bu direkt çalışmalarıma yansır. Aşkla, sevgiyle yaparım resimlerimi. Ön plana çıkartmak istediğim hisleri yansıtan en kuvvetli aracım renklerdir.

Örnek görebilir miyiz?

Tabi ki en son çalışmamı gönderiyorum.

Sarı, kırmızı, mavi ile çevrelenen ve bu renkler neredeyse eşit oranda dağılmışken; ortaya aldığınız ve bahsini ettiğiniz "adaletsiz dünya" vurgunuzda çizginin öne çıktığı doğru mu, neden?

Eşit gibi gözükse de her rengin bıraktığı etki farklıdır insan ruhunda. Mavi, kırmızı, sarı sadece bir renk olmanın çok daha ötesinde farklı anlamlara sahiptir. Kullanmış olduğum bu ana  renkler doğal renklerdir. Uyandırdığı duygulara göre değişiklik göstermektedir. Mavi güven veren renktir. Sadakat duygusunu ifade eder. Ancak kullandığım tona göre de zıt anlamlı bir etki yaratabilir. Deniz ve gökyüzü rengi olduğu için genellikle sakinlik, huzur ve sonsuzluk ile özdeşleştirilir. Burada vermek istediğim mesaj belki mavi olma isteği.  Huzur isteği. Özgür olma, sonsun olma vs.

Kırmızı coşkuyu sembolize ederken bu renk gücü de simgeler. Aşk ve tutkunun rengidir. Heyecan verici bir renk olan kırmızı, dikkat çekici ve harekete geçiricidir. Heyecan hem güzeldir hem de tehlikeli.

Sarı enerji veren pozitif bir renktir. Canlılık ve yaratıcılığımı ifade ederken burada yorumu izleyicinin hayal gücüne bıraktım.  

Renkler ve insan duygularına etkileri hatta duyguların renklerinin olabileceği gibi konular özellikle psikoloji biliminde oldukça fazla işlenen, araştırılan konulardan biri. Mavi-Yeşil-Kırmızı-Sarı dizilimi sizin duygu dünyanızda hangi sıralama ile yeralır, hep böylemiydi, değişiklikleri ne kadar hatırlıyorsunuz?

Renklerin psikolojisi olduğuna kesinlikle inananlardanım. Evet, duyguların da rengi vardır. Ateşin ve sıcaklığın renkleri olan ve insanda sıcaklık ve canlılık hissi uyandıran Kırmızı, Turuncu ve Sarı renkler sıcak renkler kızıl tonları ve bakır tonları benim renklerim diyebilirim. Dünyanın kapılarını aralayıp kendi yorumumu kattığım, kendi renklerimin ustası, kendi hayallerimin kahramanı olmak heyacan verici...

Kızıl tonlarını sevenler 'arkadaş canlısı' oluyor derler ya öyleyim galiba. Enerjik bir şekilde dışa açık ve doğru hareket etmeye hazır bir kişilik yapısına sahip. Bağışlayıcı.

Bu renkler canlılık ve dinamizmle ilgili renklerdir. Mutluluğu temsil eder. Kırmızı renk, fiziksel olarak; ataklığı, canlılığı ve duygusal bağlamda bir işi sonuna kadar götüren azmi ve kararlılığı gösterir. Ayrıca bir yanım mavi-yeşil soğuk renkler. Doğa aşığıyım ve vazgeçilmez renklerimdir.  Mavi, ruhun derinliklerine girişi gösterir. Popüler kişilik yapısını temsil eder.

Özetle, renkler sınırsız ve başı sonu olmayan denizdir. Her gün uyandığımızda rujumuzun, giyeceğimiz kıyafetin renginden tutunda dinleyeceğimiz müziğin bile rengini seçeriz. Mis gibi kokan bir kekin rengi, kırgınlıklarımızın rengi, sevinçlerimizin rengi, aşkın rengi abaca hangi renk? Ben tuvale resim yapmaya bu hislerle başlayarak tam da bu sorulara cevap arıyorum.

Seçimlerimizi bizi en iyi tanımlayan renklerin kollarına bırakıyoruz. Kendimizi ifade ederken aslında aynadan yansıyan renklerin ruhu. Mavi-Yeşil-Kırmızı-Sarı dizilimi duygu dünyamda zümrüdüanka kuşunu hatırlatır bana. Hikaye şöyle: Zümrüdüanka Kuşu ortadan kaybolmuş. Bunun üzerine diğer kuşlar onu bulabilmek için yola çıkmışlar. Kaf Dağı'nın tepesinde olduğu için ona ulaşmak çok zorluymuş ki yedi dipsiz vadiyi aşmaları gerekliymiş. Bütün kuşlar umutlarını yitirmiş. Kaf Dağı’na vardıklarında geriye sadece otuz kuş kalmış. Simurg’un yuvasını bulunca öğrenmişler ki ‘Simurg – otuz kuş’ demekmiş. Onların her biri birer Simurg’muş. Otuz kuş anlar ki aradıkları kendileridir ve gerçek yolculuk, kendine yapılan yolculuktur.  Anka kuşu, ölümünün yaklaştığını hissetmeye başladığı an kendisine kuru dallardan bir yuva inşa etmeye başlar ve bunu ne olduğu bilinmeyen bir zamkla sıvar. Daha sonra yuvanın içinde güneş ışınlarının kuru dalları yakarak yuva içinde ölmeyi bekler. Yanarak ölür ve sonrasında küllerinden doğar. Bir çoğumuz biliriz hikayeyi.

Efsaneye göre ankayı uzaktan aramak yanlıştır. Sabreden ve emek veren herkes inanışa göre kendi anka kuşunu yaratabilmektedir. Yukarıda da ifade ettiğim gibi küllerinden doğan anka kuşu temelde kendi şansını yaratmaktır. Bunun için sabırlı olmak, çaba sarf etmek çok önemlidir. İşte Anka Kuşu içsel yolculuğu ve aslında aradığımız en önemli şeyi sadece kendi içimizde bulabileceğimizi sembolize eder.

Düşünceleri hayata geçirmek için ilk adımı atmak gerek. Hayatı anlamsız yapan en anlamlı şey  ölümdür. Ve buldum... 

Küllerindem bir anka kuşu gibi yeniden doğmak. Yeniden varolmak gerek.

Siz hiç yanıp yanıp tükenip, sonra küllerinizden yeniden doğmadınız mi? Çaresiz kaldığınız, bittiğinizi hissettiğiniz ve sonra birden tekrar dirildiğiniz olmadı mı? Yaşamı bırakıp köşenize çekilerek, duygularınızı hissedemeden dünyaya bakmadınız mi? Umudu tüketip umutsuzluğun esiri olmadınız mı? Sonra şöyle bir silkelenip gözyaşlarınızdan şifa bulup, sarılmadınız mı hayata? Eğer kendinizi siz de çaresiz hissedip bir gün bu çaresizliğinizi kırmayı başardıysanız! Zümrüd-ü Anka’nızı dışarıda bir güç olarak aramayın. Tüm güç ayrı ayrı özelliklerinizin bir araya gelerek, iç savaşınızı kazanması sonucunda elde edilmekte. Tekrar ayağa kalkıp yürümek gerek, özgürce.

Küçük yaşlarda resme ilginiz varmıydı, nasıl bir çocuktunuz? 

Beş yaşımdaydım beni büyüten babaannem vefat etmişti. Sanırım bi boşluk olmuştu. Ben de yaşım tutmadığı halde okula gitmek için her gün ağlıyordum. Defter kalem ve o zamanın çocuk dergileri Kumbara Dergisi, Başak Çocuk dergisi hiç elimden düşmüyordu. Köyde oturuyorduk fakat babam memurdu, dergi ve kitaplara ulaşmam zor değildi. Ayrıca Sultanahmet’te matbaacı olan halamın eşi düzineyle resim defteri, sulu boya  getiriyordu bana. Durmadan resim yapıyordum. Evin bahçesinde yer kalmamacasına onları yerde sergileyip kurutuyordum. Resim yapmaktan başka bir şey bilmez misin diye azarlanıyordum. Büyüyünce ne olacaksın sorusuna “ressam” yanıtını veriyordum. Ağlamalarıma dayanamayan annem beni elimden tutup kayıtsız olarak okula göndermişti o yıl. 

Bana ne olduğunu yıllar sonra çözdüğüm bir hastalığım vardxxı o vakitler .. 

Çok içine kapanık, sessiz ve çekingen bir çocuktum. Hatta hiç konuşmuyorum. Sorsalar cevap veriyordum. Lafları ters söylüyordum. Gel yerine git. Otur demek yerine kalk demek gibi. Bir ay boyunca bir kelime konuşmadığım dönemler olmuştu. Ortaokulda Türkçe hocamın ters tepkisiyle karşılaştım. Derslere katılmıyordum. Yön ve zaman kavramım yoktu. Renk, şekil, sayıları öğrenme konusunda bir takım güçlükler çektim. Kendimi ifade etme anlamında zorlandım. En basit bir örnek, uzun süre b ve d harfini karıştırdım. Allah'ın her günü, size hiçbir şeyde başarılı olamayacağınızın söylenmesinin ne demek olduğunu anlayamazsınız. Çok hırslandım ve günce yazmaya başladım ayrıca kısa hikayeler yazıyordum.   Yazmak, çizmek resim yapmak hoşuma gidiyordu. Yıllık ödev olarak beş günce yazmamızı istemişti hocamız ve ben ödevimi çok güzel bi şekilde hazırlayıp geldiğimde sonuçta en yüksek notu almıştım ayrıca ödev kapak resimlerimi hocalarım çok beğeniyordu sınıf arkadaşlarım sürekli benden yardım istiyor hatta resim ödevlerini bana yaptırıyorlardı.

En güzeli resim yapmaktı. Kuşları, gökyüzünü, bulutları… Oysa şimdi ne güzel kuşlar uçuyordu gözlerimin önünde, özgürce. Dallara konup tekrar gökyüzüne yükseliyorlardı.

Kaç taneydiler peki? Sonsuzlardı, saymaya ne gerek vardı? Saymak karmaşık ve bir o kadar zordu.

Bu güçlüğü yaşayan bireylerin zeka sorunlarının olmadığını, yani dislektik bireyler toplumdaki genel kanının aksine normal, parlak veya üstün zekâya sahip olduklarını öğrendiğimde genç bir kız olmuştum. 

Daha sonra evlendim ve iki çocuğum oldu. O Arada dışarıdan devam etmekte olduğum Fatih Kız Lisesi Matematik Bölümünü tamamladım. Daha sonra Çatalca Lisesi birinci sınıfında matematik dersinden kaldığım edebiyat bölümünü bırakıp sosyal bilimlerden devam ederek diplomamı aldım. Sayısız resim ve çeşitli kurslara devam ettim. Daha sonra iki üniversite bitirdim açıktan... Ve en son İstanbul Rumeli Üniversite’sinde yüksek lisans yaptım.

Dezavantajları kadar avantajları da bulunan bu öğrenme farklılığında, yetenekleri ile uyumlu bir kariyer seçme şansı yakalarsa, o zaman bir başarı hikayesi yazılması işten bile değildi. Peki nedir bu avantajlar? Her şeyden önce zengin bir hayal gücü, farklı açılardan problemleri değerlendirebilme, üç boyutlu düşünme, güçlü sezgiler ve bir işin ayrıntılarının arkasındaki bütünü görebilme diyebiliriz. Bu duruma göre dezavantaj olan durumumu avantaja dönüştürebilirdim. Resim yapma isteğim herdaim vardı. Yeteneğimin farkına vardım. Yüksek lisans eğitimimde kültür ve sanat konulu tezimi hazırlamamda ve sadece resim yapmak değil resim sanatı konusunda bilgilenmek ve bilinçlenmem konusunda  beni motive eden değerli hocalarıma minnettarım. 

Kendi atölyemi açtım. Resim çalışmalarıma devam ederken çocuklara resim dersi eğitimi verdim. Bir arkadaşımla Beylikdüzü’nde sokak sergimizi gerçekleştirdik. Çeşitli karma sergilere katıldım. Ankara’da “Kırım Sürgünü” konulu resim sergisi ve yarışmasına katıldım. istanbul Manisa ve Bodrum’da çeşitli karma sergilere katıldım ve katılmaya devam ediyorum. Bu arada kişisel sergi hazırlıklarım devam ediyor.

Bize Kırım’dan ve kendinizden bahseder misiniz? 

1971 yılında Çatalca’da dünyaya geldim. Dedelerim Kırım’dan göç ile gelip Çatalca’nın İzzettin köyüne yerleşmişler. Beş yaşındaydım beni büyüten babaannem vefat etmişti. Babaannem eteği belinde tam bir Tatar "Apakayı" idi. Küçükken pek mızmızdım, hiç yemek yemezdim. Babaannem elinde bir kaşık, oda oda kovalardı, bazen köşede kıstırdığı olur, zorla ağzıma yiyecek tıkardı. Diğer torunlarından çok farklı tutardı beni. Yedi çocuğundan sadece babam erkekti ve dedem öldüğünden beri bizim yanımızda yaşıyordu. Köyde ilk betonarme evi biz yaptırmıştık ve ilk siyah beyaz televizyon bizim evimizdeydi. TV izlemek için gelenlerle  her gece evimiz dolar taşardı. Düşünün evdeki curcunayı! 

Babaannem beni canı gibi sever, kollardı. Sürekli Kırım Tatar Türkçesi konuşan babaannemin bir sözü vardı. “Cartı araba col bızar, yarım molla din bızar”. Eski araba yol bozar, bilgisiz hoca din bozar. Öğrenmeden yapılan iş kötü olur anlamında kullanılan bir sözdü bu. Sürekli vatana ve millete hayırlı evlat olmamız için dua ederdi.

Köyümüz tahsil ve memuriyet için fazlaca göç vermiştir. Çalışkan ve misafirperver bir köydü. Birçok politikacı, bilim insanı, sanatçı ve de mimarı bu köy yetiştirip ülkemize kazandırmıştır. Bu arada kısaca Kırım'dan bahsetmek istiyorum; 1441 yılında Hacı Giray’ın kurucusu olduğu Kırım Hanlığı, 1454 yılında, Osmanlı Devleti’nin askerî desteği ile, Hacı Giray Han komutasında kendilerini rahatsız eden Cenevizliler’i yendi. Böylece Osmanlı Devleti – Kırım Hanlığı ilişkisi başladı. İkinci Kırım Hanı Mengli Giray döneminde Kırım, Osmanlı Devleti’nin himayesine girdi. Himaye 300 yıl devam etti. Rusya’nın gelişme politikalarını uygulamaya koyduğu dönemlerde Kırım’da taht kavgaları başlamıştı. Osmanlı Devleti de güç kaybediyordu. Olaylar aynı tarih dilimine denk geldi. 1768 – 1774 Osmanlı Rus Savaşları yaşandı ve 21 Temmuz 1774 tarihinde Küçük Kaynarca Antlaşması imzalandı. Bu Antlaşmaya göre Kırım, Osmanlı’dan kopartıldı, bağımsızlaştırılarak Rusya’nın kolayca yutabileceği bir lokma haline getirildi. Ruslar, Kırım’daki taht kavgalarını körükleyerek iç savaş haline dönüştürdüler. Bu sebeple Kırım Türkleri’nin bir bölümü 1778 yılında, ‘Ak Topraklar’ dedikleri Osmanlı yönetimindeki bölgelere göç etmeye başladılar. Yerlerine, 75.000 Rus köylüsü yerleştirildi. 8 Nisan 1783 tarihinde Rus Generali Potemkin komutasındaki Rus Ordusu, Kırım’ı işgal etti. Lokma, yutulmuştu. Kırım, Rusya’nın bir vilâyeti haline getirildi. Kırım Türkleri’nden bir bölümü daha Ak Topraklar’a doğru yola çıktı. 1783 – 1800 yılları arasında 500.000 kişi yurdunu terk etti. Ayrılanlar, toplam nüfusun % 35’i idi. Göçler, 1800’lü yıllar boyunca hep devam etti. Sayı 1,5 milyona ulaşmıştı. 1900’lü yılların başında, yarımadada kalan Kırım Türkleri’nin sayısı, 300.000 olarak tahmin ediliyor.

II. Dünya Savaşı sonunda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB) Devlet Başkanı Stalin, Kırım Türkleri’nin savaş sırasında Almanlarla işbirliği yaptığını iddia ederek top yekûn sürgüne gönderilmesini emretti. Emir, 18 Mayıs 1944 gecesi Kırım Türkleri’ne iletildi. İki saat içerisinde, evlerinden alabildikleri eşyaları alarak, bulundukları köyün-kasabanın-şehrin meydanında toplanmaları istenildi. Evini terk etmek istemeyenler zorla götürüldü. Direnenler, dipçik darbeleriyle hemen oracıkta öldürüldü. Çığlıklarla inleyen gökyüzünün karanlığını delmeye çalışan güneş, kana bulanmış Kırım topraklarına ilk ışıklarını gönderirken, 423.100 kişiden oluşan Kırım Türkleri, hayvan taşınmasında kullanılan tren vagonlarına, âdeta istif eder gibi yerleştirildiler. Vagonlara doldurulanların 57.000’i, 0–5 yaş arası çocuk, 68.000’i ise 60’ın üzerinde yaşlı insanlardı. Yapılan işlem, Kırım Türkleri’ni yok etme politikasının, o günün öncesinde ve sonrasında, tarihin yazmadığı bir vahşetle uygulanması idi. Bir aydan fazla süren yolculuk sırasında, kimsenin vagonlardan inmesine asla izin verilmedi. Her türlü ihtiyaçlar, vagon içerisinde karşılanıyordu. Ölenler, pencerelerden rastgele atılıyordu. Yolculuk sırasında 195.371 kişi öldü.

Kırımdaki Türklerin sürüldüğünün ertesi günü, Arabat bölgesinde bir köyde, 150 civarında Kırım Türk’ünün unutulduğu anlaşıldı. Haber Stalin’e ulaştırıldığında emir verdi: "Bunların işini 24 saat içerisinde bitirin!" Emir yerine getirildi: 20 Temmuz 1944 tarihinde Arabat Köyü'ndeki bütün Kırım Türkleri eski bir geminin içine doldurulup, denizin en derin yerine gelindiğinde ambar kapakları açılıp gemi batırılarak soykırım tamamlanmış oldu. O geminin kaptanı her yıl olayın olduğu gün sahile sıkıntılar içinde çıkıp içkiye vururmuş kendini. Sonunda çıldırarak ölmüş.

Bir zamanlar Kırım Hanlığını kurup bu bölgelerin sahibi olan Tatarlar şimdi azınlık durumuna düşmüşler, kendi topraklarında. Stalin zamanında ölmüş, öldürülmüş, zulme uğramış tıolam insan sayısının 127 milyon olduğu söyleniyor. Varın siz düşünün zulğmlerin boyutunu.

Destanlık bir olay, orada, burada, Kırım'da, Afrika'da. Hep aynı hikâye. Anadan, yârdan, serden geçip kalbini ortaya koyan insanların destanı bu. Yazılmalı mı evet, ama onu yazacak kâlemin mürekkebi gözyaşı olmalı. Çile çekerken, secde ederken, sevinirken dökülmüş birkaç damla gözyaşı: “Benim çocuğumu kurtardınız ama benim size verecek bu gülden başka bir şeyim yok” diye ağlayan Rus annenin gözyaşı olmalı o kalemin mürekkebi. Bir yüreğin harcı değil burada yaşananları kaleme almak.

Kendime Şiir Tatar Kızı

Altay'lardan Tuna'ya en güzel kadını,

Sende bütün Ortaasya'yı seviyorum,

Stepleri..

Doludizgin koşan atları..

Yemyeşil düzlükleri..

Geceleri sonsuzluğa uzanan yıldızlı gökyüzünü..

Savaşçılığı..

Tieng Şan - Tanrı dağlarının karlı

Doruklarını..

Yüzünü kesen soğuk step rüzgarlarını.. Oba çadırları..

Yakut soyluluğu Kazak sertliği.. 

Bizi Ergenekon'dan çıkaran Börte Çine'yi..

O dişi Bozkurt'u.. Hoang Ho-Sarı Irmağı..

Yang çe - Gök ırmağı.. 

               

Sarının renk krallığı ve hayatınızdaki yeri nedir?

 

Sarı kültürlü bir toplumun gelenek, görenek, inanış, düşünce, bilim ve sanat etkinliklerini kapsamakta ve o toplumun nesilden nesile geçen birikimlerinden oluşmaktadır. Renkler tarih boyunca değişik coğrafya ve kültürlerde bir ifade aracı olmanın yanı sıra, sembolik düşüncelerin ve anlamların da ifadesi olmuşlardır. 

 

Kendine güvenin rengidir. Dostluklara verilen değer de altın sarısı gibi.  Sarı rengin, ilkel toplumlarda sonsuza dek yaşamı simgelediğini ve sarı renk ışınlarının, göğün özgür mavisini delip gerçek öbür dünyanın tanrısal güçlerini açığa vurduğuna inanıldığını belirtmektedir. Kırım tatarlarının milli bayrağı Gök mavisi renkli zemin üzerinde altın sarısı renkli tarak tamgadan oluşur. Işıl ışıl, mat ve belirsiz değil bir tatar kızının kalbi.

 

Sevdikleri şeyleri yapmayı ve yalnız kalmamayı ister.

 

Arada kalmış karmaşık ilişkiler, belirsiz dostluklar, iki arada bir derede durumlar onlara göre hiç hiç değil. Ya çemberin içindesin, ya da dışında! Ya seviyorsun, ya da sevmiyorsun! Bu kadar basit. 

Cömerttirler... Paylaşımcı...

Misafirperver...

Küçük meseleleri kafasına pek takmaz ama büyük olayları da hakkını verecek yoğunlukta yaşar.

 

Kısacası tatar kızı, sevdiklerinin derdini dert edinir. Kendi için küçük meseleleri kafasına takmasa da, sizin dertlerinizi sizden daha çok takar!

 

İnsan ayırmaz, zeki ve açık görüşlüdür, en iyi arkadaştır!

 

inanılmaz alıngan ve ajitasyona meyillidir.

 

Sarı enerji veren pozitif bir renktir. Duygusal bedenimizle bağlantılı olup, arzularımızı, yaratıcılığımızı ve ilişkilerimizi yönlendirir. Canlılık ve yaratıcılığı ifade eder.

 

Güneş olmak, kendi güneşini en tepede parlatmak için aktive etmeli kendimizi ışıkla, neseyle, dansla...

Sormalı hemen...

Ben kimim? Ne istiyorum? 

Yaşamda nasıl kendimi ifade ederim? 

Şimdi hayata ben buradayım demek için

hale(Tülin’in anlamı)gibi sarı renk kullanılmıştır. Sarı, simgesel olarak güneş ışığını hatırlatır.

 

Alın fırçanızı elinize, kapınızın önündeki duvardan başlayarak birer birer, rahat rahat, birilerine inat ve inanç içinde boyayın çünkü renkler, bizim güzellik dolu dünyamızın dışa vurumudur.

 

Boyalı sokaklarda gezinin... Korkaklar ve hainler renkleri sevmezler. Hele diktatörler renklerden hiç hoşlanmazlar.     

 

     Renklilik çeşitliliktir.

     Renklilik özgürlüktür.

     Renklilik bir türe bağlı olmamaktır.

 

Onun için renkli düşünceleri, renkli davranışları beğenmezler.

 

VASİYET

 

Ölüm beni çağırdığında, 

Kazılan nemli çukur etrafında,

Kederli yüzler istemiyorum.

Ağlayanım pek olmaz..

Zannetmiyorum...

Sonbaharda sarı bir gündür o gün,

Belki hafiften bir yağmur çiseler,

Çamurlu bir tabut olur muhtemelen...

Külüstür yeşil bir cenaze arabası...

İçindede buruşuk cübbe giymiş iki belki üç hoca olur tahminim...

Hiç gerek yok hocaya...

Arkamdan dua edecek masum bir kız çocuğu çıkarsa şansıma...

Üç tane de beyaz güvercin olsun özgürlüğe bırakılan...

Çiçekmiş, çelenkmiş gereksiz...

Çiçekleri kıyamazdım dalından kopartmaya...

Tek bir beyaz gül yeterli...

Gidişimin bir başlangıç ve ebediyet olduğunu anlatmaya...

İkişerli muhabbetler, uğultu bir ses istemiyorum.

Huşu içinde uğurlanayım.

Öldüğüm yerde gömüleyim...

Bunun önemi yok.

Ruhum hep sevdiklerimin yanında... 

Bir zamanlar varlığımın kimliği olan ismim doğal yıpranmış bir taştan olup,

üzerine ismim boyayla yazılsın.

Mezarımın etrafı telle çevrilsin içine de en çok sevdiğim çiçek kaktüs ekilsin... 

                    

Tülin Sezer


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

SANATA DAİR


Sizce sanat nedir, sanatçı nasıl olunur, “mektepli olmak mı- alaylı olmak mı” konusunda fikirleriniz nelerdir?


"Sıkıntı sürecinde olgunlaşan, düşünceyle yoğunlaşan, emekle hazırlanan ve en iyiyi vermeyi amaçlayan faaliyettir" yorumu bana uygun bir tanım diyebilirim.


Sanat zorlamayla olmaz ve zorla öğretilmez. Tolstoy'un da dediği gibi sanat gönülle öğrenilir. Sanat insanın içinden kaynayarak gelir. Çoğu zaman gençlik yıllarında her hangi bir sanat dalında eğitim görmemiş fakat bunun eksikliğini sonradan fark etmiş olan aileler, çocuklarını ilgisi olsun olmasın bir sanata yöneltmek isterler. Tabii ki ailenin veya birilerinin zoruyla olan ilgi de fazla devam etmez. Başkasının isteğiyle sanata yönelen bir kimsenin başarılı olması da çoğu zaman mümkün değildir çünkü sanat, zorlama ile veya dış etkiyle olmaz. Sanat içten gelen ve fedakarlık isteyen bir iştir. Bu bakımdan Tolstoy: "Şunu hiç unutmamalıdır ki, sanat, bir fedakarlık abidesidir. Eğer siz fedakarlığa talip değilseniz, milyonlarca insanın ömrünü verdiği bu müesseseye katılmaya hakkınız yok demektir" der. 


Sanat eğitimine çok küçük yaşta başlanmalıdır çünkü resim sanatı kısa sürede öğrenilecek kadar basit değildir. Kısa sürede öğrenilen bir iş de sanat olmaz. Her hangi bir sanat dalını bütün incelikleriyle öğrenmek bir ömür almaktadır. Sanatında tanınmış kişileri araştırdığımızda onların, hayat boyu tek bir meslekle yetindiklerini ve onu da daima en iyiye ve en mükemmele götürmek için çalıştıklarını görebiliriz.


Resim sanatı usta- çırak ilişkileri içinde gelişirdi eskiden. Bu diyaloglarda ustanın tecrübe ve şahsiyeti kadar, çırağın kabiliyet ve şahsiyeti de önemliydi. Usta, çırağı bir mukallit olarak yetiştirmez, ona bizzat kendini keşfettirirdi. Aslında en iyisi, genç kabiliyetleri değişik zamanlarda, değişik ustaların terbiyesine vermek daha yararlıdır. Unutulmaması gereken önemli bir husus, resim eğitimini sadece bir usta-çırak ilişkisi olarak görmemek gerekir. Aksi halde, eğitim sahası daralır, taklide, tekrara döner ve monoton bir eğitim şekli ortaya çıkar. Buna mahkum olan sanatçılar da güzel sanat eserleri üretmek yerine, para kazanmak psikolojisiyle hareket ederlerdi. Nitekim Walt Disney'in atölyelerinde bu sitilde çalışan ve sürekli Miki Fare resimleri yapan binlerce zanaatkarın olduğu söylenmektedir.  Aslında sanatsal duyarlılığa sahip olmak içten gelen bir şeydir. Sadece okuluna gitmek ve eğitimini görmekle sanatçı olunmaz. Hiçbir okul insana, sanatsal duyarlılığı öğretemez.


Sanat ortamı, hoşgörü, güzellik ve sevgi ortamıdır. “Sanat var olmasaydı, gerçeğin kabalığı dünyayı katlanılmaz kılardı”. George Bernard Shaw. 


Resim aşktır. Bulunduğum bazı ortamlarda alaylı misiniz, mektepli mi diye soruyorlar. Sanatın okulu olur, sanatçının okulu olmaz diyorum. Üstadlarımdan öğrendiğim kadarıyla... Değerli üstadım, hocam İsmet Yavuz kendisi çok değerli bir ressamdır, sayısız sergiler yapmış ve sayısız öğrenci yetiştirmiştir. Yeri gelmiş üniversitelerde resim  eğitimi veren hocalara uzmanlık alanı olan (yağlı boya resim) alanında özel ders de vermiştir. Müzayedelerde tabloları satılmıştır. Değerli hocam Ressam İsmet Yavuz, ressam Sadettin Çağlarca ile çalışmıştır. (Sadettin Çağlar Türk ressam, yazar ve sanat eğitmeni. Cumhuriyet Döneminde devlet teşvikiyle sanat eğitimi almak üzere yurtdışına gönderilen ressamlarımızdan olup, alanında ilk yerli, özgün kitapları yazan Türk ressam ve yazardır.)


Sanatçının okulu çevresidir, yaşanmışlıklarıdır, olaylara karşı duyarlılığıdır. İnsanın içine ait olan şeyi dışarıdan kendilerine nasıl gösterebilirsiniz ki! Bir resim öğretmeni bir ressam size resim yapma tekniğini gösterebilir,  size fırça tutmayı öğretebilir ama duygularını nakledemez. Evrendeki bütün renkleri öğretir fakat renkleri yansıtacak ruhu veremez!" Okul ise bunlara bilimsellik, kendini ifade ederken süslü cümleler katar.


Yüzlerce ya da binlerce yıldan beri insanoğlu, çeşitli yüzeylere belirli resimler yapmışlar ve bu resimler aracılığıyla bir şeyler anlatmaya çalışmışlardır. Belirli bir tarihsel aşamadan sonra sanatçı, “gerçekliği” belirli bir estetik aracılığıyla nasıl anlatacağı sorunuyla karşı karşıya kalmış ve bu sorunu çözmek için birçok yol ve yöntem geliştirmeye çalışmıştır. Sanatta çeşitli stil ve akımların oluşmasının altında yatan asıl neden, işte sanatçının bu “gerçeği” arayış çabalarıdır.


Sanatın temel aracı özellikle görme ve duyma duyularımıza hitap eden ve belirli bir fikir temelinde ve güzellik biçiminde işlenen maddelerdir. Sanatçı; 

canlı, üretken, sürekli yeniyi isteyen, üzerine koyan veya hiç yoktan yaratan, yarattığı andan itibaren de bitmiş kabul etmeyip yeniden yaratan hatta sürekli yeniden yaratandır.


Sanat eseri güzel estetik olmak zorunda değildir. Fakat estetikliği ile bize bir işaret verir sadece. Sanat estetiktir veya estetik olmak zorundadır demek yanlış olur.


Sanat keşfedip öğrenmek ve içinde kaybolmaktır. Sanatın da gizleri mevcuttur. Mevcut gerçekliğinin tanımlanamaz olması ona sonsuzluk kazandırır.


Her şeyin üstünde bir sanat kavramı olamaz. Buradaki üstünlük matematik üstünlük değildir. Sanat bir anlatım dilidir. Yeri ve zamanı evrensel alandır. Bizler bu anlamda sadece altın kurallara göre tasarlanmış bir gezegenin yolcularıyız. Kimin sanatçı olduğu kimin olmadığına günümüzde  karar verebilecek kimse yoktur. Sanat yıllar içerisinde giderek yerini bulur ve zamanla taşlar yerine oturduğunda ise sanat tarihi içinde yerini bulabilir. Sanat yapan birine sen sanatçı değilsin adaletsizliğini yapabilecek bir beyin olabilir mi! Sanat tarihine baktığımızda yıllar sonra anlaşılabilen sanatçıların sayıları oldukça fazladır. O sanatçılar da zamanında sözde sanat adamları tarafından  dikkate alınmamışlardı, malesef. Fakat bugün o sanatçılar için anma günleri yapılır, anılarına etkinlikler yapılırken, müzeleri kurulmuştur. Onları dikkate almamış olan sözde sanat adamlarının ise isimleri unutulmuştur…

Resim çizmek nasıl bir duygu, ne tarz resimler çiziyorsunuz, satış yapabiliyor musunuz?


Resim çizmek harika bir duygu. İnsanın susarak içini dökmesi gibi bir şey...


Bu zeka, dışarıdan belki fark edilmiyor ama boya karışımından renkler elde etmek matematiksel ve duygusal zeka işidir. Geleneksel bakış açısına bir tür başkaldırı tir. “Eğer içinizden sen resim çizemezsin” diyen bir ses duyarsanız, her şeye rağmen çizin. O ses susacaktır.” Van Gogh


Emprestyonist resmin  kaynağı Rembrandt'dır. Daha çok da kadınların ruh halleri resimlerinin konusunu oluşturuyordu. Kalabalık içindeki yalnızlıklar… Her resmimin bir hikayesi var. Rembrandt resimlerini çok incelerim, örnek alırım. Çok okurum, sergi ve müze gezerim. İyi bir gözlemciyimdir. Gerisi hayal gücüme kalmış. Daha dışavurumcu bir tarza yatkınım. Renkçi bir anlayışla dokusal çalışırım. Genellikle tuval üzeri yağlıboya tekniği ile çalışıyorum. Bir tablodan önce kafamda bir form oluşturuyorum. Konu seçiyorum. "Fantastik soyut illüzyon" diye adlandırabilirim resimlerimi.  Daha sonra rüyalarımdan etkilendiğimden bahsetmiştim, rüya yorumlarımın bende uyandırdığı ruh haliyle, hislerimle resme renk veriyorum. Resimde renge gidiyorum. Bu tamamen psikolojik. İçimden geldiği gibi ve doğal, içsel. 


Resim sanatı tabii ki öğrenilir bir şey. Sıkı bir çalışma ile kişi kısa zamanda yaptığı çalışmaları sergileyebilir. Yetenek konusuna gelince; kimisi yüzde doksan dokuz çalışma, yüzde bir yetenek der. Kimisi işin zanaat kısmı öğretilir sanat kısmı öğretilemez der. Ben işin içinde ruh ve duygu yoksa yaratım sancısı yoksa işin sanat kısmı oluşmamıştır diye düşünürüm. Sanat eseri hem kalbe hem beyne de hitap etmeli. Bazen boş tuvalin başında akşama kadar oturduğum olur. Bazen de oturur oturmaz sular seller gibi akarım ama gün boyu resim ve renk düşünürüm ışığın peşinde. Bu benim yaşam şeklim. Resimde konu beni bulur. Çevremde bile malzeme bol. Bakmasını ve görmesini bilene. Tıpkı yazmak gibi...


Resimle uğraşanlar çoğaldı. Hobisel anlamda da eğitimlerini tamamlayıp atölye açanlar da dahil. Sanatla uğraşmak tabii ki çok güzel bir şey. Çoğalması kültürel anlamda etkisini gösteriyor fakat işin ticari kısmı farklı. Evet, tabiki tablo satıyorum. Sipariş verenler oluyor. Sergilerde beğenip alanlar oluyor. Kendime ait webim' var. Ayrıca sosyal medyadan ressam guruplarına katıldım. Yine sosyal medyada hesaplarım var. Katıldığım sergilerden özel galerilerin basmış olduğu özel kataloglar ve yararlandığım başucu kitaplarım var. Faydalı olduğu kanaatindeyim.


Çok fazla yağlı boya çalışmam var. Henüz kişisel sergimi açmadım.  En güzel resim sanırım henüz yapmadığım resim en güzel sergi de henüz açmadığımdır. Yeni dönem ve yeni yıl içinde yurt içi ve yurt dışı sergi projelerim var. Bu arada beni motive eden bir söz “meydan okumalarına sınır koyma, sınırlarına meydan oku!” 


BEŞİNCİ BÖLÜM

ATATÜRK VE NİLÜFER ÇİÇEĞİ


Toplumsal açıdan sanat, ülkemizde sanata ve sanatçıya verilen değer ve Atatürk’ün sanata bakış açısından bahseder misiniz?


Toplumlar sanatçıya ve  sanatçının peşinden koştukça gelişir, büyür. Bir ülkenin insanca yaşam değerlerinde sanatın çok önemli yeri vardır. Bir toplumun sanatçıya verdiği önem kültür ve medeniyet seviyesini gösterir.


Sanatçının el üstünde tutulduğu ülkelerde yaşam standardı yüksektir. İzlediğiniz bir resim ya da sanatsal bir eser yeteneğinizin gelişmesine yardımcı olur. Hayatta yaşadıklarınızın izdüşümüdür. Ülkeler arasında farklı düşünceyi, görülemeyeni görmeyi sağlar. Toplumu daha ileriye götüren şey sanat ve sanatçıları. Sanat değişimi ve yenileşmeyi beraberinde getirir. Sanat eserleri, bir ülkenin düşünce hayatının sonucu olarak ortaya çıkar ve kültürel birikimin  örneklerini teşkil eder. Bu örnekleri ortaya çıkaran sanatçıların eserleri ise bir dizi mücadele, çaba, acı, mutluluk, kabul ve reddedişten geçer. Bu süreç hemen hemen dünyanın her yerinde zordur ancak kabul etmek gerekir ki ülkemizde çok daha zor. Öncelikle sanat ile entegre bir toplum değiliz. Sanatı algılama ve yorumlama biçimlerimiz çok farklı. Sanatı gereksiz bulan bir toplum yapısına sahibiz. Eğitim sistemimizde sanata yeterince yer verilmiyor. Sadece belirli derslere ilgisi olan öğrenciler başarılı görüldüğünden, sanat ile alakalı herhangi bir derse gereğinden fazla ilgi duyan çocuklar hoş karşılanmıyor. Sanat adı altında yapılan işler boş, sanatçılar ise boş işler yapan insanlar olarak görüldüğünden, çocuğu çok istese bile hemen hemen her aile bu duruma karşı çıkıyor. "Çocuğum para kazanabileceğin garanti bir işin olsun. Memur ol, devlete sırtını daya" denilebiliyor. Hayal gücü geniş olan çocukların düşünceleri; aile, okul toplum tarafından köreltiliyor. İşte; ancak şöyle yazarsan, böyle çizersen sanat olur diye bir çok kıstas önümüzü kesmiş durumda ve bunlara uymayan, özgürce işini yapmak isteyen sanatçılarımız ise; sansüre uğramak, tehdit edilmek, eleştiri adı altında linçe uğramak gibi tehlikeler ile karşılaşıyor.


Sanatsal değeri yüksek olan gerçek işlere yeterince ilgi gösterilmiyor. Bunun yerine insanlara absürt bir şekilde komik gelen yapımlar tercih ediliyor. Recep İvedik filmleri gibi...


Gelir düzeyinin adaletsizliği yüzünden yeterince destek alamayan sanatsal aktivitelerin ücretleri, insanların çoğuna genellikle pahalı geliyor. Sanatsal malzemeler de pahalıya mal oluyor. Torpil olayı yetenek sınavlarında da karşımıza çıkıyor. Sanata destek verilmiyor. Yetenekli insanlar bile sanatsal bir iş yapmaktan vazgeçiyor. Sanatı bir kenara bırakıp kendisine dayatılan işi yapıyor. Kalabalıklar arasına karışıp gidiyor. Belki de büyük bir sanatçı olacak onlarca insan yalnızca geçim derdi yüzünden çok farklı işlerde çalışıyor. Ortaya da mutsuz, sanattan zevk almayan bir toplum çıkıyor...


Atatürk'ün sanata olan aşkı ve sanatçıya olan sevgisini hepimiz biliriz.  Mustafa Kemal ATATÜRK, sanatı çok seven ve sanatçılara değer veren ve destekleyen bir devlet adamıdır. Atatürk çocukluğundan beri sanata merakından dolayı bazı sanat dallarıyla da ilgilenmiştir. Şiir, edebiyat, müzik ve resim… Heykel, mimari, resim, gibi sanatın bütün dallarıyla ilgilendiği gibi bu konuda desteğini de asla esirgememiştir. Atatürk, Çankaya Köşkünde sanatçıları ağırlardı ve onlarla sohbetler ederek bilgilerini paylaşırdı.


Sanatın, toplumda ilerlemesini ve önemini ise şu sözleriyle belirtmiştir; "Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir". "Bir millet sanata önem vermedikçe büyük bir felâkete mahkûmdur". “Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz hatta Cumhurbaşkanı olabilirsiniz fakat sanatkar olamazsınız.”


“Sanatkar el öpmez, sanatkarın eli öpülür.”



Resimde konuyu nasıl buluyorsunuz, ilham alarak yaptığınız hikayesi olan bir doğa resminizden bahseder misiniz? 


Resimde konu beni bulur. Çevremde bile malzeme bol. Bakmasını ve görmesini bilene. Tıpkı yazmak gibi. Yazmak, çizmek, resim yapmak için malzeme çok. İçinizden gelmeli. Örneğin, bir dergide yer alan yazdığım ve çizdiğim bir resimden;  “Nilüfer Çiçeğinden” bahsetmek istiyorum: Doğanın sonsuz ve merak uyandırıcı ilginçlikleri arasından, nilüfer çiçeğini ayrı bir köşeye koyabiliriz. Her geçen gün karşılaştığımız olumsuzluklara göğüs germenin nevi şahsına münhasır bir sembolü olan nilüfer çiçeği gerçekten ilginç bir canlıdır. Uzun bir ömre ve dirence sahip olan nilüfer, zorluklar karşısında azmin zaferini sembolize eder. Nilüfer çiçeği, bataklık gibi bir sefillikten bile çıkabilecek saflığın ve güzelliğin sembolüdür. Açtığı zaman çamurdan dışarı doğru yükselir. Gece olduğunda, çiçeğin yaprakları kapanarak, suyun altına geri çekilir. psikolojik açıdan direncin gücünü, zorlukları potansiyel fırsatlara dönüştürme yeteneğini sembolize eden nilüfer çiçeği, acıya katlanabilen ve daha sonradan esenlik, kendine hakim olma ve kararlılık ile hareket edebilen insanları tefsir eder.


Yaşadığım kasaba Çatalca eşsiz güzelliklerle dolu. Nilüfer çiçeği sadece bu güzelliklerden biri.


Kestanelik’ ten geçip Hisarbeyli Köprüsünü aşınca nilüfer çiçekleriyle kaplı bir nazlı dere gözünüzü okşuyor, mekanın kıyısını kayıklar süslerken peyzaj içinde balık tutanlarla bir de alabalık kır lokantası bulunuyor. Derenin karşı tarafındaki balık lokantasına geçmek  için ise önce balıkçınızı telefonla arıyorsunuz. Kayığıyla karşıya geçip sizi alıyor. Lokantaya gidinceye dek nilüfer çiçeklerinin büyülü güzellikleri karşısında hayran kalırken kokusunu içinize çektiğiniz aroması sümbülü anımsatıyor ve kokusu hipnoz etkisi yaratıyor ruhsal durumuz bir anda değişiveriyor. Yolda gelirken aldığınız yerli domates ve salatalıkla yapacağınız çoban salatası ve yine kendinizin yakaladığınız özel sosuyla pişirilmiş dere balığı ziyafeti. Ağustos böcekleri ve kuş sesleri eşliğinde. Etrafınızda kızılcık ağaçları ve incir ağaçları. Böğürtlen ve kuşburnu. Bulunduğum bölgede yazmak ve resim yapmak için malzeme çok.


Nilüfer Çiçeği gibi olun. Hergün yeniden doğup zorlukları yenin:


NİLÜFER ÇİÇEĞİ


Pirinç tarlasına komşu,

Köksüz yaşar bataklıkta 

Nilüfer çiçeği...

Özgür ama sürgün... Çamurun içinde...

Kirli dünyada akça pakça bembeyaz...

Solgun ve kederli... 


Bu şekilde 

Ne olduğu yere bağlı ne de başka bir yere bağlanan...

Gökgürültüsü ile ürkerek uyanan...

Kederi, yalnızlığı tek başına sevmeyi öğrenen, 


Dereden nefes alan, kır çiçeklerinin kokusuyla beslenen...

Kendi suyunda yüzen

Hep bir yere gidecekmiş gibi azade ve özgür, yalnız... 

Gidecekmiş gibi görünüp 

Bir yere gitmeyen çaresiz çiçek nilüfer gibi...

Bir hayat girdabında...

Varlık ve yokluk arasında kaygılarımızla...

Sonsuzluk arzusu sarmalında...

Sudaki Nilüfer çiçeği gibi 

Ölümün sonsuzluk girdabına katılıyoruz.



 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol