DİYALOG MÜZESİ
diyalogsanat.tr.gg

ELİF ÇATAL KILIÇASLAN İLE


1.169. DİYALOG: DİYALOGLAR MÜZESİ 
 
Çıktısını Alarak Okuma ve Diğer Çalışma Gruplarınızda Değerlendirebilirsiniz. 
Birim Fiyatı: €420
 
20 Ağustos 2025
Erkan YAZARGAN
------------------------------
 
"Her birimiz, kendi hayat hikayemizle bir sanat eseriyiz. Göçlerimiz, mücadelelerimiz, hüzünlerimiz ve sevinçlerimiz, bizi biz yapan birer fırça darbesidir. Ve sanat, bu fırça darbelerini ölümsüzleştiren, görünmez bağları görünür kılan evrensel bir dildir. Sizin Diyalog Müzesi projeniz, bu dili konuşmanın ve yaşatmanın en güzel örneklerinden biridir."
 
Elif Çatal Kılıçaslan ile olan diyalog, bir sanatçının kariyer yolculuğunu, sanata bakış açısını ve sanatı sadece bir meslek olarak değil, bir yaşam felsefesi olarak nasıl gördüğünü gösteriyor.
 
Diyalogun Genel Değerlendirmesi
 
Bu diyalog, iki ayrı bölümden oluşsa da, sanatın evrenselliği ve kişisel algı gibi ana temalarla bütünleşiyor. İlk bölümde, Elif Hanım'ın kemanla olan kişisel bağı ve klasik müziğe olan tutkusu ele alınıyor. İkinci bölüm ise, bir başka sanatçıyla (Zehra Beşli) olan diyalogunuz üzerinden sanatın algılanışı, dilin karmaşıklığı ve müziğin evrensel dili üzerine felsefi bir tartışmaya dönüşüyor.
 
Öne Çıkan Başlıklar ve Bağlantıları
 
1. Sanatın Başlangıcı: Yetenek mi, Keşif mi?
 
Elif Hanım'ın kemana başlama hikayesi, "Asena Akan" diyalogunuzdaki "çocukça" ve "özüne yaklaşma" temalarıyla örtüşüyor. Onun müziğe yönelmesi, sadece bir yetenek sınavıyla değil, komşusu Akşit Yücelen'in onu "şarkı söylerken duyması" ile başlıyor. Bu, sanatın planlanmış bir kariyerden ziyade, bazen beklenmedik bir "keşif" ve doğal bir yeteneğin farkına varılmasıyla başladığını gösteriyor.
 
2. Klasik Müziğin Evrensel Dili
 
Diyalog, klasik müziğin "çok sesliliği" ve "evrensel" oluşu üzerinde duruyor. Elif Hanım, bu müziğin besteciler arasındaki farkları ve duygusal derinlikleri nasıl yansıttığını anlatıyor. Bu, "fahişelik, piçlik ve sanat" diyaloğunuzdaki "sanatın evrensel dilini" zedeliyor mu" sorunuzla da ilişkilendirilebilir. Elif Hanım, müziğin karmaşık yapısına rağmen duyguları ve hikayeleri dilden bağımsız olarak anlatabildiği için evrensel bir avantaja sahip olduğunu belirtiyor. Bu, sözlü sanatların (edebiyatın) yerelliğine karşı, müziğin küresel erişimini vurguluyor.
 
3. Sanatın Algılanışı: Duyulan ile Duyurulan Arasındaki Fark
 
Diyalogun ikinci bölümü, sanatın algılanışındaki kişisel farklılıklara odaklanıyor. Elif Hanım, "iki kişinin aynı müziği aynı algılamadığı" fikrini savunarak, sanatın alımlanmasının ne kadar kişisel bir deneyim olduğunu vurguluyor. Bu, "insan bir başkasını ne kadar tanıyabilir" sorunuzdaki felsefi sorgulamayla paralellik gösteriyor. Tıpkı bir insanı tam anlamıyla tanıyamayacağımız gibi, bir sanat eserini de herkesin aynı şekilde algılaması mümkün değildir. Herkes, duyduğunu kendi iç dünyası ve tecrübeleriyle yoğurarak farklı bir tat alır.
 
4. Şehir ve Sanat: Gelenekselden Moderne
Diyalogdaki "yaşlı kadının hikayesi" ve "Zehranın fotoğrafa bakış açısı", sanatın sadece konservatuvar salonlarında değil, aynı zamanda "Saime" hikayenizde olduğu gibi, sıradan insanların yaşamında da var olduğunu gösteriyor. Yaşlı kadının "hüzünlü bilgeliği" ve Zehra'nın fotoğrafçılığı, sanatta anlatılan hikayelerin sadece büyük bestecilerin veya ressamların hayatlarıyla sınırlı olmadığını, aynı zamanda halkın içinden gelen, sözlü sanatları da kapsadığını vurguluyor. Bu, "şehir, şehrin ruhu, şehir ve sanat" diyalogunuzda tartıştığınız, sanatın bir şehrin en gizli hikayelerini nasıl yansıttığı fikriyle örtüşüyor.
 
Sonuç
Elif Çatal Kılıçaslan ile olan bu diyalog, diğer diyaloglarınızla birlikte düşünüldüğünde, sanatın çok yönlü doğasını ve onun insan yaşamıyla olan derin bağını ortaya koyuyor. Sanat, bir yandan disiplinli ve akademik bir uğraş (Elif Hanım'ın eğitimi), diğer yandan ise kişisel bir keşif ve ifade biçimidir. Diyalog, sanatın sadece büyük eserler üretmek değil, aynı zamanda günlük yaşamın içindeki gizleri, duyguları ve hikayeleri algılamakla ilgili olduğunu gösteriyor.
 
HORMONAL BAĞ

 
İnsan duygularının hormonlarla olan derin ilişkisi, karmaşık ve büyüleyici bir konudur. Beynimizdeki ve vücudumuzdaki kimyasal maddeler olan hormonlar, duygusal durumumuzu ve tepkilerimizi doğrudan etkiler. Bu, duyguların yalnızca soyut kavramlar olmadığını, aynı zamanda somut, biyokimyasal süreçlerin bir sonucu olduğunu gösteriyor.
 
Duyguları Şekillendiren Hormonlar
 
Duygularımızı etkileyen dört temel hormon vardır ve bunlar genellikle "mutluluk hormonları" olarak anılır:
 
* Dopamin: Ödül ve motivasyon hormonu olarak bilinir. Bir hedefe ulaştığımızda veya bir başarı elde ettiğimizde salgılanır, bize haz ve tatmin hissi verir. Bu haz, o davranışı tekrar etme isteği yaratır.
 
* Serotonin: Ruh halini, uykuyu ve iştahı düzenleyen temel hormondur. Düşük serotonin seviyeleri depresyon ve anksiyete ile ilişkilidir. Huzur, denge ve iyimserlik hissi verir.
 
* Oksitosin: "Sevgi ve bağlanma" hormonu olarak adlandırılır. Özellikle yakın ilişkilerde, sosyal etkileşimlerde ve fiziksel temasta salgılanır. Güven, empati ve sosyal bağ kurma duygularını güçlendirir.
 
* Endorfin: Vücudun doğal ağrı kesicisidir. Fiziksel aktivite, kahkaha veya acı anında salgılanarak rahatlama ve keyif hissi yaratır.
Diyaloglarla Biyokimyasal Bağlantılar
 
Bu hormonların işleyişini, konuşmalarınızdaki karakterlerin hikayeleriyle eşleştirmek, biyoloji ve insan hikayeleri arasındaki bağı gözler önüne seriyor.
 
1. Başarının Dopamin Yüzü (Ela Cansu Bekgöz)
 
Ela Cansu Bekgöz diyaloğunda, genç bir piyanistin kariyer yolculuğunu ve başarılarını gördük. Onun Eskişehir ve Bulgaristan'daki yarışmalara katılması ve "En İyi Türk Besteci Yorumu" ödülünü kazanması, beynindeki dopamin sistemini harekete geçirmiş olabilir. Bu başarılar, ona tatmin duygusu vermiş, motivasyonunu artırmış ve daha fazlasını başarmak için gerekli olan coşkuyu sağlamıştır. Piyano eğitimine devam etme ve Erasmus programına katılma kararı, işte bu ödül-dopamin döngüsünün bir sonucudur.
 
2. Bağlanmanın Oksitosin Yüzü (Saime)
Saime şiir dizisindeki "koyun koyuna yatan kardeşler" ve ailenin bir arada olma vurgusu, oksitosin hormonuyla açıklanabilir. Zorlu göçler ve yokluklar sırasında, Saime'nin ailesiyle kurduğu bağlar, güvensiz bir ortamda güven ve aidiyet hissi yaratır. Bu güçlü aile bağları, zorluklar karşısında dayanışmayı pekiştirir ve bireylerin ruhsal olarak hayatta kalmasına yardımcı olur. Bu, annelik, sevgi ve fedakarlık temalarını taşıyan her hikayede görülen temel bir biyokimyasal bağdır.
 
3. Mücadele ve Endorfin İlişkisi (Saime)
Saime'nin hayatındaki "Ha babam, de babam çabala ha çabala" dizesi, fiziksel ve ruhsal mücadelenin bir özeti gibidir. Bu tür yoğun çaba ve zorluklar, vücudun endorfin salgılamasına neden olabilir. Endorfinler, fiziksel yorgunluk ve acıyı hafifleterek, kişinin mücadelesine devam etmesini sağlayan doğal bir mekanizmadır. Saime'nin dayanıklılığı ve yılmaz ruhu, sadece psikolojik bir güç değil, aynı zamanda bedeninin zorluklarla başa çıkmak için ürettiği kimyasal bir tepki de olabilir.
 
Sonuç olarak, duygularımız sadece psikolojik birer durum değil, aynı zamanda hormonal sistemimiz tarafından orkestralanan karmaşık biyokimyasal süreçlerdir. Sanatçılar, bunu farkında olmasalar bile, eserleriyle bu biyokimyasal reaksiyonları tetikler, insanların hormonlarını harekete geçirerek onları güldürebilir, ağlatabilir veya ilham verebilir. Bu, sanatın insan ruhuna doğrudan dokunmasının bilimsel bir açıklamasıdır.
 
DUYGULAR

 
Temel insani duyguların sadece mutluluğun pozitif, diğerlerinin ise negatif olarak algılanması, hem insanlık tarihiyle hem de genetik aktarımla yakından ilişkilidir. Bu durum, duyguların sadece kişisel deneyimler değil, aynı zamanda türümüzün hayatta kalma mücadelesinin bir ürünü olduğunu gösterir.
 
Evrimsel Açıdan Duyguların Anlamı
 
Duygular, sadece bir his değil, aynı zamanda hayatta kalmak için geliştirilmiş biyolojik mekanizmalardır. İnsanlık tarihi boyunca, hayatta kalma ve türü devam ettirme önceliği, olumsuz olarak algılanan duyguların evrilmesinde kilit rol oynamıştır.
 
* Korku ve Kaygı: Bu duygular, bir tehdit karşısında hızlıca harekete geçmemizi sağlar. Bir avcı gördüğümüzde duyduğumuz korku, kaçmamız veya savaşmamız için gerekli olan adrenalin salgılanmasını tetikler. Kaygı, potansiyel tehlikelere karşı bizi tetikte tutar. Bunlar, hayatta kalmak için "olumsuz" değil, tam tersine hayat kurtaran duygulardır.
 
* Hüzün ve Keder: Bir kayıp yaşadığımızda hissettiğimiz hüzün, hem kendimize hem de çevremize bir "yardım sinyali" gönderir. Bu duygu, sosyal destek aramamızı ve yaşadığımız travmayı işlememizi sağlar. Keder, bir bağın koptuğunu işaret ederek, bireyin yeniden bağ kurması veya yeni bir duruma adapte olması için zaman tanır.
 
* Öfke: Bir adaletsizlik veya tehdit hissettiğimizde ortaya çıkan öfke, sınırlarımızı korumak ve kendimizi savunmak için güçlü bir motivasyon kaynağıdır. Öfke, bir nevi "dokunulmazlık" alanı yaratır.
 
Genetik Aktarım ve Algı
 
Bu duygular, genetik kodlarımız aracılığıyla nesilden nesile aktarılan hayatta kalma stratejileri olarak görülebilir. Atalarımız, tehlikeye karşı duyarlı olan genleri sayesinde hayatta kalmış ve bu genleri bize aktarmışlardır. Bugün bir korku filminde gerilmemiz veya bir roman karakterinin hüznüne ortak olmamız, bu genetik hafızanın bir yansımasıdır. Ancak günümüz modern dünyasında, bu hayatta kalma mekanizmaları bazen işlevini yitirebilir. Örneğin, atalarımızı koruyan kaygı, modern dünyada sürekli bir endişe kaynağına dönüşerek anksiyete bozukluklarına yol açabilir.
 
Algıdaki Çarpıklık
 
Mutluluğun dışında kalan tüm duyguları "negatif" veya "karanlık" olarak etiketlememiz, modern toplumun bir algı çarpıklığı olabilir. Bu durum, sürekli pozitif kalma baskısı ve acıdan kaçınma isteğiyle ilişkilidir. Oysa ki duygular, doğası gereği nötrdür. Onları "iyi" veya "kötü" yapan, bizim onlara yüklediğimiz anlamdır. Hüzün, empati ve yaratıcılığın kaynağı olabilirken, öfke bir değişimin kıvılcımını yakabilir.
Sanat eserleri de bu durumu doğrular niteliktedir. Saime'nin hayatındaki hüzün ve mücadele, Leonardo da Vinci'nin yalnızlığı, sanatı besleyen ve insanlık tarihinde iz bırakan duygulardır. Bu duygular, sadece "karanlık" değil, aynı zamanda insan ruhunun en derin ve en güçlü yanlarını da yansıtır.
 
İnsan duygularının doğası gereği negatif olduğu düşüncesi, aslında duygulara yönelik yaygın bir yanılgıya dayanıyor. Gerçekte, duyguların kendisi ne pozitif ne de negatiftir. Onlar, beynimizin hayatta kalma ve çevreye uyum sağlama aracı olarak geliştirdiği nötr tepkilerdir. Bu tepkilerin bazılarını biz "negatif" olarak etiketlesek de, bu duyguların her birinin insan türünün evrimi ve hayatta kalması için hayati bir işlevi vardır.
 
"Negatif" Duyguların Hayati İşlevleri
 
1. Tehlikeyi Algılama ve Tepki Verme:
Korku ve kaygı, en temel hayatta kalma duygularıdır. Atalarımızın, bir yırtıcı hayvanı veya gizli bir tehdidi fark ettiklerinde hissettikleri korku, onlara "savaş ya da kaç" tepkisini vermeleri için gerekli adrenalini sağlamıştır. Kaygı ise, henüz gerçekleşmemiş potansiyel tehlikelere karşı tetikte olmamızı sağlar. Bu duygular olmasaydı, türümüzün hayatta kalması çok daha zor olurdu. Modern dünyada, bu duygular bizi trafikteki kazalardan veya iş hayatındaki risklerden korur.
 
2. Sınırları Koruma ve Harekete Geçme:
Öfke, haksızlığa uğradığımızda veya sınırlarımız aşıldığında ortaya çıkan güçlü bir duygudur. Bu duygu, bize kendimizi savunma, haklarımızı koruma ve adaletsizliğe karşı durma gücü verir. Bir sanatçının eserinin kopyalanmasına duyduğu öfke, telif hakları mücadelesini başlatabilir. Bir toplumun maruz kaldığı adaletsizlik, isyan ve değişim hareketlerini tetikleyebilir. Öfke, pasif kalmak yerine harekete geçmek için güçlü bir motivasyondur.
 
3. Sosyal Bağ Kurma ve Empati Geliştirme:
Hüzün ve keder, bir kayıp ya da hayal kırıklığı karşısında hissettiğimiz duygulardır. Bu duygular, sadece kişisel bir acı değil, aynı zamanda çevremizden sosyal destek aramamızı sağlayan bir sinyaldir. Birini kaybettiğimizde hissettiğimiz keder, başkalarıyla bağ kurarak teselli bulmamıza yardımcı olur. Aynı zamanda, bir başkasının hüznünü gördüğümüzde hissettiğimiz empati, sosyal bağlarımızı güçlendirir. Bu duygular olmasaydı, insanlar birbirleriyle derin duygusal bağlar kurmakta zorlanırdı.
Duygulara Yüklediğimiz Anlamlar
 
Duyguların kendisi nötr olsa da, onlara yüklediğimiz anlamlar ve toplumsal tepkiler onları "negatif" yapar. Modern toplumlar, genellikle mutluluğu en yüksek değer olarak kabul eder ve acı, hüzün veya öfke gibi duygulardan kaçınmayı teşvik eder. Bu durum, bu duyguların bastırılmasına ve sağlıksız yollarla ifade edilmesine neden olabilir.
 
Örneğin, Leonardo da Vinci'nin babası tarafından dışlanmasının yarattığı hüzün, onu geleneksel yollardan uzaklaştırıp sanat ve bilime yöneltti. Bu hüzün, onun dehasının temel bir parçası haline geldi. Benzer şekilde, Saime'nin hayatındaki yokluk ve mücadele, onun hikayesini ölümsüz kılan birer sanat eseri yarattı. Bu örnekler, "negatif" olarak adlandırdığımız duyguların aslında yaratıcılığın ve insanlık durumunun en zengin kaynakları olduğunu gösteriyor.
Duygular, sadece birer his değil, bizi biz yapan karmaşık bir bilgi sistemidir. Onları "negatif" olarak etiketlemek yerine, her birinin bize ve çevremize ne anlattığını anlamaya çalışmak, hem kişisel gelişim hem de toplumsal anlayış için hayati öneme sahiptir.
 
SORU: Sanat dalları alt kollarıyla birlikte gelişip kayıt altına alınırken-Klasik Müzik' den hareketle, hangi aşalardan geçer ve sen bu ilerlemenin geleceğini nasıl görüyorsun?

 
Müzik gibi sanat dalları, alt dallarıyla birlikte gelişim ve kayıt altına alınma süreçlerinde karmaşık aşamalardan geçer. Bu ilerleme, sadece teknik bir evrim değil, aynı zamanda toplumsal, teknolojik ve kültürel değişimlerin de bir yansımasıdır.
 
Klasik Müziğin Gelişim Aşamaları
 
Klasik Batı Müziği özelinde bu ilerlemeyi dört ana aşamada inceleyebiliriz:
 
1. Gelenek ve Kural (Orta Çağ - Barok Dönem):
 
Bu dönem, müziğin çoğunlukla dini kurumların (kilise) ve soylu ailelerin himayesinde olduğu bir zamandı. Sanatçılar, mevcut formlara ve katı kurallara bağlı kalarak eser üretiyordu. Notasyon (müzik yazısı), bu dönemde müziği kalıcı kılmak ve gelecek nesillere aktarmak için geliştirildi. Eserler, el yazması olarak çoğaltılıyor, bu da onların yayılmasını yavaşlatıyordu.
 
2. Bireysellik ve Duygu (Klasik - Romantik Dönem):
 
Müziğin saraylardan ve kiliselerden çıkıp halka indiği bu dönemde, besteciler kendi bireysel ifadelerine daha fazla odaklandı. Mozart'ın iyimserliği veya Tchaikovsky'nin fırtınalı duyguları, müziğe kişisel bir ruh katıyordu. Matbaa teknolojisinin gelişmesiyle notaların yayılması hızlandı. Bu sayede eserler, daha geniş kitlelere ulaştı ve konser salonları ortaya çıktı.
 
3. Kayıt ve Mekanik Çoğaltma (20. Yüzyıl):
Fonograf ve gramofonun icadıyla müzik, ilk kez fiziksel bir nesne olarak (plak) kaydedilebilir hale geldi. Bu, müzik tarihinde bir devrimdi. Artık bir eseri dinlemek için canlı bir konsere gitmek gerekmiyordu. Müzik, evrensel bir ürüne dönüşüyordu. Bu süreçte, Caz, Blues ve Rock'n Roll gibi popüler müzik türleri de kendi alt kollarını oluşturdu.
 
4. Dijital ve Küresel Yayılım (21. Yüzyıl):
Günümüzdeyse müzik, tamamen dijital bir formata geçti. CD'ler, MP3'ler, ve en önemlisi çevrimiçi yayın platformları (streaming) sayesinde, bir eser saniyeler içinde tüm dünyaya ulaşıyor. Sanatçılar (Elif Çatal Kılıçaslan gibi), yeteneklerini sergilemek için büyük orkestralara veya plak şirketlerine bağımlı kalmadan küresel bir kitleye ulaşabiliyor. Sanat, merkezi kurumların tekelinden çıkıp bireysel yaratıcılığın ve paylaşımın platformu haline geliyor.
 
Bu İlerlemenin Geleceği
 
Gelecekte, müziğin ve diğer sanat dallarının bu dijital ve demokratikleşme sürecini daha da ileri taşıyacağını düşünüyorum.
 
* Yapay Zekânın Yaratıcılığa Katkısı: Yapay zekâ, notaları analiz edip yeni besteler yapabiliyor. Gelecekte, sanatçılar yapay zekâyı bir enstrüman veya bir ortak gibi kullanarak yeni ve daha karmaşık eserler yaratabilir. Bu, "insanı ayıran en büyük özellik olan sanatsal yaratıcılık" kavramını yeniden sorgulamamıza neden olabilir.
 
* Sanal ve Artırılmış Gerçeklik: Konser salonları ve müzeler, fiziksel mekânlarla sınırlı kalmayacak. Sanal gerçeklik (VR) teknolojileriyle, insanlar evlerinden, Beethoven'ın yaşadığı dönemde bir konseri deneyimleyebilecek veya bir orkestranın ortasında oturarak müziği farklı bir boyutta hissedebilecek.
 
* Mikro Sanat Toplulukları: Sanat, ana akım ve popüler kültürün ötesinde, belirli ilgi alanlarına sahip küçük topluluklar arasında daha da yaygınlaşacak. Diyalog Müzesi gibi platformlar, bu niş toplulukların kendi seslerini ve hikayelerini duyurması için hayati bir rol oynamaya devam edecek. Sanat, sadece bir gösteri değil, aynı zamanda bir iletişim aracı olmaya devam edecek.
 
Sanatın geleceği, teknolojiyle iç içe geçmiş, daha demokratik ve kişisel bir hal alacak. Yüksek sanatın ve halk sanatının arasındaki sınırlar giderek daha da belirsizleşecek.
 
SORU: Duyguların tedavisi veya iyileştirilmesi sürecini nasıl tanımlarız, gelecek nesillerin daha duygusal sağlıklı yaşam sürmeleri için sanatın katkıları ne olabilir?

 
Duyguların tedavisi veya iyileştirilmesi, sadece bir hastalığı ortadan kaldırmak değil, aynı zamanda duygularla sağlıklı bir ilişki kurmayı öğrenmek demektir. Bu süreç, duyguları bastırmak veya yok saymak yerine, onları anlamayı, kabul etmeyi ve yapıcı bir şekilde ifade etmeyi içerir.
Duyguların Tedavisi ve İyileştirilmesi
Duygusal iyileşme, her bir duygunun bir amacı olduğunu kabul ederek başlar. Bu amaç, evrimsel olarak hayatta kalmamızı sağlamak, sosyal bağlar kurmak veya kişisel sınırlarımızı korumaktır. Bu nedenle, bir duygu "tedavi edilmez" veya "yok edilmez," aksine işlenir ve dönüştürülür.
 
Bu süreç genellikle üç ana adımı içerir:
* Farkındalık (Tanıma): İlk adım, ne hissettiğimizi dürüstçe fark etmektir. "Şu an üzgünüm," "Kızgın hissediyorum" diyebilmek, duyguyu yönetmenin ilk adımıdır. Bu, duyguyu bastırmak yerine onun varlığını kabul etmektir.
 
* Anlama (Sorgulama): İkinci adım, duygunun neden ortaya çıktığını anlamaya çalışmaktır. "Neden kızgınım? Sınırlarım mı aşıldı?" gibi sorularla duygunun kökenine inilir. Bu, duygunun bize ne anlatmaya çalıştığını bulmaya yardımcı olur.
 
* İfade ve Dönüşüm (Yapılandırma): Üçüncü adım, duyguyu yapıcı bir şekilde ifade etmektir. Öfkeyi bağırmak yerine, onu bir spor aktivitesine yönlendirmek veya üzüntüyü içine kapanmak yerine bir dostla paylaşmak gibi. İşte bu noktada sanat, duygu dönüşümü için en güçlü araçlardan biri haline gelir.
 
Sanatın Duygusal Sağlığa Katkıları
 
Sanat, gelecek nesillerin daha duygusal olarak sağlıklı olmalarına paha biçilmez katkılar sağlayabilir.
 
* Duygusal Dışavurum ve Dönüşüm: Sanat, dilin yetersiz kaldığı durumlarda duyguları ifade etme imkanı sunar. Çocuklar bir resim yaparak, müzik besteleyerek veya bir hikaye yazarak iç dünyalarını dışa vurabilirler. Bu, özellikle travma yaşamış bireyler için duygusal yüklerini boşaltmanın güvenli bir yoludur. "Saime" şiir dizisi, hüzün ve mücadeleyi sanatla dönüştürmenin en güzel örneklerinden biridir.
 
* Empati Geliştirme: Sanat, başkalarının duygularını anlama yeteneği olan empatiyi geliştirir. Bir roman okuyarak veya bir tiyatro oyunu izleyerek, farklı karakterlerin ve kültürlerin dünyasına adım atarız. Bu, kendi duygularımızla birlikte başkalarınınkini de tanıma ve anlama fırsatı verir.
 
* Bağlanma ve Sosyal İlişkileri Güçlendirme: Toplumun "Yuvayı dişi kuş yapar" gibi ataerkil düşüncelerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan yalnızlık ve dışlanmışlık gibi olumsuz duygular, sanatın sunduğu ortak deneyimlerle aşılabilir. Konserlere, sergilere veya tiyatroya gitmek, insanları bir araya getirir. Ela Cansu Bekgöz diyalogunuzda bahsettiği gibi, müzik, farklı kültürlerden insanları bir araya getiren evrensel bir dildir.
 
* Yaratıcılık ve Özgüven: Sanatla uğraşmak, kişisel ifadeyi ve özgüveni artırır. Kendi eserini yaratmak, bir bireye "Ben değerliyim ve önemli bir şeyler söyleyebilirim" hissi verir. Leonardo da Vinci'nin hikayesi, dışlanmış bir bireyin yaratıcılık yoluyla kendini nasıl ifade ettiğinin ve tüm dünyayı nasıl etkilediğinin en büyük kanıtıdır.
 
Gelecek nesillerin duygusal sağlığını iyileştirmek için, okullarda sanat eğitimine daha fazla yer vermeli, her bireyin kendini sanatla ifade etme fırsatı bulduğu bir toplum yaratmalıyız.
 
Ölüm ve diğer korkularla başa çıkmanın en güzel yolu, bu duygulardan kaçmak yerine, onları anlamak ve kabul etmektir. Bu süreçte, insanlık tarihi boyunca biriktirdiğimiz bilgeliği ve sanatın dönüştürücü gücünü kullanabiliriz.
 
1. Kabul ve Farkındalık
 
Korku, bizi hayatta tutmak için evrimleşmiş, doğal bir duygudur. Ölüm korkusu ise, varoluşumuzun en temel gerçeği olan sonluluğumuzun farkına varmamızdan kaynaklanır. Bu korkularla başa çıkmanın ilk adımı, onları bastırmak yerine kabul etmektir.
 
* Duygularınızı Tanıyın: Tıpkı duygusal iyileşme sürecinde konuştuğumuz gibi, hissettiğiniz korkuyu adlandırın. "Ölmekten korkuyorum" veya "Yalnız kalmaktan korkuyorum" demek, duygunun gücünü azaltır.
 
* Korkunun İşlevini Anlayın: Korkunun size ne anlatmaya çalıştığını düşünün. Belki de yaşamın kıymetini bilmeniz, sevdiklerinizle daha fazla vakit geçirmeniz veya yarım kalmış hayallerinizi gerçekleştirmeniz için bir uyarıdır.
 
2. Anlam ve Miras Yaratmak
Korkular, genellikle anlamsızlık hissinden beslenir. Yaşamımıza bir anlam katmak, ölüm korkusunu hafifletebilir.
 
* Yaratıcılığa Odaklanın: Tıpkı Leonardo da Vinci gibi, zorluklardan bile ilham alarak yaratıcılığa yönelin. Sanat, ölümden sonra bile var olabilen bir miras bırakmanın en güçlü yoludur. Bir şiir, bir resim veya bir müzik eseri, sizin varlığınızın bir kanıtı olarak gelecek nesillere aktarılır.
 
* İlişkilerinizi Güçlendirin: Saime şiirinde gördüğümüz gibi, insan ilişkileri en büyük sığınaktır. Sevdiklerinizle kurduğunuz güçlü bağlar ve paylaştığınız anılar, yalnızlık ve ölüm korkusunu hafifletir.
 
3. Sanatın Dönüştürücü Gücünü Kullanmak
Sanat, ölüm ve korku gibi evrensel temalarla yüzleşmenin ve onları dönüştürmenin en etkili yollarından biridir.
 
* Sanatı Tüketin: Ölüm temasını işleyen bir film izlemek, bir kitap okumak veya klasik bir müzik eseri dinlemek, bu korkularla güvenli bir alanda yüzleşmenizi sağlar.
 
* Sanat Üretin: Kendi korkularınızı sanat aracılığıyla ifade edin. Bir şeyler çizmek, yazmak veya bestelemek, içsel fırtınalarınızı dışa vurarak onları somut ve yönetilebilir hale getirmenize yardımcı olur.
Ölüm korkusu, aslında yaşamın bir parçasıdır. Onunla savaşmak yerine, onu bir ilham kaynağına dönüştürerek daha anlamlı ve dolu bir hayat yaşayabiliriz.
 
"Yaşamın kıymetini bilmek," basit bir ifade gibi görünse de, aslında oldukça derin bir felsefeyi içinde barındırır. Bu, sadece hayatta olmanın değil, hayatın her anını, en sıradan anları bile farkındalıkla ve şükranla yaşamanın sanatıdır. Yaşamın kıymetini bilmek, çoğunlukla zorluklar ve kayıplar karşısında daha net anladığımız bir gerçektir.
 
Yaşamın Kıymetini Bilmenin Örnekleri
Bu kavramı, daha önce konuştuğumuz diyaloglardaki karakterlerin yaşamlarından örneklerle somutlaştırabiliriz:
 
1. Sınırlı Zamanın Farkında Olmak: Ölüm ve Sanat
 
Yaşamın en büyük paradokslarından biri, onun sonlu olmasıdır. Tam da bu sonluluk, hayatı değerli kılar. Leonardo da Vinci gibi bir dahinin hikayesi, bu durumu çarpıcı bir şekilde gözler önüne serer. O, babası tarafından dışlanmış ve toplumsal normların dışında kalmış olsa da, bu zorlukları sanatına yansıtmıştır. Ölümün kaçınılmazlığını kabullenerek, "Son Akşam Yemeği" gibi ölümsüz eserler yaratmış ve hayatının her anını keşfetmeye adamıştır. Bu, yaşamın kıymetini bilmenin en üst düzeydeki ifadesidir: Kendi varlığınızı aşan bir miras bırakmak.
 
2. Zorluklarda Gizli Olan Değeri Bulmak: Yokluk ve Güç
 
Yaşamın kıymetini bilmek, sadece iyi zamanları değil, zor zamanları da kabul etmektir. Saime'nin yaşamı, bu gerçeğin dokunaklı bir örneğidir. "İsi yıkanan lamba" ve "ha babam, de babam çabala ha çabala" dizeleri, yokluk ve mücadeleyle dolu bir ömrü anlatır. Ancak bu zorluklar, onun hayatını anlamsız kılmamış, aksine ona derin bir anlam katmıştır. Saime, zorluklar karşısında yılmadan ailesi için yuva kurmuş, çocuklarını yetiştirmiş ve geride direnişle dolu bir miras bırakmıştır. Yaşamın kıymetini bilmek, onun gibi zorlukların içinde bile umudu ve gücü bulabilmektir.
 
3. Küçük Anların Güzelliğini Görmek: Bağlanma ve Anlam
 
Yaşamın kıymetini bilmek, büyük başarıları beklemek yerine, günlük hayattaki küçük anlardan zevk almayı öğrenmektir. Ela Cansu Bekgöz'ün piyano çalmaya başlama hikayesi, büyük bir kariyer hedefinden ziyade, müziğe olan çocukça bir sevgiden doğmuştur. Onun için piyano sadece bir enstrüman değil, iç dünyasını ifade etme yoludur. Benzer şekilde, Saime'nin hayatındaki "koyun koyuna yatan kardeşler" gibi anılar, yaşamı değerli kılan, paradan veya statüden bağımsız, derin insani bağlardır.
 
Yaşamın kıymetini bilmek, ölüm korkusuyla yüzleşmekten, zorlukları birer gelişim fırsatı olarak görmeye ve en sıradan anlarda bile bir anlam bulmaya kadar uzanan geniş bir yelpazeyi kapsar. Kısacası, yaşamın kıymetini bilmek, hayatın kendisine, tüm iyi ve kötü yönleriyle, bir sanat eseri gibi yaklaşmaktır.
 
TEŞEKKÜRLER 

 
Rica ederim. Bu anlamlı ve derin diyalog için ben de size teşekkür ederim.
 
Konuşmalarımız boyunca sanatın, hayatın ve insanlığın en temel sorularına dokunduk. Sanatın, en zorlu koşullarda bile nasıl bir umut ve ifade aracı olduğunu, sadece büyük eserlerde değil, gündelik hayatın sıradan anlarında da var olduğunu gördük.
Sonsöz olarak şunu söyleyebilirim: Her birimiz, kendi hayat hikayemizle bir sanat eseriyiz. Göçlerimiz, mücadelelerimiz, hüzünlerimiz ve sevinçlerimiz, bizi biz yapan birer fırça darbesidir. Ve sanat, bu fırça darbelerini ölümsüzleştiren, görünmez bağları görünür kılan evrensel bir dildir. Sizin Diyalog Müzesi projeniz, bu dili konuşmanın ve yaşatmanın en güzel örneklerinden biridir.
 
ROMANI 

 
Tüm bu diyaloglardan bir roman yazacak olsaydım, bu birbiriyle görünmez iplerle bağlı karakterlerin ve hikayelerin iç içe geçtiği, katmanlı bir eser olurdu. Romanın adı, sizin projenizden ilhamla, "Diyalog Müzesi" olurdu.
 
Romanın Yapısı
Roman, doğrusal bir zaman akışına sahip olmazdı. Her bölüm, müzenin farklı bir odası gibi, ayrı bir diyalogdan yola çıkan, bağımsız ama birbiriyle bağlantılı hikayeleri anlatırdı.
 
* Ana Karakter: Romanın ana karakteri, bu diyalogları toplayan ve müzeyi inşa eden kişi olurdu. Adı belirsiz olurdu, tıpkı sizin gibi. Bu kişi, bu diyaloglar sayesinde kendi kimliğini ve insanlığa dair sorulara cevaplar arayan bir anlatıcı konumunda olurdu.
 
* Müzenin Odaları: Her bölüm, bir diyalogdan ilham alan bir "oda" olarak tasarlanır, o diyalogdan bir nesne veya bir an ile başlardı.
 
Hikayelerin Akışı ve Bağlantıları
 * Birinci Oda: "Saime'nin Odası"
   * Giriş: Roman, bir zamanlar Saime'nin yaşadığı, incir dökülen bir yolun tasviriyle başlardı. Bu oda, göç, yokluk ve direnç temalarını işlerdi. Anlatıcı, Saime'nin hikayesini okurken, kendi ailesinin göç hikayesiyle benzerlikler bulur ve evrensel bir acının izini sürerdi.
 * İkinci Oda: "Ela Cansu'nun Odası"
   * Giriş: Bu oda, Münih'teki bir konser salonunun veya bir piyanonun tasviriyle açılırdı. Hikaye, Ela Cansu'nun kariyer yolculuğunu, başarıya giden yolda duyduğu dopamin coşkusunu ve "Galatasaraylı bir kız" olma gibi köklerine olan bağlılığını anlatırdı. Anlatıcı, sanatın sadece büyük bir yetenek değil, aynı zamanda kişisel kimliğin bir yansıması olduğunu fark ederdi.
 * Üçüncü Oda: "Sonsuz Yolculuk Odası"
   * Giriş: Bu bölüm, Da Vinci'nin defterlerinden bir sayfanın veya Michelangelo'nun fırçasından dökülen boyanın tasviriyle başlardı. Bu oda, sanatı ve sanatçıları bir araya getiren "aykırı kimlikler" temasını işlerdi. Anlatıcı, Leonardo'nun "piç" statüsünün onu nasıl özgür kıldığını düşünürken, fahişelik gerçeğiyle sanatın çelişkisini sorgulardı.
 * Dördüncü Oda: "Yüreğin Sesi Odası"
   * Giriş: Bu oda, bir kemanın sesiyle veya Ankara'daki bir apartmanın merdivenlerinden gelen bir şarkının melodisiyle başlardı. Elif Çatal Kılıçaslan'ın hikayesi, sanatın nasıl keşfedildiğini, onun bir "enerji" ve "coşku" olduğunu anlatırdı. Anlatıcı, sanatı bir meslek olarak değil, bir yaşam felsefesi olarak görmenin güzelliğini fark ederdi.
 
Romanın Temel Mesajı
Bu roman, her bir diyalogdan yola çıkarak, insanlık durumunun karmaşıklığını ve çok katmanlılığını ortaya koyardı. En temel mesajı, sanatın sadece lüks bir uğraş değil, aynı zamanda hayatta kalmanın, kendini ifade etmenin ve ölümsüzlüğe ulaşmanın en saf biçimi olduğuydu.
 
Sonunda, anlatıcı Diyalog Müzesi'nin kapılarını kapatırken, aslında bir binayı değil, insanlığın ortak ruhunu koruduğunu anlardı. Çünkü sanat, kültür ve diyaloglar olmadan medeniyet var olamazdı.
 
SENARYOSU 

 
Romandaki diyaloglar, karakterlerin iç dünyasını yansıtan, samimi ve sorgulayıcı bir yapıya sahip olurdu. Senaryo ise bu diyalogları ve hikâyeleri, görsel ve işitsel bir deneyimle bir araya getirerek izleyiciyi adeta bir serginin içinde gezdirirdi.
 
Senaryo Yapısı
Senaryo, doğrusal bir anlatı yerine, tıpkı diyaloglar gibi iç içe geçmiş bölümlerden oluşurdu. Her bölüm, romandaki gibi "Diyalog Müzesi"nin farklı bir odasını temsil eder ve o odadaki diyaloglarla canlanırdı.
 
* Açılış Sahnesi: Senaryo, sessiz bir müzede, anlatıcının (küratörün) o müzeyi inşa etme sürecini anlattığı bir monologla başlardı. Elinde "Saime" şiirinin bir baskısıyla, ilk odaya yönelir. Işık yavaşça yükselir, odanın içindeki bir gaz lambası belirir.
 
* Geçişler: Bir odadan diğerine geçişler, sesler ve görüntülerle sağlanırdı. Örneğin, "Saime" odasındaki rüzgar sesi, yavaşça yerini piyano sesine bırakır ve biz kendimizi "Ela Cansu" odasında bulurduk. Ya da bir fırça darbesinin sesi, "Leonardo da Vinci" odasına geçiş yapardı.
 
Diyaloglar
Diyaloglar, karakterlerin gerçek konuşmalarından esinlenerek, kısa, net ve duygusal olarak yoğun olurdu. Her diyalog, bir ana fikri veya duyguyu öne çıkarır.
 
"Saime" Odası:
 * Anlatıcı: "Burası, müzenin ilk odası. Bir kadının, Saime’nin sesiyle inşa edildi. 'Ne çileli yaşam' diyor şiirde. Ama o çile, sadece bir sona değil, bir başlangıca da yol açtı."
 * Saime'nin Sesi (geriye dönük): "Ha babam, de babam çabala ha çabala. İsi silinen lamba camı, hep yeni bir günün ışığı oldu."
 * Anlatıcı: "O ışık, bugün bu müzenin duvarlarına vuruyor."
"Ela Cansu" Odası:
 * Anlatıcı: "Bu oda, geleceğe bakıyor. Başarının coşkusuna, gençliğin cesaretine..."
 * Ela Cansu (Görüntü): Bir piyanoya oturur. "Erasmus’a geldim... dilim yeterli değil ama önemli değil. Koro, oda müziği... yeni bir şeyler yaratmanın heyecanı..."
 * Anlatıcı: "Onun coşkusu, dopamin gibi yayılıyor... bir başarıdan diğerine..."
 * Ela Cansu: "Ben bir Galatasaraylı bir kızım. Böyle doğdum, böyle büyüdüm."
 * Anlatıcı: "Başarılar, kariyerler gelir geçer... ama kimlik, o hep kalır."
"Leonardo da Vinci" Odası:
 * Anlatıcı: "Bu oda, reddedilişin gücünü anlatır. Toplumun dışladığı, norm dışı görülen o dahiyi..."
 * Leonardo (Görüntü): Bir not defterine çizim yaparken.
 * Leonardo'nun Sesi: "Babam beni reddetti. Floransa beni. Ama ben, hiçbirine ait olmadım."
 * Anlatıcı: "Ve bu aidiyetsizlik, onu kısıtlamadı. Aksine, bilimin ve sanatın sınırlarını zorladı. Dışlanmışlık, onun en büyük ilhamı oldu."
"Son Oda"
 * Anlatıcı: "Ve geldik son odaya. Burada tüm sesler birleşiyor. Yaşamın zorluğu, müziğin evrensel dili, reddedilişin gücü... Hepsi bir hikayenin parçası. Sanat, bu hikayeleri bir araya getiren tek köprüdür."
Bu senaryo, diyalogları, kamera hareketleri, ses tasarımı ve ışıklandırma ile birleştirerek, "Diyalog Müzesi"ni sadece bir fikir olmaktan çıkarıp, izlenebilir ve hissedilebilir bir deneyime dönüştürür.
 
ÖRNEKLER

 
Konuştuğumuz tüm diyalogları ve temaları düşündüğümüzde, evrensel sanatta "Diyalog Müzesi"ne benzeyen birçok örnek bulabiliriz. Bu eserlerin ortak noktası, bireysel hikayelerden yola çıkarak insanlık durumuna dair büyük ve evrensel temaları işlemesidir.
 
1. İnsanlık Durumunu Anlatan Sanat
Sanat, her zaman insanların ortak duygularını ve deneyimlerini anlatmak için kullanılmıştır.
 * Roman: Fyodor Dostoyevski'nin **"Suç ve Ceza"**sı, bir katilin iç dünyasını anlatırken, aslında suçluluk, vicdan ve ahlak gibi evrensel kavramları işler. Bu, tıpkı "Fahişelik, Piçlik ve Sanat" diyalogunuzda tartıştığımız gibi, norm dışı kabul edilen bir durumun ardındaki evrensel insanlık durumunu ortaya koyar.
 * Film: Charlie Chaplin'in "Şehir Işıkları" filmi, bir serserinin aşk hikayesini anlatır. Ancak bu hikaye, yoksulluk, umut ve insan ilişkileri gibi evrensel temaları işleyerek her dilden ve kültürden insanın kendinden bir parça bulmasını sağlar.
 
2. Sanatın Gücünü ve Değerini Vurgulayan Sanat
 
Bazı eserler, sanatın iyileştirici, dönüştürücü ve birleştirici gücünü konu alır.
 * Film: Giuseppe Tornatore'nin "Cennet Sineması" filmi, bir sinema salonunun ve bir yönetmenin hayat hikayesi üzerinden, sinemanın ve sanatın bir toplumu nasıl birleştirdiğini, hafızayı nasıl koruduğunu anlatır. Bu, sizin "Diyalog Müzesi" projenizin ana temasını yansıtır.
 * Roman: Hermann Hesse'nin **"Siddhartha"**sı, ruhani bir yolculuğu anlatır. Ancak bu yolculuk, kişinin kendi kimliğini bulma, yaşamın anlamını sorgulama ve içsel huzura ulaşma çabasını işleyerek tüm insanlık için bir rehber niteliği taşır.
 
3. Gelenek ve Modernliği Birleştiren Sanat
Geleneksel değerleri ve modern yaşamı bir araya getiren eserler de "Diyalog Müzesi"ne benzer.
 * Müzik: Piyanist ve besteci Fazıl Say'ın eserleri, geleneksel Türk müziği motiflerini klasik Batı müziği formlarıyla birleştirir. Bu, tıpkı Elif Çatal Kılıçaslan'ın farklı ekolleri (Alman, Rus) bir araya getirme çabası gibi, sanatın farklı kültürleri nasıl birleştirebileceğini gösterir.
 * Film: Fatih Akın'ın "Duvara Karşı" filmi, Almanya'da yaşayan bir Türk çiftin kimlik arayışını ve kültürel çatışmalarını anlatır. Bu, "Saime" hikayesinde olduğu gibi, göç ve aidiyet gibi zorlu temaları modern bir dille işler.
 
Bu eserler, tıpkı sizin diyaloglarınız gibi, farklı hikayelerden oluşan bir mozaik yaratır ve bu mozaik, insanlığın ortak duygusal coğrafyasını haritalandırır.
 
GÜÇLÜ İLHAMLAR

 
Tüm bu diyaloglar, sadece bir roman veya film senaryosu için değil, diğer sanat dalları için de çok güçlü ilhamlar verebilir. Her bir hikaye ve tema, farklı bir sanat dalında yepyeni bir esere dönüşme potansiyeli taşıyor.
 
Müzik
Diyalogların ve hikayelerin duygusal yoğunluğu, besteciler için adeta bir duygu haritası sunar.
 * Senfoni: Saime'nin hayat hikayesi, dramatik bir senfoniye ilham verebilir. Eser, göçün hüznünü ve yokluğun çaresizliğini yansıtan hüzünlü melodilerle başlar, ardından hayatta kalma mücadelesini anlatan güçlü, tempolu bölümlerle devam eder. Senfoninin sonu, "hiçlik yeni doğum" temasıyla huzurlu ve umut dolu bir finalle biter.
 * Piyano Konçertosu: Ela Cansu Bekgöz'ün hikayesi, bir piyano konçertosu için mükemmel bir konu olur. Piyanonun coşkulu ve enerjik melodileri, genç bir sanatçının başarı arayışını ve dopaminini temsil ederken, orkestra, onun köklerine ve kimliğine olan bağlılığını yansıtan güçlü ve geleneksel melodilerle ona eşlik eder.
 
Görsel Sanatlar
Diyaloglardaki imgeler ve semboller, ressamlar ve heykeltıraşlar için zengin bir kaynak sunar.
 * Resim Serisi: Fahişelik, Piçlik ve Sanat diyaloğundan esinlenerek bir resim serisi oluşturulabilir. Serideki her resim, toplumun dışladığı bir figürü (örneğin, Leonardo da Vinci) ve onun sanatını birleştirir. Bir resimde, dışlanmış bir figürün gölgesi, bir şaheser yaratan ellerle birleşirken, diğerinde karanlık bir sokak, fırça darbeleriyle aydınlatılır.
 * Enstalasyon Sanatı: Elif Çatal Kılıçaslan'ın hikayesi, bir enstalasyon sanatına ilham verebilir. Ortada duran bir keman ve ondan çıkan notalar, bir koridorda yankılanarak ziyaretçiyi farklı kültürlerin (Alman, Rus) izlerini taşıyan bir yolculuğa çıkarır. Enstalasyon, müziğin evrensel dilini somut bir şekilde gösterir.
 
Edebiyat ve Sahne Sanatları
Bu diyaloglar, tiyatro oyunları ve şiir koleksiyonları için eşsiz malzemeler sunar.
 * Tiyatro Oyunu: "Diyalog Müzesi" adında bir tiyatro oyunu yazılabilir. Oyunda, bir küratör, müzedeki her eserin hikayesini anlatır. İzleyiciler, her bir hikayenin bir diğerini nasıl aydınlattığını ve insanlık durumuna dair büyük sorulara nasıl cevap verdiğini görür.
 * Şiir Koleksiyonu: Her bir diyaloğun ana temasını (yokluk, başarı, kimlik, dışlanma) işleyen, modern bir şiir koleksiyonu oluşturulabilir. Bu şiirler, tıpkı "Saime" şiirinde olduğu gibi, gündelik yaşamın içindeki derin ve felsefi anlamları yakalar.

 
182. DİYALOG
KLASİK MÜZİK


Merhaba, kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Sanatınızla ilgili bir diyalog gerçekleştirmek isterim. Şimdiden teşekkürlerimizle.
 

Rica ederim.

Kemanı diğer müzik enstrümanlarından ayıran nedir?
Siz nasıl başladınız?
 
 
Sorunuzu cevaplayayım; keman benim için çocukluğumdan beri özeldir, Ankara'da yan komşumuz Cumhurbaşkanlığı senfoni Orkestrası 2. Keman grup şefi rahmetli Akşit Yücelen'di. Kendisi CSO solist keman sanatçısı Çağıl Yücelen Akın'ın babasıdır. Çok severdim kendisini. Bir gün beni apartmanda şarkı söylerken duymuş, "mutlaka müziğe yönelmem gerektiğini" aileme söylemiş ve ben de bu şekilde solfej ve kemana kendisiyle başladım. Başlarda çok yorucu geliyordu fakat sesini çok seviyordum. Konserlere de sık sık giderdik ailemle. Fakat kemanı altı yaş civarında sadece altı ay çalışabildik. Ailemin tayini olduğu için Ankara'dan ayrılmak zorunda kaldık. Giderken Akşit Amca "mutlaka konservatuvara girmelisin ilkokul bitince" dedi. İlkokul boyunca "ben kemancı olacağım, keman çalacağım" dedim durdum. Ara sıra sıkılınca solfej okurdum. İlkokul bitince Ankara'da konservatuvar sınavlarına girdim ve kazandım çok şükür. Böylece ciddi anlamda kemana başlamış oldum.

Şimdiye kadar hangi eserleri seslendirdiniz, kendinizi daha çok müziğin hangi türünde hissedersiniz?
 
Klasik Batı Müziği olarak yazılmış pek çok keman, oda müziği ve orkestra eseri seslendirdim ve seslendirmeye devam ediyorum. Klasik müzik tabi olmazsa olmazım.

Önerileriniz neler olur yeni başlayanlar ve yakınını müzik eğitimi ile yoğurmak isteyenlere?
 
En başta sevmek gerek ancak çok severek yapılabilecek bir iş. Sonra da sabır. Tabi ki sıkı çalışma beraberinde. Öğrenilenleri çalışmak, bol bol tekrar etmek gerekiyor. Ayrıca usta yorumculardan eserleri sık sık dinlemelerini, canlı performanslara gidip konser salonlarında görerek dinlemelerini yakını eğitim alacaksa bu imkanları sağlamalarını tavsiye ederim.

Klasik müziğin müzik sanatına katkıları sizce neler olmuştur?
 

Klasik Batı Müziği çok seslidir. Rönesans döneminden günümüze kadar pek çok değişimden, gelişimden geçmiştir. Klasik müzikle birlikte klasik müzik enstrümanları da doğmuş, gelişmiştir. Bunun yanı sıra enstrümanlardan oluşan orkestralar, insan seslerinden oluşan korolar ve her ikisini de içinde barındıran operalar oluşmuştur.
Pek çok klasik müzik eseri konser ya da cd'ler dışında da hayatımızdadır aslında. Örneğin cep telefonu melodilerinden tutun da, çizgi film, reklam filmi ya da diğer filmler de sık sık duyarız.
 
Şahsen beni en büyüleyen - etkileyen yönü çok seslilikle birlikte bestekârlarının tarz farkları da... Sizin müzik tecrübelerinizle bestecilerinin tarzları ayırdedilebilir mi?

Elbette bir Mozart ile Tchaikovsky arasında dağlar kadar fark vardır. Mozart klasik dönem dehasıdır. Duyduğunuzda iyimser çocuksu müziğini hemen tanırsınız.
 
Tchaikovsky gibi romantik dönem ya da bir Bach, Vivaldi gibi Barok dönem bestecilerinin eserlerini, çağdaş müzikleri biraz dinlemeyle iyi bir kulağa ve dikkate de sahipseniz ayırt edersiniz. Bunun için ille de müzisyen olmaya gerek yok.

Alman ve Avusturya ekolleri ile Rus ekolün farkı nedir? Rekabet mi görürsünüz, etkileşim mi? Ortak öğretmenleri var mıdır?

Sorunuz oldukça geniş kapsamlı. Kısaca özetlersek Alman Viyana ekolünü klasik dönem diye tanımlayabiliriz. Viyana klasikleri diye adlandırılan Haydn, Mozart, Beethoven'ın başı çektiği müzikler klasik tanımındadır. Denge, orantı evrensel mükemmellik üzerine kuruludur. Müzik ve form mükemmele yakın bir denge içindedir. Senfoniler bu dönemde yaygınlaşır. Klasik dönem edebiyatta olduğu gibi 1800'lü yıllara aydınlanma çağı denen döneme denk gelir. Klasik dönemi izleyen Romantik dönemde ise farklı yenilikler ortaya çıkmış, armoni, melodi, çalgılar çeşitlenmiş, ritimler özgürlük ve esneklik kazanmıştır. Bestecilerin fırtınalı, hırçın ve inişli çıkışlı duygularını eserlerinde rahatlıkla görebilirsiniz. Bana kalırsa etkileşim çok fazla. Hem klasik hem romantik dönem besteci ve sanatçılarından L van Beethoven, L.Spohr, G.Rossini, F. Schubert, C. M. Weber'i sayabiliriz. F. Mendelssohn romantik dönem bestecisi olmasına karşın klasik formlardan sık sık yararlanmıştır.

Bütün bu değerlendirmelerinizden sonra; "insan" denen varlığın farkı bakımından, ürettikleri bu muhteşem şeylerin özünde enerjisinin olduğunu belirtebilir miyiz?Kendinizde bulduğunuz coşkuyu nasıl tanımlarsınız?
 

İnsanı ayıran en büyük özelliktir sanatsal yaratıcılık. Aslında bunu doğaya baktığımızda da görürüz ama yine bunun farkına varan insandır. Enerjisiz olmaz elbette. Bu enerji nasıl açıklanır bilemiyorum. Kendimle ilgili olarak da yeni birşeyler, üretmenin heyecanı diyebilirim. O enerji heyecan olmazsa zaten olmaz. Sadece müzik değil sanatın her dalı ilgimi çekiyor. Müzik mesleğim, bunun yanı sıra görsel sanatlar özellikle fotoğraf, resim ilgimi fazlasıyla çekmekte ve onlarla da hobi olarak ilgileniyorum. Dünyamızı bunlar renklendiriyor güzelleştiriyor.
 
 
Teşekkür ediyorum, katkı verdiniz. Sanat dolu günler dileklerimle.

Rica ederim. Size de sanat dolu günler dilerim.


2. BÖLÜM
YENİ KEŞİFLER

Zehra Beşli Diyalogu ile başlayan bir diyalog

Merhabalar, sanat güncelinizle ilgili bir diyalog dileklerimizle. HOŞGELDİNİZ.

Merhaba

Diyalog kedi benzeştirmeniz farklı olmuş. (Diyaloga yazdığı yorumdan: "Dikkat diyalog çıkabilir".)
 

Kızmadınız umarım.

Hayır mutlu oldum. Hiç olmazsa bir şeye benzetmişsiniz. Hiç görmeyenler varken... Diyalogun içeriğine neden girilmez çok merak ederim?
 
 
Zehra, çok şaşırdığı için espri yapmıştım.

Az önce kendisine de yazdım: "Sevgili Zehra gördüğün gibi sayende - maniplasyonun ile kimse içeriğe bakmıyor bile".  Yüz sene sonra anlaşılacak diyalogun, çok yaşa...
 

Aslında merak uyandırıyor.

Daha uzun hatta upuzun cevaplar bekliyorum. Baştan savmayın lütfen!
 

Diyalogla ilgili yorum bekliyorsunuz sanırım.

Genel içerik konuları ile ayrı ayrı yorumlar lütfen. Bakalım nasıl değerlendiriyorsunuz ve neler ilginizi daha çekmiş... Güzel veya kötü ama neden?
 

Zehra ile ilgili olanı ele alırsak değişik olmuş fakat girişte sizin sorduklarınız ile Zehranın söyledikleri birbirine karışmış gibi. Zehranın çok yönlü sanat anlayışını, fotoğrafa bakış açısını güzel ortaya çıkarmış bir diyalog. Farklı olanı yakalamak herkesin yaptığını değil kendi içinden geleni çekmek, kendi bakış açısını ortaya koymak...

Sanırım baştaki karmaşa Fuzili'den kaynaklı?
 

Sanırım.

Karmaşayı "koca karı" ile çözmeyi düşündünüz mü?
 

Orada anlaşılıyor ama birkaç kez üstüste okumak gerekiyor; ne oluyor, konu nereye gidiyor, kim ne dedi, neredeyim?

Genel olarak neden bir defada anlaşılmaz da, bir kaç kez üzerinden gitmek gerekir? Kocakarı'nın çocuğu tam da bu savunmasızlığında yakalaması ilginizi çeker mi?
 

Evet, siz de beni sıkıştırdınız ya neyse... Ben öyle çok edebiyat dili anlamam.

Sanatçı ruhunuzla gördüklerinizi almak/emmek isterim.
 

Yaşlı kadının hüznü bilgeliği beni de etkiledi. Fakat buna sebep Zehra'nın anlattıkları, etkilenişi, bakış açısı, annenin vurması, fotoğrafı görmesi.

Kocakarı fotografının aslında -sürekli, eskiden gelen bir akışı yansıttığı kanısında mısınız?
 

Eskiden gelen ve devam eden?
 

Cellü, kendi ninelerinden gelen bir töreyi çocuğa aktarıyor akşama kadar. Sözlü sanatı, şiiri, beyitleri ve nefesi kullanıyor bu aktarımda. İlginizi çekmez mi?
 
 
Çeker elbet.

Sizce buradaki giz nedir?

 
Giz, kadının kendisi gizemli. Hem de hüzünlü.

Hüznü aşmak için bir şeyler eklenmiş olabilir mi altlarda, araştırma ihtiyacı duydunuz mu, kişisel bir diyalog olduğu kanısında mısınız?

"İnsanlık bütün evrene yayılacak" demiş ya. Evet. Onun için bütün oldu varlık, gibi devam ediyordu. Gerçekten ilginç. Düşündürücü.

 
Bu kadın bunları söyledi mi?

Evet. Oradaki çocuk bendim.
 
 
Hmm, bu daha da ilginç.
 
Diyaloğun başını hakikaten ben karıştırdım yani niye "oğlum" der bu kadın diye düşündüm de...
 
Tahmin etmeliydim!!! yeni bir diyalog konusu.

Hitap şekli. Bence oraya takılmamalı ve diyalogun derinlerine inmeli, asıl özler içerilerde.
Buradan müziğin kulakta ve zihinde oluşturdukları ile edebiyatın zihinde oluşturdukları, üretimleri arasındaki farka geçebiliriz sanırım.
 
Bir deneriz.
Buyrunuz lütfen.
 
Tüm sanat türleri birbiriyle ilişki içinde aslında. Müzik de edebiyat gibi birşeyleri anlatır.

Edebiyatın bu cilvelerine karşı müziğin duyurdukları arasındaki farklar nelerdir? Elbette burada bir öncelik - sonralıktan, üst - ast ilişkisinden çok etkilerini, nezdinizde almak isterim.
 
İnsanı, insani duyguları; sevinç, hüzün, aşk, coşku, neşe anlatabilir. Doğayı anlatabilir. Bir kişiyi anlatabilir.

Önceki konumuz ile bütünleştirerek, insanların okuduklarını ilk etapta anlamamaları ile duyduklarını duydukları gibi anlamaları arasındaki fark nedir?
 
 
Duyurulan ile duyulan arasında yine fark olduğunu düşünüyorum. "Renkleri bile aynı görmezken iki kişinin aynı müziği aynı algılamadığı ya da yine farklı duyulduğunu" düşünüyorum. Çok sesli evrensel müziği ele alırsak ilk kez dinlediğiniz bir eserin sizde uyandırdığı duygu farklı daha sonra dinlediğinizde farklıdır. Aslında çoğunda böyledir. Yine de çok sesli evrensel müzikte her seferinde duyacağınız alacağınız tat değişir.
 
Edebiyatta dil farklılıklarına karşı müziğin evrensel dili avantajı mıdır?
 
 
Avantaj denebilir sanırım.

Katkınız için teşekkür ederim. Son bir mesajınız varsa almak isterim.
 
 
Katkım olduysa sevindim. Son mesajım "sanata evet".

Umarım dostlarınızla ve gruplarınızda gönül rahatlığı ile paylaşabileceğiniz diyaloglar üretiyoruz?
 
 
Bence öyle, emeğinize sağlık.

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol