DİYALOG MÜZESİ

TESPİTLER





ECE APAYDIN İLE


Sanat özelde şiir anlamında düşüncenin formla, biçimle ilişkisi. Ben şiir çalışan bir sanatçı olarak bütün sanat dallarının hatta sosyoloji ve psikoloji dahil diğer disiplinlerin de dahil olduğu bir sürecin izlerini sürüyorum.


Şiirsel yaşam durumlarının (postmodern çağın etkileriyle halen kaldıysa) bir tür dışa vurumu olan metinlerimi oluşturuyorum. Metin diyorum çünkü artık tek bir edebi türden bahsetmek oldukça zor. İçiçe geçmiş biçimsel değerler adeta klinik bir tablodur. Yazma eylemine yönelmiş kişi dil oyunlarıyla örülmüş toplumsal ve kültürel yapıda artık tek bir özne değildir.


Kimliklerin çoğalması her alanda yazma eylemini zorlu bir performansa dönüştürmüştür. Bu da entellektüel zeminde yaratma ve düşünce çabasında şiir yazıcıya yeni kapılar açmıştır. Dil oyunlarının ve dilin katmanlarının enerjisi modern sonrasını yaşadığımız günümüzde kaçabileceğimiz bir durum değil. Günün metaforları alegorileri de haliyle değişti ve bunları simgeleme sistemetiği içinde sanatta anlatım dilinin olanaklarını epeyce geliştirdi. Benim yazarken başat bulduğum en değişmez şey geleneksel olanın biçimsel değerlerinin eleştirilmesi.


Biçimsel sorunlar beni daha çok ilgilendiriyor. Böylelikle kültürel ve bireysel kodları biçimlerle, yeni olanla zorlamak oldukça cazip bir başlangıç.


Son çalışmalarınızdan bir kaç örnek görebilir miyiz?


1.

Bellekle yazışmanın hazzı

kendi fraklarımın sesi

sözcüklerin gidebileceği

bir yer değil

ateşi kınından birbirine doğrulan

yağlı iç gömlekleri

kabullenir genç hastanın

keder sözcüklerini


ne iyi dilimlediğiniz yer-yıllara ayrılan

derin oyuklar zil ölçekleri

bir hikayeyi günlerle dolduran

sedef gölde çalparalar 

o ekranda 

bataklığa tıklıyor


hasta sözcüğünden kopan halatlar

onlarla gerekli şaşırtmayı yapacak 

gezilerin aranan

kırsal sözcüğünden

kayıp olmayan doğada

kucakta


(yüzü gerekli şaşırtmayı yıkım olarak

yerine getirir )


2.


o bilir dalgın iç etekleri

arzudan sonra da duyulan arzu

yıkımı bir şaşkınlık olarak 

sarılan ve açılan bir akım olarak

bilir havada çığ açtıran kırbacı

kolların elleri -parmak uçlarının ağzı

dokunuşu sükunette tutuyor


bir karınca satırların altını çizmiş

böyle işte.hiçbir şey haddini bilmiyor

cüret ve kibir

iyi sözcükler .belki de tılsım

aslını sükunetle yaşatıyor


(ve hiçbir şey kendi acısına kavuşmuş değil)


Çim bacakları -uzun sıska hayalimin varisi

her yeni doğumda taze bir tırpan

sürükler kanımda genç hastaları

toprağın serveti üzerine kapanmış

yok tanrının cezası sarsak

süsen başlıklarıyla çivileyen kapımı


Zaman harcamaz zamanı öldüren yeşil izci

gövde kendini bilmediğinde

ayaklar hissetmiyor kollar otların

kokusunu paylaşıyor-bunlar ağızdaki

tüm kelimeler işte


Öğleye doğru ağılda dikensi bir açıklık

geceki bacakların basamakta oturduğu beyazlık

yalnızca onun hayalinin çalıları parlaklık

ve kanından izinle gövdeye çıkmış


-öyleyse canlılık onun esiri


-gitsin artık.tüylenmiş burnunda bir koşum yeri

halatları geçsin ve karanlık fundalıkları


Billur otların kan seyirmesi bu

kesişen otlar belden aşağı

nabız çalı dikeni


Değildim orada fakat aldım çırpınmanın kokusunu

kökleri kaşıyan su davulunu karnımda

rol alan bebekleri -bulanık etten


Bu nasıl bir acı-mutlu hayata soğuk bir bağışlama

kaynağına taşıyıp suları serpen de o-yabancı

otların aşk yataklarını iblisler için

çekiyor kıyıya doğru- ki

bu yaradılış  anı

onu umursamıyor


Metin yazımı derken kastettiğinizi anlamaya çalışırken düz yazı tadında akan, şarap etkili, okuyucunun ara ara koptuğu ve duygu aleminde bütünleştirmesi gereken parçalar bütünü dersek nasıl bir eleştiryle karşılaşmış olursunuz, derinlerdeki felsefe nedir?


Kimliklerin parçalaması, bir anlamda gerçekliğin de parçalanmasıdır. Şiirlerim çok parçalı duyuları yansıtan, geleneksel ve nostaljik olanın karşısında kaygan olan, dışavurumunda travmatik parçalanmalar yaşayan, çeşitlilik gösteren metinler. Çünkü sosyal yaşamda sürekliliği zor yakalanan değişken koşullar, farklılıklar, heterojenlik ve kaos hakim.


Sosyal yaşamın çeşitliliği çoğul bir tipleşmeyi de beraberinde getiriyor. Böylelikle beklenen gerçekleşiyor ve yaşam, dil oyunlarından örülmüş katmanlar halinde bizi zaman ve mekânlara göre parçalara ayırıyor. Böyle bir bireyin metne hakim olma süreci tartışılır durumdadır. Kaygan zeminde yazmanın bir tür bunaltısı da diyebiliriz. Metin de böylelikle çok parçalı ve çok sesli bir yapıya bürünür. Her okuduğuma, her edebi kalıba güvensizliğim de metnin esin duygusundan çıkmadığı fikrine taşıdı beni. Bu ilk gençliğimde oldu ve sahip olduğum özgünlüğün de nedenini, niçinini işaret ediyor diye düşünüyorum.


Metin bir çalışma, bir yolda olma hareketlilik hali. Karmaşa ve çelişkilerle dolu yanılsamaların ikiz gerçekliklerin alanı. Yazarın niyeti ne olursa olsun ortaya çıkan metin ilk anlamından ve kalıcılıktan yoksundur. Boşluklar, gedikler açılır sürekli. Yazma eyleminin doğası budur. Okuru bu boşluklara çekmek. Metni parçalamak, farklı anlamları keşfetmek. Bir şiirimde 'her şey metnin içindedir' demiştim. Son kitabım Asıllar ve Replikalar' ın başlangıç sözü de Derrida  ya ait: ‘Metnin dışında hiçbir şey yoktur’’. ”Metnin dışında hiçbir şey yoktur” sözü beni yazma eyleminin bütün açılımlarını hissettiğim bir evrene sürükledi.


Söz ve gerçeklik ilişkisi bağlamında Derrida’nın mevcudiyet metafiziği dediği, logosun (sesin, sözün, konuşan öznenin) varlığı karşısına yazarın yokluğunu koyduğu bu ayrımda benim de kendmi konumlandırdığım yer, yazmış olduğum metnin kendisi oldu. Özne olarak yazarın yokluğu konusu Derrida’ya göre üretilen metinde yeni kapılar açıyor. Derrida’nın gerçekliğin ve anlamın sabitlenemeyeceği düşüncesi, yazı ile dil arasındakı bağı, gösteren ile gösterilen arasındaki klasik anlamı baltalayan bu güçlü savı, benim bu kitabı yazmamdaki motivasyonum oldu.


Frage, Russel ve Wittgenstein okumalarım, dil felsefesine olan özel merakım beni kışkırtmış olabilir. Kitabı yazmamdaki ana fikir buydu.


Bir dönem ben de şiir yazan biri olarak, şair duygularını ve önemlisi aktarım biçimini az çok anlayabildiğimi düşünür ve bu aşamada sanatçıya "yaşadığınız en büyük acı neydi" sorusunu sorarım. Genellikle aradığımız yanıtı alamayıp kıyısından köşesinden dolaşıldığını görürüz yani biri çıkıp da alabildiğine çıplaklığıyla o duyguyu vermez nedense! Sizin özellikle sanatçının duygu aktarımı ile ilgili düşüncelerinizi almak isteriz ve tabi öncesinde bahsedilen bu duygu nasıl bir şeydir..? 


Yazı eylemi bir tür kazıcılıktır. Her zaman geçmiş kazılır acılar, anılar böylelikle kağıtta hortlar ya da artık etkisiz hayaletlere dönüşür. Bilinç akışıyla yazmak  şairi daha çok giz döküme sürükler. Fakat burada giz döküm kavramı ile iç dökümü birbirinden ayırmak gerek. Çoğu şiir yazıcı iç dökümcü. Biz de günlük okuyormuş hissine kapılıyoruz fakat metin acının yaşanan travratik süreçlerin estetize edilmiş ya da edilmesi beklenen halidir. Acının pragmatik olduğunu düşünen her kimse metinlerinde bunu buyursun kullansın. Bana göre bir biçim oluşturabileceğim alan üst dilde yapılalır. Orası kendimi de karşıma aldığım bir tür locadır. Geçmiş ve bütün travmalarım benim için Shakespeare oyunundan farksızdır. Metni yaşamak budur. Yaşadığım en büyük acıya gelince bir türlü bitmeyen, nokta koyamadığım metinlerin, şiirlerin ardımdan sürüklemesi. Kitaplara girmeyen yarım arafta kalan şiirlerdir.


Shakespeare "oyunundan" farksız travmaların aktarımı sanırım irdelememiz gereken düğümlerden biri! İlk olarak Shakespeare, oyunlarını yaşamdan almadı mı ve ikincisi yaşamayan biri yaşamı, yaşamayanlara nasıl aktarabilir, sizce eseri değerli ve kalıcı kılan kriterler nelerdir? 


Tragedya hayatın her alanındadır ancak metne sızdığı noktayı ben yapay buluyorum. Yazılan her metni yapay ve yapılmış bir form olarak algılıyorum. Okur da, yazar da yapay bir konumdadır. Bire bir karşıtlıkların ve metinden doğan boşlukların arasında çarpışır durur. Burası gerçeklik alanı olamaz. Gerçeklemeye çalıştığınız bir anlam arayışınız ve mesajınız varsa en basit örneği şiir değil makale yazarsınız, film değil bilgilendirme spotu çekersiniz. Kalıcı olan hayattır. Hayattaki ilişkilerdir. Salt acılardır. Değerli olan sahih, birebir yaşanan ve dokunduğumuz bize dokunandır.


Edebiyat sanatında saf duygunun ki dozu en yüksek olanı acı duygusu olduğundan, diğer duyguları da düzene sokması bakımı ve önemi gözönüne alındığında;


"öyle bir acı ki on yıl boyu, içimde sürekli akan lav, bitip tükettikten sonra beni, aklımın tümüyle durduğu o dönemi, yeniden başlayarak / doğarak olumluya çevirmeyi öğrendim ve şimdi öğretiyorum tüm insanlığa" diyen bir sanatçıyı ve cümlesini nasıl irdeler, değerlendirirsiniz? 


Acının diğer duygulardan üstün olduğu, başı çektiği ve olumluya doğru da evrilttiği inancına bizi bir şiir inandıramaz diye düşünüyorum. Bu metin yazılmış ilk anlamı duygusundan sapmıştır. Acının ikiz gerçekliğidir bizimle olan, bir benzeridir ancak yazıldığında artık o da ölüdür ve ölüyü süslemek onu gerçekliğinden bizi uzaklaştırmaz. Ötekinin bakışıyla, ötekiden aldığımız bu sınırlılık haliyle bizim türlü türlü, parçalı gerçekliğimizin hangi biri örtüşebilir ki! Paylaşılan ölümlülük hepimizin aynı şekilde öldüğünü göstermekte ne denli başarılıdır. Yaratıcılık ve poetik cesaretle yaşamın birebir örtüştüğünü ben kendi adıma görmedim. Bu tarz metinler yas temsiline, dramaya iyi bir örnek oluşturabilir. İnsan öznenin travmatize oluşu şiir geleneğimizde yas ve acı imgeleri bir kalıp oluşturmuştur. Ben bütün bunların dışındayım. Ayrıca acının saf bir duygu olduğunu da düşünmüyorum. Yaşamdaki en önemli ve kışkırtıcı duygu sadece coşkudur. Coşkun olan saftır. Metinlerde eksikliği tam bir bozgundur ve yokluğu arabeske, ajiteye davetiye çıkarır. 


Yukarıdaki yaşam özünü aldıktan sonra bunun nasıl aktarılacağı sorusunun yanıtı tarzı da oluşturuyor kanımca. Sizin aktarımla ilgili, özellikle anlaşılır, kalıcı, doğal, samimi olabilmesi için önerileriniz nelerdir?


Modern sonrası kültür, edebiyat, sanat dünyasında her sanatçının yöntemleri farklılaşmış bireysel çıkışlar kendine özgü savaşlar çıkarmaya başlamıştır. Obez bir yapı, dilsel barizleşmenin patlama noktasına geldiği bir tür kışkırtma, ayartma…


Kendi yarattığı mikro iktidarı yıkma arzusuyla sürekli başlangıç noktasına çekilme. Diğer yönden de kendi bambaşka izlerinden geçerek geleceğe yönelme isteği. Bunlar yoksa şiirde buluştan, özgünlük ve yenilikten söz edemeyiz. Beni işin bu kısmı ilgilendiriyor. Doğallık, samimilik metnin içeriğinde mümkün olmayan bir durum. Bunu önceki yanıtlarımda konuştum ancak coşku ölü dile bir canlılık verebilir. Canlı bir dile kavuşamayan şiir kendi üstüne kapanır. Minimal etkin bilgiden dahi yoksun, kopuk, işitsel ve görsel olarak canlılığı olmayan bir şiir bana beklediğim bilgiyi vermekten yoksun kalır.


Kaldı ki hakikat sonrası çağımızda salt bilgiye sahip olmak da yetmiyor. Günümüz insanının hayatta kalmak için gösterdiği macerada farklı disiplinler devreye girmekte. Yapmayı-bilmek, yazmayı-bilmek, dinlemeyi-bilmek, görmeyi bilmek ve hatta yaşamın zorlu bir performansa döndüğü dünyada yaşamayı bilmek söylevin bütün oyunlarına başvurmadan nasıl mümkün olabilir?


Bugün şiirden söz ediyorsak, anlatımsal bilginin dil oyunlarıyla söylemin bütün olanaklarını geliştirdiği bir şiirden söz ediyor olmalıyız.


Yapısalcı yaklaşımın kaş yapayım derken göz çıkarması, anlam zenginleştirme derken dili imha etmesi, kalıpları genişletiyorum derken yakıp yıkması risk değil mi bu işi gerçekten yapabilenlerle özellikle Fransız etkisindeki yıkıcılığı nasıl ayırdedebiliriz? 


Disiplinler arası eritilen bağlantıların, çözülmelerin yeni soluklara dil ve metinle ilgili yeni bir (post -yapısalcılık )felsefeye evrilmesi büyük zenginliktir. Anlamın ne kadar tutarsız olduğunu görmemiz dilin imhası mı demektir tartışılır. Sanat ki risk taşımadan zaten özgünlüğe ulaşamaz. Metnin güdümlü bir dili varsa çizgisel yapısından dolayı özgün bir fikre bile sahip olmamıza imkan tanımaz. Fransız yapısökümcüler gerçekliğe, gerçek yaşam durumlarına, olaylara göndermede bulunmazlar. Bu yöntem metinlerarasıdır. Metinlerin başka metinlerle nasıl ilişkiye girdiği ne şekillerde göndermelerde bulunduğunun tanıklığıdır bir anlamda. Bu dilin bir bilim oluşunun konusudur. Dilbilimdir. Yöntemleri uzun uzun analiz edilip tartılabilir.


Katkılarınız için teşekkür eder, yaşam dolu bir yaşam dilerim.


Saygılarımızla


Teşekkür ederim.


İyi çalışmalar.


367. DİYALOG (DİYALOG TÜR İKİ, SAYI: 16)

 

Sanat camiamızdaki GELİŞİMLERİ neye göre TESPİT edersiniz, son dönem tespitlerinizden birkaçını rica edebilir miyim?
 
 
Kut Tuncay: Ah! Sevgili Erkan Bey, emin olun bu sorunuzun cevabını duymak, okumak istemezsiniz zira gelişim adını dolduracak, bu kelimeyi anlamlandıracak bir aksiyona rastlayamadım -maalesef ülkeme kesin dönüş yaptığım 2000 senesinden beri...

Sadece o ilk senede ülkemde açtığımız "ilk ve son dev sergi" esnasında zamanın Cumhurbaşkanı Sayın Sezer ve eşi hanımefendilerin yakın ilgisi ve "devlet sanatcılığıyla" taltif edilerek, rahmetli İsmail Cem Bey'in de zarif ağırlamaları belki farklılık addedilecek devlet yaklaşımlarıydılar lakin hemen ardından olan bitense maalesef oldukça sarsıcı bir zifiri karanlık hatta laubalilkik ve düşmanca dahi değerlendirilebilinir.

Düşünün ki şahsen kalkıp basın üzerinde İskender Pala diye bir zat-ı muhterem ile ağız dalaşına muhatap edildim. Tek suçumsa adamın sözüm ona akademik kariyerine binaen "Mutaassıp Sanat" diye adlandırdığı bir reformu sanat rönansansı gibi lanse etme çabasıydı.

Eleştirdiğim şey tahta boyama kurslarında öğretilen "ezber hat çizimi" ve boyamalarının kafaları sımsıkı örtülü, evde kalmış hanım kızların yaptığı, yalan yanlış "repetelerin" sanat değeri taşımadıkları ve bu modaya da böyle bir isim takılamayacağı görüşümdü.

İzninizle Galatasaray Mevlevihanesinin -el alarak icazetle bizatihi Abdülbaki Gölpınarlı hazretlerinden hat öğrenmiş bir gerçek hat ustası ve Avrupada' da adıyla "kaligrafi lecturune" kaydedilmiş bir sanatcı olarak bu kadarına hakkım vardı sanıyorum...

Buna rağmen ciddi bir düşmanlık gördüm; bir sürü saçma sapan insan müdahil oluverdiler o tartışmaya ve hayatımın en Aziz Nesinllik hikayelerinden biri oldu, sonunda çünkü "sanat tarihi profu" beyefendi bana cevaben kaleme aldığı yazılarından birinde kalkıp örnek olarak kullandığı Rembrant' tan "Gece Bekçilleri" ustalık eserini ressama yakıştıramamış olmalı ki Albert Dürer' e mal etmiş.

Yani -hakîkaten kimseleri de aşağılamnak derdinde değillken, kusuruma bakılmasın da sanat tarihi konusu olan bir akademisyenin bu şekilde bir hata ya da hatta sürç-ü lîsanı affedilemez... "Buna sabrım da yok zamanım da" dedim.

Cehalet çok zor, doğal olarak hele de "titr ile cüret almış cehalet" daha da fec'î... Velhasıl-ı kelam Cabbar Bey, bu sadece tek örnek... "gelişim "adına ilk nefeste aklıma gelen sanata dair...

Ha, elbette yetişen bir neslin arasından son derece yetenekli çocuklar geliyorlar -neyse ki, resim değilse de mesela; klasik müzik ekolünde...

Akuande Art: Bizde gelişimden ziyade dönüşüm var gibi, büyük galerilerin fuarlara sınırlı sayıdaki ressamlarıyla katılırken ki -maddiyata bağlı- risksiz yatırımları olarak göze çarpıyor. Hal böyle olunca da yenilere yaşama şansı pek tanınmıyor.

İleriye ket vurduğumuz bir diğer konu da, aslında üstünde pek durulmayan son derece önemlilik arzeden, sanat izleyicisi yetiştirememek noktasıdır ki, bu da sanattan bi haber yaşayan kitlelerin giderek çoğaldığını görüyoruz.

Yani okullarda ilk öğretimden itibaren nitelikli sanat eğitiminin verilmemesi; sanatsever, sanat alıcısı ve izleyenlerini kısıtlı sayıya indirgeyerek bir kısır döngüye hapsediyor. Ben geldiğimiz aşamayı oyuncuların değişmediği bir kadroda seyircisiz maç izlemeye benzetiyorum.

Gelişim dar alanda kısa paslaşmalarla gerçekleşmez bence.

Sırrı Sarıışık: Dinin sosyolojik baskısı kalktığı sürece gelişmeleri görmek olasıdır...

Tarih boyu yaratıcı sanat, dinin baskısı altında kalmıştır. Özgür yaratıcı sanatçıları sürekli engelleyen ruhbanlar olmuştur. Görünmeyen kurallar, ruhbandan çok inancı savunduklarını zanneden cehalet, doymak bilmeyen mantıksızlıkları üretmiş, kendi hayal gücü ile yarattıkları doğa üstü güçlerin emrine girmiştir.

Biteviye kendini çağa göre yenileyen, yenilenen terliksi saçmalıklar karşısında sanatçı yılgınlığa düşen umutsuz savaşçı konumunda zannetmiştir. Savaşmaktan üretmeye zaman bulması bir hayli güçleşmiştir. Olumsuzluklara rağmen güçlerini sonunda yitiren saygıdeğer bir avuç sanatçı. Her dalda üretim veren...

En önemlisi insan olmanın ağır sorumluluğunu içinde hisseden. Onlar zaten duyarlı bireylerce biliniyor. "İsim isim" saymayı ukalalık olarak kabul ediyorum kendi adıma...

Pelin Bayrak: Vallahi, ne desem bilemiyorum sanatsalla ilgili, çok...

Hangi biri ama önü kesilen bir ülkeyiz, sanat kalmadı. Diziler bile gündem konularına uygun. Müzik tükendi. Aynı repertuarlarla gidiyor... Tiyatro aynı oyunlar, her sene tekrar. Yenileşme yok... Olan çark dönüyor.

Konser salonları bomboş.

Özetle ülkem bitti.

Sacit Akel: Ben 20' yıldır tiyatro yapmaya çalışmaktayım. Soru biraz havada gibi sanırım, sanattan anladığımızla alakalı...

Haddim değil sanat camiamızdaki gelişimleri yorumlamak çünkü ben bu ülkede bir elin parmaklarını geçemeyecek kadar az sayıda sanatçı olduğunu düşünüyorum. Onlardan biri de değilim. Ama bir tiyatro emekçisi olarak fikrim, bizim son 20' yılda bireysel olarak ancak oyunculuklarımız gelişmiştir.

Sanatla alakalı orataya konan şeyleri de bir gelişim olarak göremiyorum. Bunu "sanatla uğraşanların hayal gücü yoksunluğuna ve ülkenin şartlarına" bağlı olduğunu düşünmekteyim.

Ancak sizin düşüncelerinizi merak ediyorum:

Mine Sarmış: Ülkenin siyasi konum ve duruşunun etkileri çok büyüktür bana göre. Gelişmekte olan bir ülkenin sanata verdiği imkan ve teşvikleri son zamanlarda göremiyoruz. Bireysel veya küçük gruplar halinde gelişime katkıda bulunmak için mücadele verir hale geldik. Engellemelerle karşı karşıya olduğumuz bir konumdayız.

Din ve siyaset bir arada baskıcı tutumla sergilendiğinden sanata da bir öcü gibi yaklaşıyorlar. Dolayısıyla sanat sancılı. Bir toplumun gelişmişliği kültür ve sanatla olur. Kültür ve sanat geçmiş kültürlerin geleceğe taşınmasını sağlar.

Kültür ve sanat sosyalleşmeyi ve birlikte yardımlaşmayı sağlar.

Kültür ve sanat toplumsal barışın gelişmesinde etkin olur.

Kültür ve sanat düşünen insanlar yaratır.

Kültür ve sanat sevgi ve saygı yaratır.

Çocuk ve gençler birlikte, barış içerisinde yaşamayı kültür ve sanatla öğrenirler, en önemli yol budur.

Yalansız dumansız bir dünya yaratalım ister sanat ve "sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarınından biri kopmuş demektir" diyen Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e şükranlarımla.

Teşekkür ederim.


Birgen Engin
: İçinde bulunduğum projeler ya da izleyicisi olduğum projelere göre...

Üç boyutlu görsel sanatlarda daha sınırsız düşünülmeye başlanması. Yaşadığımız sosyal ve siyasal olayların çerçevesinde eserlerin son yıllarda daha gözle görünür olması. Bir kaç farklı sanat dalının bir arada kullanılması en sevindiricisi yani farklı disiplinlerin birbirine hizmet etmesi diyebilirim belki de...

Şikayet eden gelişimin ya içinde değildir ya da farkında değildir. Değişim mutlak ama gelişim farklı bir şey. Benim için gelişimin sevdiğim yöne gitmesidir. Ama tercih ettiğim bir başkası için sevmediği bir yön ise gelişim diye tanımlamaz.


Sukru Mehmet Omur
: Ben sanatta gelişimden çok değişim olduğuna inananlardanım. Yeni Sanat akımlarının değişimleri peşinden getirdiğine inanıyorum ancak bu değişimler her zaman gelişime işaret etmiyor. Örneğin müzikteki "heavymetal" akım bir değişim ancak bir gelişim olarak kabul etmek güç.

Yüzyıllar önceki klasik müzikten pek gelişmiş olduğu söylenemez. Her açıdan imkan olarak daha zengin bir dönemde ortaya çıkmış olmasına rağmen...

Türk sanat camiasında da anlamlı büyük değişimlere son yıllara pek tanık olmuyorum.

Oktay Çakır: Sanat gelişiminden öte dönüştürebilme idealinden uzaklaşmıştır; son zamanlarda çok fazlasıyla benzer işlerin ortada gezmesi... aurasını yitirmiş ışıltısını olmayan çalışmalar görmekteyim....

Handan Aktas: Söylenilen ya da vadedilen işlerin ne kadarı yapılıyor, ne sıklıkla insanlara iş teklifi geliyor, sinema sektöründeki insanlar ne kadar süreyle boş oturuyorlar, söylenilen bütcelere göre ve yaptıgınız işe ne kadar deger verildigine göre ve en son olarak ne kadar kendimiz üretiyoruz, başkalarından esinlenmiyoruz ya da çalmıyoruz? Ben bunlara göre degerlendiriyorum ve emin olun ki biz çok gerilerdeyiz her anlamda.

Bu arada sanat derken ben sinema televizyon alanı için konuştum, kendi alanım oldugu için...

Kubilay Aktulum: Ben, tespitlerimi kuramsal veriler üzerinden yaparım. Yani dünyada ne olup bitiyorsa onlara koşut kavramları arar, onlar üzerinde düşünürüm. Durum bizde de farklı değil...

lyotard'ın postmodern durum dediği şey bize de gayet uygun. Öyleyse bilginin bu denli hızlı aktığı, ulaşımın bu denli kolaylaştığı v.b. bir dünyada benim için temel kavram "metinlerarası" ya da "alıntı"dır. Bizim sanat, edebiyat bu gidişata da uygun, uygun olmazsa zaten pek tutunamaz.

Uzun konu.

Nurdan Kızılaslan: Eskiden sanatcı trendleri belirlerdi ama artık internet ve sosyal.medya yüzünden herkes her şeye kolayca erişebilir oldu. Dolayısı ile artık sanatcılar akımlara göre hareket ediyor (çoğu) yani ambiyane (amiyane) tabirle tribünlere oynamak zorunda kalıyor, tüketilme korkusu ile..

Popüler kültür neyi destekliyorsa o daha beğenilen duruma geliyor ve düzen sanatçıyı özgün bir şeyler yapmaktan alıkoyuyor kanımca...

Gülgökçe Korkmaz: Sanat camiasi dediğimiz konu çok kapsamlı...

Sanatın hangi dalını ele alacağımızı doğru tespit etmek lazım önce ve her dalı ile fikren, kısmen alakadar olmak gerekli çünkü sanatın her dalı birbirini destekliyor ve besliyor. Mesela son zamanlarda Türkiye'de komedinin çok geliştiğini, bu alanda Avrupa dahil çok fazla rağbet gördüğünü fark ettim. Insanlar için "komedi" kolay tüketilebilinir ve sindirimi "daha kolay" bir hal aldı. Tabi bu durumda üretici sanatçılara düşen görev kaliteli ve gelişim gösterebilen konulara değinmek olmalıdır.

Sanat anlamında gelişmeleri iki şekilde tespit edebiliriz; reklam değeri yüksek ve halkın onayını almış ise orta halli ve tüketime hazır bir sanat varyasyonu...

Tenha da kalmış ve toplumun çok az, belirli kesimleri tarafından algılanabilmiş sanat çeşidi kısmen daha kendi içinde daha geçerli ve gelişim gösterebilmiş sanat olarak görüyorum ve bu eserlerin bir diğer örneklerini mukayese ile dünya piyasasındaki diğer orjinal örneklerine bakarak gelişimi tespit edebiliriz. Yayınlarsanız sayfa görüntüsünü görmek isterim


Siret Uyanık
: Çok güzel bir soru, sizi tanımıyorum lakin sanat konusuna bilinçli bir yaklaşımın göstergesi olduğu için cevaplamak istiyorum.

Sanat camiasındaki gelişimler hangi anlamda yeterli önce bunu irdelemek gerekiyor. Gelişimin popülerlikle eşdeğer tutulduğu bir dönemdeyiz ve gerçekten bir gelişme var mı ya da bir tekrarlar silsilesi mi? Yeni gelişmeler sanatın teknik olarak teknoloji destekli olması, dijital sanatın küresel sanat platformuna hakim olması ve sanatseverlerin bu işlere olan heyecansız ilgisi.

Evet, özellikle plastik sanatlarda dijital teknolojinin estetik formlarla izleyiciye sunulması şahane ama ne derece doyurucu bunu tartışmalıyız. Hızlı tüketen bu yüzyıl insanı sanatsal ögeleri de bir tüketim nesnesi olarak görüyor ne yazıkki. Bir şiiri bir şarkıyı bir filmi en fazla bir ay konuşuyoruz ve sonra unutuyoruz. Kalıcı eser üretmek ve bu konuda sabır göstermek artık sanatçıların da kaygısı değil, ne yazık ki...

Popüler olunuyorsa bu tatmin edebiliyor ve bu durum sanatçıyı popülerliği koruma adına işlerin tekrarına yöneltebiliyor. Oysa sanatsal bir işe kendi heyecanlarını, duygularını, kültürünü ve sanatsal altyapılarını ne derece yansıtabiliyorsa ve beğenilme kaygısını yok sayıyorsa o zaman ortaya daha "özgün"işler çıkabiliyor. Toplumsal değişimler de buna etken.

Son dönemdeki sanatsal gelişmelere ise bienallara olan müthiş halk ilgisini söyleyebilirim. Sanatın teknolojik iletişim araçlarının desteğiyle küreselleşmesi çok güzel bir gelişme. Artık bir sanatçı dünyanın öbür ucundaki başka bir sanatçının işini görebiliyor, takip edebiliyor.

Estetik bakış açısının yeni kuşakta daha da geliştiğini gözlemliyorum. Sergilerimde yeni nesil gençlerin daha bilinçli bir bakış açıları olduğunu farkediyorum ve bu çok güzel. Bunun nedeni iletişim araçlarının yaygınlaşması ve insanlar günlük yaşamlarında çok kolay bir şekilde bir sanat eserini sosyal medyada görüyor, bir müzik eseri dinliyor bir şiir okuyor. Bienallere ve fuarlara ilgi çok güzel.

Kavramsal sanat ve hiperrealist sanat akımı son yüzyılın sanatsal gelişmesi sayılabilir belki ama beni heyecanlandıran sanatçıları sorarsanız çağdaş sanatın temsilcilerinden Anish Kapooor , Heınz Mack, Costas Varotsos, Yayoi Kusama, Fabian Perez..Ülkemizden ise Adanan Turani, Ergin İnan, Mustafa Ayaz, en beğendiklerim.


Ferhan Metin
: Dallarına göre farkli bir durum. Sanatsal faaliyetlerin türlerine göre gelişmeler farklı...

Biz daha çok müzik alanında var olduğumuz icin, bu alanda olanlardan haberdarız. Paranın gücü burada da etkili. Müzikal kalitede bir karma var. Bize ait kültürel zenginliklerimizin pop müzik olarak adlandırılan dal da karma için de veriliyor.

Taklitlerin şişirdiği ve hızlı para akışının sağlandıği bir sistemden, hangi doğru düzgün kalıcı melodi kalır bilmiyorum. Sanırım eskileri özlemeye devam edeceğiz. Biraz yakışıklı ve güzel olanların sanat deyince illa ki şarkıcı olma gayretleri, sanırım ne demek istedigimi anlatır. Mesela hiç biri ben heykeltraş olayım demiyor.

Şarkı söylemek bu kadar kolay olmamalı. Müziğe ve dinleyenlere zarar veriyor. Ancak müzik kapitalleri önce para diyor. Önce para denilen yer de sanat değil "mış" gibiler gelişip çoğalır. Bu gelişme değil pazarlamacılıktır.



KÖKSAL ERDENOĞLU İLE


Merhaba

Diyaloglarımız umarım ilginizi çeker. Katılmak isterseniz iletişime geçiniz.

Sevgi ile...

(ArtCRİTİCS)


Merhaba hocam, üyeymişim ama takip etmiyormuşum, takip etmeye çalışırım. Sanat hakkında ne düşünüyorsunuz? Biz Kaosçocukparkı Yayınevini kurmuştuk, ardından Lokman Kurucu Klaros'u kurdu. İşte, yapıtlara bakıyorum fetret devrindeymişiz gibi ya da artık parçalanma ve çatallanma oluyor ve her bir çatalın kendi küçük dili mi işliyor, görseller de durum nedir sizce? Biz "geçmodernliğin" kuyruğundayız ve herkes yeniyi bekliyor, bu sanırım şöyle bir dinamikle ilişkili olacak, egosantrik, insanmerkezci antrosen çağı kapanacak, ekosantrik bir şey gelişecek, bu biraz da dünyanın sağlığıyla, türlerin sağlığıyla ilgili bir zorunluluk gibi görünüyor, sizce de sanat buradan bir start alamaz mı?


Tüm dünyada sanat altın çağını yaşıyor zaten, nereye ve kime giderseniz gidin sanata öykünüyor, herkes sanatçı veya olma isteğinde. Sanatın iyi bir şey hatta iyileştirici bir şey olduğu keşfedildi. Türkiye resim sanatında 100 yıl geride. Uluslararası çok coşkun. Değer buluyor ve sürekli üretiyorlar.

Çağlar ilişkisi ve gelecek öngörülerine gelirsek E. Musk'ı takip edin. Gen teknolojilerine bakın ve bilimin icat etmeye çalıştığı yeni elementlerden ne olur onu düşünün.


Ülkemiz devletçi, ilkel cendereden, bağnazlıktan, eğitimsizlikten kurtulmadıkça sömürge / tüketici olmaya devam edecektir. Yöneticini söyle sana senin kim olduğunu söyleyeyim


Ben Ellon Musk konusunda, genel olarak teknoloji konusunda iyimser değilim, endişeliyim. Eğer bu nüfusu şimdikinin ellide biri, yüzde biri bir insanlığın yaşadığı bir dünyada söylenseydi belki makul görünebilirdi. Gelişmeler kanserojen boyutta şu anda. Antrosen çağdaki tür yıkımı meteor çarpmasıyla dinozorları ortadan kaldıran tür yıkımından daha hızlıymış. Bu son 350 yıla yani neredeyse modern çağa da tekabül ediyor. Bir başka ciddi endişe kaynağı atmosfer. Eğer 30-40 yıl içinde yaşanacağı söylenen ani iklim değişikliği öngörüsü doğruysa halimiz yaman. Bu olmasa bile iklim değişikliğinin yaratacağı sorunlar olacak. İşte bunlar göçleri tetikleyecek falan. Dünyaya gelince, dünyanın metropolleri megapollere dönüştü ve ben bu merkezlerin tüketim cehennemleri olduğunu düşünüyorum. Her şey aşırı estetize ediliyor, aşırı politize ediliyor ve şimdi dişil giyim kodlarıyla desteklenen aşırı cinsellik.. Ürkütüyor bu dünya beni. Biyokütlenin yüzde yetmişini tüketiyormuşuz. Elbette sizin dediğinize katılıyorum. Bu ülke şu anda postfaşizmi yaşıyor. Ezene çürüme dediğimiz bir faktör de var, radikal sola ama özellikle kürtlere karşı sergilenen bir tutumdan kaynaklanıyor. Ülkemizde güncel bir demokrasi, eşitlik, barış sorunu vardır. Hukukçuyum, biraz hukuki ifadeleri de biliyorum yani bir şeylerin değişmesi gerekiyor ama görsel coşkunluğun da bir nicelik olduğunu düşünüyorum. Nitelik açısından sanat geriledi. Doğru düzgün film çıkıyor mu, kitap, roman çıkıyor mu! Bu parçalanmış hayatta hikayelere, kısafilmlere, fragmanlara yer var. Sürdürülebilir değil büyüme ekonomileri, biriktirim ekonomileri ve kültürü… Teknolojik gelişmeler de doğası gereği çözüm sunmuyorlar. Şimdi atmosferi uydu çöplüğüne çevirecekler. Niye? Bir iletişim ağında bir element olmaya sıkışmış, insan olma niteliklerimizi, yüzyüzeliği yitirmiş bizler için, tanışmalar yerini karşılaşmalara bıraktı. Hele bir megapol kültürü var ki Reha Erdem değinmişti; gerçekten gayriinsani, aşırıçıkarcı, itici. Ben de dünyayı böyle görüyorum. Kendini diğer canlılarla yatay tanımlayan, mümkünse vegan olan, en Z vejeteryan, endüstriyel üretim ve tüketimden, elektrik kültüründen, enerji kullanmaktan vazgeçen bir insanlık. Bakalım gerilim ve bunalım bizleri nereye götürecek.


Yoğun okuma, tartışma, kafayorma, birikiden sonra perspektifin genişliği ve sorumluluk bilinciyle ideal kurgular veya güzel hayaller zevk verebilir. Bir şeyi öğrenmenin hazzı doyumsuzdur. Bir süre sonra zihinde biriken soru işaretleri eğer yanıtsız kalırsa ağırlık hatta bozulmalara bile yolaçar. Bir genç kadın tanıdım, "hocam altıncı üniversiteme gidiyorum, bunu bitirince sanat da okumak istiyorum" dedi. Neden dedim. "Devlet yardımlarıyla böyle geçinip gidiyorum" dedi. Evet, bu örneği alalım ve değerlendirelim. 


Neyse bu iyi bir örnek değil, en iyisi kaldığınız yerden devam edelim; bunca yığın arasından kendimizi nasıl bulup ifade edeceğiz? Fenomen mi olmalıyız, popülere bir katkı da biz mi sunmalıyız yoksa "öyle bir şey yapmalıyım ki işe yarasın, kalıcı olsun, zararından çok faydası olsun" peşinde mi koşmalıyız? Sanırım bu kadar insanı idare etmek zor olsa gerek! 


Bir çağın kapanıp başka bir çağın açılacağı bir dönemde ki bu da olursa, kafakarışıklığı iyidir. İnsana bir kafası olduğunu hatırlatır, Baudrillard üçüncü dünya ülkelerini uyarıyordu, "biz yanlış bir sapağa saptık, bir gerileme olarak değil de bunu teşhis ederek yolunuza devam edin" diye. Son sıralarda yine kurcaladım biraz onu. Dili Deleuze ya da Derrida kadar anlaşılmaz değil, tersine anlaşılır ve artık modernliğe ilişkin belki de bozunmuş pek çok fenomene işaret ediyor. Bunlardan biri, Marxizmin de gözden düşmesine neden olan; emekle karakterize olan dönemin bitmesi, gidişatı belirleyen gidişat, kurumlar kurulmuş tıkır tıkır işliyor. Uyarısının sebebi sadece ekolojik yıkımla ilgili değil ki bu başat derecede önemli. Bir popoya yüz beygir kullanan, bunu da sürekli mühendislik gelişmeleriyle yenileyen bir sistem. Evler öyle, şehirler öyle... Uyarısının bir sebebi de öznenin ortadan kaybolması. Buna Bauman'dan devam edersek parçalanmış hayat diyordu. Son kitabı da Akışkan Aşk ki Baudrillard da bireyin altın çağının kapandığını, bireyin artık bir ağda - networkte sürekli enforme olan enforme eden, bu bilginin de hiçbir zaman tümüne vakıf olamayacağı bir şekilde bir ara elemana dönüştüğünü söylüyordu ve sanallığın gerçekliği yutmasından. Bunlar modernliğin bozunum şekilleri. Bu yüzden ekosantrik zihniyetin niteliksel olarak farklı bir yere götüreceğini düşünüyorum insanlığı. Siz bir coşkunluktan bahsediyorsunuz ama beni coşkulandıran pek bir şey hissedemiyorum. Batı düşüncesi kendisiyle tutarlı bir biçimde biçime vardı ve oraya sıkıştı. Anlam, içerik, bunlar şiir için de geçerli, müzik için de. Ben şöyle düşünüyorum, insan gerçekten tekrar kendini dünya içinde, onunla uyumlu olarak duyumsarsa sanatı etkili olmaya başlar. Şu andaki halimiz biyolojik olarak istila. Bu yüzden insanmerkezciliğe yönelecek bir protes sanatın bu ara hâlâ etkin ve etkili olabileceğini düşünüyorum. Formlar, biçim bana ulaşmıyor, imge olarak kavrayamadığım müddetçe. Kapağımda genç bir geyik fotoğrafı var bir süredir, hayranlıkla onu seyrediyorum. Tabi sanat sadece estetik beğeni değildir, artık alıcısını da içerecek biçimde felsefeyle ilişki kurması gerektiğini söyleyenler var. Haziranda Duran Adam vardı anımsarsın, adı Erdemdi. Erdem durmuştu. Hakikat konuşuyor biliyor musun? Ben geri çekilmeye başlasak artık iyi olur diye düşünüyorum. Ne yazık ki haziran yeteri kadar güçlü olmadı. Yollarda yirmi milyon araç varmış. Das Kapitale, tüketim toplumuna angaje olduk, bir çevre ülke olarak. Tarkovski insanlığı kurtaracak tek duygu utanç diyordu. Ben biraz talan ve istila halimizden utanıyorum açıkçası. Niye böyle ya insanlar! Biz bu kadar kıymetli değiliz, bir avuç toprak bir desti su. Fazlası değiliz ki. Bunları belki sayfaya taşırsınız? Genç bir arkadaşım kendi çizdiği bir resmi hediye etmişti bana. Mütevazı çizgilerle çizilmiş dört insan. Odamda ve ara ara baktığım bir şeydir. Yeniyi önemsiyorum ben. Kimbilir belki de yeni teknolojik gelişmeyi de reddetmektir. Bunları muhakeme etmemiz gerekiyor. Öyle görünüyor, yaşama sevinci mühim. Esenlikle.


Alttaki komşu evini estetize edecek diye evden elli çuval moloz çıktı. Üç gündür de sabahın köründe başlıyorlar "zorrr" diye İkeaalar, ankastre mutfaklar, Iphonelar. Virüs gibiyiz gerçekten ya da tümör..


Toparlaması biraz zor olacak ama kendi yaşadıklarımdan örnek verebilirim: Haziran coşkusu bi şekilde metnin ortasına yerleşip enerji kaynağı olmuşken, pekçok örneğini verdiğiniz ve kafa yoran insanlar grubuna girenlerin elbette iyi niyetli olduklarını düşünüyorum. Gerçekçiyim. Bireyden yanayım. Haksızlığa tahammül edemiyorum. Linklerini paylaştığım sitelerimde de görüleceği üzre; devletle kanlı bıçaklı davalığım. Hakkımda açılmış elliden fazla hakaret davası var. Tüm dosyaları A. B. ve B. M. in ilgili birimlerine gönderdim. Hâlâ yeni davalar geliyor. İlk başta şok olmuştum şimdi alıştım. Devletin işleyiş biçiminin bu kadar ilkel olduğu aklımın ucundan bile geçmezdi. Bununla birlikte bahsini ettiğiniz akıllı şehirler, müreffeh yaşam, sağlık, eğitim, ilerleme odaklı Batı şehirlerinde de oldukça zaman geçirdim, yaşadım. Daha Doğumuza bakarsak oralarda işler daha vahim. İnsanlık henüz ergenlik çağını atlatabilmiş değil. Bazılarına göre emekleme çağındayız, bile. Dolayısıyla ben kendim; birey olarak ne yapabilirim, ne yaparsam daha doğru olur'un peşindeyim. Kahrolsun Gürültücü Zorbalar  


İKİNCİ BÖLÜM 

QUANTUM


Hocam, şunu da gözden yitirmemek gerek; aklımızı makinelere devrettik, artık onlar düşünüyor bizim yerimize. Batılılar rengarenk bir yelpaze içindeler elbette. Çok aydınlık, insana değer veren, eşitlikçi insanlarla da karşılaştım ama şu içinde bulundukları durumu ileri sayıp kendilerini de diğer insanlardan üstün saymaları büyük bir yanılgı. Annanem köydeydi, 91 yaşında öldü, evin önü araba kuyruğu oldu, benim o kadar insanım yok! Dolayısı ile şu "ileri-geri" değerlendirmeleri yerine farklılık diye nitelendirmek daha doğru bir yaklaşım olabilir. Bahsettiğim gibi batının insanlığı yanlış bir sapağa sürüklemiş olduğuna inanıyorum. Kaldı ki onların da toplumları devletlerine söz geçiremiyor ya da daha toplum bile değiller. Afganistan'da, Irak'ta toplu katliamlar yapılıyor ama asimetrik güç ilişkisinden doğan, aslında münferit denilebilecek terör saldırılarıyla alenen Müslümanları aşağılıyorlar. İslam biraz eskimiş bir medeniyettir. Bizim için de dili eskidir ama yüksek medeniyet halini alabilmiş medeniyetlerden biridir. Geniş bir coğrafyaya yayılır ve Edward Said homojen olmadığını söyler. Mesela biz, sol tandanslı insanların bu konudaki evödevlerini savsakladığını düşünüyorum. El-kaidenin terör eylemleri manipüle edilebildikleri için yanlıştı belki, ama küreselleşmeye radikal olarak karşıydılar, tabi sol da kan kaybetti ve bunu da göremedi. Tanrı konusuna gelince, özel olarak yazmam gerekirse ben Tanrıyla karşılaştım, binlerce metafizik işaret gördüm ve tarihi de farklı bir gözden okuyunca evliyaların evliya, erenlerin eren, kulların kul olduğunu anladım. Yani onlar bir yanılsama değil, yanılan bizim modern aklımız olabilir ama daha nötr bir yerden bakacak olursak, biz bilemeyiz ki Tanrı var mı yok mu! Şunun için yazdım, başka yaklaşımlara saygı duymak gerekir. Bu yüzden, solun bu konudaki yaklaşımı aşkın bir Tanrı yerine sorgulayan aklı temsil eden bir ateizmdir ki modernliği belirleyen şey bu oldu ama modernlik de öz konusunda, özne konusunda tıkandı. Yapısöküm radyoyu parçalarına ayırmak gibi. İşte güç devreleri, transistör ama bunlar tek başlarına radyo hakkında bir şey söylemiyorlar. Nihai olarak neyi referans alacağız, hiçliği mi? tanrıyı referans almanın özgür irade, özne, öz için sonuçları var. Tabi Derrida'nın ince bir yaklaşımı vardır. Onu da bırakmalıyız diyor; olduğu şeye, şey olamayan bir şeye. Ama referans alırsak bunun olumlu sonuçları olabilir. Sen (bu arada sen diyorum izninle) bireyle ilgileniyorsun, ben de Tanrıyla karşılaştığım için metafizikle de ilgilendim biraz. Birinci dönem aşkın vahiyle belirlendi. İkinci dönem, modern dönem. Sorgulayan akılla ve içkinlikle. Bunlar birbirine zıt olarak algılanıyordu ki diyalektiğin de yanlış tanımı böyleydi, zıtların birliğiydi. Halbuki sentez işlemi zıt olan iki şey arsında değil, farklı türden iki şeyin birleştirilmesidir. Dil bunun örneğidir, kelimelerle şeyler birleştirilir. Şuraya geleceğim, yeni dönem metafiziğe de farklı bir bakışla, fiziğin ve metafiziğin birbirini tamamladığı bir dönem olabilir. Olumlu yaklaşımına ben de olumlu bir öngörümle katılmış olayım.


Lawrence'ın Gökkuşağı romanının incelemesini okumuştum. İşte, artık sınıflı toplumun belirmesine değinir. Bir şeye dikkat çekmişlerdi, burjuvayı geniş anlamıyla artık modern şehirlerde yaşayan insanlar olarak alırsak insanların daha mesafeli olduğundan bahsediyordu. Kökene doğru, taşra ve kırsalda dil değişiyordu, insanlar daha yakındı. Yani ben son sıra abartılı bir form anlayışıyla insani özelliklerin geriletildiğini düşünüyorum. Buna örnek bilgi üniversitesinin kantini. Orada bir arkadaşımla buluştum, metalden yapmışlardı kantini. İşte, yeni bir forma sahipti ama kendimi orada yabancı bir nesne gibi algılıyordum. Bu konuda ne düşünüyorsun? Neobabillere dikilen Babil Kulelerinden hiç de haz etmiyorum hele bir tanesi kabenin tepesine dikilmiş, aşağıda (metaforik olarak) Allah'ın evi küçücük görünüyor! İnsan büyüklendi. Kıyamet söylemlerini ben de sevmiyorum ama bunlar da hiç de iyiye alametmiş gibi gelmiyor bana. Büyüme garantili bir kriz deniyordu bir makalede. Burası jüpiter değil ki biyokütlenin yüzde yetmişini tükettiğimize göre, muhtemelen sınırlarına dayanmış köy kadar bir dünya. 


Ben de avukatım ama mesleğimi yapmıyorum. Bu hazirandan sonra üzerime açılmak düşüyordu, uygarlık sorunuyla karşılaştım. Bu trendle de müdahale bile zor görünüyor. Bir dönem depresiftim oldukça. Onu toparladım biraz ama genel halim, geri çekilme. Belki mesleğe başlarım. Onu tartıyorum. Senin dediğin gibi insan olarak ne yapabilirim diye. Bu arada birey yerine kişi sözcüğünü tercih etmek daha doğru olabilir. Birey bir topluluğun tekil üyesidir. Kişi özgün olarak kurulmuş insan tekidir deniyor.


Bu bölümle ilgili olarak en başta şunu belirtmek isterim: Süreç takip ve yerindeliklerini doğru tespit edemez veya kronoloji bilginizi kaybedersek bu girdabın içinde kaybolur gideriz. Daha öncesi de var ama Rönesans ve Reform ile başlayan Aydınlanma Hareketi aynı zamanda insanlığın da çok ciddi bir çağ başlangıcı sayılır. Kayıtlara böyle geçmiş sonrası bütünü etkilemiştir. Burada sormamız gereken o insanlar ne yaşıyordu da böylesi ciddi bir hareket ortaya çıktı? İnsan erdemlerinin en üst seviyesi (matematiksel değil) kabul edilen sanat, bu hareketi öyle çekip çevirdi ki tüm araştırmacılar şaşkına döner. Demek ki gerçekten de insanlık diye bir şey gerçekten de var! O günden bugüne; bütün kaos, karmaşa, çatışma, itiş kakış, büyük dünya savaşlarına rağmen Aydınlanma hâlâ gözümüzün bebeğidir. Kronolojimizi bu kritik ile çalıştırırsak pekçok sorunu kolayca çözeriz. Evet, sol görüş derebeylerini, toprak ağalarını tarihe gömüp imparatorlukları tehdit etti ama başta Vatikan olmak üzere kraliçe ve diğer krallar tüm görkem, tören, devlet ve malvarlıklarıyla yaşamaya devam ediyorlar! Bireyden kastım, kendi ayaklarının üzerinde duran, özgür, özgün, üreten / yaratan insandır. İnsan bunu yapabilir. İdealdeki insanlığın gerçekleşmesi için önümüzde en azından yüzlerce yıl var. 

İçine girdiğimiz çağa herkes bir isim veriyor ama bu çağın adı QuantumÇağı'dır. Günümüz işletim sistemlerinin tümü integral matematik hesaplar temelinde işliyor yani "ya 1'dir, ya 0". Oysa quantum işletimde "1 de olabilir 0'da" üzerine kuruluyor. Atmosfere geçen sene atılan quantum çekirdek yazılarını taratırsanız dünyamızın ve insanlığın ne akılalmaz ilerleyeceğini daha net anlarsınız. Bütün bu karmaşa, girdabın coşkusu geçiş sürecidir. Kasırga insanlar için felakettir ama okyanustaki bir balina için coşkudur.


Ayrıca ne kadar keyifli, içten bir iş değil mi? Kutlanması gerekiyor. Çabayı, kaygıyı, arzuyu, idealleri, daha iyi ve güzel arayışını tebrik etmemiz lazım. Bu bir durumdur. Bu durumdan ne sonuç alırız'a bakarız. Bir bakıma dünya büyük bir labaratuardır. Bu, buradaki, şimdi olup biten diyaloğun yaşandığı, oluştuğu DİYALOG labaratuarında etki ve tepkiler, eylem ve davranışlar hatta duygular netliği, neliği bile tespit edilebilir. Bazen kendimizi bir labaratuar faresi gibi hissederiz, doğrudur.

Çünkü akıllı insan, sonuç odaklı işlere odaklanıyor. Günümüz dünyasında her yerde ve her zaman, sürekli deneyler yapılıyor.

Ne mutlu, bu deneylerden insanlık çıkaran beyinlere.


Ne olup bittiğini anlamak önemli ama tam da elimizdeki bilgiler yüzünden gitgide bir bilinemezciliğe sürükleniyor da olabiliriz ve belki de felsefenin ilgi alanı muammadır, onları çözümleyerek, onlara tanık olara yeni muammalar yaratmaktır, ve sanat da bu devinimden beslenebilir, bence bir de elealmamız gereken pratik sorunlarımız var, türümüz bir memeli hayvan gibi davranmıyor, bir virüse, bir tümöre benziyor insanlık halimiz ve nedenlerin kaybulduğu toplumlarda sonuçlar yığılıyor. Dünya üzerindeki basıncımızı azalatacak yöne davranmalıyız artık, diğer türleri, dünyanın, biyosferin, atmosferin sağlığını da düşünmeliyizz, ekilebilir toprakların yüzde kırkı hasarlıymış, kapıda küresel bir ani iklim değişikliği bizi bekliyor olabilir, bu ne yazık ki defalarca işlenen batı burjuvazi modelinin dünyaya ihracıyla da ilintili ve burjuvazi daha doğumuyla tufanı çağırıyordu.. işte, nüfusumuzu ele almalıyız, gıda sorunumuz var, bir kilo et elde etmek için harcanan şeyle kırk kilo patates elde ediliyormuş, bunun ötesinde beslenmek için canlı hayvanları öldürmek veganların söylediği gibi hiç de etik olmayabilir, vejeteryan beslenebiliriz.. ve şunu da anımsamalıyız ki bu hayvanlar ali babanın bir çiftliği var daki hayvanlar değil, suni yemlerle beslenen endüsriyel ürün muamelesi gören hayvanlar.. bitkisel alanların pek çoğunu aslında tuzlu olan hayvani gıda elde etmek için kullanıyoruz.. bitkisel alanlara gelince, bunları suni gübreyle besliyoruz, suni gübre petrole bağımlı ve 45 yıl sonra o da bitecek.. enerji kullanımımız bir başka sorun, tükenebilir kaynaklara dayanan modellerden vazgeçmemiz gerekiyor.. sürekli yenilenen modellerle işleyen refah ve tüketim toplumları acımasız, tahripkar, sürdürülebilir değil.. böylesine acil ve önemli pratik sorunlarımız varken protest sanatın bir alanı olduğuna inanıyorum.. kendini merkeze koyan insanı protesto eden bir sanat.. bu yönde aktif olmak, iletişim ağlarında çırpınmaktan daha insancıl bence.. umarım ekranların da ötesine geçip yeniden birbirimize dokunabiliriz..


Ben Tarkovski'nin söylediği gibi coşku değil utanç görüyorum. Bu söylediğiniz varsayalım ki doğru olsa bile mekanik sayılabilecek şeyler. Bir bilgisayar dilinin yaratılmasıyla bir dilin yokolmasını mukayese edecek olursak benim tercihin insan dili olurdu çünkü bilgisayar dili işlem yapabilir oysa insan dilinde öyle bir an vardır ki bir duygu dile gelir, bazen de sadece o dilde dile gelebilir. Bir başka husus yine quantsal denilen şeyle ortaya çıkabilecek yapay zeka ve robotlar, bunun karşılığında da tür yıkımı var. Günde 500 tür yok oluyormuş. Bunun yüzellisi bitki ve hayvan. İnsanlık adına çok büyük bir utanç. Bunu yüzyıl önce, ikiyüzyıl önce görebilmeliydik. Beni hiç de heyecanlandırmıyor bir algoritma izleyen yapay zeka. Bizim zekamız matematiksel işlemlerden ibaret değildir. İşin içine Husserl'ın dediği gibi psikolojinin hiçbir zaman nesnel olarak tanımlayamayacağı ruh girer, duygular girer. Aydınlanmanın bir değer olduğunu kabul ediyorum. Bu dönemi de Fatih başlatmıştır! İstanbul'u fethederek değil bütün alimleri İstanbul'a çağırarak. Batıda bu gerilimi değerlendirmiş ve sömürgecilikle de bunu ekonomik olarak destekleyebilmiştir ama batının geldiği yer Derrida'nın bahsettiği gibi özgürlükler konusunda Janusun ikiyüzü gibidir ve artık insanlık o kadar "ileri" gitti ki görünmüyor yani insanlığın bir ilerleme fırtınasına yakalandığı teşhis edildi. Ben geçmodernliğin eleştirilerinin amansız yönleri olduğunu düşünüyorum. Cioran, Adorno ve özellikle Baudrillard'ın eleştirileri öyle hiç de pürüzsüz bir aydınlanma yaşanmadığını gösteriyor. Tekrar gibi olacak ama Baudrillrd batının yanlış bir sapağa, içeçöküşle sonuçlanacak bir sapağa girdiği yönünde uyarıyor ve şunu diyor: Türümüzün hayatta kalmasına odaklanın ve lütfen daha az eğlenin. Doksanlarda elektronika çıkmıştı. Doksanlar insanlık için de bir zirveyi. İşte, toplumsal zihniyetler renklenmişti falan. Ama bu eğlence kültürü olarak yozlaştı. Alanya'ya gitmiştim. Yukarıdan bir yerden sahile gürültü boşaltıyorlar. Ben bunların utanç verici şeyler olduğunu düşünüyorum. Fatboyslim yani Norman Cook bir konser vermişti. Sahil sürat teknesi, mini yat kaynıyordu. Ne terbiyesiz bir insan evladı gelmiş yeryüzüne. Bu dünyayı talan etmekten başka bir şey değildir. Kullandığımız cep telefonlarının hammaddesi için Afrika'da iççatışmalar yaşanıyor. Kaynaklar üzerindeki kontrol için... Çocuklar bile giriyor savaşa. Biz bunları görmüyoruz. Bizler parlak vitrinleri görüyoruz ama sabahın yedisinde İstanbul'daki toplutaşım araçlarındaki gözlerinde umut olmayan insanları yani üretimin arkayüzünü görmüyoruz. Aydınlanmayla ilgili bence şöyle bir şey denebilir, Wittgeinstein hatırlatıcıları toplayan felsefe diyordu. Temel değerlerimiz vardır bunları çağımıza uygun bir dille Deleuze'un dediği gibi "etki" edecek bir şekilde anımsamamız ve anımsatmamız faydalı olabilir. Yine Aydınlanmaya dönecek olursak mesela Feyerabend bilim konusunda uyarıyor, saf bir bilim yoktur diyor. Birbiriyle çatışmalı haldeki bilimler vardır diyor dolayısı ile bizim bütün sorunlarımızı bilim çözecek demek yanlış olmanın ötesinde anlamsızdır diyor. Baudrillard'dan bir alıntıyla sonlandırayım: Bu toplumda her şey belirsizlik ilişkisinin elinde kalır. Bu yüzden de toplumu, toplumsal belirlenim bağlamında ya da eleştirel bağlamda ele almak artık imkansızdır. Bunalım, her zaman için toplumun gerilimlerden, çelişkilerden sonra payına düşen durum sayılmıştır. Bunalım bizim tarihimizin doğal hareketidir. Ancak artık şimdi bunalım halinde değiliz, bir felaket süreci yaşıyoruz. Maddi kıyamet anlamında değil ama oyunun bütün kurallarının bozulması anlamında. Felaket, artık kurallara uygun olarak işlemeyen herhangi bir şeyin akın etmesidir. Felaket ortamındaki her şey yalnızca çelişkili ya da akıldışı olmakla kalmaz. Buradaki her şey paradoksaldır. Ereğin ötesine geçmek, fazlaca gerçek bir ortama, fazlaca olumlu bir ortama, fazlaca olaylı bir ortama, fazlaca bilgili bir ortama geçmek, paradoksal bir duruma girmektir. Böylesi bir durum geleneksel değerlere yeniden saygınlık kazandırmasıyla kendini tatmin edemez artık ve kendisi de paradoksal olan bir düşünceyi gerektirir. Böylesi bir durum ise belli bir hakikat ilkesine itaat etmez ve kendini doğrulamanın bile imkansız olduğunu kabul eder.


Sayfamda Baudrillard'dan alıntılar paylaşmıştım birkaç gün önce, belki bazıları ilginizi çekebilir. Beni üzerinde düşünmeye sevketti diyebilirim.


Bence mesela yapay zeka iyi bir şey değil. Hawking de uyarıyordu, yapay zeka çalışmalarından vazgeçin, yapay zeka insanların yerini alacak diye ama gitti proton bombasını geliştirdiler. Bu da mesela etik bir problem öyle değil mi! İşte, gerekçesi nedir? Başka güçleri caydırmak. Sen yapmazsan bir başkası yapar. Hiç kimse yapmasın diye bir ilkeyi benimsemediğimize göre yine beraber utanalım derim. Yapay zekaya gelince, tanrı bile evrimin içine bir tutam hata serpmiş, gerisini oluruna bırakmış. Öyle görünüyor, buradaki hatalar belli kümeler içinde oluyor ve karşılığını öyle buluyor olabilir. Kum taneciklerine ses frekansları yolluyorlar, bazı belirli ses frekanslarında kum taneleri kaotik değil geometrik desenler çizmeye başlıyor. Demek ki Onun yarattığı şeylere mümkünler derlerdi mutasavvuflar, mümkünlerin içinde hem kaos, hem de düzen var. Bence aşırıya gittik ve bir tümöre dönüştük, metastaz yapan bir tümöre... İstanbul'un 30 yıl içinde uzaydan çekilen fotoğrafında nasıl da değiştiği gözlemlenebiliyor. Tabi böyle merkezleri ve tüm satha yayılmış daha küçük modellerini beslemek için, yaşamlarında kullandıkları eşyalar için yapılması gereken şey bir metastazla olası tüm kaynakları devreye sokmak. Genetiğe gelince, ben teknoloji karşıtı ya da üreme karşıtı değilim. Şu karşıtlık penceresi dogmatik bir yerdir. Ben ürememizdede teknolojiyle ilgili de ciddi sorunlarımız olduğunu söylüyorum. Genetikte de daha verimli türler elde ettik, ne tadı var ne tuzu. Şimdilik gol yedik. Şuanda yerli tohumları korumaya çabalayan mücadeleleri anlıyorum dolayısıyla… 


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 

KABUK


Harika bir insansın sen. Coşkuna, birikimine, çabana, özgüvenine, okuma yazma aşkına hayran kaldım.

Diyaloğumuzu ilgili arkadaşlarının zaman tünellerinde de paylaşırsan daha anlaşılır ve yaygın olacaktır.

Akıma dönüşüp

Sizin gibi her arkadaş kendi ortamlarında bu tür diyaloglar yayınlamaya başlarsalar, sanal mecra daha anlamlı ve faydalı bir alana dönüşebilir.

Bu kısmı da yorum olarak ekliyorum.

Aynı zamanda bir deney / labaratuar ortamı işliyor. Bu deney sonucunda hangi arkadaşın ne kadar okuduğunu ve önemlisi ne anladığını ölçebilirsin.

Soru gönderme becerisi geliştirebilirseler beyinlerinin ön lobu çalışıyor demektir. Tepkisiz kalırsalar Aydınlanmaya hatta şok tedavi ile uyarılmaya ihtiyaçları vardır


Bilginin kallavi bölümü hocalarımız ve emeği geçen tonlarca insan var makaleler yazan. Onlardan nokta nokta besleniyoruz. Noktalar arttıkça çağımıza ilişkin bir şekil ortaya çıkmaya başlıyor sanırım. Teşekkür ederim nezaketin için, temkinli olmamız gerektiği sonucuna vardım denebilir. Tabi bir yandan da bilimsel bilginin işlenmesi var. Wallerstein sosyal bilimlerin yeniden ele alınmasını öneriyor mesela; iki sebepten, biri her bir değerin kendini ifade edebilmesi, yaşayabilmesi açısından, diğeri de insanın dünyayla, ekosistemlerle yatay kurması gereken ilişki yüzünden. Bir birikimimiz var ama bir başlangıçtayız ve başlangıçların zorluğu da var. Sade yaşamlar kurmamız yetmeyecek ne de teknolojik ilerleme. Elektrik kültüründen çıkmamız gerekiyor. Belki de kulun, abdalın -ki abdal yeşerten demek, söylediğini izlemeliyiz, bin yıl pervane oldum, yabana döndüm. Bir site var (yabana döndüm), bazı makaleler ilgini çekebilir diye düşünüyorum. Fotoğraflarda ben varım, bunun için yakın arkadaşlarımla paylaşabildim, aslında Hayrettin hocam da Çağrı da, Yiğit de özellikle şiir üzerine söz söyleyebilecek insanlar. Belki bağımsız bir diyaloğa da girebilirsiniz  


Bu ortamda on seneyi aşkın süredir "tuşa basıyorum". Bahsettiğin insanların tamamına yakını ile mesajlaşmam olmuştur. İstatistik verirsem: Şimdiye kadar 100bin'den fazla mesaj attık. Bunlardan sadece on bin'i yanıt verdi. Onlardan da sadece bin adedi DİYALOG başlangıcı, giriş kısmı oldu. Onlardan sadece yüz adedi tam, tamamlanmış, bitmiş bir diyaloğa dönüştü. (Yüz bin de yüz!) 

İlginç bir bilgi daha: Diyaloğa katılanlardan HİÇBİRİ diğer birinin diyaloğuna katılmadı, soru sormadı


Basit gibi görünen bu gerçek önce ülke insanımızın (ki bunlar okumuş yazmış insanlar) daha sonra insanlığın ciddi bir bunalım içinde olduğunun delilidir. İnsanlar kendi kabuklarının içinde yaşayıp, çürüyüp gidiyorlar. Çok azı kabuğunu kırma becerisi gösteriyor. Bazen dışarıdan müdahale ile o kör karanlık kabuklar kırılmalı diye düşünüyorum!


Diyalog bir beyin faaliyetidir. Yunanlı bilgeler bunu insanlığa kazandırdıklarında sonucunun felsefe ve sonrasında bilime yolaçacağını belki hedeflemediler ama hoşlarına gitti. İnsan denen varlığın böylesi bir faaliyeti yürütebilme becerisi müthiş cazip, eğlenceli, üstün bir işti.


Malesef, ülkemizde bilinçli / bilinçsiz içi boşaltılan, karmaşaya itilen, bozulan kavramlardan biri de DİYALOG kavramıdır. Diyalog denince okur yazar moron takımı söyleşi anlarken, cahil cühela sohbet anlıyor


Pekiyi, biz bu muhteşem işi neden sanatla birleştirme ve sonrasında (ArtCRİTİCS) platformu sponsorluğunda uluslararası bir çehreye büründürme gayretinde olduk?


Disipliner olarak filozofun "sanat nedir" sorusuna verilen her yanıt bu disiplinin içine giriyor, oluşturuyor, yaratıyordu.


Yerbelirleme, durum tespiti, orada hareketlendirme, sinerji veya farkına varma için yapılması gerekenler neyse biz onu yaptık, yapmaya devam ediyoruz.


Dönüp dolaşıp Aydınlanmaya geldiğimizde sırf önemini manipüle ederek saptırmak için taa Çin'e, Konfüçyüs'e gidip "hayır efendim, Aydınlanma Batılı değidir" den Hint mistiklerinin aydınlanma zırvalarına kadar yelpaze genişletenlere, ideolojik bağnazlıklarına temel arayanlara kadar bir yığın şeref yoksunu (şerefsiz) da çıkmıştır. Bu çetrefilli çözmenin basit bir yolu vardır: Paganini - Beethoven şifresi Bana göre Beethoven, Kilise Aydınlanması diye bir zırvanın iflah olmaz, bağnaz, şeref yoksunu bir bağlısı provokatörü iken; inanç dediğimiz binlerce yıllık geçmişi ile katmerli nağnazlığın o muhteris duygusunu en şiddetli biçimiyle de duymamıza yardımcı olur. Tarih o ve onun gibi provokatörlere doludur hem de tıkabasa. Oysa Aydınlanma tam da bu her türlü ideoloji veya inanca karşı bir harekettir.


Dini metinlere şöyle bir göz attığımızda; tarihin en vahşi, acımasız, vicdansız, gaddar, hunhar emir veya söylemlerini oralarda görürüz. Hele birer cehennem kurguları vardır ki milyarlarca insanın delirmesinin sebebidir. Bu vahşetten çıkabilen insanlık tam da yukarıda bahsini ettiğiniz diyaletiğin çelişkisi bağlamında; günümüzde hâlâ yer yer varlıklarını sürdüren marxist veya türevi gerilla ideolojilerde de vardır. Aydınlanma insanlığın yüzakıdır. Böylesi vahşiliklere asla yer vermez.


DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 

SONSÖZ


Anlatmak istediğin şeyde hakikat payı olmakla beraber, yanıldığın noktalar var. Önce şununla başlamakta fayda var, ibni haldun der ki tek bir medeniyet vardır, o da insanlık medeniyeti, yani her medeniyet birbirinden etkilenmiş ve aktarımlarda bulunmuştur. bugün kabaca batı medeniyeti dediğimiz şeyin adı modernliktir ve batılıların kök olarak aldıkları yunan medeniyetini onlara aktaran bile araplardır. sıfırın uzak geçmişte hintliler tarafından bulunduğu ancak batılılara aktaranların yeni bir buluşla araplar olduğu söyleniyor. yine x'i matematiğe kazandıran ömer hayyamdır, o "şey" derdi, batılının dili şöyle döndü, xey, x olarak.


En kapsamlı sorgulamanın modernlikte yapılmış olması muhtemeldir ama bir zamanlar tanrı (teoloji) bölümü vardı üniversitelerde ve bugünün ortalama insanının fersah fersah ötesinde felsefe sorunları ele alınıyordu. yine islamın içinde de tasavvuf böyledir. birer medeniyet olarak ele alınacaklarsa, bir çin ya da hint medeniyetinin, islam medeniyetinin kendi içinde tutarlı olan yanları vardır. hristiyanlık medeniyetini de buna dahil edebiliriz. hangi medeniyet daha iyidir sorusunun ayakları havada kalır, neyi referans alacağız burada, diyelim ki bir medeniyette kişi bir inanca sorgulamadan sonra varmışsa yani "şüphe>bilgi>inanç" formuyla ona yaklaşıp evrenle ya da Tanrıyla kendini uyumlu hissetmişse, zevkleri incelmiş, yetkinleşmiş ve onu sonsuzluğa taşımışsa. yaşamını anlamlandırabildiği gibi ölümünü de anlamlandırabilmişse.


Bugün modern rasyonel akıl temel alınarak bir hata yapıyor olabiliriz, nasıl ki bugün pozitif bilimler büyük bir özenle araştırılmışsa, vakti zamanında da metafizik büyük bir özenle araştırılmış olabilir. mesela tüm ilkellerde şamanlar var. bizim klasik açıklamamız işte, insanlar doğa güçlerine hakim olamadıkları için bazı şeyler uydurmuşlardır şeklinde. oysa bu tüm kabilelerde şamanlığın olmasını açıklamaz. daha muhtemel bir açıklama ilkel insanların ilgisini bir şeylerin çektiğidir. bulunduğun yerden emin konuşuyorsun ve sadece mantıksal bir evreni baz alıyorsun, oysa ben öyle şeylerle karşılaştım ki hem bir Tanrının varlığına kani oldum hem de evrenin fantastik bir yapısı olduğuna. ilkeller de buna tanık olmuş ve şamanlarla bunu aktarmış olabilirler.


Bunları da pessoa, leonard cohen gibi onbir numara sanatçılardan okumak etkileyiciydi. ben tesadüf olamayacak binlerce metafizik işaret gördüm. ahmet aslan gibi, düş sokağı sakinlerinin vokalisti gibi onbir numara sanatçılar da bunu iddia ediyorlar. tarihe farklı bir gözden bakınca evliyalar, kullar, abdallar ve başka medeniyetlerdeki metafizik şahıslar, erenler, ermişler, bunlar yanılsama değil gerçek, yanılan bizim rasyonel modern aklımız olabilir.


Evrenin yapısına ilişkin iki ilginç şey söylenebilir, mantığın aşkın olması. bir şeyin evrene, varlığa, hakikate aşkın olması oldukça şaşırtıcı kaldı ki etik de aşkındır diyor wittgeinstein ve varoluşun estetik anlamı için de tutkuyla yani dioynsos'çu güçle, aklın, yani apolloncu gücün bir etkileşime girip bir rezonans oluşturması olduğu söylenir.


Bir diğer konu gödelin ispatladığı irrasyonel denklemlerdir. matematik hakikatin akli bir tasarımı olduğuna göre hakikat irrasyonelliği de içeriyor. bir başka irrasyonelliği quantumdan bahsederek, sen biliyorsun zaten, bu da fotonun ikili davranışıdır. medeniyetlere gelince, onlar da insanlar gibidir, doğarlar, büyürler, serpilirler, yaşlanırlar ve ölürler.


İslam medeniyeti kendi yetkin tanımlarına ulaşmıştı, sorun onun tukakalığından ziyade yaşlanmış olmasında olabilir. modernliği de böyle görmek daha makul, üstelik biz şimdi hiç de aydınlanmanın cafcafcalanacağı bir çağda değiliz, tersine çatallanıyor ve bozunuma uğruyor. çatallanma, yani ayrıntı o uygarlığın yetkinliğiyle ilgilidir ve bu uygarlık sanıldığı gibi sadece materyalizmle karakterize olmadı, genelde kötüniyetli bir görmezden gelinen bir damarı da vardır alman felsefesinin. o da aşkınlıktan ve yüksek olandan bahseden wittgeinstein ve heidegger.


Felsefe alman ekolünden fransız ekolüne geçtiğinde, baudrillardın bir sözüyle: şeyler kavramlaştırılmaya başlandığında ortadan da kalkmaya başlarlar. fuko iktidardan bahsettiğinde iktidar garip bir biçimde ortadan kaybolmuştu batıda. sistemi ilerleten şey, emekle karakterize olması ve bunun üzerindeki iktidar değil, gidişatı belirleyen yapılandırılmış kurumların kendi içdinamikleriyle gidişat olmuştu.


Bazı bilgi eksiklerimiz olduğunu düşünüyorum. bunlardan biri mesela ortaçağ karanlığıdır, engizisyon hikayesi. ortaçağda ortalama bir insan ömrü boyunca bir ya da bir kaç defa tanık oluyordu buna ve bunların çoğunda da failin bir kefaret yaklaşımıyla acıyı kendisinin artırdığı durumlar oluyordu. oysa senin aydınlanma dediğin dönemin özellikle geç safhalarında, yani geçmodernlik yaşayan günümüzde milyonlarca insan hapishanelerde.


Bir başka husus cehennem söylemi. buradaki motif nedir, Tanrının "kötü"yü cezalandırmasıdır. oysa biz kötüleri alıp durumuna göre ağırlaştırılmış müebbetle cezalandırıyoruz, bu bir tür cehennemden başka bir şey olmasa gerek.


Din


‘’Din’’ kelimesi çok güzeldir. “Kavuşmak’’,’’tekrar bir araya gelmek’’ anlamlarına gelen religere kökünden gelir. Kiminle? Kendinizle, benliğinizin kaynağıyla. Peki neden tekrar bir araya gelmek? Çünkü siz kaynağınızla zaten bir aradasınız ki bu yeniden bir araya gelmedir. Siz kaynaktan gelmektesiniz. Derinlerde bir yerlerde hala kaynağın içindesiniz. Yalnızca bir ağacın dallarının köklerini unutması gibi, ama dalları kökten koptuğu için değil çünkü öyle olsaydı yaşayamazlardı. Dallar sadece köklerinin orada olduğunu unutmuşlardır. Egoları, göğe uzanan yükseklikleri, ayla olan romantik ilişkileri sonucunda, yeraltında onları besleyen, destekleyen, olmadıklarında bir an bile var olamayacakları kökleri olduğunu unutmuşlardır. Kökleri kesilirse tüm yeşilleri, tüm çiçekleri ve tüm meyveleri bir rüyadalarmış gibi bir anda kaybolur. İşte size de böyle olur. Köklerden çok uzaklarda, dallarda yaşamaya başlarsınız. Bir yığın çiçek açarsınız. Kendinizden geçmişsinizdir. Çevrenizdeki her şey güzeldir. Köklerinizi tamamen unutursunuz, ancak köklerinizden de kopmamışsınızdır. Bu unutkanlık, sadece unutkanlık. Dinin anlamı budur: Tekrar birleşmek, yeniden hatırlamak. “Hatırlama’’ kelimesi de güzeldir. Yeniden üye olmak anlamına gelir; tekrar kaynağın bir parçası olmak, kaynağa gitmek ve yeniden üye olmaktır. Din hatırlamadır. Din sayesinde organik birliğin, kendinizin yeniden parçası haline gelirsiniz. Din kendi kaynağınızla yeniden birleşmedir. Diğerleriyle ilgisi yoktur, bu tamamıyla sizi ilgilendirir, kesinlikle sizi. Din kişiseldir. Sosyal bir olgu değildir. Ego, her zaman diğerleriyle ilgilenir. Tamamen kendinizle ilgilendiğinizde egoyu bırakırsınız. Var olması için bir neden yoktur. Din tamamen yalnız olduğunuzda, karşılaşacak kimse kalmadığında gerçekleşir. Böyle bir bütünlük söz konusu olduysa el değmemiş bir teklik ve müthiş bir kendinden geçme gerçekleşir.


Dindarlık


Tanrı yoktur, dindarlık vardır. Bu bir özellik, bir kokudur. Onu yaşar ama göremezsiniz.Ve yaşadığınız zaman dışarıda, orada olan bir nesne değil, burada olan bir nesnedir. Kalbinizin derinliklerindedir. O sizin öznelliğiniz, bilincinizdir. Bu yüzden inanmayla ilgisi yoktur ve görmeyle de ilgili değildir. Dindarlık vardır ama Tanrı yoktur. “Tanrı” sözcüğünü ne zaman kullansam basitçe dindarlık demek isterim. Unutmayın. Bu kelimeyi her zaman dindarlık olarak düşünün. Dindarlığın bir özelliği vardır, ama Tanrının yoktur. Ama insanlar bir Tanrı isterler, dindarlık değil; dindarlık ilgilerini çekmez. Buda gibi insanların çok fazla ilgi görememesinin sebebi budur. Buda ve tüm dini, Buda’nın doğduğu yer olan Hindistan‘da yok oldu. Buda dininin yok olmasının en büyük nedenlerinden biri Buda’nın Tanrıya değil, dindarlığa önem vermesiydi. Dindarlığa doğru yönelmelisiniz, ama bu hemen sahip olabileceğiniz hazır bir şey değil. Dua edebileceğiniz, isteyeceğiniz bir şeyde değil. Orada hazır beklemez, varlığınızın özünde bir yerde yaratmanız gerekir. Tıpkı sevgi gibidir, içinizde açması gerekir ve onun kokusunu bırakmanız gerekir. Dindar olmanız gerekir. Sadece o zaman Tanrı vardır, aksi durumdaysa yok.


Dinsiz


İlk olarak paganın kim olduğunu anlamak gerekir. Bir pagan, Hıristiyanların pagan dediği şey değildir. Pagan, doğal bir insandır: içtendir, ikiyüzlü değildir, hayatı doğallıyla yaşar, aklın egemenliğinde değildir.Varoluşun bir parçasıdır. Her zaman varoluşla birlikte hareket edip başka bir yere gitmeye çabalamak yerine, varoluşun götürdüğü yere gider. Bir paganın hayatında amaç yoktur. Bir paganın hayatında anlamlarla ilgili sorular yoktur. Hayatın kendisi o kadar güzeldir ki onun anlamını sorgulamak son derece gereksizdir.


Osho


Ben uzakdoğu dinlerinde varolan reenkarnasyon ya da şintoizmdeki ölümden sonraki ruh evrelerinin geçerli olabileceğini düşünüyorum islam inancında kabir azabı vardır, şintoizmde de bu dünyadaki amellerin ruh evresinde de belirirler.. ve cehenneme gelince, bu bir yorum meselesidir, görünürde tüm şehvani arzularını yerine getiren kişi cehennemde olabilir. çünkü o sevgiyle dolarak sonsuzluğun bir parçası olmuyor, kendi içini boşaltarak ölümün bir parçası oluyor.


Ben metafiziği karalamak yerine onu nasıl yaratıcı bir biçimde kullanabiliriz yaklaşımının daha doğru olduğunu düşünüyorum, hristiyanlık inancındaki yedi ölümcül günahın hala bir karşılığı yok mu, bence var, yine zerdüşt inancındaki iyilik ve kötülük motifi, iyiliğin değerini anlamak ve kötülüğü aşmak içindir, kötülük nifakla geldiğinde muhabbetle nefsle geldiğinde aşkla aşılır ki aşk iyinin ve kötünün ötesindedir.


İslam inancı bununla da kalmamış aşkı bir merhale olarak görmüştür, islam inancına göre varılabilecek yer dostluktur, muhammedin salavatı da en yüce dostluğunla şeklindedir, müslümanların salavatında muhammedden bahsedilmesinin bir inceliği vardır, muhammed resuldur demek için değildir o salavat, müslümanlar zaten buna iman ederler, muhammed resul ve kuldur yani her birimiz gibidir, bunu, kulu imler o salavat.


İbni arabiyi batı medeniyetinde bin yıl sonra ortaya çıkan heideggerin karşısına koyarlar. marxizm, sosyalizm kapitalizme alternatif modern iktisadi modellerdir, devrimciler de modernliğin en ateşli savunucuları. nedir modernlik, bir (mümkünse nesnel olarak) belirleme ve tasnif etme kültürüdür. modernliğin bir dizi devrimle, sıçramayla şekillendiği söylenir, bunun için de tarihe geniş bir yelpazede yeniden bakmak gerek belki de, nerelerde sıçramalar olmuş diye.


Dinleri osho iyi incelemiş. bence dinlerin karalanması doğru bir şey değil, kendi ölümünü ayırd eden insan için din önemli bir olgudur ve insanın hakikat alanlarından biridir. dinin ortadan kalkmasını önermek, siyasetin ya da felsefenin ya da daha uç bir örnek vereyim sporun ortadan kalkmasını istemekle birdir kanımca.


Onbir numara bir evrim biyoloğu olan stephan jay gould'un güzel bir sözü vardır: bilim dine düşman değildir, din bilimi çoğu zaman etkin bir biçimde desteklemiştir (manastırlar-medreseler vs.) bilimin karşı çıktığı şey din değil akıldışılıktır.


Burada daha karmaşıklaştırmamak için adornonun bile dile getirdiği aklın gerisine düşen değil, aklın ötesindeki, aklın kavrayamadığı ya da devrede olmadığı bir akıldışı alandan, yine insanlara ve insan topluluklarına, toplumlarına etki eden bilinçdışı bir alandan bahsetmiyorum. daha husserl, ortada ruh gibi bir fenomen varken psikolojinin hiçbir zaman nesnel bir bilgiye ulaşamayacağını söyler.. aydınlanma? nesnel bilgi? daha psikolojide tıkanmış görünüyor.


Peki sosyolojide nasıl karar alacağız, mümkün olan en demokratik tartışmaları yapıp makul bir şey üzerinde uzlaşarak ancak bunu bir hakikat olarak belirleyerek ya da dayatarak değil. evrensellik bile dayatıldığında bilkuvve terörizmdir.. yine foucault'nun ayrımcılık tanımına göre Akılcı düşüncenin dayatılmasıdır ayrımcılık.


Bugün etikte bile mütevazı bir yaklaşımla kötülüğü yok etmekten değil, savuşturmaktan bahsedilir. aydınlanmayla ilgili cioran, feyereband, baudrillard, yine aydınlanma bir uygarlık pratiği olduğu için, ilkelleri inceleyen bir antropolojiyle uygarlığı eleştiren john zerzan'ın düşünce dağarcığımızı etkilediğini düşünüyorum.


Yazdıklarım yazdıklarına antitez değil ama bence düşünceni gözden geçirmen, onu daha doğru bir şekilde ifade etmen mümkün.. başladığım gibi bitireyim, tek bir insanlık medeniyeti vardır, o da insanlık medeniyetidir.


Batı menşeeli aydınlanmanın düşünme yöntemi analizdir, doğunun ise tanıklık. ben ikisinin de özgün alanları olduğunu ve ikisinden de faydalanabileceğimizi düşünüyorum ama analizin de kör bir kısırdöngüye düşme ihtimalini, ya da parçalar hakkında bir şey söylemekle beraber bütün hakkında bir şey söyleyemeyen yapısöküm gibi sınırlılığını, tanıklığın da yanılma ihtimalini atlamadan.


Diğer medeniyetler nasıl kendi hatalarını yaptılarsa aydınlanmanın da kendine has hataları var ve tüm medeniyetlerin ortaya çıkardığı hakikatler de var. biz şu ya da bu yönde bir gelişme içindeyiz ve buna ilerleme diyoruz, neye göre, aydınlanma gelip dünyanın, türlerin aleyhine, hatta insanlığın, yaşamın aleyhine tüketim toplumlarına, gösteri toplumlarına, kapitalizmle korku imparatorluğuna geldi dayandı, artık yabancılaşmanın bittiği, parçalanmanın başladığı söyleniyor. modernlikle ilgili en yetkin sosyoloji incelemelerini zygmund baumann'ın yaptığını düşünüyorum. modernlik ve müphemlik, postmodernlik ve hoşnutsuzlukları, akışkan aşk sosyoloji konusunda dimağımızı besleyecek kitaplardan bence. hele baudrillard okuyunca insan şöyle düşünmeden edemiyor: aydınlanmanın da işi zor, genel kanı bu medeniyet kipinin kendi gecesine girdiği yönünde. 


Esenlikle.

 
 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol