AİLE BAĞLARI
Güç aldığım insanları rengim olarak kullanma şeklidir.. Çamurda bağlanma ifadesidir, esas olan bütün olmanın kaçınılmaz şekilciliği...
Tek kişilik tiyatro oyunu; ortada ben, sen, o..herkimse... tüm bakışlar üstümüzde, doğruların ve yanlışların toplu gösterisi. Harika ve yoğun bir ışık altında anlat anlatabilirsen. Oyunun durağan anları, coşkunun doruğa çıktığı anlar hepsi başka tad ve anlamda. Ne zaman ki sona yaklaşılır, sorgu başlar.
Ben ne yaptım, mutsuzluk çöker, keşkeler başlar. Kaçınılmaz son değil halbuki söylenecek çok şey var. Belki de acımasız gibi duran söylemlerim, ciddi olaylarla karşılaşan insanların anlayabileceği türdendir. Normali zorlayan şeyler. Bir anda başka bir hayat ve yaşam biçimi. Sevdikleri ve insanlık için çok ama çok verici adanmışlık düzeyinde bir hayattan, bir anda bir saatte, bir günde sadece yardımla sürdürülen bir yaşama geçiş örneğim... Sözde kalmak başka.
Yaşam hiç de tiyatroda oynanan oyuna, söylenen - okunan büyük sözlere benzemiyor. Gerçek başka bir şey...
-İnsan ayni zamanda sosyal bir varlik da degil midir dayanisma, yardimlasma, ortaklik, birlikte yurume v.s ne ifade eder?
Sosyal bir varlık olduğunun farkında ise ve hayatın sadece ve sadece kendinden ve yaptıklarından ibaret olmadığını idrak edebilmiş ise bu denli keskin çizgileri oluşabilir. Yukarıda değindiğim de odur.
Çok ama çok verici bir yaşamdan bahsediyorum. Elin kolun uzanabildiği her nokta. Sadece dile getirilmesi başka bir şey. Ben her ne yapılıyorsa sessizce olmalı diyorum. Haa, bir de birlikte yürüme ve ortaklık gibi konular var. Olabilir ama zor, bana göre değil.
Çok çok yoğun bir gün ve bir şeyler yazmaya çalıştım.
Teşekkürler.
Çocuklarımın hem gelişimleri hem de sanata bakış açıları yönünden çok olumlu sonuçlar alıyorum bu da benim dogru yolda olduğumu gösteriyor
Serkan Bozkurt: Aile bağları doğal bir psikolojik dengenin kurulmasında önemlidir. Anne baba arasındaki ilişkinin sağlıklı bir şekilde kurulması çocuklara ve topluma yararlı olur. Yani birbirini seven eşlerin yaşadığı bir ülkede her şey yolunda gider.
Ama sanatın yolunda giden işlere ihtiyacı yoktur. Dengesizlikler ve şiddet te sanata ilham verir bu dengesizliğin dengelenmesinde sağlar "en saf ve yaratıcı şekilde kurtarma çabası sanat ile tedavidir".
Nezihe Altuğ: Çok önemlidir. Sanatçının yerleşik toplumsal aklı, egemen bakışı, mutlak olanı, idealize edeni- edileni hep aileden öğrenir. Böylelikle sanat ürününün bireyselliği vurgulanır.
Bu nedenledir ki her sanat ürünü sezgi de ve bilinçte pratik üretilerek toplumsallaşır. Bunu da birey ilk olarak aileden öğrenir.
Tulay Kluwe: Maddi destek, şiddet, sevgi, üzüntü, ilgi, sıcak, soğuk gibi etkiler. Şurada yanılmayalım kötü bir aile ilişkisi renklerde koyu anlamında olmayabilir. Kendi dünyasını renklendirir sanatçı. Gülümser; komedi gibi v.s.
Defne Yalçın: insanın kendine nasıl baktığı ile ilintili sanat. Aile bağının çok etkisi olduğunu düşünmüyorum. İstisnalar olabilir.
Ben her insanın kendi içinde nasıl var olduğunu anlamasıyla ilintili görüyorum.
Aile birliği geleneksel kurallar içerir ve kutsal alanda sınırları bellidir yani sanat aileyi tam olarak bünyesine kabul etmez.
Olcay Kulakoğlu: Sanat yalnızlığı sever. Hele bağımlı aile ilişkilerinin bulunduğu ortamlarda yaratıcılık yok olduğu için sanat yeşeremez.
G. Marquez gibi istisnalar da var tabii. Onlar kalabalık içinde yalnızlığı başarabildikleri için... Sürü psikolojisi yaratıcılığı yok eder. Üretmek ve yaratmak için sanatçının kendi başına kalması gerek...
Boyamakla ressam olmak, yazmakla yazar olmak farklı şeyler. Biz burada isim yapmış sanatçıların yaşamlarından söz ediyoruz sanırım. Hobi olsun diye çiziktirenlerden değil.
SANATIN RUHU YOK OLDU
Yanılsama yaratma gücüne sahip estetik, "şeylerin" daha üstün oyunun kuralına boyun eğdi. Aşırı estetik varlıkların anlamlarını yitirip kendi varlık nedenlerini aşararak aşkın bir figüre dönüştürüldü... Aşırı estetik değerlerin üretiminden sonsuza değin hızla çoğalan göstergeler, sanatı ""Yok eder" hale getirdi. Ne temel kural, NE yargı ölçüsünde zevk kaldı. Son derece hızlı bir dolaşım ve olanaksız bir değişim "yapıtların bir gönderme değeri yok."
Giderek daha fazla tekrarlayarak hızla çoğalmaz vahşi bir abartı geçmiş biçimler üzerine sayısız çeşitlemeler var. "Sanatçı yukarıya doğru kendi haysiyetine Ve kendini yönlendiren kurallara doğru bakmalıdır; aşağıya kişisel mutluluğuna doğru değil. Mümkün olanla gerekli olanın bileşiminden iddialı yaratmaya çalışmalıdır... Bunu tüm duygusal ve akılsal "şekillere" bürünerek sessizce sonsuz zamanı içine atmalıdır." Bir toplum için en önemli sorun SANAT'tır lafına dudak bükenler yüzyıllar boyu sanatla yeterince yorulmamış bir insan malzemesinin neyi ne kadar yapıp neyi ne kadar yapamayacağını hiç düşünmemiş olanlardır.
Sanatta toplumca "kösteklermış olmak", toplumsal övüncü getirip sadece cengaverliğe düğümlenmiştır. Fatih ile Övünmek elbette güzeldir. Ama gönül isterdi ki BELLİNİ ile de övünebilelim. Bizim de bir LEONARDO' muz, bizim de bir MICHEL ANGELO' muz olsun... Olabilirdi de... Bunu vaktiyle ne engellemişse, hala daha o koşullanmaları tam aşabilmiş değiliz... "SANATIN ve SANATÇILARIN toplumun CAN suyunu" oluşturduğuna da bundan ötürü bir türlü tam inanamıyoruz...
Süleyman Hakan Yılmaz: Bunun yanıtı öznel bir yanıt olabilir yani olumlu olabilir olumsuz da... Bence, başlarda kurtulmak sanatçıyı özgürleştirir.
Her sanatçı, ailesinin ya acısını ya da sevincini eserine taşır.
Süheyla Akman: Mutlu huzurlu aile bağları olunca insanın içi huzurlu olup çalışmalarına yansıtıyor ve daha üretken oluyor. Ailemi, doğayı ,denizi, güzel iyi insanları, hayvanları çok severim. Renkleri çok severim, en çokta resim yapmayı severim.
Resimlerim çok renklidir hiçbir şeye bakmadan içimden geldiği gibi resim yaparım. Çok değerli hocam Şeref Bigalı' den 4 yıl resim dersi aldığım için düşündüklerimi resmedebiliyorum.
Benim için sanatın her türü çok değerlidir.
Sibel Erbay: Bakış açısına bağlı. Yani benim ailem de çoğu müzikle ilgileniyor. Ailem destek olur yani sanata her zaman iyi etkileri -her açıdan, genel olarak söylüyorum...
Mualla Arkan: Öncelikle sayfama hoşgeldiniz. Sağlık, mutluluk, sanat, kültür dolu başarılı günlerin ışığı, "yaşam bahçenizi" aydınlatsın. Aile bağlarının sevgi, saygı değerlerinin, huzur dolu birlikteliği ile yaşanması sanatçının hülyalarının, ütopyasının, yaratma gücünün mutlulukla mesaj verebilmesini sağlar.
Sevgi ve saygı duyguları ruhu olgunlaştırır. Olgun ruh her türlü duyguyu "ifadelerin anlamı içinde" güzel İŞLER diye düşünüyorum, inancım budur.
Pınar Tank: Sanata çok merakı olan bir toplum değiliz maalesef. Dolayısı ile üniversiteye giderken konservatuarı tercih edemiyor kimse -ailesi izin vermez ve desteklemezse...
Ben bir "cast direktörü" olarak bu tür çok kişiyle karşılaştım, bir çoğu farklı meslek gruplarından fakat okuduğu bölüm çok başka. Sanırım aileler sanatsal işleri meslekten saymıyor. "Oyuncu olucam ya da müzisyen" deseydim aileme, muhtemel onlar da istemezdi, kendi ailem için diyorum.
Ama zaman içinde onlar değişiyor...
Fakat genel olarak cevaplarsam, bu konuda her ressam benim kadar şanslı olmayabiliyor. Ailesiyle çok sorun yaşayan ve ailesinin onu anlamadığından şikayet eden çok arkadaşım var. Bu bir şekilde onların sanatına da yansıyor. Bu yansıma daha çok olumsuz olmakla beraber bazen iyi de olabiliyor çünkü aileler genel olarak çocuklarının hemen iş başına geçmesini ister -mesela resim öğretmeni olması gibi, fakat iyi bir ressam olmanız için bürokrasiden uzak olmak zorundasınız ve ciddi bir zaman kaybıdır okulda öğretmen olmak fakat ne yazık ki bizim her zaman iki seçeneğimiz vardır: Ya öğretmen olacağız ya da iyi bir sanatçı olmak için çok sey feda edecek kadar dirençli, güçlü ve yürekli olacağız.
İşte hepsi bu.
Oraj Çelen: Genetik sanatsal özellikler dışında aklıma gelen ilk ve tek şey ailenin manevi ve maddi desteği sanırım...
Örneğin Van Gogh'un abisi galeri sahibi olarak kardeşini her alanda destekleyip tanıtımını yapmış.
Ibrahim Malkoç: Aile, doğan bebeğini, içinde yaşamış olduğumuz süfli yaşama adapta etmek için elinden geleni yapar. Aile içi davranışlardan tutun eğitimin her aşamasında bu kültür köleliğini o sahte bireyine aşılar.
Aile telkinleri duygusal olduğu için oldukça etkili olur. Sahte birey aileden ve toplumdan aldığı gaz ile sanat yapmaya başlarsa hiç de özgür olmadan çalışmasını devam ettirir, yaptığına sanat dersek işte içinde bulunduğumuz sanat çıkmazının hali.
Bu tespitten sonra ailenin hiç te olumlu bir etkisi yoktur birey olma sanat bağlamında.
Tansel Yilmaz: Aile bağlarının iyi olması "Sanatın ta kendisi".
Bunu beceremeyenler, yani aile bağının olamadığı yerde, sanata etkisinden söz edilebilir mi bilmiyorum. Eski Türk filmlerinde gördüğümüz olumsuz aile bağlarından kaçıp da şarkıcı, türkücü, oyuncu olmak için büyük şehirlerde üne ve varlığa kavuşmaları görmezden gelerek.
Ailenin icra ettikleri, sanatta arzu ettikleri doyuma göre değişir. Çocuklarını yönlendirmeleri bu konuda... Çocuklar kesinlikle bundan etkilenecektir. Risk alacağı alanın geçerliliği ve bu konudaki hırsı, azmi, ve özellikle şansı.. Yani uygun zamanda uygun kişilerle buluşabilmek, bulunmak belirleyecektir bunu. Net bir şey söylemek mümkün değil zannediyorum.
Arabuluculuk genellikle 3. şahıslardan oluşur.. Buradaki arabuluculuğu, kişi ile hitap etmek istediği halk, kurumlar, sanat dünyası vb arasında köprü kuracak kişiler olarak düşünürsek... Doğru arabulucular kesinlikle olumlu etkilde bulunacaktır fakat sorunun asıl çözümü; sanatçı ve ulaşmak istediği kişiler, sanat alanın geçerliliği yani bu iki kişinin doğru olarak birbirini anlayabilmesi, anlatabilmesi bana göre.
SÜHEYLA KÜÇÜKBOYACI İLE
Çok iyi bir müzik kulağım var ama müzikle uğraşmıyorum. Resim sergilerini seviyorum ama resim yeteneğim yok! Amatör olarak tiyatro ile ilgiliyim ve şuan bir tiyatro yazıyorum. Dört kitap ayrıca iki çocuk kitabım yayımlandı. Şuan bir roman, bir çocuk kitabım ve bir hikaye kitabım bitti yayınevi arıyorum.
Bence sanat insanların içindeki yeteneğinin patlamasıdır. Neye yeteneği var ise müzik, resim, şiir, dans v.s. Yetenek yok ise sanat olmuyor. Tabiki eğitim şart! Afrika’da dans eden çocukları düşünelim yada Harlem’deki cazın ustalarını yada hiç mektebe gitmemiş bir köy adamının yaptığı resimleri.
Yeteneği eğitimin önüne çektiğinize göre; özellikle günümüz dünyasında imkanlar bu denli çoğalıp yaygınlaşmışken, sanat ve sanatçının sorunları nelerdir?
Sanatı hakkıyla yapanlar var, yapıyor gibi görünen ana yapamayanlar var! Burada sanatın hangi dalını ele alalım; müzik, şiir, resim, dans, sinama..? Müzikle başlayalım. Mesela, hiçbir yeteneği olmayan manken "bilmem ne kızımız" bir kaset yapmış, olmuş sanatçı. Hiçbir yeteneği olmayan "bilmem kim kızımız" dizilerdeki en sevilen sanatçı! Bir şiir kitabıyla şair olanları, hiç kitap okumayıp 50 kitap yazdım diyenleri tanıyorum. Uzatabiliriz daha…
Ağıreleştirel yaklaşım ülkemizde pek tutmuyor Birden kabuklarına çekilip tepkisizleşiyorlar. Ne dersiniz, onları eleştiriye/kritiğe nasıl alıştırabiliriz?
Eleştiri insanı geliştirir ama nasıl eleştirildiğine bağlı. Yapıcı eleştiri her zaman seni daha iyisini yapmaya hazırlar. Bir de yakıcı olanı var ki o da kıskanmaların yaptırdığıdır, o belli olur zaten. Mesela; "çok kilolusun, daraçık bir elbiseden, her yerinden bir şey fışkırıyor" ve "sana güzel oldu, yakıştı elbisen" diyorlar. Yada çok güzel olduğun halde bu gün solmuşsun, iyi görünmüyorsun demeleri farklı örnekler belki ama algı meselesi…
Bize Almanya'daki Türk toplumundan, onların sanata yaklaşımlarından ve imkanlardan yararlanabilip yararlanamadıklarından bahsedin lütfen, Yazı Sanatı neden değerlidir?
Almanya‘da ne yazık ki ilgi, insanların entegrasyon sorunundan kaynaklı oluyor, belli de. Yazı Sanatı: Bunu kitapları ele alarak düşünüyorum. İnsanı eğitiyor, öğretiyor, tedavi ediyor. Benim için en azından öyle. Biplioterapi…
Bildiğimiz o eski usül el emeğiyle, mesaiyle çalışan, buradan seçilerek götürülen ilk kuşağın çabaları ve birikimlerinden sonra; yeni nesil Türk Gençliğinin beyinleriyle çalışma oranları ne kadardır, uyanış neden zordur?
Birinci genarasyon çok ezildi, hırpalandı. En ağır işlerde çalıştılar. Tabiri caizse yemedi biriktirdim. İkinci genarasyon vardı ki ben de onlardan biriyim. Onlar en çok acı çeken oldu. Onlar ne Alman oldu, ne Türk kaldı. Üçüncü genarasyon, çok şanslılar; mühendis, doktor, öğretmen, işinsanı gençler çoğaldı ve şimdi dördüncü genarasyon: Onlar işte Alman Türkler.
Oradan Türkiye'mize ve dünyamıza baktığınızda gördükleriniz nelerdir?
Dünya bir virüsle allak bullak oldu. Büyük güç dediğimiz ülkeler ne oldukkarını gösterdiler. Türkiyemize gelince bazı sorunları olsa da ben karamsar değilim. Mustafa Kemal’in çocukları ülkemizi en yukarıya götürecektir. Ülkem coğrafi konumuyla zaten sorunlu ama biz kocaman bir ırkız. TÜRKÜZ.
Almanların taa "Gotlar" dönemlerinden kalma Türk dostluğu ile ilgili sizin şahit olduklarınız nelerdir, Türk denilince Araplaştık mı?
Araplaşmaya doğru gidiyoruz gibi bir algı var ama bizim Araplarla dinimizin dışında hiçbir ortak yanımız yok! Biz Modern Türkiyeyiz, öyle kalacağız. Alman kökleriyle ilgili sorunuza gelince bugün Avrupa’nın pek çok yerinde Attila heykelleri vardır ve yenileri de yapılıyor.
Sizce Türk Dilinin güzelliği ve değerinin önemi nedir, kültür köklerimizdeki cevherleri nasıl bulup çıkarabiliriz.
Kendi anadilimizi güzel konuşmadığımızda diğer dilleri nasıl öğreneceğiz! Türkçemizin arasına yabancı kelimeler girip gitgide güzelliğini kaybettiriyor yada bana öyle geliyor.
Oradaki resmi faaliyetlerinizden bahseder misiniz?
Şuan virüs dolayısıyla kısıtlıyız. Daha önce Kitap Kulübü,Tiyatro çalışmaları ve derneklerde çalışmalar vardı.
Yazılarınızdan birkaç kesit görebilir miyiz?
HARLEM
Blues ve cazın evi New York’un sert yüzü, belki de en sorunlu bölgesi; uçtaki yaşamları öğrenmek isteyenler için burası, Harlem en uygun yerdi.
Tarihî güzel evleri bile fakirliği yansıtan, yıpranmış sokaklarının hazin yüzünü saklamaya yetmiyordu. Siyahı beyazıyla içiçeydi. Çocuk çeteleriyle, uyuşturucu trafiğindeki önemli boyuttaki yeriyle, kanlı çatışmalarıyla, birçok filme konu olan yaşantısıyla sanatının ve kültürünün önüne geçmiş olsa bile insanı kendisine çeken bir yanı da vardı Harlem’in… Zenginiyle, fakiriyle, rapçisiyle, dansçısıyla bir başka dünyaydı burası… Hatta bazılarına göre bu dünyada fazla gibiydi.
Şimdi ise Harlem devrim boyutundaki değişimlere hazırdı. Düşüncenin, yaşamın hızla değiştiği de fark ediliyordu.
Dünyada benzeri olmayan bir durumdu buradaki; aynı caddede yer alan iki farklı yaşam… Caddenin bir ucunda milyon dolarlık evler, dünyaca ünlü lüks mağazalar, oteller, restoranlar sıralanırken; caddenin uzayan diğer ucunda ise fakirlikte zirveye oynayan bir başka yaşamlar sahneleniyordu. Hem de Amerika'nın en çok bilinen, muhteşem kenti New York'ta...
Evelyn için durum farklıydı. Onun gibi snop bir kadın Harlem'e her gelişinde, esrarını çözemediği bir şekilde duygusal biri olup çıkıyordu. Bunun belki de en büyük etkeni dinlediği ruhani, ilâhi müziklerin ona verdiği ilhamdı.
Hatta Harlem onun için güneş vurunca parıldayan bir yıldız gibiydi. Bu büyüyü çözmeye akıl sır erdiremezdi ama bunaldıkça soluğu orada aldığı çok olurdu.
Eskimiş kiliselerinde, tombul zenci kadınlar korosunun söylediği ilâhiler gerçekten çok etkileyiciydi. Ne de olsa müzik insanlığın ortak diliydi. Dinleyene huzur veren özelliği ise insanlık tarihi kadar eskiydi.
Taa Ortaçağ’da bile fakirliğin üstesinden müzikle gelinmemiş miydi, hatta birçok savaş bile müzikli şamatalarla bertaraf edilmemiş miydi? Hatta birçok dinde ibadet sistemini etkileyen bir yanı bile vardı. Evelyn'e göre Harlem dinlenebilecek en güzel kilise müzikleriyle huzur verici, güzel bir yerdi.
“Oh happy day... (Oh mutlu gün)
When Jesus washed (İsa yıkarken)
He washed my sins away (Benim günahlarımı yıkadı)
Oh happy day...” (Oh mutlu gün)
Evelyn bu müzikleri ne zaman dinlese tarifi imkânsız bir mutlulukla doluyor, kalbinden yüzüne vuran bir ışıltı ile adeta bir başka âleme dalıyordu.
Üslubun dışında genel kurgu olarak neden Harlem ve kilise vurgularına gerek duydunuz, evrensel bir sanat için daha yüksekten (matematiksel değil) herkesi kuşatabilecek değerleri kullanmak daha doğru olmaz mıydı?
Sanat denilince aklıma orası (Harlem) geliyor. Emek verilen, eğitilmemiş ama dünyada kabul görmüşler diye düşünüyorum.
Bir diğer yazınızı daha görebilir miyiz?
MASALSI ŞEHİR PRAG
Evelyn tatilini Avrupa’nın en masalsı şehri Prag’da yapmaya karar verdi. Böylece 1200’lü yılların cazibesini taşıyan bu şehir, belki onun kafasındakileri dağıtabilirdi. Her türlü düzenden ve uyumdan soyutlanmış bir şekilde, yaşadığı her andan ayrı bir keyif alabilir ve o güne kadarki hayatına aykırı bir yaşam tarzıyla ruhunun bedenine sığmadığını hissedebilirdi.
Prag’a geldiğinde her sokakta tarihin izlerini taşıyan, kiminin kapıları bir nakış gibi işlenmiş, duvarları bir oya gibi örülmüş tarih kokan evlerini, seyrederken uzayıp giden Karl Köprüsü’nü görünce içinde masallardaki gibi bir Ortaçağ şehrinde olmanın heyecanı vardı. “Dünya’nın öbür ucunda yapayalnızım.” dediği bu şehir, onu âdeta büyülemişti. “Başımı nereye çevirsem tarih, hangi taşa baksam, hangi sokağa girsem her yer tarih…” diye düşünmeye başladı.
Çok fazla abartılı olmayan hatta içinde hiçbir lüksü barındırmayan, sade, orta hâlli bir otelde yer ayırtmıştı. Otele vardığında şaşırmamak, ortama hayran kalmamak mümkün değildi.
Otelin mimarisinden, çok eski bir bina olduğu anlaşılıyordu ama otel buna rağmen iyi korunmuştu. Dış görünümü bir otelden ziyade minyatür bir katedrali andırıyordu. Evelyn’e Orta Çağ’da yaşıyormuş hissi veren otelin girişindeki lobi, oldukça eskimiş olan sandalyeler ve masalara bakılırsa zamanında özenerek döşenmişti. Kırmızı perdeleri solmuş olsa da hemen dikkat çekiyor, çok kaliteli kumaştan olduğu fark ediliyordu. Uzun, altın süslemeli duvar kâğıtlarının yıpranmış olduğuna bakılırsa onların da oldukça eski olduğu anlaşılıyordu. Bir köşede belki yıllarca yakılmamış bir şömine göze çarpıyor, onun tam karşısında ünlü yazar Franz Kafka’nın yağlı boya bir resmi asılı duruyordu. Odaları yüksek tavanlı, müthiş Gotik mimarisiyle onu hayran bırakan bu otele yerleşir yerleşmez dinlenmeye vakit harcamadı, bir şeyler atıştırmak için kendisini dışarı attı.
Evelyn, “şimdiye kadar gördüğüm en güzel şehir. İnsanı kendisine âşık ediyor. Hitler gibi bir zalimin bile burayı bombalamaya neden kıyamadığını şimdi anladım.” diye düşündü. Şehrin İkinci Dünya Savaşı’nı hasarsız atlattığı, hayli eski binaların bile hâlâ ayakta olmasından anlaşılıyordu. Bu zarif kentin, başta Mozart gibi bir deha olmak üzere birçok ünlü müzik insanına ilham kaynağı oluşu boşuna değildi.
Karl Köprüsü’nün üzerindeki sokak müzisyenleri, gelip geçenlerin kulağının pasını silecek kadar güzel çalıyordu. Bohemya mutfağına alışık olmasa da gulaş ile yenilen Böhmische Knödel fena değildi. Bir şeyler yedikten sonra dinlenmek için yeniden otele döndü. Prag’ı keşfetmek için daha dört haftası vardı.
Birden aklına bir şüphe düştü, sahi Harry neden bu tatilin bu kadar uzun olması için ısrar etmişti? Ayrıca yanlarında hiçbir iletişim aleti; telefon, bilgisayar olmadan hatta gidecekleri ülkeyi bile birbirlerine söylemeden yapılacak bir tatilin, evlilikleri açısından yararlı olacağını iddia etmişti. “Neyse, şimdi bunlara daha fazla takılmayayım. Ben zaten buraya kafa dağıtmaya gelmemiş miydim?” diye düşündü. Gözleri yorgunluktan kapanıyordu, kendini yatağa bir külçe gibi bıraktı.
Sabah olunca ferah ve uzun tavanlı geniş bir odada uyandı. Bir köşede sandalyesiyle uyumsuz olsa da küçük, eski bir masa, kırmızı bir koltuk ve yerdeki halının üzerindeki çiçekler göze hoş görünüyordu. Duvardaki yağlı boya papatya tablosu, içine ferahlık verirken “Neredeyim?” diye kestiremedi.
Camı açtı, dışarıda gördüğü manzara muhteşemdi. Önündeki Karl Köprüsü’nün güzelliği tarifsizdi. Nehrin süzülerek akışı, insanın ruhuna iyi geliyordu.
“Gezilerde en mutlu insanlar yalnız olanlardır.” diye düşündü. Kahvaltıyı kaçırınca lobiye inip bir sütlü kahve ve tereyağı sürülmüş ayçiçekli ekmek hazırlatmak fena olmazdı.
Otelin kocaman pencerelerinden giren güneş sayesinde lobi ferah ve genişti.
Birkaç gündür kafasını dolduran şeylerin gereksiz olduğuna karar verip, “New York’a varınca işin aslını öğreneceğim zaten.” diye düşündü. Yediklerine bakılırsa iştahı yoktu. Şehri keşfetmek için bir dakika bile bekleyemezdi.
Akşam olup gece kasvetli bir karanlığa bürününce otele gitmek en doğru karar olacaktı. Hemen odaya çıkmak yerine Çek birası içmek için kendine dinlenecek bir köşe aradı. Otelin lobisi kalabalıktı fakat oldukça huzur veren bir enerjisi de vardı. Loş ışık yayan duvar apliklerinin, devasa avizelerin o ışıltılı güzellikleri bile yüksek tavanların heybetini gölgeleyemiyordu. Evelyn, “Bu yüksek tavanların altında insan kendini bir karınca kadar ufak hissediyor.” diye düşündü. Yerlere döşenen taşların güzelliği ise bambaşkaydı.
Kapı girişinden lobiyi geçince birkaç basamakla çıkılıp bir salona geçiliyordu. Burasının savaş yıllarındaki en popüler mekân olduğunu, Nazi askerlerine motive partiler yapılmak için dekore edildiğini öğrenince heyecanlandı. Bu tarih kokan, ufak ama şirin otelin her köşesinde çay ya da sütlü kahve yudumlamak mümkündü. Şimdi daha mütevazı hâle getirilerek otel müşterilerinin oturup sohbet edebilecekleri birkaç kanepe, uzun bir masa ve birkaç tane de çok uzun süre kullanılmaktan yıpranmış ama üzerinde yılların yükünü taşımış sandalye vardı. Kapının çaprazındaki köşede duran oldukça eski bir piyanonun yıllardır kapağının açılmadığı, üzerine konulmuş lüzumsuz eski şamdanlardan ve üzerindeki yoğun tozdan anlaşılıyordu.
Belki biraz dağınık ama hayattan keyif alarak, bu son derece sıradan ama tutkulu yeni hayat tarzını burjuvaziye başkaldırarak, onun tüm koşullarını bir kenara iterek yaşamak onu mutlu edeceğe benziyordu. Kendi yolunu bulmak için bohem bir hayata başlarsa belki o zaman mutlu olabilir ve kendi çapına göre özgür kalabilirdi.
Onu buralarda kimse tanımayacağı için istediği gibi giyinecek, istediği gibi dolaşacak hatta taranmaya taranmaya tiftikleşecek saçları umurunda bile olmayacaktı.
Çoğu gece, fersiz yanan abajurun ışığında okuduğu kitaplarla uykuya dalıyordu. Sabah uyanır uyanmaz dışarıya çıkıyordu.
O gün hayli köklü bir tarihsel geçmişi olan Karl Köprüsü’nün üzerinde yürürken altından akan Vltava Nehri’nin bulanık suyunu seyre daldı. Çiselemeye başlayan yağmurla soğuktan titriyordu ama kısa bir süre sonra güneşin yeniden açmasıyla ortaya çıkan manzara muhteşemdi. O zamana kadar gördüğü en güzel gün batımını seyre dalarken, hiçbir şey düşünmeden günü derbeder geçirmekten hoşlanmaya başlamıştı.
Alışık olduğu yaşamından sıyrılıp içinde bulunduğu zengin, lüks ama kendisi için sorun hâline gelen sınıftan uzaklaşmak, kendini o toplumdan ayrıştırmak, hayata karşı özgür ve cömert olabilmek için yapılacak en güzel eylemdi bu tatil. Ne ilginçti ki burjuva sınıfına meydan okuyan bu yeni serseri yaşam biçimi, onu kendisine getirmeye başlamıştı.
Old Town Meydanı’nda gezdikçe sanki 1200’lü yılları yaşıyor gibiydi. Bir sanat müzesini andıran ve Gotik mimarinin en güzel örneklerinin sıralandığı meydandaki binaların arasında her gece serserice dolaşmak, kendisine her defasında başka bir heyecan yaşatıyordu. Her gün, her gece dünyanın dört bir yanından gelen birçok sanatçının performans gösterisini izlemek ayrı bir keyifti. Âdeta birbirleriyle yarışan sokak müzisyenlerinin dinletileriyle kulaklarına ziyafet çekmek ise ayrı... Oldukça kalabalık olan meydanda gerçekleşen bu dinletilerin her biri bir konser tadındaydı ve burada herkes, bütün marifetini ortaya koyuyordu.
Yine bir gün Evelyn, Old Town Meydanı’nda gezinirken birden hava bozdu, aniden yağmur çiselemeye başladı. “Yaz yağmurudur, bir şey olmaz.” diye düşündü ama yağmur hızını artırınca sırılsıklam olup soluğu kaldığı otelde aldı. Lobiye geçip bir köşeye oturdu, pencereden dışarıyı izlerken bir Çek birası içmek istedi. Birasını yudumlarken köşeye sıkıştırılmış ve kaderine terk edilmiş piyanoyla bir kez daha göz göze geldi. Evelyn’in bakışlarında anlatılması tarifsiz bir hüzün vardı. Dayanamadı, onun bu hüzünlü yalnızlığına son vermek istedi. Yanına gidip, “Çok yorgunsun, belli…” dedi. Onu nazik nazik okşadı.
Piyanonun ne zamandan beri orada olduğunu sorduğu görevli: “Bir şey diyemem efendim.” diye cevap verdi. “Ben burada çalışalı fazla zaman geçmedi. Oda hizmetine bakan yaşlı biri var, bunu ancak o bilebilir.” dedi.
Oda hizmetlisinin Evelyn’e anlattıkları ilginç ve yürek burkucuydu. Tahminine göre piyano 1930’ların başında, mekânın sahibi ve Polonya Yahudi’si bir ailenin tek çocuğu olan Bay Reynolds’a çocukluk yıllarında ailesi tarafından hediye edilip buraya konulmuştu.
Avrupa’yı kasıp kavuran savaş yıllarında Bay Reynolds toplama kampına gönderilmişti ve akıbetinin ne olduğu bilinmiyordu. Sonradan burası Nazi askerleri tarafından pansiyon olarak kullanılıp onların yaşadığı bir mekân olmuştu. Eğlence yapılan gecelerde Alman Nazi askerleri tarafından çalınan ve o dönemden sonra bir daha kapağı açılmayan bu piyano, uzun yıllardan beri köşesinde küskün küskün beklemekteydi. Bir zamanlar en güzel aşk şarkılarını çalıp söyleyen müzik insanlarının nazik parmaklarıyla okşanan tuşları, yıllardır yorgun ve suskundu. Savaş sonrasında bu ev, halka hizmet vermek için bir vakfa bağışlandı. Vakıf, hatıraya sahip çıkıp piyanoyu yerinden bir santim bile kıpırdatmadı.
Evelyn, yarım asrı aşkın bir süredir yerinden bir santim bile oynatılmayan piyanonun başına oturdu. Tozlarını temizlemek için kapağını açtı. O sırada insanın burnunun direklerini yıkacak kadar keskin bir küf kokusu ortalığa yayıldı. Parmaklarını tuşlarda gezdirince uzun tavanların yarattığı akustik, muhteşem ortamda harika bir ambiyansla dinleyenleri mest etti. “Çok eski, çok yorgunsun; seni bir kenara atmışlar, sana çok haksızlık etmişler. Çok güzelsin sen, çok değerlisin.” demekten kendini alamadı.
O güzel ve ince parmaklar, ne de güzel basıyordu tuşlara. Sade ama çok etkileyici bir kadın, bu kadar mı yakışırdı piyanoya?
O sırada yaşlı bir adam içeri girdi. Buranın müdavimlerinden olduğu, görevlilerin ona samimi davranışlarından belli oluyordu. Hiç tanımadığı bu adam ona yaklaştı ve sorulmayan soruyu kendiliğinden yanıtladı. “Bay Reynolds bu piyanoyla, en güzel aşk melodilerini çaldığında ben henüz küçük bir çocuktum.” dedi.
Evelyn, onun hakkında: “Buraları ve piyanonun öyküsünü iyi bilen biri olmalı.” diye düşündü. Adam, sanki içini okumuş gibi Evelyn’in şaşkın bakışlarına aldırmadan: “Onunla ailece görüşürdük.” dedi. Belli ki burası bir ev iken orada yaşanmış çocukluk anıları vardı ve ona bir şeyler anlatmak istiyordu. Nazi döneminde çektiği acıları hatırladığı için olsa gerek susmak bilmiyor, konuşuyor da konuşuyordu.
“Benim gibi babamın ve dedemin de çocukluk yılları bu evde geçti.” dedi. Dura dura konuşan, ağzından dökülen kelimeleri tartan, çok acı çektiğini hissettiren biriydi.
“Bugünün Prag’ı daha mutlu, daha hoşgörülü ve sakin yaşıyor. Buradaki yaşamı seviyorsan sıra dışı bir yaşamın var demektir, masallarda yaşıyorsun demektir.” dedi. Evelyn’le konuşma fırsatı yakalayan adam oldukça sevinmiş olmalı ki “Oysa bizim çocukluğumuzda öyle miydi?” diye sitemli bir sesle konuşmasını sürdürdü. “Gece karanlık oldu mu bu meydanda sadece Nazi askerleri olurdu, onlardan başka bir tek insana rastlanmazdı.” dedi. Yaşı seksenin üzerinde, kılığı kıyafeti pek düzgün olmayan bu yaşlı adamın, İngilizceyi güzel konuşması ve piyanoya karşı bu yakın ilgisi enteresandı. “Her şey bugün gibi gözümün önünde. Ülkemdeki hatta dünyadaki en realist piyanist annemdi.” diyerek konuşmasını sürdürdü, “Benim piyanistler arasındaki favorim yalnızca annemdi.” dedi gururlanarak.
Konuşurken dili damağına yapışınca elini şaklatarak garsonu çağırdı, sütlü çay ve su istedi. “Sen de ister misin?” diye Evelyn’e de sordu.
Evelyn’in şaşkınlığı ve kafasındaki sorular adam konuştukça artıyordu. Şöyle dışarıdan bakılacak olursa adam sıradan birine benziyordu. Nereden biliyor olabilirdi ki müzik hakkındaki bunca şeyi, bir kont gibi şatoda yetişmemişse?
Evelyn, onu neredeyse her gece beklemeye başladı. “Meçhul adam yine gelse de tekrar konuşsam!..” diye düşündüğü anda bile adam çıkageliyordu. Belki o da dertleşmek için birini arıyordu.
Meçhul adam artık her gece oradaydı. Evelyn’i görünce sanki onu uzun bir zamandır tanıyormuş gibi davranıyordu. Evelyn tanımadığı bir adamın, neredeyse burnunun içine girerek konuşmasını saygısızca bulsa da onun zarar verecek birisi olmadığını düşünüp kendisine yaklaşmasına engel olmadı.
Adam, o gece piyanoyla ilgili anılarını ve çocukluğunda yaşadığı üzücü hikâyesini anlatmaya başladı. Biraz düşündükten sonra ellerini ovarak söze girdi, hüzünlü bir sesle konuşmaya başladı:
“Burada sizi göremeyeceğim diye üzülüyordum.” “Neden?” diye sordu Evelyn, “Beni görmeyi çok mu istiyordun?”
“Evet ama önce sana meşhur Çek birası ısmarlayacağım.” dedi.
“Bira değil ama çay olabilir.” dedi Evelyn.
“O hâlde meyveli çay… Çünkü karşılığında bir şey isteyeceğim senden.” dedi.
Evelyn, “Peki, o zaman.” dedi başını sallayarak. “İstediğini söyle bakalım.”
Meçhul adam, “Hadi, yine çalsanıza…” dedi.
Evelyn, önce gülümsedi ve parmaklarını tuşlarda dolaştırıp, “Ne çalayım?” der gibilerden başını sağa sola sallayıp soran gözlerle ona baktı.
Adam:
“Chopin çalıyor musunuz?” diye sordu.
“Evet, çalarım. Ne istiyorsunuz?”
“Nocturne No. 20’yi çalabiliyor musunuz?”
Evelyn, gülerek son derece alçakgönüllü bir tavırla, “Çalarım.” dedi. Adamcağız onun piyano kraliçesi olduğunu ve birçok ödül kazandığını nereden bilecekti?
“Hadi, o zaman seni dinliyorum.” demesine fırsat vermeden Evelyn’in parmakları piyanonun tuşlarında kaymaya başladı. Tuşlara nasıl yumuşacık bir hâkimiyetti o öyle? Yaşlı adam, duygulanıp kendini oturduğu yerde arkaya doğru attı.
Evelyn, parçayı yarıya kadar çalıp “Nasıl?” dedi. “Beğenmeyeceğinden korktum, iyi çaldım mı?” diye adama takıldı.
Meçhul adam anlatmaya başladı, “Zavallı anneciğim Prag’da çok iyi bir piyano öğretmeniydi. Beni de çok iyi bir piyanist olarak görmek istiyordu. Ben çok yetenekli bir çocuktum ve Chopin’in Nocturne No. 20’sini çaldığımda yedi yaşındaydım. Ayakta alkışlandım, anneciğim bu duyguyu ona yaşattığım için ne kadar mutlu olmuştu.”
“Tabii ki seksen sene önceydi. Romatizmadan kıvrılan parmaklarım, savaşın verdiği travma, kimde olduğunu bilemediğim piyanomun yokluğuyla ve... Çalmayı tamamen unuttum.” derken çok duygulanmıştı.
Evelyn tekrar çalmaya başlayınca adamcağız daha da duygulanmış ve gözleri dolu dolu olmuştu. Evelyn, kısa bir süre sonra çalmayı bıraktı.
“Çalsanıza…” dedi yaşlı adam.
“Çaldım işte.”
“Sadece başını çaldınız, hepsini çalsanıza!”
“Üzgünüm, bu kadarını biliyorum.” dedi Evelyn onu üzmemek için.
Meçhul yaşlı adam, “Buna inanamam. Girişinizden, yorumunuzdan, esere hâkim olduğunuz belli.” diyerek itiraz etti. Müzik kulağı mükemmeldi ve Evelyn’in çok iyi bir piyanist olduğunu hemen fark etmişti. Yanına sokulup: “Siz kimsiniz, neden buradasınız? Burada ender rastlayabileceğim bir piyanistsiniz.” dedi.
Evelyn çok duygulanmıştı ama yine de adama kim olduğunu söylemedi, “Lütfen daha fazla sormayın, beni yalnız bırakın.” dedi.
Adam: “Kovulduk mu?” diye sordu.
“Hayır, prensiplerim böyle…” diye karşılık verdi Evelyn.
“Harika çalıyorsunuz.” diye tekrar etti adam. Üç beş adım gittikten sonra geri dönüp geldi, Evelyn’e sokuldu, kulağına eğilip: “İtiraf etmeliyim ki Nocturne No. 20’yi annemden daha güzel çalıyorsunuz. Evet, annemden daha güzel çalıyorsunuz. Bana hiç kimsenin söyletemeyeceği, benim de bugüne kadar kimseye söylemediğim bir söz duydunuz benden. Çünkü Chopin’in bu ünlü bestesini annemden iyi çalan bir piyanist daha görmedim Prag’da...”
Evelyn bunu takdir ettiğini bildirmek için: “Sevindim ama bunu duysaydı anneniz üzülmez miydi? Yine de sizin anneniz çok mükemmel bir kadınmış doğrusu. Benim artık gitmem gerekiyor.” deyip piyanonun kapağını kapattı.
Bu yaşına rağmen, “Annem!..” diye inleyen bu adam, konuşurken hem ağlar hem de karşısındakini ağlatırdı. Adam, Evelyn ile konuşmaktan çok zevk aldığını hissettiriyordu. Evelyn bir türlü onun sözünü kesip yanından ayrılamıyordu.
“Ben yedi yaşındaydım. Küçük bir erkek çocuğunu düşün. Babasını hiç görmemiş, tanımamış. Avrupa’da savaşın son yılları ama onun savaş denen şeyden henüz haberi yok. Yaşadığı durumdan habersiz, annesinin peşinden bir sağa, bir sola koşuyor. Bazen mutlu, bazen yorgun, bazen de aç. O bir çocuk işte, dünyanın kötülüklerinden, başına geleceklerden habersiz. Annesinin peşinden koşar adım yürüyordu. Annesini götürenlerin onu niye ve nereye götürdüğünü bilmeden… Annesinin peşinden ağlayan bir çocuğu düşün. Yıllardır Old Town Meydanı’nda, gelmeyen bir anneyi bekleyen bir çocuk düşün. Gelemezdi çünkü Nazi askerleri annemi toplama kampına götürmüştü. Annem bir daha geri gelmedi. O günden beri bu meydanda her gece onu bekledim. Belki bir gün gelir diye. O gelmedi ama Nocturne No. 20, hayatım boyunca kulaklarımda çınladı.” dedi.
Oldukça hüzünlü olan bu hayat hikâyesini dinleyince Evelyn çok duygulanmıştı. “Tanrı size yardım etmiş.” dedi.
“Bana mı?” dedi yaşlı adam.
“Evet, size...”
Yaşlı adam, ona iyice yaklaşarak alçak sesle: “Tanrı bana yardım etti mi, buna emin değilim. Bana göre şimdiye kadar Chopin’in bu şaheserini Prag’da annem kadar güzel çalan olmamıştı. Ama sizin, annemden daha güzel çaldığınıza eminim. Çünkü siz çalarken bu meydanın gürültüsü beni çileden çıkartmıyor. Umarım ileride çok daha iyi yerlere gelirsiniz meçhul piyanist, inanın ki sizi hiç unutmayacağım.” dedi.
Evelyn’in ellerini avucuna alıp nazikçe tutarak: “Keşke halkın kaderlerini değiştirmeye çalışanlar, kendilerini değiştirmiş olsalardı. Savaşlar ve annesiz kalan çocuklar, sefaletle boğuşan halk... Savaş olsa bile her yerde olduğu gibi yine zenginlerin tuzu kuru. Yoksulun kaderi ise her dönemde ezilmektir. Savaş bitmiş, demokrasi gelmiş ama sefaleti hâlâ bitiremiyorsan neyi değiştirir özgür olmak?” dedi ve Evelyn’in elini bir centilmene yakışır şekilde öptükten sonra bırakıp arkasına bakmadan gözden kayboldu.
Bu meçhul ihtiyar, Evelyn’e kendisinin bir zamanların Prag’ında daha mutlu olduğunu anlatmaya çalışıyordu.
Ne güzel bir şeydi, müzik çevrelerinde ünlü bir piyanistti ama orada onu kimse tanımıyordu. Şu anda istediği gibi hatta istediği adamla konuşabiliyordu. Özlediği özgürlüğü orada yaşıyordu.
Hatta Evelyn, şu an meçhul bir piyanistti. Adamın bu sözü onun çok hoşuna gitmişti. “Acaba şimdi hangimiz daha meçhul görünüyoruz?” diye merak etmekten kendini alamıyordu. Oysa Broadway’de çalınca insanlar onu dinleyebilmek için bir bilete ne çok paralar ödüyorlardı.
Buradaki savruk ama son derece natüralist yaşamı ona fazlasıyla zevk veriyordu. Kim bilir sokaklarda daha onun gibi nice gerçek sanatçılar, sokak ressamları, sokak şarkıcıları, dansçıları hünerlerini sergileyip hiç fark edilmeden bohem hayatı yaşıyorlardı.
Bu meçhul ihtiyar, Evelyn’i çok etkilemişti. Evelyn, o günden sonra her gece onun gelmesini bekledi ve her gece Nocturne No. 20’yi çalıp durdu. Ama nafile, Evelyn’in ruhunu okşamayı başaran bu esrarengiz adam oraya bir daha gelmedi. Hayatı boyunca unutamayacağı kadar duygusal, nazik bir insandı. O güne kadar böylesine acı bir hikâye dinlememişti. Adamın çocukluk günleri çok derindi ve onda ömür boyu silinmesi mümkün olmayan izler bırakmıştı. Evelyn, bunu Harry’ye anlatırsa kim bilir ne kadar üzülürdü.
Prag’dan ayrılmasına birkaç gün kalmıştı. Bu arada Harry’yi çok özlediğini düşündü Evelyn.
Katkılarınız için teşekkür ederim. Sürdürmek dileğiyle. Arkadaşlarınızı da motive edin Onlar da soruları ile katılsınlar
Saygılarımızla
Ben teşekkür ederim beni çok güzel motive ettiğiniz için. Saygı ve sevgi ile…