ŞUAYİP ODABAŞI İLE

1.178. DİYALOG: BİR TEK SAZ TELİ
Çıktısını Alarak Okuma ve Diğer Çalışma Gruplarınızda Değerlendirebilirsiniz.
Birim Fiyatı: €420
27 Ağustos 2025
Erkan YAZARGAN
----------------------------
"Hakikat bir varmak değil, bir yolculuktur. Ve bu yolculukta bizi bekleyen en büyük ders, belki de aradığımız hakikatin, bizi arayan kişinin ta kendisi olduğunu fark etmektir."
Şuayip Odabaşı ile yaptığınız diyalog, bir röportajın ötesinde, samimi ve saygıya dayalı bir sohbetin ürünü. Bu diyalogu üç ana başlık altında analiz edebiliriz: Diyaloğun Amacı, İçerik ve Duygusal Tonu ile Tematik Kesişimler ve Ortaya Çıkan Paradokslar.
Diyaloğun Amacı, İçerik ve Duygusal Tonu
*Amaç: Bu diyalog, geleneksel bir gazeteci-sanatçı söyleşisinden çok, bir hayranın duyduğu merakı ve bir kültürel miras taşıyıcısına duyulan saygıyı yansıtıyor. Sorularınız, Odabaşı’nın sanatını, şiirlerini ve kişisel deneyimlerini derinlemesine anlamayı hedefliyor.
*İçerik: Diyalog iki ana bölüme ayrılıyor:
*Şiir ve Yaratıcılık: İlk kısım, şiirin ne anlama geldiği, "şairin çocuğu gibi" olduğu fikri ve "Kör Memed'in Evi" şiirinin arkasındaki gerçekler üzerine yoğunlaşıyor. Bu bölüm, Odabaşı'nın şiirine ve sanatçı kimliğine dair samimi bir pencere açıyor.
*Kazdağları ve Kültürel Miras: İkinci ve daha geniş kısım ise, Odabaşı'nın Kazdağları ile olan derin bağını ve bu bölgenin kültürel, mitolojik ve doğal önemini ele alıyor. Senin "Gençlerimize biraz anlatır mısınız" sorunuz, onu bir kültürel elçi rolüne büründürüyor.
*Duygusal Ton: Diyalog boyunca hissedilen temel duygu saygı ve empati. Sen, Şuarip Odabaşı'na "ozanım" diyerek hitap ediyor, "yüreğinizle varolun" diyerek takdirini gösteriyorsun. Bu samimi yaklaşım, Odabaşı'nın da daha kişisel ve içten yanıtlar vermesini sağlıyor.
Tematik Kesişimler ve Ortaya Çıkan Paradokslar
Bu diyalog, tıpkı önceki diyaloglarında olduğu gibi, sanat ve sanatçının varoluşuna dair bazı önemli temaları ve paradoksları ortaya koyuyor:
*Sanatın Gerçeklik ve Kurgu Arasındaki İlişkisi: Odabaşı'nın şiirlerinin "hepsi gerçek" olduğunu belirtmesi, sanatın sadece hayal gücünün bir ürünü olmadığını, aynı zamanda yaşanan acıların, gözlemlerin ve duyguların bir yansıması olduğunu gösteriyor. Bu, sanatsal üretimin, yaşanmışlıklardan beslendiği fikrini pekiştiriyor.
*Sanatçının Maddi ve Manevi Değeri: Diyalogun en dikkat çekici kısımlarından biri, sanatçının manevi değeri ile telif hakları ve maddi durumu arasındaki çelişki. Odabaşı'nın, "sanatçının zor durumda" olduğunu söylemesi ve Onur Akın örneğiyle "saz teli bile göndermedi" sitemi, bir sanatçının manevi olarak saygı görmesine rağmen, maddi olarak yok sayılmasının yarattığı derin hayal kırıklığını ortaya koyuyor. Bu, sanatın ülkemizdeki değeriyle ilgili acı bir gerçekliği yansıtıyor.
*Yerel Kimlik ve Evrensel Duygular: Odabaşı'nın "Kazdağlı" kimliğiyle gurur duyması, yöreye duyduğu derin aşkı ve buranın kültürel zenginliğini anlatması, yerel kimliğin bir sanatçının eserlerine nasıl evrensel duygular katabileceğini gösteriyor. "İnsan içinde yaşadığı yeri kutsar" sözü, onun sanatının kökeninin bu topraklar ve bu kültür olduğunu vurguluyor.
*Sanatçının Yalnızlığı ve Toplumsal Ulaşılamazlığı: Odabaşı'nın şiirlerini sanal ortamda paylaşması ve kitlelere ulaşma arzusundan bahsetmesi, sanatçının üretimine rağmen toplumdan ne kadar kopuk hissedebildiğini gösteriyor. Telif hakkı meselesi de bu kopukluğun maddi bir yansımasıdır. Kendisi "Biz bu dünyaya sevgi penceresinden bakarız" diyerek bir duruş sergilese de, bu duruşun her zaman anlaşılmadığını vurguluyor.
Sonuç olarak, bu diyalog, bir sanatçının yaşam öyküsü ve sanat anlayışı üzerinden, sanatın maddi-manevi çelişkisini, kültürel mirasla olan bağını ve sanatçıların yaşadığı görünmez yalnızlığı ustaca ortaya koyuyor.
BOŞUNA UĞRAŞMAK
Şuayip Odabaşı ile yaptığınız diyalog, "boşuna uğraşmak" deyiminin derin ve acı verici anlamını çeşitli katmanlarda yansıtıyor. Ozanın söylediklerini bu deyimle birleştirdiğimizde, sanatçının yaşadığı çelişkili duygular daha net ortaya çıkıyor.
"Boşuna Uğraşmak" ve Şiirin Değeri
Diyalogun ilk bölümünde, şiirin "şairin çocuğu gibi" olduğu fikri, sanatçının eserine ne kadar büyük bir sevgi ve emek verdiğini gösteriyor. Ancak bu kutsal emek, çoğu zaman hak ettiği değeri bulamıyor. Şairin, 102 şiirine rağmen "bir kitaplık şiirinin" daha taslak halinde olduğunu söylemesi, üretime devam etme arzusunun, yayıncılık ve tanınma zorlukları karşısında nasıl bir "boşuna uğraşma" hissine dönüşebileceğini gösteriyor. Sanatçı, ürettiği her eserin bir nevi manevi çocuğu olduğunu düşünürken, bu çocukların yeterince ilgi görmemesi, anlaşılamaması ve değerinin bilinmemesi, büyük bir hayal kırıklığına yol açıyor.
"Boşuna Uğraşmak" ve Emek Hırsızlığı
Diyalogun en can alıcı kısmı, Onur Akın örneği üzerinden ortaya çıkan telif hakkı meselesi. Şiirinin beste yapılarak ünlü bir albümde yer alması, manevi açıdan büyük bir gurur kaynağıyken, maddi olarak karşılığının verilmemesi, "boşuna uğraşmak" hissinin somut bir kanıtı oluyor. Odabaşı'nın "saz teli bile göndermedi" sitemi, sadece maddi bir beklentinin ötesinde, sanatçının emeğine duyulan saygının yokluğuna işaret ediyor. Bu durum, sanatçının "biz bu dünyaya sevgi penceresinden bakarız" gibi yüce bir duruşa sahip olsa bile, sistemin ve sektörün acımasız gerçekleri karşısında çaresiz kalmasını ve "boşuna uğraşma" hissini derinden yaşamasını gösteriyor.
"Boşuna Uğraşmak" ve Toplumsal Algı
Diyalog, sanatçının toplumsal mücadelesini de gözler önüne seriyor. Odabaşı, Türkiye'de sanatçıların ve sanatın değerinin cumhuriyetin ilk yıllarından bile daha kötü olduğunu söylüyor. Zor koşullarda, telif hakları olmadan ve özgür bir ortamda olamadan üretmeye devam etmek, sanatçıyı sürekli bir "yaşam mücadelesi"ne itiyor. Sanatçı dayanışmalarının eksikliği ve bazı sanatçıların kaprisli tutumları da bu mücadeleyi daha da zorlaştırıyor. Bu koşullar altında sanatsal üretimde bulunmak ve bir kültürel mirası taşımaya çalışmak, sanatçının kendi içinde "boşuna mı uğraşıyorum?" diye sormasına neden oluyor.
Sonuç olarak, Şuarip Odabaşı ile yaptığınız diyalog, bir sanatçının manevi doyumu ile profesyonel hayal kırıklıkları arasındaki trajik uçurumu gözler önüne seriyor. Bu uçurum, sanatçının yüce ve kutsal bir amaçla yola çıktığı sanatını, sistemin ve toplumun değer bilmezliği karşısında bir "boşuna uğraşma" eylemine dönüştürüyor.
EĞLENCE
Eğlence ve sanat, birbirine sıklıkla karıştırılan iki kavramdır, ancak temel amaçları ve işlevleri açısından önemli farklılıklar gösterirler. Bu iki kavram arasındaki ayrımı anlamak, bir esere veya etkinliğe bakış açımızı derinleştirir.
Eğlence Nedir?
Eğlence, genellikle kısa vadeli zevk, rahatlama ve dikkat dağıtma amacı taşır. Bizi günlük hayatın sıkıntılarından uzaklaştırarak anlık bir keyif vermeyi hedefler. Temel özellikleri şunlardır:
*Amaç: Tüketiciyi memnun etmek ve ona haz vermek.
*İşlev: Duygusal ve zihinsel olarak yormadan, kolayca sindirilebilir olmak. Seyirciyi pasif bir alıcı konumuna yerleştirir.
*Örnekler: Bir pop şarkısı, gişe filmi, komedi dizisi veya basit bir video oyunu eğlence kategorisine girebilir. Bunlar, genellikle karmaşık düşünce veya derin bir anlam arayışı gerektirmez.
Sanat Nedir?
Sanat ise, eğlencenin aksine, izleyiciyi düşünmeye, sorgulamaya ve duygusal bir yolculuğa çıkarmayı amaçlar. Sanat, bir yaratıcının iç dünyasını, toplumsal gözlemlerini veya evrensel bir fikri ifade etme biçimidir. Sanatın temel özellikleri şunlardır:
*Amaç: Yaratıcının duygularını, düşüncelerini ve birikimini ifade etmek ve izleyiciyle derin bir iletişim kurmak.
*İşlev: Seyirciyi aktif bir katılımcı yapar. Sanat eseri, rahatlatmaktan ziyade, rahatsız edebilir, düşündürebilir veya yeni sorular sormaya teşvik edebilir. Sanat, bilinci dönüştürmeyi ve farkındalık yaratmayı hedefler.
*Örnekler: Van Gogh'un bir tablosu, Dostoyevski'nin bir romanı veya bir karikatüristin politik eleştirisi sanat olarak kabul edilir. Bu eserler, genellikle izleyiciyi yorar ve ondan bir çaba bekler.
Farklar ve Kesişimler
| Özellik | Eğlence | Sanat |
|---|---|---|
| Ana Amaç | Anlık zevk ve rahatlama | Derin ifade ve sorgulama |
| Seyirci Rolü | Pasif alıcı | Aktif katılımcı |
| Beklenen Etki | Anlık keyif ve dikkat dağıtma | Düşündürme, farkındalık yaratma |
| İçerik | Genellikle basit ve tekrar eden | Karmaşık, katmanlı ve özgün |
Elbette, bir eserin hem sanat hem de eğlence unsurları taşıyabileceği durumlar da vardır. Örneğin, bir Stanley Kubrick filmi hem görsel bir şölen sunarak eğlendirebilir hem de insan doğası üzerine derin felsefi sorular sordurarak sanat eseri haline gelebilir. Buradaki ayrım, eserin birincil amacının ne olduğuyla ilgilidir.
Eğlence, sizi bulunduğunuz yerden bir süreliğine alıp götürürken, sanat sizi olduğunuz yere geri getirir ve o yeri ilk defa görmüş gibi bakmanızı sağlar.
KAYIT
Ekollerin gelişim sürecinde kayıt altına alma, temelde bir düşünce veya sanat akımının varlığını ve dönüşümünü belgeleme çabasıdır. Bu süreç, zaman içinde farklı yöntemlerle gerçekleşmiştir ve bir ekolün "resmi" tarihini oluşturur.
Geleneksel Dönem
Sözlü geleneklerin ve yazılı kayıtların sınırlı olduğu dönemlerde, ekollerin kayıt altına alınması daha çok usta-çırak ilişkisi ve el yazmaları aracılığıyla oluyordu.
*Sözlü Gelenek: Bir ekolün (felsefi, dini, sanatsal) kuralları, teknikleri ve felsefesi, ustadan çırağa aktarılırdı. Bu aktarım, kişisel ve uygulamaya dayalıydı. Örneğin, bir resim atölyesinde, resim yapma teknikleri veya bir felsefe okulunda düşünce yöntemleri bu şekilde nesilden nesile aktarılırdı.
*El Yazmaları ve Kitaplar: Özellikle felsefe ve din gibi düşünce ekolleri, kurucu figürlerin veya onların öğrencilerin yazdığı metinlerle kayıt altına alınırdı. Örneğin, Antik Yunan felsefesindeki ekoller, Platon'un diyalogları ya da Aristoteles'in notları aracılığıyla belgelenmiştir. Bu metinler, ekolün temel ilkelerini ve tartışmalarını sonraki nesillere taşıyordu.
Modern Dönem
Matbaa ve daha sonra fotoğraf, ses ve video kayıt teknolojilerinin gelişimiyle birlikte, ekollerin kayıt altına alınma biçimleri kökten değişti.
*Matbaa ve Yayıncılık: Matbaanın icadıyla birlikte, bir ekolün düşünceleri, çok daha geniş kitlelere ulaşabilir hale geldi. Manifestolar, kuramsal kitaplar ve eleştiri yazıları, bir ekolün fikirlerini standartlaştırarak yaygınlaştırdı. Örneğin, Fütürizm ve Kübizm gibi sanat akımları, yayınladıkları manifestolarla kendi ilkelerini resmen duyurmuş ve tarihe not düşmüştür.
*Akademik Çalışmalar: Üniversitelerin ve akademik kurumların yaygınlaşmasıyla, ekoller üzerine sistemli araştırmalar yapılmaya başlandı. Sanat tarihi, felsefe tarihi gibi disiplinler, geçmişteki ve günümüzdeki ekolleri kategorize ederek, kronolojik ve tematik olarak inceleyip kayıt altına aldı.
*Sanat Eserlerinin Belgelenmesi: Müzeler, galeriler ve arşivler, sanat ekollerinin gelişimini somut olarak gösteren eserleri toplayarak, koruyarak ve sergileyerek kayıt altına aldı. Bir eserin fotoğrafı, çekildiği tarih, sanatçısı ve ait olduğu akım bilgileriyle birlikte kayıt altına alınarak, o ekolün gelişiminin görsel bir belgesi haline geldi.
Günümüz ve Dijital Dönem
İnternet ve dijital teknolojiler, kayıt altına alma sürecini daha da demokratik ve anlık hale getirdi.
*Dijital Arşivler ve Veritabanları: Bugün, ekoller ve eserleri, çevrimiçi veritabanlarında ve dijital müzelerde toplanabiliyor. Herkes, istediği bilgiye ve esere anında ulaşabiliyor. Bu, bilgiye erişimi kolaylaştırıyor ve ekollerin evrimini takip etmeyi mümkün kılıyor.
*Sosyal Medya ve Bloglar: Sanatçılar ve düşünürler, artık fikirlerini ve çalışmalarını bloglar, sosyal medya platformları ve çevrimiçi portföyler aracılığıyla anında paylaşabiliyor. Bu, yeni akımların çok daha hızlı oluşmasını ve kayıt altına alınmasını sağlıyor. Senin "Diyalog Sanat" projen gibi platformlar da, sanatçıların düşüncelerini ve birikimlerini doğrudan kaydederek bu sürece katkıda bulunuyor.
Özetle: Bir ekolün kayıt altına alınması, sözlü gelenekten, el yazmalarına, basılı manifestolardan, dijital arşivlere kadar bir evrim geçirmiştir. Bu süreç, sadece bilgi aktarımını sağlamakla kalmaz, aynı zamanda bir ekolün kimliğini ve tarih içindeki yerini de belirler.
HALK ŞİİRİ VE TÜRKÜLER
Halk şiiri ve türküler, Türk kültürünün en önemli sözlü miraslarından biridir. Bu türlerin gelişim süreci, binlerce yıllık birikimin ve kültürel etkileşimin bir sonucudur. Halk şiiri ve türküler, yazılı edebiyattan farklı olarak, sözlü gelenek içinde, halkın ortak duygu ve düşüncelerini ifade etme ihtiyacından doğmuştur.
Halk Şiirinin ve Türkülerin Kaynakları
Halk şiiri, İslamiyet öncesi dönemdeki Şamanist ve Ozanlık geleneklerinden kök alır. O dönemde, kam (şaman), baksı (şair-şaman) ve ozan gibi sanatçılar, kopuz eşliğinde söyledikleri şiirlerle dini törenleri yönetir, destanlar anlatır ve toplumsal olayları dile getirirlerdi. Bu şiirler, doğa, kahramanlık ve ölüm gibi temaları işlerdi.
İslamiyet'in kabulüyle birlikte, bu gelenek, Orta Asya'dan Anadolu'ya taşınarak yeni bir kimlik kazandı. Ozanlık geleneği, İslam'ın tasavvufi ve mistik unsurlarıyla birleşerek Alevi-Bektaşi ozanları ve halk şairlerini ortaya çıkardı. Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli gibi isimler, bu geçiş döneminin en önemli temsilcileridir.
Gelişim Süreci ve Dönemler
Halk şiiri ve türküler, tarih boyunca farklı dönemler ve ekoller içinde gelişmiştir:
*Anonim Halk Edebiyatı (Sözlü Gelenek): Bu dönemde, şiirler ve türküler belirli bir sanatçıya ait değildir. Doğum, ölüm, düğün gibi törenlerde veya günlük hayatta spontane olarak söylenir ve kulaktan kulağa yayılarak günümüze ulaşır. Bu eserlerin en belirgin özelliği, halkın ortak yaşantısını, sevinçlerini, acılarını, inançlarını ve geleneklerini yansıtmasıdır. Ninniler, ağıtlar, maniler, tekerlemeler ve anonim türküler bu dönemin ürünleridir.
*Âşık Edebiyatı (Ozanlık Geleneğinin Devamı): 16. yüzyıldan itibaren Anadolu'da gelişen bu gelenek, belirli şahsiyetlerin (âşıkların) saz eşliğinde şiir söylemesine dayanır. Âşıklar, usta-çırak ilişkisi içinde yetişir, atışmalara katılır ve gezgin bir hayat sürerlerdi. Bu dönemde şiirler, hece ölçüsüyle ve belirli nazım biçimleriyle (koşma, semai, varsağı, destan) oluşturulurdu. Âşık Veysel, Karacaoğlan, Neşet Ertaş gibi isimler, bu geleneğin en önemli temsilcileridir.
*Tekke Edebiyatı (Tasavvufi Halk Şiiri): Bu gelenek, tasavvuf düşüncesini halka yaymayı amaçlar. Şiirler, çoğunlukla tekke ve dergâhlarda, dini ve mistik konuları işlerdi. Yunus Emre, Pir Sultan Abdal ve Hacı Bayram-ı Veli gibi isimler, şiirlerini halkın anlayacağı sade bir dille yazarak tasavvuf felsefesini geniş kitlelere ulaştırmışlardır.
Kayıt Altına Alma Süreci
Halk şiiri ve türküler, binlerce yıl boyunca sözlü gelenek içinde varlığını sürdürmüştür. Kayıt altına alınma süreci, modern çağda, özellikle matbaanın yaygınlaşması ve akademik çalışmaların başlamasıyla hız kazanmıştır.
*Cönkler: Halk şairleri ve âşıklar, kendi şiirlerini ve duydukları diğer şiirleri, cönk adı verilen uzun ve dar defterlere kaydederlerdi. Bu cönkler, halk şiirinin ilk yazılı belgeleri olarak kabul edilir.
*Derleme Çalışmaları: 19. yüzyıldan itibaren batılı ve Türk araştırmacılar, halk kültürünü derleme çalışmaları başlatmışlardır. Türkolog Fuat Köprülü, halk edebiyatı üzerine yaptığı bilimsel çalışmalarla bu alanda bir çığır açmıştır. Sonraki dönemlerde, TRT gibi kurumlar, Türkiye'nin dört bir yanındaki türküleri ve halk şiirlerini derleyerek büyük bir arşiv oluşturmuşlardır.
*Akademik Yayınlar: Günümüzde, halk edebiyatı ve müzikoloji alanında yapılan akademik çalışmalar, türkülerin ve şiirlerin notalarını, sözlerini, yörelerini ve kültürel bağlamlarını detaylı bir şekilde inceleyerek kayıt altına almaya devam etmektedir.
Kısacası, halk şiiri ve türkülerin süreci, sözlü gelenekten başlayıp, cönklerle yazılı hale gelmiş ve günümüzde modern derleme ve arşivleme yöntemleriyle geleceğe taşınan yaşayan bir kültürel miras olarak devam etmektedir.
YEDİ
Elbette. "Yedi Filozof" ve "Yedi Ulu Ozan" kavramları, farklı kültür ve coğrafyalarda ortaya çıkmış olsalar da, insanlık tarihindeki düşünsel ve sanatsal gelişimin temel taşlarını oluştururlar. Bu iki grubu karşılaştırdığımızda hem çarpıcı benzerlikler hem de önemli farklılıklar görürüz.
Benzerlikler
Her iki grup da kendi dönemlerinin düşünsel ve toplumsal dönüşümünde kilit roller oynamıştır.
*Evrensel Arayış: Hem Yedi Filozof (Thales, Bias, Pittakos gibi Antik Yunan düşünürleri) hem de Yedi Ulu Ozan (Pir Sultan Abdal, Nesimi, Yunus Emre gibi Alevi-Bektaşi ozanları), evrenin, insanın ve hayatın anlamı üzerine derin sorular sormuşlardır. Filozoflar bu sorulara mantık ve akıl yoluyla, ozanlar ise sezgi ve manevi duygularla yanıt aramıştır.
*Aykırı ve Eleştirel Duruş: Her iki grup da içinde bulundukları toplumun yerleşik düzenini ve dogmalarını sorgulamış, statükoya karşı cesur bir duruş sergilemiştir. Filozoflar, mitolojik açıklamalara karşı rasyonel düşünceyi savunurken; ozanlar, resmi dinin katı kurallarına karşı halkın inancını ve sevgisini öne çıkarmışlardır. Bu eleştirel duruşları, onları bazen toplum tarafından dışlanmış, hatta Pir Sultan Abdal ve Nesimi gibi bazıları hayatlarını kaybetmişlerdir.
*Toplumsal Eğiticilik: Hem filozoflar hem de ozanlar, sadece kendi çağdaşlarına değil, aynı zamanda gelecek nesillere de yol göstermeyi amaçlamışlardır. Filozoflar, aforizmaları ve öğretileriyle erdemli bir yaşamın yollarını gösterirken; ozanlar, şiirleri ve deyişleriyle halka ahlaki değerleri, sevgiyi ve hoşgörüyü aşılamışlardır.
Farklılıklar
Benzer amaç ve roller üstlenmiş olsalar da, yöntemleri, ifade biçimleri ve toplumsallaşma süreçleri farklılık gösterir.
*İfade Biçimi: Filozoflar, düşüncelerini nesir (aforizma, diyalog) aracılığıyla ifade ederken, ozanlar şiir ve müzik (deyiş, nefes) gibi sanatsal formları kullanmışlardır. Filozofların dili daha çok akıl ve mantığa hitap ederken, ozanların dili duygu, inanç ve sezgiye seslenir.
*Toplumsallaşma Süreci: Filozofların öğretileri, daha çok yazılı metinler aracılığıyla, akademik çevrelerde ve felsefe okullarında yayılmıştır. Oysa ozanların düşünceleri, sözlü gelenek ve sazlı-sözlü ortamlar sayesinde halkın içinde yaygınlaşmıştır. Bu nedenle, ozanlar halkla daha iç içe, doğrudan bir etkileşim kurmuşlardır.
*Kayıt ve Aktarım: Filozofların fikirleri, öğrencileri tarafından yazıya dökülmüş ve nesilden nesile yazılı metinlerle aktarılmıştır. Ozanların şiirleri ise, yüzlerce yıl boyunca kulaktan kulağa aktarılmış, "cönk" adı verilen defterlerde toplanmış ve ancak modern dönemde daha sistematik olarak kayıt altına alınmıştır. Bu durum, ozanların eserlerinin anonimleşmesine veya zamanla değişime uğramasına yol açmıştır.
Gelişim ve Toplumsallaşma Süreçleri
*Filozoflar: Antik Yunan'da şehir devletlerinin (polis) entelektüel ortamında ortaya çıkmışlardır. Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi filozoflar, onların düşüncelerini geliştirmiş ve felsefe okulları kurarak bu düşünceleri kurumsallaştırmışlardır. Felsefe, giderek daha çok uzmanlaşan ve akademik bir disiplin haline gelmiştir.
*Ozanlar: Türkmen ve Alevi-Bektaşi geleneklerinin bir parçası olarak, göçebe yaşamın ve kırsal kültürün içinde doğmuşlardır. Sazları ve şiirleriyle köy köy, ocak ocak gezerek düşüncelerini ve inançlarını yaymışlardır. Bu süreç, onların felsefelerini kurumsallaştırmak yerine, doğrudan halkın vicdanında ve kültüründe kök salmasını sağlamıştır. Bu yüzden, onların deyişleri ve türküleri hala halkın dilindedir.
Özetle, her iki grup da insanlığın düşünsel ve sanatsal gelişimine hizmet etmiş olsa da, birinin yolu akıl ve yazıdan, diğerinin yolu duygu ve sözden geçmiştir. Filozofların öğretileri kurumsallaşırken, ozanların mirası halkın gönlünde ve belleğinde yaşamaya devam etmiştir.
Akıl ve yazı, duygu ve söz ayrımını anladıktan sonra günümüz dünyasının bilimsel ilerlemeleri daha çok akıl ve yazıdan beslenir. Bu durumun temelinde, modern bilimin doğası ve metodolojisi yatar.
Akıl ve Yazıdan Beslenen Bilim
Modern bilim, gözlem, deney, hipotez ve ispat üzerine kuruludur. Bu süreç, mantıksal düşünme, sistematik analiz ve objektif veri kaydını gerektirir.
*Mantık ve Analiz (Akıl): Bilimsel ilerleme, bir problemi çözmek için mantıksal bir çerçeve oluşturmayı gerektirir. Bir bilim insanı, bir hipotez kurar, bu hipotezi test etmek için deneyler tasarlar ve sonuçları rasyonel bir şekilde analiz eder. Örneğin, bir genetikçi, bir hastalığa neden olan geni bulmak için yüzlerce veriyi analiz eder ve bu veriler arasındaki mantıksal bağlantıları kurarak sonuca ulaşır.
*Yazılı Kayıt (Yazı): Bilimsel bilginin en önemli unsuru, doğrulanabilir ve tekrarlanabilir olmasıdır. Bir bilim insanının bulguları, makaleler, raporlar ve kitaplar aracılığıyla yazılı olarak kaydedilir. Bu kayıtlar, diğer bilim insanlarının bu çalışmaları denetlemesine, tekrarlamasına ve üzerine yeni bilgiler eklemesine olanak tanır. Örneğin, Isaac Newton'un 'Principia Mathematica' adlı eseri, kütleçekimi yasalarını yazılı olarak kayıt altına alarak, sonraki nesil bilim insanlarının bu temeller üzerine inşa yapmasını sağlamıştır.
Duygu ve Sözün Rolü
Duygu ve söz, bilimsel ilerlemenin doğrudan kaynağı değildir, ancak bilimsel sürecin ve yaratıcılığın arka planında dolaylı bir rol oynayabilir.
*Duygu (Sezgi ve İlham): Bir bilim insanının yeni bir fikir veya hipotez geliştirmesi, bazen mantıksal bir analizden çok, ani bir sezgi veya ilhamla gerçekleşebilir. Bu ilham, sanatçının yaratıcılık sürecine benzer. Ancak bu sezgi, bilimsel bir ilerlemeye dönüşmek için mutlaka mantıksal olarak test edilmeli ve yazılı olarak belgelenmelidir.
*Söz (Tartışma ve Sunum): Bilimsel fikirler, konferanslar, seminerler ve sözlü sunumlar aracılığıyla paylaşılır. Sözlü tartışmalar, farklı bakış açılarını bir araya getirerek yeni fikirlerin doğmasına zemin hazırlar. Ancak, bu sözlü paylaşımların bir bilimsel gerçekliğe dönüşebilmesi için yine yazılı ve doğrulanabilir kanıtlarla desteklenmesi şarttır.
Örnek: Albert Einstein'ın görecelik teorisi, sezgisel bir düşünce deneyinden (duygu ve söz) yola çıkmıştır. Einstein, "Işık hızında seyahat ederken aynada kendime baksaydım ne görürdüm?" gibi bir soruyla zihninde bu paradoksu kurdu. Ancak bu sezgi, onun yıllar süren matematiksel hesaplamaları (akıl) ve yazdığı bilimsel makalelerle (yazı) bir teoriye dönüştü. Duygu ile başlayan bir düşünce, akıl ve yazı aracılığıyla bilimsel bir hakikat haline geldi.
Sonuç olarak, günümüz dünyasının bilimsel ilerlemeleri, ağırlıklı olarak akıl ve yazının sistematik ve rasyonel gücünden beslenirken, duygu ve sözün ise yaratıcılık ve paylaşım süreçlerinde yardımcı bir rol oynadığını söyleyebiliriz.
FARK
Diğer diyaloglarını incelediğimde, bu diyalog, sanatın ve sanatçının somut, maddi ve sosyal gerçekliklerle olan ilişkisine odaklanmasıyla öne çıkıyor. Önceki diyalogların daha çok sanatın felsefi, psikolojik ve manevi boyutlarını irdelemesine karşın, bu diyalog, sanatın "hayat mücadelesi"ne daha yakından bakıyor.
Farklılıkları
*Maddi Gerçeklik Odaklılık: Daha önceki sohbetlerinde "boşuna uğraşmak," "intihar eden sanatçılar" gibi konularla sanatın varoluşsal krizlerine odaklanıyordun. Ancak bu diyalogda, bu krizlerin somut nedenleri konuşuluyor: telif hakkı sorunları, zorlu yaşam koşulları ve sanatın değerinin düşüşü. Sanatçı, bu diyalogda bir "ozan" olmanın getirdiği manevi yüceliğin yanı sıra, "saz teli bile göndermeyen" bir düzenin mağduru olarak karşımıza çıkıyor.
*Yerel ve Kültürel Kimlik Vurgusu: Daha önceki diyaloglarda sanatın evrensel boyutuna (örneğin, Yedi Filozof ve Yedi Ulu Ozan karşılaştırması) odaklanırken, bu diyalogda sanatın yerel kökleri güçlü bir şekilde vurgulanıyor. "Kazdağlı" kimliği, Sarıkız efsanesi ve yöresel değerler, sanatçının eserlerinin temelini oluşturuyor. Bu, sanatın sadece evrensel duygulardan değil, aynı zamanda ait olduğu toprağın ruhundan da beslendiğini gösteriyor.
*Daha Az Felsefi, Daha Çok Gözlemsel: Bu diyalog, felsefi sorular yerine, doğrudan sanatçının yaşamına ve gözlemlerine odaklanıyor. Şairin hayatındaki somut olaylar ve tecrübeler, konuşmanın akışını belirliyor. Bu yaklaşım, sanatın "soyut bir fikir" değil, "yaşayan bir tecrübe" olduğu fikrini pekiştiriyor. Bu diyalog, sanatın sadece ruhun gıdası olmadığını, aynı zamanda bir yaşam mücadelesi olduğunu ve bu mücadelenin sanatçıyı hem yücelttiğini hem de yorduğunu gösteriyor.
SARIKIZ
Sarıkız efsanesinin toplumsallaşıp kutsallaşmasının arkasında, kültürel, sosyal ve psikolojik birçok nedenin bir araya gelmesi yatar. Bu efsane, sadece bir hikaye olmaktan öte, toplumun ortak değerlerini, inançlarını ve kaygılarını yansıtan güçlü bir sembol haline gelmiştir.
Toplumsallaşma ve Kutsallaşmanın Temel Nedenleri
*Doğa ve Kutsalın Birleşimi: Sarıkız efsanesi, doğal bir mekân olan Kaz Dağları ile iç içe geçmiştir. Kaz Dağları, zaten antik çağlardan beri (İda Dağı olarak) kutsal kabul edilen, mitolojik hikâyelere ev sahipliği yapmış bir coğrafyadır. Bu doğal kutsallık, Sarıkız'ın masumiyet ve erdem hikayesiyle birleşince, efsanenin daha kolay kabul görmesini sağlamıştır. İnsanlar için kutsal kabul edilen bir dağda yaşanan, acıklı ama erdemli bir hikaye, o mekâna duyulan manevi bağı güçlendirir.
*Mağduriyet ve Masumiyet Sembolü: Sarıkız, iftiraya uğrayan, toplumu tarafından dışlanan ancak masumiyetini koruyan genç bir kız figürüdür. Bu mağduriyet teması, toplumun derinlerindeki adalet ve masumiyet arayışına hitap eder. Toplum, haksızlığa uğrayan birini kendi içinden bir kahraman yaparak, ortak bir vicdan oluşturur. Efsanenin sonundaki "kazları sağarak süt vermesi" gibi mucizevi olaylar, onun manevi olarak ne kadar saf ve kutsal olduğunu gösterir.
*Halkın Kendisini Bulduğu Hikaye: Sarıkız efsanesi, elit bir kesime değil, doğrudan halka hitap eden bir anlatıdır. Efsanenin içinde yer alan unsurlar (köy hayatı, çobanlık, iftira vb.), halkın gündelik hayatından tanıdık temalardır. Bu durum, efsaneyi daha anlaşılır ve benimsenir kılar. Efsane, halkın dilinde, türkülerinde ve geleneklerinde yaşayarak toplumsal belleğe yerleşmiştir.
*Farklı İnançların Birleşim Noktası: Sarıkız, Alevi-Bektaşi, Sünni Yörük ve Tahtacı Türkmenleri gibi farklı inanç ve etnik grupların ortaklaşa sahiplendiği bir figürdür. Bu, onu birleştirici ve hoşgörülü bir sembol haline getirir. Efsane, farklılıkların ötesinde, ortak bir manevi değer yaratır ve bu sayede toplumdaki ayrılıkları değil, birliği vurgular.
*Maneviyat ve Sığınak Arayışı: Efsane, Kaz Dağları'nı sadece coğrafi bir yer değil, aynı zamanda manevi bir sığınak olarak konumlandırır. Sarıkız'ın dağa sığınması ve orada kutsallığa ulaşması, insanların zor zamanlarda sığınılacak bir yer arayışını sembolize eder. Bu, bölge halkı için dağın, sadece bir yaşam alanı değil, aynı zamanda manevi bir liman olduğu inancını pekiştirir.
Sonuç olarak, Sarıkız efsanesi, masumiyetin, doğa sevgisinin, toplumsal birliğin ve manevi sığınak arayışının güçlü bir ifadesi haline gelmiştir. Bu unsurlar bir araya gelerek, efsaneyi sıradan bir hikayeden çıkarıp, nesillerdir dilden dile dolaşan kutsal bir sembole dönüştürmüştür.
DAĞ KÜLTÜ
Dağ kültü, insanlık tarihinin en eski ve en yaygın inanç sistemlerinden biridir. Dağlar, fiziksel olarak yeryüzü ile gökyüzü arasında bir köprü görevi görmeleri, erişilmez ve görkemli yapıları nedeniyle daima kutsal kabul edilmiştir.
Dağ Kültü Nedir?
Dağ kültü, dağları tanrıların, ruhların veya ataların ikametgâhı, evrenin merkezi ya da dünyanın ekseni (axis mundi) olarak gören inançları kapsar. Bu inançlara göre dağlar, kutsal ritüellerin, adakların ve ibadetlerin gerçekleştirildiği yerlerdir.
Diğer Coğrafyalarda Dağ Kültü
Dağ kültü, dünyanın farklı medeniyetlerinde benzer sembollerle karşımıza çıkar.
*Antik Yunan: Olimpos Dağı, Yunan tanrılarının, özellikle de baş tanrı Zeus'un evi olarak kabul edilirdi. Mitolojideki pek çok olay, bu dağda geçer.
*Tibet ve Himalayalar: Kailash Dağı, Hinduizm, Budizm, Jainizm ve Bön dinleri için kutsal bir merkezdir. Hac ibadetleri için binlerce kişi bu dağa tırmanır. Everest gibi diğer zirveler de kutsal kabul edilir.
*Japonya: Fuji Dağı, Shintoizm'de tanrıların evi olarak görülür ve Japon kültüründe önemli bir semboldür. Dağın tepesi, saflığın ve erdemin sembolüdür.
*İnka Medeniyeti: And Dağları, İnka mitolojisinde kutsal kabul edilirdi. Dağ tanrılarına (Apu) tapılırdı ve zirvelerde kurban törenleri yapılırdı.
Anadolu'da Dağ Kültü
Anadolu, dağ kültünün en zengin örneklerinin görüldüğü coğrafyalardan biridir. Tarih boyunca birçok uygarlığa ev sahipliği yapması ve coğrafi yapısı, dağ kültünün farklı inançlarla harmanlanmasını sağlamıştır.
*Nemrut Dağı: Adıyaman'daki Nemrut Dağı, Kommagene Kralı I. Antiochos tarafından tanrılara ve atalara şükranlarını sunmak amacıyla inşa edilmiş devasa heykelleriyle bilinir. Dağın zirvesi, kutsal bir alan olarak düzenlenmiştir.
*Erciyes Dağı: Kayseri'deki Erciyes, Hititlerden beri kutsal kabul edilmiştir. Antik çağda Argaeus olarak bilinen bu dağ, fırtına tanrısı Teşup ile ilişkilendirilmiştir.
*Uludağ (Olimpos Mysios): Bursa'daki Uludağ, Antik Çağ'da Mysia Olimposu olarak anılırdı. Yunan tanrılarının dağlarından biri olarak kabul edilir ve mitolojide tanrılarla ilişkilendirilir.
*Hasan Dağı: Aksaray'daki Hasan Dağı, Neolitik Dönem'den beri kutsal bir yanardağ olarak kabul edilir. Çatalhöyük'teki duvar resimlerinde yer alan patlayan yanardağ figürlerinin Hasan Dağı olduğu düşünülür.
*Kaz Dağları (İda Dağı): Çanakkale ve Balıkesir sınırlarında yer alan Kaz Dağları, antik mitolojide büyük öneme sahiptir. Zeus'un burada doğduğuna ve Troya Savaşı'nın bu dağdan izlendiğine inanılır. Sarıkız efsanesi gibi yerel halk hikayeleriyle de kutsallaştırılmıştır.
*Yıldız Dağları (Istranca Dağları): Trakya'da yer alan bu dağlar da eski Traklar için kutsal kabul edilmiştir.
*Ağrı Dağı: Tevrat'ta Nuh'un Gemisi'nin indiği yer olarak geçen Ağrı Dağı, hem Hristiyanlık hem de İslam inancında kutsal bir dağ olarak kabul edilir. Aynı zamanda halk ozanlarının ve efsanelerin de konusu olmuştur. Bu örnekler, dağların Anadolu coğrafyasında sadece coğrafi bir unsur değil, aynı zamanda kültürel, dini ve mitolojik bir mirasın da taşıyıcısı olduğunu gösterir.
Diyaloğumuzun bu son aşamasında, hakikat arayışımızın ve bu yolculukta karşılaştığımız paradoksların ana noktalarını toparlamak isterim.
Hakikat, sandığımızın aksine, kendini tam olarak açığa vuran, tek ve sabit bir olgu değildir. O, bir peçenin ardında gizlenir, bizi yanıltır, zorlar ve ancak sabırla, cesaretle ve alçakgönüllülükle yaklaştığımızda kendisinin bir kısmını gösterir. Bu arayış, sadece bilgi edinmekle ilgili değildir; aynı zamanda kendi önyargılarımızla, korkularımızla ve kabullenmeye zorlandığımız gerçeklerle yüzleştiğimiz bir kişisel dönüşüm yolculuğudur. Sanat, bu yolculuğun en güçlü araçlarından biridir. Sanatçılar, eserleri aracılığıyla, görünürde basit bir çizgi veya sözcükle, bize bu gizli hakikatleri fısıldar. Ancak bu süreçte, sanatçılar da hakikatin paradoksal doğasının kurbanı olabilirler. Eleştiriye tahammülsüzlükleri veya yaşadıkları ruhsal buhranlar, hakikatin acı verici ve zorlayıcı yüzüyle yüzleşmenin bir yansımasıdır.
Bu nedenle, hakikat arayışımızda hem sanatçının hem de kendi deneyimlerimizin bu karmaşık ve çok katmanlı yapısını anlamak, bize sadece daha fazla bilgi değil, aynı zamanda daha derin bir empati ve olgunluk kazandırır. Son sözüm şudur: Hakikat bir varmak değil, bir yolculuktur. Ve bu yolculukta bizi bekleyen en büyük ders, belki de aradığımız hakikatin, bizi arayan kişinin ta kendisi olduğunu fark etmektir.

YİRMİ BİRİNCİ DİYALOG
(KUTSAL KAZ DAĞLARI VE SANATIN ÜLKEMİZDEKİ DEĞERİ ÜZERİNE)
İyi akşamlar.
(KUTSAL KAZ DAĞLARI VE SANATIN ÜLKEMİZDEKİ DEĞERİ ÜZERİNE)
İyi akşamlar.
İyi akşamlar.
İyisinizdir umarım ozanım?
Sağolun iyiyim. Siz nasılsınız?
Sağolun var olun ozanım. Kitabınızda kaç şiiriniz var?
Yüze yakın.
Bütün şiirlerinizi kitaplaştırdınız mı?
102 şiir var.
Hayır, şu anda bir kitaplık şiir daha var. Taslak haline getirdim. Adını "Günâhlarımı İstiyorum" başlığı ile düşünüyorum.
Birde ABC şiirleri yaptım.
"Şiir şairin çocuğu gibidir" derler, inanır mısınız?
"Şiir şairin çocuğu gibidir" derler, inanır mısınız?
Yeri gelince insanın içine düşer.
"O halde bir çok çocuğunuz var" diyebiliriz.
Aynen.
"KÖR MEMED'İN EVİ"
Bu şiiri yazarken ki hislerinizi hatırlayabiliyor musunuz?
Evet
Başka karakterlerde var.
Biraz anlatabilir misiniz, bu şiirdeki duygularınızı?
Hepsi gerçek. Bölümleriyle birlikte fotoğraflarını da yayınlayacağım. İşin özü:
"Gün batımıyla biraz daha ölüyor insan her akşamüstü
Farkında olmayanların hiçbir şeyden beklentisi yok.
Farkedenler Güneş doğduğunda daha çok yaşamak için çırpınıyorlar."
Farkedenler Güneş doğduğunda daha çok yaşamak için çırpınıyorlar."
Kısacası en sonunda diyorum ki;
"ot gibi yaşayanlar ot gibi ölürler"
Güneş batarken her akaşm üstü,
Böyle yaşayanlara sinsi sinsi güler.
Güneş batarken her akaşm üstü,
Böyle yaşayanlara sinsi sinsi güler.
Çok güzel bir netice. O halde yaşamın değerini bilelim ve üretelim.
"Resimli yayın" faydalı olur bence de okuyuculara da ve kalıcı bir eser bırakmış olursunuz kanımca.
"Resimli yayın" faydalı olur bence de okuyuculara da ve kalıcı bir eser bırakmış olursunuz kanımca.
Kitapta resim yok fakat buradan (sanal ortamdan) okuyucu ile değişik bir paylaşım olur diye düşünüyorum.
Umarım kitlelere daha çok ulaşır ve duygularınızı birebir anlatma imkanı bulursunuz. Siz değerli ozanlarımız binlerce yıldır bu muhteşem kültürü bir ucundan taşıyorsunuz.
Teşekkürler.
Google'da birkaç parçamı paylaştım. Dinleyebilirsiniz!
"Kazdağı" denilince gençlerimize biraz anlatır mısınız? Nedir, nasıl bir duygudur, doğa ve insan v.b. Kültürümüzdeki yerini daha çok merak ediyorum, şahsen.
Kazdağları'nın iki özeli vardır. İlki antik çağın kutsal bir dağı olması yani; Troya İdasız olmaz dolayısıyla mitoloji içinde değeri çok fazladır. İkincisi bitki ve hayvan çeşitliliği boldur. Altın arayıcıları hırpalasada geleceği daha güzel olacak umarım. Türküsünü de yaptım.
"Kazdağlara kaz dağlara
Mezarımı kaz dağlara
Ben o yâri alamazsam
Şu derdimi yaz dağlara."
Mezarımı kaz dağlara
Ben o yâri alamazsam
Şu derdimi yaz dağlara."
Bağlamanın Ölümü ş.odabaşı yazın çıkar.
Kaz Dağları'nın kutsanmasına geri dönecek olursak, sizin hisleriniz nedir bu konuda, yörenin bir insanı olarak?
İnsan içinde yaşadığı yeri kutsar. Benim bakış açım - kendi iç dünyama göre, Kazdağları yoksa insanlık eksik yada yetim kalacakmış gibi bir his dolar içime. Tuncel KURTİZ de bu duygularla sığınırdı Kazdağlarına.
En ilginç olanı; Kazdağalrının zirvesinde Alevi Türkmenlerle Tahtacı Türkmenleriyle sünni Yörüklerin ortak bir değeri vardır.
SARIKIZ
iki inanca görede bu kız herkesi kucaklar. Mitolojide Zeus aşklarını bu dağda yaşar. Güzellik yarışması denilen olayda ilginçtir. Troya'dan kaçanlar yine İda'ya sığınmışlar. Bize "Kazdalı" derler diğer yörelerde. Bizde Kazdağlıyız deriz.
Bu yörede bir güvercin türü vardır. "Tahtalı kuş" derler. Altın oluk yönünde bir kanyon içinde ürerler. Başka yerlerde yok bu kuş. Dün köyümde, köyün ortasında Deli Mıstava'nın güvercinleri arasında bir tahtalı kuşu vardı. İlginç bir şey. Sığınmıştı. Bizim deli bakıyordu. Kazdağları aslında bir sığınak. Çanakkale'de insanlar bunaldıklarında atıyorlar kendilerini dağın içine.
Her şey var Kazdağlarında.
Umulmadık yerde bir boz ayı.
Beklenmedik bir yerde karacalar alageyikler.
Yılkı atları.
Yılkı atları.
Yabanlaşmış sığırlar.
Sonbaharda yaban meyveleri Kazdağlarına özgü mantarlar.
Yerin altındaki altından daha değerli zeytin.
Kazdağlarını sevdiğiniz hatta aşık olduğunuz anlaşılıyor buradan.
Ne diyeyim. Kazdağlarının zirvesinden Ağustos ayında hem Edremit Körfezine bakmalı, hem de Evciler Ovasına. Uçmak istersen kanatlarına değil, yüreğine güven.
Eline çatallı bir değnek alıp düş yola. Düşlerinle düşmeden yürürsün.
Ziyaretçileri karşılayacak arkadaşlar var mı?
Ziyaretçileri karşılayacak arkadaşlar var mı?
Evet var.
Tahminime göre, bahar aylarında daha bir güzel olur oralar? Öyle çatkapı gelen birileri açıkta kalmaz umarım .
Çevre dernekleri. Örneğin Çanakkalede Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği zaman zaman geziler düzenler. Elbette bahar canlanma sonbaharda ödüllendirmedir. Bizim yörede hangi köye gitseniz,sizi açıkta bırakmazlar.
Hangi güzergâhı önerirsiniz?
Bir kaç yol var: Zeytinli Köyünden zirveye gidiş, Bayramiç ilçesinden Evciler hattından rehberle gesi. Ayazma mesire yeri, Edremitten Hanlar Mevkii ve çevresi. Çanakkale Çan yenice yolu Kalkım hattı. Akçakoyun beldesi ve çevresi. Kalkımda çevre gezilebilir. Kalkımdam Hanlar Edremit e gidilebilir.
Bir grup gelse örneğin Sarıkız zirvesi civarında çadırlarıyla bir iki hafta geçirebilirler mi?
Temmuz - Ağustosta daha çok kalabilirler zira Tahtacı Türkmenleri bir bölgede çadır kurup bir ay kalıyorlar. Günlük turlarda var sürekli Jeeplerle. Milli Parklar Müdürlüğünün sorumluluğunda, Balıkesir bölgesi.
Teşekkür ediyorum bilgilendirmeleriniz için. Son olarak "Sanatın Değerine" dair ne söylemek istersiniz?
Ülkemizde sanat ve sanatçının değeri cumhuriyetin ilk yıllarından daha kötü. Bugün yazarlar, şairler, çizeler, sanatın her dalında sanatçılar zor durumda, telif hakları... satış vb. Bir kaç sanatçının sivrilmesi popüler olması sanatın değerini artırmıyor. Ne yazık ki sanatçı yaşam mücadelesi veriyor. Özgür bir ortamda yok.
Sanatçı dayanışmaları için ne önerirsiniz?
Sanatçı dayanışmaları için ne önerirsiniz?
Olmalıdır. Sanatçıların kapris yapma imtiyazlarıda yok günümüzde.
Şiirlerinizden ilhâm alarak senaryo, hikâye, öykü ve benzeri çalışmalarınızı alan veya yapan oldu mu şimdiye kadar?
Onur Akın "Sevgi Penceresi" şiirimi besteleyip "Seni Aşka Yazmalı" albümünde okudu. Telif hakkı olarak bir takım saz teli gönderseydi sevinirdim. Onu da yapmadı." "Tütün Benizli İnsanlar" kitabımdaki öyküler birbirine bağlandığında senaryo olur.
Onur Akın saygın bir sanatçı oysa?
Evet öylede? Ne diyeyim...
Sesinizi duyuramadınız mı, şimdi karşınızda olsaydı ne derdiniz kendisine?
Ben bir şey demem. Sadece "Biz bu Dünyaya sevgi penceresinden bakarız" derim. Anlayan anlar.
Yüreğinizle varolun, umarım hakettiğinizi elde edersiniz.
Sağolun
İzninizle bu diyalogumuzu arkadaşlarımla paylaşmak isterim. Kutsal Kaz Dağlarına buradan selamlarımı ve sevgilerimi gönderiyorum.
Selam ve sevgilerle.