DİYALOG MÜZESİ

EMİNE TOKMAKKAYA

1078. DİYALOG: İKNA

EMİNE TOKMAKKAYA İLE


Sanat eserini yatırım aracına dönüştüren nedir?


Merhaba Arkadaşım, 


Güzel bir günün sorusu.  Sanat eseri dünyanın her ülkesinde önemli maddi kazanım ve prestij getiren yatırım aracıdır. Her sanat alıcısı bunun ilerde hem kendisi hemde çocukları için ciddi gelir getireceğini düşünerek alır. Aynı zamanda  toplum içinde kültürel prestij sağlayıcı olduğunu düşünür. Her sanatseverin kendi ve sevdikleri için zevki, bilgisi, maddi imkânı çerçevesinde resim alabileceğine hatta bir müddet sonra imkanı ve bilgisi yükseldikçe koleksiyon amaçlı sanat eseri almaya başlayıp bu değerlerin ileride kendine ve çocuklarına ciddi yatırım aracı oluşturduğunu göreceğine inanıyor hem alıcı hem de satıcı. Yani para + güç + itibar - gösteriş ve kültür birikimi için alır. 


Resme verilen para makro düzeydeki ekonomik değişimlerden etkilenmez üstelik kolay saklanır, değişir, nakledilir olduğu için aranır bir yatırım aracıdır, değeri azalmaz artar. Yatırım olarak altın külçe, hisse senedi aldıysanız evinize, işyerinize asıp, seyredemezsiniz fakat sanat eseri her mekânda yerini bulur, kendisini görürsünüz, gösterirsiniz, dostlarınızla güzelliğini, kıymetini görsel olarak paylaşırsınız.


Doğru alım için sayısız kitap okumak, katalog görmek, galeri, müze gezmek, sanat eserlerinin olduğu çekim alanlarına girmek ve hepsinden önce güvendiğiniz bir Galerici-Danışmanınızın olmasında büyük yarar vardır.


Dünyanın ve ülkemizin en büyük, köklü, zengin, üretken kişilerinin, ailelerinin bildiği ve uyguladığı yöntem budur, tercihleri sahip oldukları maddiyatı doğrudan iane şeklinde dağıtmak değil toplumun geleceği için yatırımlar yaparak paylaşmaktır. Bunun en etkin yollarından biri olarak da sanat eseri satın almayı, sanata, sanatçıya destek olmayı seçmişlerdir. İşte Rockefeller, işte Guggenheim, işte Koç, Sabancı, Eczacıbaşı ve her yeni gün bu takıma katılan yeni ünlüler, ünlenenler. Adı geçen aileler sanatın o ülkenin, toplumun gelişiminde büyük önemi olduğunu, düşüncenin, felsefenin, uyarının, yol göstermenin en etkin yollarından biri olan görsel araç resim, heykel toplayıp, biriktirip, yeterli sayıya ulaştıklarında bu eserlerle adlarını verdikleri müzeler açmak veya müzelere bağışlamak, bu eserleri dünyanın dört bir yanında dolaştırmanın o kişinin, o ailenin, o toplumun ismine, itibarına neler kazandırabileceğinin bilincinde olan iyi yürekli ve akıllı insanlardır.


Benim sanat Anlayışım: Sanatcı daima üretken ve özgün eserler üretmelidir.  Duyduğunu, gördüğünü, işittigini, duygularını düşüncelerini kendi içsel birikimleri ile özgün teknikler ile aktarabilmelidir.  Bu sanatın her dalı için geçerlidir. Kopyadan uzak, görülmeyen, duyulmayan, hissedilmeyeni eşi benzeri olmayan eseri ortaya koyan sanatçıdır.  Sanatcı daima toplumun en önemli dinamiği olmalı, toplumu yönlendirmeli, düşündürmeli, estetik kaygılar ile ışık vermelidir. Toplumun sorunlarından uzak, siyasetten uzak bir eser üretilemez ki o zaman sanatçı olamaz. Sanatçı bulunduğu çağı, toplumu en iyi yorumlayan olması gerekir ki ruhu doğru beslenebilsin diyorum. Sanatın evrensel kabul gören bir niteliğe sahip olması için sanatçı perspektifi de bu yönde olması lazım.  Toplumun beğeni ve estetik değerlerini de bazen aşabilen aykırı eserler ve duruş da sergilenmesi gerekiyor... 


Ezberler konusuna gelince sanırım daha çetrefilli bir hal alıyor durum: Sanat camia veya çevrelerinden, kişiler, sanatçılar, yazar çizer, oyuncu veya çalışanlardan sıklıkla duyduğumuz benzeri sözlerden farkı nedir sizinkinin, sanatçılarımızı sadece yazar olanlar değil tüm dallarındakileri özellikle yazmaya, yazarken de sanat üretmeye nasıl ikna edebiliriz?


Sanatın evrensel kabul gören bir niteliğe sahip olması için sanatçı perspektifi de bu yönde olması lazım.  Toplumun beğeni ve estetik değerlerini de bazen aşabilen aykırı eserler ve duruş da sergilenmesi gerekiyor. Sanat ve zeneaat ülkemizde karıştırılıyor.  Her çizen, boyayan yontan, yazan oynayan, çeken sizce sanatçı kategorisine dahil mi?


Yaptığı iş itibariyle yani sanatın her hangi bir dalında, kendine de sanatçı diyerek yapıyorsa memur bile olsalar sanatla uğraştıkları için sanatçı/sanatla iştigal eden anlamında evet sanatçıdırlar ama yaratıcı gerçek sanatçılık bambaşka bir tanımlama içeriyor.


Ülkemizde sıfatlar çok önemli.  Örneğin: Prof, Doç. Asistan, müsteşar, müdür vs çok önemseniyor.  Sanatçı demek de bir moda. Şarkı söyleyen şarkıcı, türkü söyleyen türkücü,  resim yapan ressam, müzik çalan piyanist yada müzisyen vs olması / yazılması gerekiyor isminin yanina değil mi? Neden başa prof, dr ressam yazılır. Prof Dr Ayşe.. vs


Sanatçı analizi yapmamız gerekiyor değil mi? Başta da belirtiğim gibi yaratıcılık ve sanatçı anlamında bir isim ve sıfat. İsim hali sanat, yaratıcılık, ressamlık, ustalık, hüner, beceri gibi anlamları ifade eden art kökünden türetilmiştir. Duyarlılık ve hayal gücü içeren gösterişli eserler üreten yaratıcı kişi anlamında kullanılır. Hobici dediğimiz bir çok zanaatkâr var ülkemizde ve dünyada. Sanat bir insani faaliyettir. Bu faaliyetin ya da düşüncenin ürünü duyulara, heyecanlara, algılara ve akla hitap eder. Yoktan var olan ve doğada, hayatta karşılığı bulunmayan bir üründür; anlamı kendisine dönüktür, kendisindedir.


Sanatçı: Sanat kollarından birinde başarı gösteren kimseye sanatçı denir. Sanattan önce, sanatçının ruhu vardır. Sanatı bu ruhu yaratır. Sanatçı, duygularının dünyası yanında ruh ve ihtiyaçlardan doğmuş bir âleme de biçim verir. Sanatçı herkese benzemez. O duyar ve duyurur. O temizleyen, yükselten insandır. Sanatçı, kelimenin en gerçek anlamı ile özgür olan insandır. Her yeni bilgi, sezgi ile başladığı için sanatçı, bilginin ve filozofun daima önünde yürür çünkü sanatçının görevi bilgiyi aşarak, hayatı ve evreni saran sırrı aramaktır. Sanatçı, görmediğimizi görerek sonra bize göstererek, çizgilerin, renklerin ve biçimlerin büyülü dilini bize öğreterek, tabiatı güzelleştirir. Sanatçı bütün’ün çıkarlarını dile getirmelidir. Büyük sanatçı kuvvetini bütünden alır. Sanatçı toplumu yansıttığı orantıda değer kazanır. Toplum sanatçının geniş ölçüde faydalanması gereken bir kaynaktır. Okuyucu yazarını kendisinin seçtiğini sanır, hiç de öyle değil! Okuyucusunu seçen sanatçıdır. Gerçek sanatçı yaratıcıdır, imgelemesini diğer insanlarda yaşatmak için yapıtlar yaratır. Kişiliğini kazanmak istiyen bir sanatçı uzun yıllar hazırlanır, başka sanatçıların etkilerinden kurtulur, kendine özgü bir estetik yaratmasını bilir.


Örneklendirmek gerekirse:


Sanatçı, çağının en yüksek yaşama anlayışını taşımalıdır. TOLSTOY


Sanata, edebiyata bir süs diye bakmamak gerektir. Sanatsız, edebiyatsız bir toplumun yükselemiyeceğine, uygarlaşamıyacağına, yalnız incelemiyeceğine demiyorum, uygarlaşâmıyacağına inanmak gerektir. Nurullah ATAÇ


Sanatçı kendi halkına özgü nitelikleri, dolayısıyla aynı ortamın bir ürünü olan kendi kişiliğinin rengini ancak kendi halkının sanat ve edebiyat geleneğinin bilincine iyice vardıktan sonra güçlü bir şekilde yansıtır, dile getirir. Bu gelenekler o halkı o halk yapan, onu başkalarından ayıran başlıca kökenleri de kapsar. Bir halkın dünya sanatına ve edebiyatına yapacağı "authentique katkı" da işte buradan doğar. 

Haldun TANER


Sanatçının çalışma ve yaratma olanaklarını belirleyen, toplumun yüzlerce yıl biriktirdiği kültür hazinesi, özgürlük ve dünya anlayışı ve bir de yaşanılan günlerdeki toplumsal ilişkiler yoğunluğu, toplumsal ilişkilerdeki canlılıktır. 

Mehmet DOĞAN


Art kelime kökünü hünerde bularak temel oluşturduğumuzda ardından gelen yaratım / ilk defa yapım, üretim ile desteklediğimizde fazla da sorun kalmıyor aslında. Yukarıda örneklerini verdiğiniz memur sanatçıları da biraz sıkıştırınca ilk anlamıyla sanat yapan yani yaratan değil varolanla ilgili olduklarını asıl yaratıcı anlamdaki gerçek sanatçılık tan uzak olduklarını, maaşa ve müfredata, müktesebata, amirlerin emirlerine uyduklarını bunun da sanat olmadığını itiraf ediyorlar zaten.


Sanatçı analizi yapmamız gerekiyor ki toplumda sanatçı ve eser ilişkisini anlayabilelim. Yaratıcı bir kişi olarak üstün duyarlıkta olan sanatçının bazı özellikler taşıdıgını görürüz. Meraklıdır, çevresinde olanları takip eder, olayları analiz edip onlardan sentezler yapar. Üstün bir algılama yetenegine sahiptir. Psikolojik açıdan özgür olmak ister, kendi bildigini yapar. Herhangi bir sanat alanıyla ilgilenen sanatçı kişisini diğer insanlardan ayıran unsurlardır.

-sanatçı toplumdan biraz kopuktur, eser üretmek içindir bu kopuş.

-sanatçı toplum için örnek insan durumundadır.

-sanatçının duygusal yönü ağır basar.

-sanatçının ilişkileri kısa ömürlüdür çünkü hayat temposu hızlıdır.

-sanatçının zaafları vardır.

-sanatçı duyarlıdır.

-sanatçı diğer sanat dallarını ve sanatçıları kıskanır.

-sanatçı eserlerini çocukları gibi görür.

-sanatçının duygusal durumu normal insanlardan biraz daha dengesizdir.

-sanatçıların psikolojik hastalıklara yakalanmak riski normal insanlardan biraz daha yüksektir.


Art kavram kökü ile ilgili evet, katlıyorum. Memur işini yapar, maaşını alır, sanatçı değildir. Devletinde sanatçısı olamaz çünkü sanatçı özgür olunca üretir.  Memur olarak çalışan kişi verileni yapar, restore eder, karşındakinin ihtiyacına cevap verir siparişdir. Kısaca dekorasyon işleri, vs. Ülkemizde üniversitelerde de gerçek sanat egitimi verilmiyor. Tüm akademisyenlere bakalım: Dünya sanatına ne kazandırdılar? Neyi buldular? Hangi eserleriyle dünya literatürüne geçtiler?


Ülkemizdeki sanatcıların daha doğrusu kendini sanatçı sananların en büyük silahları güzellikleridir, kopyacılıkları ve var olanı tekrar ederler. Sürekli kendini ve dünyayı taklit ediyor. Özgünlük, çılgınlık görülmemiş olan bir teknik yok değil mi? Popüler ise o kişi galeriler peşinde koşuyor. Eserleri milyonlara satılıyor. Acaba gerçek sanat devri var mıdır Öğretmenler sanatı mı? Ne kadar özgür olur ki sanat yapabilsin? Gercek anatomiyi görüyor inceliyor muyuz; dokusu, hücresini mesela? Neden yapılmıyor kadavra eğitimi ülkemizde? İnsanlar müzik aletlerini tanımadan ordan burdan kopya yaparak resmediyor, sesini, tınısını duymadan dokunmadan, hissetmeden var mı böyle birşey! Viyolonsel izlemeden, dinlemeden bir yazar bunu nasıl ifade eder sizce? Bir müzisyen bunu nasıl hissedip eser ortaya koyar? Bizde 2 kursa gidip, 2 şiir yazar şair oluyor, 2 dizi de oyunculuk yapan kendini aktör aktrist zannediyor.


Sanatçıyı sanatçı yapan kendi düşünceleri değil, halkın onun hakkındaki düşünceleridir zaman zaman fakat sanat halka ne veriyor, hangi gerçek duyguyu yaşatıyor eserleri ile bu önemli.


Sanatın özellikleri:

1. Hem sanatçı hem izleyici için yaratıcı algılama gerektirmesi,

2. İçerdiği fikirlerin akla kolay gelir türden olmaması,

3. Birçok farklı katmanda algılanabilme özelliği olması ve değişik yorumlara açık olması,

4. Bir beceri izlenimi vermesi,

5. Kendini bilinç ve bilinçaltı arasında veya gerçek ve yanılsama arasında bir oyun olarak göstermesi,

6. İçinde işlevsel amaç dışında bir fikir barındırması,

7. Sanat olarak tecrübe edilmesi amaç edinilerek yaratılmış olması.


Sanatçı dediğimiz insan, her şeyden önce belli bir sanat dalıyla uğraşan, o sanat dalında eser veren bir kişidir. Yani sanatçı; mimardır, ressamdır, heykeltıraştır, bestekârdır, şairdir, romancıdır. Elbette günlük hayatında herkes gibi yaşayan, sosyal etkinliklerde bulunan, belki de geçimini sağlamak için bir işte çalışmak zorunda olan bir kişidir. Ancak, onun sanatçı olmayan kişilerden ilk ve en önemli farkı, kendini sanatına adamış olmasındadır. Uğraştığı sanat dalı, onun için geçici bir heves değil ömür boyu sürecek bir tutku, karşılıksız bir aşktır. Öyle ki onun uğruna büyük bedeller ödenir, diğer insanların hayallerini süsleyen cazip imkânlara boş verilir, yoksulluk içinde yaşamaktan tutun da hapishanelerde çile çekmeye dek nice sıkıntılar göze alınır.


İcracı diye zaten adlandırılan ve yukarıda da ifade edilen gerçek sanat yaratıcısı değil de onların taklitçisi, yorumcusu, kopyacısı, ezbercisi milyonlarca kişiye karşılık oluşan devasa sektör diyelim ekonomi ve bunların yönetiminde ne tür duyarlılıklar geliştirilmeli ki insanlar, toplumlar daha bilinçli hareket edebilsin?


Bazı sanatçılar ve estetikçiler, bu farklılığı sıradanlığın çok üstünde bir mertebeye çıkararak sanatçıyı “üstün insan”, “dahi” olarak kabul eder. Hatta ona kutsallık atfedenlere bile rastlanır. Örneğin, sanatçının “yaratıcılık” yeteneğini “ilham” kavramıyla açıklayanlar arasında ilhamı tanrısal ya da mistik bir güç olarak görenler yok değildir. Unutulmaması gerekir ki insan sadece güçlü bir duyuş ve seziş yeteneğine sahip olmakla sanatçı olamaz. Sanatçının, doğuştan geldiği düşünülen bu yeteneklerini sergileyebilmesi, sanatının araç ve malzemesini kullanmadaki becerisine, ustalığına, tecrübe ve birikimine bağlıdır. Bunun için uzun ve zorlu bir çıraklık döneminden geçmek gerekir. Öncelik olarak iyi bir eğitim sistemi şart. Hukuk sisteminin gerçeği çok ciddi işlevi olması lazım.  Toplumda iyi bir ahlak bilinci olmalı. Herkesin iyi bir insan ve birey özeliğini taşıyacak eğitim ve donanımlı olması şart. Aile, toplum bilinci, saygı, sevgi dolu yetiştirilmeliyiz tüm aile ve eğitimlerimizde. Görsel olarak bu tarz filim, dizi, belgesel, okuma, yazma, çizme boyama kültürleri geliştirilmesi lazım. Doğaya, insana, hayvana, tarihe, kültüre vs değerlerimize yönelik... Sanat bilinci açısından toplum zamanla iyiyi, kötüyü, taklidi, değeri verecektir. Sevgi, saygı, hoşgörü, özgürlük, üretme koruma, saklama, tüketme kültürünü içselleştirdikçe kendi içlerinde ruhlarında... Sanatçı, duyuş ve sezgi yeteneğini kullanarak nesnel gerçekliği sanat objesine dönüştürürken yüksek bir irade gücüne, disiplinli ve sabırlı bir çalışmaya, estetik bir beğeniye ihtiyaç duyar. Kısaca sanatçı; doğuştan sahip olduğu olağanüstü duyma, sezme, algılama ve anlamlandırma yetenekleri ile yaratıcılık, sentez, soyutlama, yoğunlaştırma yetilerini büyük bir sabır, gayret, disiplin ve çalışma azmiyle birleştirip bir sanat eserini var edebilen hayatını bu amaca adayabilen insandır. Bunu kendi içinde içselretorik üretebidiği sürece toplumda sanatı anlamaya çalışacak hangi üretlilenin sanat değeri olduğu bilincine varacaktır. Kuramsal değil uygulayıcı araştırıcı, sorgulayıcı bir eğitim sistemine ihtiyaç var. Bunun yanında da ülkenin özgürleşmesi için sanata çok destek vermesi gerekiyor.


Sanat eserlerinin amacı öncelikle doğruluk ve fayda değil;  güzellik, coşku ve yaratıcılığı ortaya koymaktır. Sanatın ve sanatçının amacı, muhayyilede oluşan görsel, fonetik veya dramatik duygu, tasarı, coşku ve düşünceleri görünen, duyulan veya eylem haline getirilebilen bir eser haline getirebilmektir.  Sanatın amacı öğretmek, bilgi vermek, doğruluk, etik veya ahlaki iletiler sunmak, eğitmek, somut bir çıkar elde etmek değildir. Sanat, bilimsel olmak, somut veriler ortaya çıkarmak, reel bir katkı veya katma değer yaratmak amaçlarını taşımaz. Somut bir fayda çıkarmak, bilimsel bir veri oluşturmak veya bilimselliğin sınırları içerisinde kalmak, realitenin sınırlarından çıkmamak gayesi yoktur.  Aksine hayalde, fikirde, biçimde, sezgide, coşkuda sınır, limit ya da biçimsellik tanımayan, sınırları olsun diye de uğraşmayan eylemlerin ifadesidir. Sanatın amacı güzelliktir sözünü biraz açmamız gerekir. Güzellik kavramı kişiden kişiye değişen, herkese göre farklı algılanan, farklı beğeniler ve kabuller içeren öznel değerlendirmelerdir. Sanatın ortaya koyduğu güzellik kavramını çirkin ve iğrenç olanı yapmamak anlamında anlamamak gerekir. Çirkin bir insanın başarıyla resmedilmesi, kötü bir duygunun öznel ve özgün şekilde ortaya konması da bir sanattır. Sanatçı salt güzelliği arayan veya sadece estetik olanları üreten kişi değildir.  Estetiğinin kendisi de zaten değişken bir şeydir. Sabit ve bağlı kalmaksa sanatın ruhuna zıttır. Güzellikten anlamamız gereken yapılan her şeyi başarıyla ortaya koyabilmek olmalıdır.

 

Sanat;  sınırları ve amacı olmayan hayallerin, coşkuların, muhayyilede oluşan her türlü tasarının, yaratıcılıkla ilgili oluşumların;  görsel, fonetik veya dramatik metotlardan birisiyle görünür, işitilir veya izlenir hale gelebilme eylemidir. Sanatçı, anılan bu duyumsamaları bildiği metotlardan birisiyle tezahür ettirebilen kişidir. Ressamdır, heykelcidir, şairdir, yazardır veya aktördür. Sanatçı,  duyumsadıklarını kanıtlayabilen, hayranlık uyandırabilecek bir şekilde ortaya koyabilen bir kimsedir. Sanat, değişimi düşünme, değişik olanı fark etme, alışılmışın dışından bakıp ve algılayıp buna göre düşünme ve tasarlama eylemidir. İşte böyle olunca da sanatçı fantezi üreten, hayal eden, farklı kurgular oluşturan, mevcutlardan farklı renk, biçim, duygu, düşünce, coşku vb bulan ve duyumsayan kişinin tarifi olur.


Mevcut olmayanı düşünmek, duymak,  hayal etmek, tasarlamak ve bunları eskiden mevcut olmayan yöntemlerle görünür, işitilir hale getirmek sanatçının ödevidir. Değişmek, değiştirmek, mevcut olandan farklı bir şey üretmek, sanatçının eylemidir. Sanatçı kendini ve muhitini değiştirmeye kalkışan kimsedir. Dürtülerinde var olan uyarıları, yeteneklerinin geliştiği tekniklerle aksettirmeyi başaran izahçıdır. İşte böyle olunca da sanatçının kimliği, yaratıcılık, değişimcilik, öznellikle bütünleşir. Yetenek, yaratıcılık, öznellik, alışılmışın dışında düşünebilme, bakma ve görebilme sanatçının vasfı olur.


Sanatçı ile yetenek birbiriyle bütünleşen,  biri olmazsa diğeri olmayan iki kavramdır. Yeteneği,  dıştan hiç bir etki ve öğrenme gerekmeden kendi düzenini ve eylemini oluşturmayı ifade eden bir kavram olarak izah edebiliriz. Yetenek, daha doğmadan önce genlere şifrelenmiş kişiye özgü nitelik olarak anlaşılır. Böylelikle sanatçı,  doğmadan önce aldığı öğretilere sahip kişi gibi düşünülür. Buna mukabil, yetenek tek başına üretmekten çok acizdir. Yetenekle eğitim bir araya gelemezse yetenek tek başına çok yetersiz kalacaktır. Tek başına bir yetenek sanat ve sanatçı için eksik kalan bir olgudur. Yetenek; kendini eğitmeli, amaç, yöntem ve doğrultu bulmalı,  uygun muhit ve zeminde gelişim göstermelidir.


Sanatın ve sanatçının eylemlerinin ruhunda mevcuttan farklı bir şeyi ortaya koymak olunca, sanatçının eylemleri başkaldırı zannedilir.  Bildiklere bilinmedik yollar öneren sanatçı, dini, ahlaki, ideolojik ve diğer mevcut kalıplara savaş açmış farz edilir. Sistem ile dayatmalar sanatçı ile çelişir. Sanatçının ruhundaki kopma, dönüşme, değişme ve farklıyı bulma isteği, statükoyu dayatan otoriteyle kapışır. Sanatçı ile muhitin ilişkisi önemlidir. Baskıcı muhitte kalan yetenek işe yaramaz, Yaptığı önemsenmeyen, üretimi hor görülen, takdire mazhar olmayıp, tekdire reva görülen sanatçı boy gösteremez.

 

Üretimiyle ortamı çelişen bir sanatçının yeteneği atıl kalır. Sanatçının tek ödülü takdirle gelecek hazdır. Bu ödülden de yoksunsa bir başka mecraya akar. Çatışmaya dayansa da hiç desteksiz de yapamaz. Sanatçının tek besini edindiği hayranlıktır.  En minimum destek bile ona hayat suyu olur. Hayat suyu olmayınca sanatçının ruhu kurur. Statüko çok güçlüyse sanat da çok cılız kalır. Sanatçılar iletişimi sanatları ile kurar. Sanatçı toplumu ile ürünüyle mesajlaşır. Ürünü üretmesinde bencil bir amacı vardır. Benliğinin okşanması sanatçının hedefidir. Sanatın ve sanatçının eylemlerinin ruhunda mevcuttan farklı bir şeyi ortaya koymak olunca, sanatçının eylemleri başkaldırı zannedilir.  Bildiklere bilinmedik yollar öneren sanatçı, dini, ahlaki, ideolojik ve diğer mevcut kalıplara savaş açmış farz edilir. Sistem ile dayatmalar sanatçı ile çelişir. Sanatçının ruhundaki kopma, dönüşme, değişme ve farklıyı bulma isteği, statükoyu dayatan otoriteyle kapışır. Sanatçı ile muhitin ilişkisi önemlidir. Baskıcı muhitte kalan yetenek işe yaramaz, Yaptığı önemsenmeyen, üretimi hor görülen, takdire mazhar olmayıp, tekdire reva görülen sanatçı boy gösteremez.


Sanatçı,  anılan bu duyumsamaları bildiği metotlardan birisiyle tezahür ettirebilen kişidir. Ressamdır, heykelcidir, şairdir, yazardır veya aktördür. Sanatçı,  duyumsadıklarını kanıtlayabilen, hayranlık uyandırabilecek bir şekilde ortaya koyabilen bir kimsedir. Sanat, değişimi düşünme, değişik olanı fark etme, alışılmışın dışından bakıp ve algılayıp buna göre düşünme ve tasarlama eylemidir. İşte böyle olunca da sanatçı fantezi üreten, hayal eden, farklı kurgular oluşturan, mevcutlardan farklı renk, biçim, duygu, düşünce, coşku vb bulan ve duyumsayan kişinin tarifi olur. Mevcut olmayanı düşünmek, duymak,  hayal etmek, tasarlamak ve bunları eskiden mevcut olmayan yöntemlerle görünür, işitilir hale getirmek sanatçının ödevidir. Değişmek, değiştirmek, mevcut olandan farklı bir şey üretmek, sanatçının eylemidir. Sanatçı kendini ve muhitini değiştirmeye kalkışan kimsedir. Dürtülerinde var olan uyarıları, yeteneklerinin geliştiği tekniklerle aksettirmeyi başaran izahçıdır. İşte böyle olunca da sanatçının kimliği, yaratıcılık, değişimcilik, öznellikle bütünleşir. Yetenek, yaratıcılık, öznellik, alışılmışın dışında düşünebilme, bakma ve görebilme sanatçının vasfı olur. Bu nedenle sanat daima toplumu yönlendirmede en önemli yoldur. 


Sanat eserlerinin amacı öncelikle doğruluk ve fayda değil;  güzellik, coşku ve yaratıcılığı ortaya koymaktır. Sanatın ve sanatçının amacı, muhayyilede oluşan görsel, fonetik veya dramatik duygu, tasarı, coşku ve düşünceleri görünen, duyulan veya eylem haline getirilebilen bir eser haline getirebilmektir.  Sanatın amacı öğretmek, bilgi vermek, doğruluk, etik veya ahlaki iletiler sunmak, eğitmek, somut bir çıkar elde etmek değildir. Sanat, bilimsel olmak, somut veriler ortaya çıkarmak, reel bir katkı veya katma değer yaratmak amaçlarını taşımaz. Somut bir fayda çıkarmak, bilimsel bir veri oluşturmak veya bilimselliğin sınırları içerisinde kalmak, realitenin sınırlarından çıkmamak gayesi yoktur.  Aksine hayalde, fikirde, biçimde, sezgide, coşkuda sınır, limit ya da biçimsellik tanımayan, sınırları olsun diye de uğraşmayan eylemlerin ifadesidir.


Sistem ile dayatmalar sanatçı ile çelişir. Sanatçının ruhundaki kopma, dönüşme, değişme ve farklıyı bulma isteği, statükoyu dayatan otoriteyle kapışır. Sanatçı ile muhitin ilişkisi önemlidir. Baskıcı muhitte kalan yetenek işe yaramaz,


Sizde de gördüğüm ve sıklıkla eleştirisini yapıp yazdığım ciddi yanılgı ve ezber, kalıplardan bir tanesi de güzellik/estetik ile sanatı ifadeye çalışma çabaları! Sizce sanat gibi kendi başına bir disiplinin kendi kelime ve kavramları yok mudur da sürekli başkalarından destek veya karşılaştırma, kıyaslama gereği duyulur, sanat estetik olmak zorunda mıdır?


Sanat tabiki bir estetik kaygı taşır.  Ama sanatın bir tarafida toplum ihticinida belirler estetik kullanışlılık ilkesi ile.  Yetenek, daha doğmadan önce genlere şifrelenmiş kişiye özgü nitelik olarak anlaşılır. Böylelikle sanatçı,  doğmadan önce aldığı öğretilere sahip kişi gibi düşünülür. Buna mukabil, yetenek tek başına üretmekten çok acizdir. Yetenekle eğitim bir araya gelemezse yetenek tek başına çok yetersiz kalacaktır. Tek başına bir yetenek sanat ve sanatçı için eksik kalan bir olgudur. Yetenek; kendini eğitmeli, amaç, yöntem ve doğrultu bulmalı,  uygun muhit ve zeminde gelişim göstermelidir.Sanatçı, estetik kaygılar taşıyarak, duygu ve düşünce içinde yoğunlaşan, ulusal değerlerin farkında olan ve ulusal değerlerinde var olan evrenselliği ortaya çıkarmaya çalışan, kendine özgü bir biçim ve biçem ortaya koyarken ÜRETEN İNSAN'dır. Bu nedenle estetik kullanışlılık ilkesi ile birlikte  üretir. Sanat; bir duygu, tasarı, güzellik vesairenin anlatımında kullanılan yöntemlerin tamamı veya bu anlatım sonucunda ortaya çıkan üstün yaratıcılık anlamına gelir.


Sanat ayrıca birçok bölümü, akımı, farklı uğraşanları, müzeleri, sergi ve gösteri salonlarını ve benzeri birçok alanı kapsayan büyük bir sosyal faaliyet alanıdır da. Resim, heykel, mimari, müzik, edebiyat, tiyatro, sinema, fotoğraf gibi birçok sanat dalı, çeşitli bilimlerce incelendiği gibi felsefe açısından da incelenmektedir.


Felsefe açısından sanatın önemini ve değerini, sanatın felsefedeki yerini daha iyi kavrayabilmek için düşünürlerin sanat faaliyetini nasıl değerlendirdiklerine kısaca bakmak gerekir. Bu bağlamda sanatın kökeninin, kaynağının ne olduğu konusunda, farklı filozoflar ortaya çeşitli görüşler atmışlardır.


Sanatın taklitten ibaret olduğu konusundaki ilk fikirler, Aristoteles’indir. Aristoteles, insanların taklit yeteneklerini kullanarak “şeylerin” özünü taklit ettiklerini ve böylece sanatçı olduklarını vurgulamıştır.


Platon’un idealar dünyasını felsefeyse az da olsa ilgilenen hemen herkes bilecektir. İşte Platon da aslında idealar dünyasının, gerçekliğin ta kendisi olduğunu ve içinde bulunduğumuz dünyadaki, bizim hissedebildiğimiz her şeyin ise bu idealar dünyasının bir taklidi olduğunu belirtmektedir.


Estetiği bağımsız bir bilim alanı olarak var olmasını sağlayan Alman filozof Alexandre Baumgarten‘e göre de evrende madde ve ruh öylesine ahenkli bir şekilde birleşmiş ve kaynaşmıştır ki sanatın ve sanatçının tek amacı, tabiatı taklit etmek olmalıdır.


Hegel‘e göre sanat, maddeye sokulan ve maddeyi kendine benzeten sanatçının, ruhudur. Bu yaratıcı ruh, heykelde ve mimaride maddeye çok bağımlı iken, resimde maddeye tamamen hâkim; edebiyatta ve müzikte ise maddeden arınmış bir hâldedir.


George Santayana ve John Dewey‘e göre de sanatsal yaratım, kişinin çevresiyle etkileşimi sonucu meydana gelir. Sanatçıda bir kişilik, hayal gücü ve bilgi; çevrede çeşitli şekiller, olaylar, sesler, malzemeler mevcuttur. Dolayısıyla da çevre sanatçıyı besler, sanatçı da çevreyi değiştirir.


Bazı filozoflara göre, sanatın kaynağı eğlence ve oyundur. İnsanlar zorunlu ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra amaçsız olarak, hoşa giden bir takım oyun faaliyetlerinde bulunurlar. Bu faaliyetler, hem bedeni dinlendirir, hem de hoşa gider. Bu tür faaliyetlerin bir sonraki adı, kendini süsleme ve yakın çevresini hoşa gidecek, beğenilecek bir şekle getirmedir. İşte burada da sanat ortaya çıkar, tabii ki bir oyunun sonucu, bir oyun olarak çıkar karşımıza.


Charles Bordele‘e göre sanat yukarıda anlatıldığı biçimde ortaya çıkmıştır. Bilim nasıl akılla deneyden çıkmışsa, sanatlar da hayal gücü ve oyundan doğmuştur.


Schiller de “sanatın kaynağı oyundur” demekten ziyade gerçek estetik dünyanın oyun dünyası olduğunu, insanın sadece oyunda gerçek insan olduğunu, özgür davranmanın, hayal gücünü gerçekleştirmeye çalışmanın orada mümkün olduğunu ve bu faaliyetin sanata yakın olduğunu anlatır.


Croce, “Sanat, oyun değilse de o türden bir faaliyettir” demektir; çünkü sanatın özü ve amacı oyundan oldukça farklıdır. Sanat yalnız taklit etmez; değiştirir ve yaratır. Bu değiştiricilik ve yaratıcılığın arkasında o çok takdir edilen sanatçı özgürlüğü vardır.


Oyun teorisi, güzel sanatların daha ziyade tiyatro ve gösteri sanatları ilgili alanlarındaki faaliyetler için değerlendirilirse uygun olur. Bazıları oyun ve haz duygusunu sanatın kaynağı sayarken, bazıları da bunları bir amaç olarak ortaya koymuştur.


Sanat felsefesi  zaten Güzel denilen değer, bir nesneye yüklenilen, bir nesne tarafından taşınan değerdir. Bir canlı, bitki ya da sanat yapıtına güzel denir. Güzel'i felsefe obje'si olarak ele alan ve onu sistematik bir biçimde geliştiren ise Platon'dur. Platon ilk olarak güzel ve iyi arasında özce uygunluk bulur.


Güzellik, bir canlının, somut bir nesnenin veya soyut bir kavramın algısal bir haz duyumsatan; hoşnutluk veren hususiyetidir. Güzellik, estetiğin, toplum bilimin, toplumsal ruh biliminin ve kültürün bir parçası olarak incelenir ve kültürel yapılanmada son derece ticarileşmiştir.


Biz hoşumuza giden bir manzara karşısında ya da dinlediğimiz bir müzik karşısında yalnız haz almakla kalmaz, aynı zamanda yaşadığımız estetik durumu bir değer yargısı ile ifade ederiz. Güzel bir manzara, güzel bir müzik gibi. O halde güzel ya da güzellik estetik olayın ayrılmaz bir parçasıdır. Buna göre güzellik nedir? Bu soru bir güzellik felsefesinin varlığına götürür ve estetik sorunlar arasında ilk sorulan soru olur.


Güzelliğin bir felsefe sorunu olması Platon ile başlar. Platon’a göre gerçek güzellik, gördüğümüz nesnelerin oluşturduğu evrendeki güzellikler olmayıp idealar evlerindeki “güzel” ideasıdır. Tabiatın güzelliği, güzel ideasından pay aldığı ölçüde bize güzel görünür. Yani tabiatın güzelliği, asıl güzellik değil, güzelliğin kopyasıdır. 


Güzel ve çirkin, iyi ve kötü, hoş ve yüce, doğru ve yanlış günlük hayatta sıkça kullanıldığımız kavramlardır. Pekiyi, bunlar arasında nasıl bir ilişki vardır? Platon’a göre güzel  olan, iyi ve doğru olandır; iyi ve doğru olan da güzel. Dolayısıyla güzeli kavrayan kişi, iyiyi de kavramış olur. Güzel olan, aynı zamanda hoş ve yücedir. Kant, Platon’un özdeşleştirmesine katılmaz. Bunların hepsi birbirinden farklı anlamlara sahiptir. Güzellik estetikle, iyilik ahlakla, doğruluk bilgiyle, hoşluk hissi bedensel zevkle, yücelik ise doğa ve tanrıyla ilgilidir. Güzel, insanlarda estetik haz ze heyecan uyandırır. İyi, davranışlarımızla ilgidir ve bazı davranışlardan zevk hoşumuza gitmese de iyidir.


Aristoteles'e göre güzellik bir ahenk, orantı ve düzendir. Bu nedenle orantıdan yoksun olan hiçbir şey güzel olamaz. İki tür güzellik söz konusudur. Doğanın güzelliği ve sanat eserinin güzelliği. Estetiğin ana  konusu güzelliktir ve bu yüzden estetik, sanat eserindeki güzelle de ilgilenir, doğadaki güzelle de. Estetiğin sanat felsefesinden farkı da budur. Güzel niteliği taşıyan şeylere estetik nesne denir. Kant’a göre doğadaki güzellik, yüce olarak adlandırıldığında onu temaşa edende saygı, hayranlık, şaşkınlık ve ürperti duyguları uyandırır. Gerçek güllerin güzelliğinden yapay güller yapmayı öğrenebiliriz, kuşların ağaç dallarına yuva yapması izleyerek yapay dallar ve yuvalar yapabiliriz: Doğadaki güzeli taklit edebiliriz.


Sanat felsefesi, insanın meydana getirdiği eserleri (sanat yapıtlarını) ele alan, sanatın ne olduğunu sorgulayan, sanatçının etkinliğini inceleyen felsefe dalıdır. Sanat, en genel anlamıyla sanatçının anlatmak istediği şeyi, “biçim verme yöntemiyle” gerçekleştirme çabasıdır. Sanatı felsefe açıdan incelemekle de sanat felsefesi ortaya çıkmıştır. Bu sorular aslında cevabını arar. Bu sorulardan en önemlileri şunlardır:


Güzel nedir?

Hoş nedir?

Herkesin zihninde, ortak bir estetik yargı mevcut mudur?


Bir ressam, resim fırçasını kullanmada teknik beceriye sahip olmalıdır, bunun yanı sıra renklerin bilgisine de ihtiyaç duyar. Ancak sanatçının eserini oluşturabilmesinde asıl olan yaratıcılık ve hayal gücüdür.


Sanat, genel olarak üç ögenin bir arada düşünülmesini gerektirir:


Sanatçı,

Sanatsal ürün,

Alımlayıcı (dinleyen, okuyan, seyreden vb.). 


Sanatçılar daima bunları sorar kendine. Akıl, duyu ve duygu süreçlerini sentezleyerek belirli bir teknikle eserini yaratır. Bu yaratım; yoktan var etmek değil, var olan materyalleri yeni formlarına dönüştürmek şeklindedir. Renkler, sesler, kelimeler vb. sanatçının dokunuşuyla yeni biçimlere dönüşür. Bu yeni biçim, sanat eseridir. Sanat eseri; sanatçının duygu ve düşüncelerini somutlaştırdığı ve duyusal alana açtığı nesnelerdir. Alımlayıcı ise beğeni ölçütleriyle sanatsal ürüne yönelir. Alımlayıcı, sanatsal ürün karşısında tüketici olarak bulunsa da sanatsal ürünün ortaya konmasında etkileri vardır. Alımlayıcılar sanatçının “başkaları”dır.


Sanat ve zanaat, ilişkisi  sonucunda beğeniye konu olabilecek iki etkinliktir. Bundan dolayı tarihte kimi zaman eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Bu durum bugün de geçerlidir. Sanatı zanaat olandan ayıran önemli unsurlar; sanatın pratik bir yarar kaygısından öte beğenilere yönelik oluşturulması, taklitleri veya benzerleri ortaya konuyor olsa da biricik ve özgün olmasıdır. Farklı sanat türleri bu ayrımlarla birlikte güzel sanatlar başlığında toplanmıştır. Verdiği eserler bakımından sanat ile zanaatı bir yerde birbirinden ayırmak da gerekir. Zanaatta, faydaya dayalı ürünler ortaya koyulurken, sanatta faydadan ziyade sanatsal (estetik) kaygıya dayalı ürünler ortaya koyulur. Yani belli bir menfaat ve maddi gelir sağlamak amacıyla yapılan ürünler zanaat ürünüdür.


Bir sanat eserinin estetik değer kazanabilmesi için, hiçbir çıkar düşünmeden o objeden haz duyan ve onu takdir eden estetik süjelerin bulunması gerekir.


Sanat ile felsefe arasındaki ortak özellikler şunlardır: Felsefe gibi sanatta insana özgü bir etkinliktir. Felsefe de sanat da; doğayı ve insan varlığını konu edinir. Her ikisinin de zorunlu olarak uymaları gereken belirli bir yöntemleri yoktur. Her ikisinin de önermeleri dar anlamda doğrulanamaz bir yapıdadır, yani olgusal olarak doğrulanmaları mümkün değildir. Bir sanat eseri, yapısı bakımından doğru veya yanlış olamaz. Her ikisinden doğan ürünler insanda bir haz uyandırır... 


Estetik” kelimesi köken olarak Yunancadaki “aisthesis” / “aisthanesthai” kelimelerine bağlanır. Bu kelime içeriğinde; algı, duygu, duyum ve algılamak gibi anlamlar barındırır. Bu bağlamda denilebilir ki estetik, duygusallığın sağladığı bilgilerin bilimidir.


Güzeli ve güzel sanatların doğasını inceleyen felsefe dalı da bu bağlamda sanat felsefesi olarak ortaya çıkmıştır. Estetik; güzelin ne olduğunu sorgulayan ve bunun bilgisine ulaşmaya çalışan felsefe dalıdır. Sanat felsefesi ise, insanın meydana getirdiği eserleri (sanat yapıtlarını) ele alan, sanatın ne olduğunu sorgulayan, sanatçının etkinliğini inceleyen felsefe dalıdır. Estetik hem doğadaki hem de sanattaki güzeli sorgularken, sanat felsefesi ise sadece sanattaki güzelliği sorgular. Bu bakımdan estetik daha kapsamlıdır.


Estetik, insanın dış dünyaya gösterdiği, “güzel” ve “çirkin” sözcükleriyle dile gelen tepkileriyle ilgilidir. Ama “güzel” ve “çirkin” terimlerinin kapsamları belirsiz, anlamları da öznel ve görelidir. Üstelik, etkileyici bir doğa görünümüyle ilgili gözlemlerde ya da sanat eleştirilerinde kullanılan nitelemeler yalnızca güzel ve çirkinle sınırlı değildir; anlamlı, dengeli, uyumlu, ürpertici, yüce gibi bir dizi başka kavram da değerlendirmeye girer. Herkesin güzel yargısını kullandığı bir durum, olay ve nesne vardır. Ancak “Güzel nedir?” sorusu, herkesin ortak cevaba ulaşabildiği bir konu değildir.


Güzelliği filozoflar hep farklı tanımlamıştır. Güzellik nedir? sorusunu ilk kez ele alan filozof Platon olmuştur. Platon’a göre güzellik ideadır. Varlıklar güzel ideasından pay aldığı ölçüde güzeldirler. Ona göre güzellik, kişiden kişiye ve çağdan çağa değişmeyen bir değerdir. Aristoteles’e göre güzellik, matematiksel olarak orantılı ve ölçülü olandır. Plotinus’a göre güzellik, “ilahi aklın” evrende ışımasıdır. Kant’a göre güzellik, hiçbir çıkar gözetmeksizin hoşlanmaktır. Schiller’e göre güzellik, aklın ve duyuların şekillenmesidir. Hegel’e göre güzellik, “Geist”in nesnelerde görünmesidir.


Sanatçılar ve filozoflar güzelliğin ne olduğu ve kaynağının ne olduğu sorusuna cevap verebilmek için öncelikle doğadaki güzellikle sanattaki güzelliği birbirinden ayırt etmiştir. Güzelin ne olduğu sorusuna yönelik cevaplardaki çeşitlilik güzel konusunun felsefi bir problem olarak ele alınmasını sağlamıştır. Güzel, felsefi bir konu olarak felsefenin değer alanı içerisinde ele alınır.


Bana göre Güzellik: Sanattaki güzellik, içinde bulunulan çağın izlerini taşır. Her dönemin zihniyeti, kendi güzellik ve beğeni ölçütlerini belirler. Bununla birlikte sanatsal beğeninin çağları ve dönemleri aşan bir yönü bulunur. Bir tablo veya tiyatro oyunu değişik çağlarda da ilgi ve beğeni oluşturabilir. Herkesin güzel yargısını kullandığı bir durum, olay ve nesne vardır. Ancak “Güzel nedir” sorusu, herkesin ortak cevaba ulaşabildiği bir konu değildir.


Çağdaş Sanat ve güncel yoğun, çok, çok fazla üretimlerler ile yeni yeni oluşan akım, hareket, eylemlilik, dayanışma, grup veya birey hareketleri gözlenip takip edildiğinde; değişen insan ve insanlık yargıları ile birlikte pandeminin de etkisiyle geleceğin sanatını nasıl görmeli, uyum sağlamalı veya yaratmalıyız?


Yaratım olarak sanat ya da yaratma olarak sanat yaklaşıma göre sanatçı hiçbir zaman doğayı taklit etmez çünkü doğada mükemmellik yoktur. Mükemmelliği arayan sanatçı, doğada var olmayan bir şeyi yaratmalıdır çünkü mükemmellik, gerçekte var olmayan, fakat ideal olan bir şeydir. İnsanın yaşadığı çağ ve toplum sanatçının sanat yapıtını oluşturmasında etkilidir. Toplumda yaşanan olaylar aynen bir daha tekrar edilemez. Bundan dolayı sanat eserleri, birbirine benzeyemez yani sanat eseri tek ve eşsizdir..


Her ne kadar estetik yargı olarak doğaya ilişkin olsa da Kant tarafından güzelin toplumsal anlamda da değerlendirildiğini görmekteyiz Bunun nedeni, güzelin öznel evrenselliğinin karşılık geldiği alanın insan topluluğu olmasıdır çünkü “çiçek güzeldir.” yargısının muhatabı diğer insanlar olarak herkestir. Yani her ne kadar çiçekten alınan haz öznel olsa da bu hazzın güzel olarak nitelendirilmesi diğer insanların oluşturduğu bir evrenselliğe ihtiyaç duymaktadır. Bunun yanında söz konusu evrensellikten etkilenmenin ters yönde olduğu bir durumla karşı karşıyadır. “Çiçek güzeldir.” yargısında özne diğer öznelerden yargıya katılmayı bekler. Burada yargıyı veren özneden dışarıya doğru bir istikamet söz konusudur. Hâlbuki sensus communis olarak adlandırılan bir diğer durumda diğer öznelerin tek bir özneyi etkilemesi söz konusudur. Çünkü "sensus cornmunis" ya da sağduyu aslında öznenin kendisini (diğer öznelerin oluşturduğu) belirli bir ortak akla göre yargılama imkânını ifade etmektedir. Çağdaş Sanatın ne anlama geldiği konusunda tarihçiler yıllardır tartışıyor. Şimdilik “çağdaş sanat”ın, modern sanatın sonuna işaret eden bir kavram olduğu üzerinde uzlaşılmış gibi. Bir de bu kavramın, şimdiki zamanda olup biten bir hadise yerine, bir döneme karşılık geldiği ve bu dönemin de küresellik olduğu konularında herkes hemfikirdirler.  Kapital sistemin bir çıkış unsurudur. Popülist gerçekçilikten uzak çabuk tükenen tüketilen bir öğedir.


Çağdaş Sanat Nedir? 


Anlayamadığımız ya da alımlamakta zorluk çektiğimiz her esere, istemeden de olsa “çağdaş sanat” etiketi verebildiğimiz bir dönemde yaşıyoruz. Aslında durum o kadar basit ve kolay anlaşılabilir değil. Peki, nedir çağdaş sanat? En kaba haliyle çağdaş sanatı, bugün yaşayan sanatçılar tarafından yapılan sanat olarak adlandırılabiliriz. Ancak bu da başka bir soruyu gündeme getirir.


Çağdaş sanatı şimdiye kadar yapılan sanatın da etkisi ve yaratımıyla yapılan, yapılmaya çalışılan yeni sanat olarak ele aldığımızda, akademik çıkmazın literatür oluştururken geç kaldığı hatta bundan belki yüzyıl sonra yazılabilecek şimdiki ama geleceği oluşturan, kuran, kurgulayan, yaratan sanat olarak ele alırsak?


Birçok sanat tarihçisi ve eleştirmeni, Batı’da modern sanatın sürecinin 1860’lardan 1960’lara kadar uzandığını kabul ediyor. Konu çağdaş sanata geldiğinde ise bazı küratörler tarihsel sınırlama için Berlin Duvarı’nın yıkıldığı 1989 senesini önerirken, bazıları 1910’lara kadar götürüyor. “Çağdaş sanat” ifadesinin yaygınlığını araştırdığımızda 120 yıl boyunca kavramın hiç kullanılmadığını görüyoruz. Elbette her zaman “çağdaş” bir sanat olmuştur fakat yakın zamana kadar gördüğümüzün aksine “modern”in eş anlamlısı olmayacak şekilde tanımlanmıştır fakat çağdaş ve modern sanat ayrımında, zaman farkının yanı sıra metot, kullanılan araç gereç ve yaklaşım gibi farklılıklar da söz konusu çünkü modern ve çağdaş sanat hakkında konuşurken, post empresyonizmden dadaya, pop arta ve enstalasyona kadar birçok farklı hareket ve formdan bahsedebiliyoruz.


Son olarak, çağdaş sanat eserleri genellikle sanatçının izleyicisine etkisine ve deneyimine odaklanır hatta bazı durumlarda, sanat eseri birçok performans ve sosyal deney projesinde olduğu gibi, yalnızca onu deneyimleyen insanlardan oluşur. Hızla değişen dünyamızı şekillendiren evrensel ve karmaşık sorunları yansıtır. Çalışmaların birçoğunda sanatçılar, kendi kültürel kimliklerini araştırır, sosyal ve kurumsal yapıların eleştirir ve hatta sanatın kendisini yeniden tanımlamaya çalışır. Bu süreçte ise, kolay cevaplardan ziyade zor ve düşündürücü sorular ortaya çıkar. Bu noktada merak duygusunu ve anlamaya olan istek ile diyaloğa ve tartışmaya açık bir zihin, çağdaş sanat eserine yaklaşmak için Çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çoğu insan için çağdaş sanatın tanımını yapmak zor bir iş olabilir. Unvanı basit ve anlaşılır olsa da, günümüzdeki anlamı net değildir. Neyse ki “çağdaş” olarak neyin ortaya çıktığını anlamak, kavramın tarihini takip edip onun altında yatan temaları araştırdıktan sonra tanımını yapmak tamamen mümkündür.


En temel anlamıyla, çağdaş sanat terimi bugün üretilen sanatı yani resim, heykel, fotoğraf, enstalasyon (yerleştirme sanatı), performans ve video sanatını ifade eder. Her ne kadar bu ifade basit gibi görünse de farklı bireylerin “bugün” hakkındaki yorumları geniş ölçüde değişebildiği gibi çağdaş sanatın tanımını çevreleyen detaylar çoğu kez bulanık olabilir ve değişkenlik gösterir. Bu nedenle türün tam başlangıç noktası hâlâ tartışılmaktadır. "Bugünün sanatı” tanımı göz önünde bulundurulduğunda, çağdaş sanatın diğerlerine nazaran uzun bir geçmişinin olduğunu duyduğunuzda şaşırabilirsiniz. Önceki modern sanat akımlarına bir tepki olması istenilen çağdaş sanatın, PopArt üzerine başladığı düşünülmektedir. Savaş sonrası İngiltere ve Amerika’da PopArt’a Andy Warhol ve Roy Lichtenstein gibi sanatçılar tarafından öncülük edildi. Kitle kültürünü canlandırmaya ve ticari ürünleri erişilebilir sanat olarak yeniden düşünmeye iten ilgisiyle tanımlanır. PopArt tarzında çalışan sanatçılar gibi sanatsal nesneleri yeniden yaratmaya çalıştılar, fotogerçekçilikle (eşzamanlı bir hareket olan) hiper-gerçekçi çizimler ve resimler ortaya çıkartmayı amaçlıyorlardı. Fotogerçekçiler sık sık portreleri, manzaraları ve diğer ikonografiyi doğru şekilde çoğaltmalarını sağlayan fotoğrafları kullanmışlardır. Chuck Close ve Gerhard Richter sıklıkla bu tarzda çalışan isimlerdendir. Buna karşılık PopArt, sanat fikrini meta olarak reddeden Kavramcılığın şekillenmesine de yardımcı oldu. Kavramsal sanatta, bir sanat eserinin arkasındaki fikir önceliklidir. Başlıca kavramsal sanatçılar arasında Damien Hirst, Ai Wei Wei ve Jenny Holzer bulunmaktadır. Her ne kadar bu deneysel hareket 21. yüzyılın başlarında sanat eseri olmakla birlikte 1960’larda resmî bir hareket olarak ortaya çıkmıştır ve günümüzde büyük bir çağdaş sanat hareketi olmaya devam etmektedir.


Kavramcılık gibi Minimalizm de 1960’larda gerçekleşti ve bugün hâlâ yaygın. Tate Müzesi’ne göre, her iki hareket de sanatı yapmak, yaymak ve görüntülemek için mevcut yapılara meydan okumuştur. Bununla birlikte, Minimalizmi birbirinden ayıran, basit, soyut estetiğinin izleyicileri gördüklerine cevap vermeye davet ediyor – verilen bir sanat eserinin neyi temsil ettiğini düşünmelerine değil. Donald Judd, Sol LeWitt ve Dan Flavin bazı önemli Minimalist sanatçılardandır.


Kavramcılığın köklerine sahip diğer bir akım ise Performans Sanatıdır. 1960’lı yıllarda başlayan ve bugün popülaritesini koruyan performans sanatı, sanata ilham veren bir yaklaşımdır. Bu sanat yöntemi sanatçılar tarafından gerçekleştirilirken sadece eğlence amaçlı şeyler yapılmaz. Bunun yerine amacı bir mesaj veya fikir iletmektir. Tanınan performans sanatçıları arasında Marina Abramović, Yoko Ono ve Joseph Beuys yer almaktadır.


Yerleştirme Sanatı olarak da bildiğimiz enstalasyon, geleneksel sanat eserlerinden farklı olarak mekan ile birlikte ve mekanı kullanarak yapılan bir sanat türüdür. İzleyici ya da ziyaretçi katılımı bu sanat türünde ön plandadır. Açık veya kapalı mekanlarda yapılan bu sanat kısacası her yerde yapılabilir ve ziyaretçilere sunulabilir.  Mekan odaklı olduğundan belki de mimari ve iç mimari de önemli olduğunu söyleyebiliriz. Enstalasyon her türlü malzemenin kullanımına olanak verebilir. Resim, video, heykel ve ışık gibi sanat malzemesi olarak kullanabileceğimiz her şey diyebiliriz. Bu sanatın farklı materyaller kullanılarak yapıldığından sadece göze değil insanın farklı duyularına hitap edebilir. Kurulum sanatında benzersiz bir dönüş olan Arazi Sanatı, sanatçıların doğal manzaraları mekana özgü sanat eserlerine dönüştürdüğü bir harekettir. Robert Smithson, Christo ve Jeanne-Claude ve Andy Goldsworthy bu akımın öncülerindendir. En yeni çağdaş sanat akımlarından biri olan sokak sanatı, 1980’lerde graffiti yükselişiyle öne çıkan bir türdür. Çoğunlukla sosyal aktivizmin köklerine dayanan Sokak Sanatı; duvar resimlerini, enstalasyonları, şablon görüntüleri ve kamusal alanlarda yapılan etiketleri içerir. Ana sokak sanatçılar 1980’lerden Jean-Michel Basquiat ve Keith Haring’in yanı sıra Banksy ve Shepard Fairey gibi sanatçıları da içermektedir.


Resim, heykel ve enstalasyon gibi geleneksel formlara kendi kıvrımlarını koymanın üstüne nakış, origami (Japon kağıt katlama sanatı) ve dövmeler gibi beklenmedik sanat formlarını da popüler hâle getirdiler.


Yaşadığımız teknoloji devrimi ve üzerine patlak veren pandemiyle beraber sanatın kendine yer bulmak konusunda zorlandığını zannetmiyorum. Online mecralardan ekranlarımıza vuran sanat eserleri ulaşılamaz değil ama galeriler artık eserlere ulaşma alanından çok seçilmiş eserlere ulaşılan deneyim alanlarına dönüştü. Soru bu deneyim alanlarının ulaşılabilir olup olmadığı.


Katıldığımız pek çok online sanat organizasyonları ile dünya çapında birçok galerilere sanat alıcılarına acılan bir sanat ağı oluşmaktadır. Yaptığımız kreatif toplantılarından birinde ortaya çıktı ve beraberinden yapacağımız uzun metraj belgeselin ilk görsellerini seyirciyle buluşturma fikrine evrildi. ”Neden olmasın” dedik. Çağdaş sanatın ne olduğunu sorguladığımız bir filmin yolculuğunu başlatmış bulunduk. Benim de bu soru etrafında toplanan arşivimi seyirciyle buluşturup, yıllardır kendime sorduğum bu soruyu yüksek bir sesle dile getirmenin zamanı gelmişti şeklinde düşünen pek çok sanatçı dostlarım var.


Farkındalığımı uyandıran bir çok şeyden ilham alıyorum diyebiliriz. Resimden, yazıya, yapımcılığa ve yönetmeliğe çeşitli disiplinler arasında gezindiğim için tek bir ilham kaynağının olduğunu savunmam kendime karşı zorbaca bi tavır olurdu sanırım. Kısacası ilham aldığım şey içinde bulunduğun şekline şemaline doğru değişiklik gösteriyor. Bu serbest salınım, bu yüzer-gezerlik hali gerçek mi yoksa hayalî mi? Tamamıyla münferit bir algıdan mı ibaret? Büyük-anlatıların-sonu fikrinin bir ifadesi mi? Yok eğer gerçekse, temel sebeplerden bazılarını “piyasa” ve “küreselleşme” gibi fazlasıyla genel olguların ötesinde daha özgül biçimde saptayabilir miyiz? Yoksa bu yüzer-gezerlik hali gerçekten de neoliberal ekonominin –üstüne üstlük krizde olan bir neoliberal ekonominin– dolaysız bir ürünü mü? Sanatçıların, eleştirmenlerin, küratörlerin ve tarihçilerin formasyonları ve pratikleri açısından ne gibi ciddi sonuçları var? Sanat tarihinin diğer alanlarında da buna koşut etkilere rastlanıyor mu? Diğer sanat alanlarındaki ve disiplinlerdeki durumla arasında öğretici birtakım benzerlikler kurulabilir mi? Ve son olarak, var olmanın bu görünürdeki hafifliğinden umulacak faydalar var mı?

                                                                                                                                     

“Çağdaş sanat” kategorisinin elverişli bir etiket mertebesine yükselmesi doğrudan doğruya müzayede piyasalarındaki gelişmelerle ilişkilidir. 1980’lerde müzayede evleri sırf “çağdaş sanat”a adanmış departmanlar kurmaya giriştiklerinde bu, muazzam bir sembolik değer yükseltimine işaret ediyordu. Çağdaş sanatın, oyuncuların yüklü miktarlarda para kazanabilecekleri ve kültürel itibar biriktirebilecekleri bir alan olduğunun bariz bir deliliydi bu. Buna koşut bir başka gelişme de, bilgi pazarlarının (müzeler ve çeşitli sanat tarihi disiplinleri, kültürel çalışmalar, estetik vs.), hayatta olan veya genç sanatçılara duyulan ilgiyi meşru ve hatta makbul bulmaya başlamasıydı. Bu açık fikirliliğin izini tek bir ekonomik sebebe sürmek kuşkusuz meseleyi fazlasıyla basitleştirmek olur: elbette, toplumsal olarak temayüz etme ve kültürel sermaye  biriktirme arzusu, gençlik ve pop kültürünün geniş çevrelerce itibar görmeye başlaması gibi ilave etkenler de işbaşındaydı. İşin içinde olan pek çok kişinin ferdî tercihleri de cabası. Sosyete ve moda basınında çıkan tumturaklı haberlerden de anlaşılabileceği üzere 1990’lardan bu yana medyada da bir “çağdaş sanat” merakı peyda oldu. Çağdaş sanatın söz konusu çevrelerde bu denli rağbet görmesi, değer yaratabilme becerisinin bir başka ifadesidir. Uzun lafın kısası, çağdaş sanat üretimi beş para etmeseydi, 1990’larda pek çok ülkenin, büyümesini ulusal bir öncelik ve prestij meselesi haline getirdiği “yaratıcı endüstriler”den biri olmazdı. Fakat, sanat öteden beri pek çok “cazip içerme tarzı”na (Urs Staehli), özellikle de popüler medyanın ilgisini çeken niteliklere sahip olagelmiştir: Partilerdeki ihtişam ve savurganlık arttıkça koleksiyonların serveti çoğaldıkça egzantrik şahsiyetlerin sayısı arttıkça ve sanatçıların paraya ve üne kavuşma süresi kısaldıkça sosyete basınındaki haberler de daha esrik bir hal alıyor. Yeni binyılın ilk yıllarında, kuşe kâğıdı cafcaflı dergiler Art Basel Miami Beach’i ziyaret etmek için Florida’ya uçtuğu takdirde okuyucunun kendini küresel jet sosyetenin içinde bulacağından dem vurup duruyorlardı. Sanat dünyasının yalnızca içerme değil, aynı zamanda dışlama yoluyla da işleyen son derece seçkinci bir çevre olduğu olgusu ise gözlerden kaçtı. 


Medyanın ticari açıdan başarılı sanatçı merakı, aynı zamanda, bu karakterin toplumsal bir ideal haline gelen “girişimci kişi”nin kusursuz bir tecessümü olmasından kaynaklanır (Ulrich Bröckling). Günümüzün emek piyasalarında, özellikle de hizmet sektöründe çok revaçta olan birtakım faziletler –kendi geleceğini kendi belirleme, (en azından görünüşte) kendi eylemlerinin sorumluluğunu alabilme, risk tutkusu ve kendi becerilerine yönelik girişimci bir tavır sergileyebilme– başarılı sanatçı imajında biraraya toplanır. Sosyolog Pierre-Michel Menger’in ortaya koyduğu gibi, sanatsal becerinin asli değerleri çoktan başka üretim alanlarına aktarıldı. Ticari açıdan başarılı sanatçı profili, genel olarak aranan vasıfların konsantre bir versiyonunu sunuyor ve böylece sanat dışındaki emek piyasaları için bir model oluşturuyor. Bir zamanlar yalnızca sanatçıların karşılaması beklenen şartlar, şimdilerde evrensel bir toplumsal idealin ana hatlarına dönüştü. Yaratıcılık ideolojisinin ekonominin tüm dallarında hüküm sürdüğü bir dünyada, sanatçı da yol gösterici model haline geliyor. Günümüzde herkes yaratıcı olmak, en başta kendini gerçekleştirmek için çalışmak, bu arada da mümkün olduğu kadar çok para kazanmak istiyor.    Bir birleşik ad olarak “çağdaş sanat” daha baştan çifte bir iddia barındırır: bir yandan “sanat” vaat eder. 


Açık fikirliliğin izini tek bir ekonomik sebebe sürmek kuşkusuz meseleyi fazlasıyla basitleştirmek olur. Elbette, toplumsal olarak temayüz etme ve kültürel sermaye  biriktirme arzusu, gençlik ve pop kültürünün geniş çevrelerce itibar görmeye başlaması gibi ilave etkenler de işbaşındaydı. İşin içinde olan pek çok kişinin ferdî tercihleri de cabası. Sosyete ve moda basınında çıkan tumturaklı haberlerden de anlaşılabileceği üzere 1990’lardan bu yana medyada da bir “çağdaş sanat” merakı peyda oldu. Çağdaş sanatın söz konusu çevrelerde bu denli rağbet görmesi, değer yaratabilme becerisinin bir başka ifadesidir. Uzun lafın kısası, çağdaş sanat üretimi beş para etmeseydi, 1990’larda pek çok ülkenin, büyümesini ulusal bir öncelik ve prestij meselesi haline getirdiği “yaratıcı endüstriler”den biri olmazdı. Fakat, sanat öteden beri pek çok “cazip içerme tarzı”na (Urs Staehli), özellikle de popüler medyanın ilgisini çeken niteliklere sahip olagelmiştir: Partilerdeki ihtişam ve savurganlık arttıkça; koleksiyonların serveti çoğaldıkça; egzantrik şahsiyetlerin sayısı arttıkça ve sanatçıların paraya ve üne kavuşma süresi kısaldıkça sosyete basınındaki haberler de daha esrik bir hal alıyor. Yeni bin yılın ilk yıllarında, kuşe kâğıdı cafcaflı dergiler Art Basel Miami Beach’i ziyaret etmek için Florida’ya uçtuğu takdirde okuyucunun kendini küresel jet sosyetenin içinde bulacağından dem vurup duruyorlardı. Sanat dünyasının yalnızca içerme değil, aynı zamanda dışlama yoluyla da işleyen son derece seçkinci bir çevre olduğu olgusu ise gözlerden kaçtı. 


Medyanın ticari açıdan başarılı sanatçı merakı, aynı zamanda, bu karakterin toplumsal bir ideal haline gelen “girişimci kişi”nin kusursuz bir tecessümü olmasından kaynaklanır (Ulrich Bröckling). Günümüzün emek piyasalarında, özellikle de hizmet sektöründe çok revaçta olan birtakım faziletler –kendi geleceğini kendi belirleme, (en azından görünüşte) kendi eylemlerinin sorumluluğunu alabilme, risk tutkusu ve kendi becerilerine yönelik girişimci bir tavır sergileyebilme– başarılı sanatçı imajında biraraya toplanır. Sosyolog Pierre-Michel Menger’in ortaya koyduğu gibi, sanatsal becerinin asli değerleri çoktan başka üretim alanlarına aktarıldı. Ticari açıdan başarılı sanatçı profili, genel olarak aranan vasıfların konsantre bir versiyonunu sunuyor ve böylece sanat dışındaki emek piyasaları için bir model oluşturuyor. Bir zamanlar yalnızca sanatçıların karşılaması beklenen şartlar, şimdilerde evrensel bir toplumsal idealin ana hatlarına dönüştü. Yaratıcılık ideolojisinin ekonominin tüm dallarında hüküm sürdüğü bir dünyada, sanatçı da yol gösterici model haline geliyor. Günümüzde herkes yaratıcı olmak, en başta kendini gerçekleştirmek için çalışmak, bu arada da mümkün olduğu kadar çok para kazanmak istiyor.    


Bir birleşik ad olarak “çağdaş sanat” daha baştan çifte bir iddia barındırır: bir yandan “sanat” vaat eder; öte yandan, ilerici bir zamana uygunluk. İki değer varsayımını bünyesinde eritir. Sonuçta, “sanat” teriminin değer yargısı içeren bir boyutu vardır. Bir şeyi “sanat” ilan ettiğim anda bir değer yargısında bulunmuş olurum. Keza, bir şeyin çağdaş dünyada geçerliliği olduğu sonucuna varmak da, en azından Adorno’nun şimdiki zaman savunusundan bu yana, olumlu yananlamlar taşır. Hiç kimse geride kalmak istemez. Fakat, birey-aşırı bir ilke olarak “bizatihi sanat” 18. yüzyıl sonunun icadıdır. İdealist estetik bu sanat anlayışını biçimlendirmiş, ve ona kısmen abartılı kısmen haklı iddialar yüklemiştir: iddiaya göre, “sanat” bir hakikati iletir; hiçbir dışsal amacın buyruğunda değildir; yalnızca kendi kanunlarına tabidir. Günümüzün “sanat” anlayışında hâlâ bu inanç sisteminin yansımalarına rastlamak mümkün. “Çağdaş sanat” ilkesi, tarih-aşırı bir hakikat ve çıkarsızlık gibi idealist kavramları, şimdi ve burada geçerli olma iddiasıyla birleştiriyor. (Bir zaman göstergesi olarak “çağdaş sanat” nispeten muğlak bir kavramdır; halihazırda olmakta olan şeyi belirtebileceği gibi, geçtiğimiz on yılı da kapsayabilir.) Bu karışımın çok cazip olduğunu kabul etmek lazım. Bundan böyle sanatın her tür amacı yersiz kılan daha yüksek bir hakikati açığa çıkardığı düşünülmez yalnızca; aynı zamanda içinde yaşadığımız zaman hakkında bir kelam ettiği kabul edilir. 1990’lardan beri çağdaşlık, hip olmakla sıkı sıkıya ilişkilendirilir oldu; ve böylece çağdaş sanat meraklıları kendilerini aydınlanmışlar kümesinin mensubu olarak görmeye hak kazandı. Ne var ki, çağdaş sanat etiketinin, aynı zamanda, seçkinciliğiyle tanınan sanat dünyasını bu kötü şöhretten kurtarması gerekiyordu. Bu etiket, çağdaş sanatın, zamanının bir görüngüsü olduğunu, dolayısıyla onu anlamak için bu zamana ait olmanın yeterli olacağını ima eder. Çağdaşlığını belgeleyebilen herkese, demek ki, potansiyel olarak herkese, kapı açıktır. Bildiğimiz gibi çağdaş sanat ilkesine içkin olan bu popülerleştirme girişimi başarıya ulaştı. Fakat bunun bir bedeli oldu: sanat pratiğini hakkıyla anlayabilmek için şart olan geleneksel uzmanlaşmış bilgi ağı oluşturmaktadır.


G. Richter örneğinden devam ederek tesadüf ve deney bağlamlarında bizde nedense bir türlü doğru dürüst anlaşılmayan, anlamlandırılamayan, anlatılamayan objenin gösterilerek ıstılah dediğimiz sanat köklerinde kendini kültür köklerinden besleyen veya öyle olduğu tasarlanan ama adıkonamayan sanat, tanımsızlıkla birlikte apayrı bir yaratım gücü oluşturuyorsa, başa döndüğümüz tanımın ezberi ve ona göre hareket çıkmazını nasıl aşıyor?


Çağdaş sanatın efsanevi sembolik karizmasının dayandığı bu çifte değer varsayımı aşikâr olmaktan çıkınca –küresel ekonomik krizin bir sonucu olarak halihazırda tanık olduğumuz bir süreç– ne olur? Her ekonomik kriz aynı zamanda bir güven krizidir: hem ekonomik hem de sembolik değerlere olan güvenimiz derinden sarsılır. Krizler bize, sarsıcı bir şekilde, değerin temellerinin umduğumuz kadar sağlam olmadığını hatırlatır. Bunun sebebi değerin, esas itibariyle, metonimik olmasıdır. Marx, bir nesnenin değerinin, onun cisminden apayrı bir şey olduğunu göstermek için keten örneğini vermişti. Bu durumda, yaslandığı değer iddiasının her zaman sorgulanabilir olmuş olmasından (ve günümüzde iki misli sorgulanabilir olmasından) hareketle “çağdaş sanat” kavramını tümden terk mi etmeliyiz? Bir etiket olarak “çağdaş sanat”, etkisini iflah olmaz bir şekilde yitirmiştir. Bu, çoktan miadını doldurmuş fikirleri –mesela, sanatçının ticari başarısının sanatsal öneminin karşılığı olduğu düşüncesini. – zımnen olumlamasından ileri gelir. Piyasa başarısının sanatsal değerin göstergesi olmadığı herkes tarafından bilinen bir sır olagelmiştir; ola ki unutulduysa, bu ancak ekonomik başarı sarhoşluğunun gözleri kararttığı zamanlarda mümkün olmuştur. Herkesçe malum bu sırrı dillendirenler ise oyunbozan yaftası yemiştir. Nasıl ki ekonomik patlama mazi olduysa, “çağdaş sanat” ilkesi de, tüm o çağdaşlık atıflarına rağmen, tarihe karışmış bir dönemin tezahürlerinden biridir.


Hiç kimse “bizzat sanat”ın ya da çağdaş sanatın gerçekte ne olduğunu tanımlayamaz; böyle bir çaba, eninde sonunda, sanatın bilinemez olduğu yolundaki geleneksel idealist estetik anlayışına varır fakat yapabileceğimiz, hatta yapmamız gereken bir şey var; o da, farklı çağdaş sanat pratikleri arasında ayrım yapmak ve bunları duruma duyarlı bir şekilde eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutabilmek için gerekli ölçütler geliştirmek lazımdır. 


Medyanın ticari açıdan başarılı sanatçı merakı, aynı zamanda, bu karakterin toplumsal bir ideal haline gelen “girişimci kişi”nin kusursuz bir tecessümü olmasından kaynaklanır. Bu açık fikirliliğin izini tek bir ekonomik sebebe sürmek kuşkusuz meseleyi fazlasıyla basitleştirmek olur: elbette, toplumsal olarak temayüz etme ve kültürel sermaye  biriktirme arzusu, gençlik ve pop kültürünün geniş çevrelerce itibar görmeye başlaması gibi ilave etkenler de işbaşındaydı. İşin içinde olan pek çok kişinin ferdî tercihleri de cabası. Sosyete ve moda basınında çıkıyor karsımıza. Bu konuyu araştırınızda karşımıza bir kaç soru çıkıyor. Gerçek mi yoksa hayalî mi? Tamamıyla münferit bir algıdan mı ibaret? Büyük-anlatıların-sonu fikrinin bir ifadesi mi? Yok eğer gerçekse, temel sebeplerden bazılarını “piyasa” ve “küreselleşme” gibi fazlasıyla genel olguların ötesinde daha özgül biçimde saptayabilir miyiz? Yoksa bu yüzer-gezerlik hali gerçekten de neoliberal ekonominin –üstüne üstlük krizde olan bir neoliberal ekonominin– dolaysız bir ürünü mü? Sanatçıların, eleştirmenlerin, küratörlerin ve tarihçilerin formasyonları ve pratikleri açısından ne gibi ciddi sonuçları var? Sanat tarihinin diğer alanlarında da buna koşut etkilere rastlanıyor mu? Diğer sanat alanlarındaki ve disiplinlerdeki durumla arasında öğretici birtakım benzerlikler kurulabilir mi? Ve son olarak, var olmanın bu görünürdeki hafifliğinden umulacak faydalar var mı? "Neo-avangard” ve “postmodernizm” gibi paradigmalar çürümeye yüz tuttular ve yerlerine de doğru dürüst açıklayıcı vasfı ve entelektüel otoritesi olan bir model geçmedi. Ama bir yandan da, belki de paradoksal bir şekilde, “çağdaş sanat” başlı başına bir kurumsal nesne haline geldi.


Sorgulamamız gereken diğer bir konu var: Program kapsamında küratörlük nedir, küratör kimdir, küratörlüğün kısa tarihçesi, sanat kuramları, çağdaş sanat tarihine bir bakış, estetik, sanat ve globalizasyon, kültür politikaları, araştırma ve küratöryel kavramın belirlenmesi, arşivleme ve arşiv kullanımı, sergileme kurgusuna giriş, küratöryel stratejiler, farklı sergi modellerinin analizi (müzeler, galeriler, serbest alanlar, bienaller), küratöryel metin nasıl yazılır, güncel sanat okumaları, küratörlüğe yenilikçi yaklaşımlar, örnek vaka analizleri, sanat ve aktivizm, izleyici geliştirme, yaratıcılık ve yeni arayışlar, küratöryel uygulamalar, sergi yönetimi, projenin lojistik planlaması (gümrük, eser nakli, eserlerin korunması ve muhafazası, sigorta, bütçelendirme, sponsor bulma), küratöryel problemler, sanat telif hakları ve baştan sona bir sergi projesi kurgulama konularında araştırma yapmalıyız. Küratörlük konusunda kapsamlı ve uluslararası düzeyde bir program oluşturmak ve bu alanda hem teorik hem de uygulama bakımından sergi kurgulama ve ideolojik çerçevesi ile ilgili prestijli bir eğitim platformu oluşturmak amacıyla başlatılan programın sonuç aşamasında, katılımcıların hazırlayacağı projeler organize edilmesi lazım.


21. Yüzyılın - iyimser beklentilere karşın siyasal, ekonomik, kültürel açıdan fırtınalı geçmekte olan - ilk çeyreğini bitirmek üzereyiz. Son dönemde artık Zombi-Kapitalizm, Hakikat Sonrası gibi kavramlarla tanımlanan bu dönemi daha da zorlayan ve binleri öldüren Corona Virüs-Pandemisi’ni göğüslüyoruz. Ne kadar süreceği kestirilemeyen bu durumun yarattığı şaşkınlık ve basiretsizlik sürüyor.


Türkiye’de çağdaş sanat, görsel sanat, güncel sanat olarak tanımlanan sanat yapıtı üretiminin ve üretime bağlı etkinliklerin AB ve ABD kültür ve sanat sistemi ile belirlenmiş küresel sanat sisteminin içinde var gücüyle yer almaya çalıştığını söyleyebiliriz. Bu çaba devletin, yerel yönetimlerin politikalarının gündeminde yer almıyor ve kamusal bir ivmeye sahip değil. Özel sektör yatırımları ya da bağımsız girişimler (çağdaş sanat müzeleri, bienaller, galeriler, sanatçı girişimleri gibi) bu sektörü canlı ve diri tutuyor. Görsel sanatın günümüzdeki özelliği de epistemolojik açıdan üstünlük içeren görsel dilin (dijital fotograf ve video) içerdiği göndermelerin şifresini çözmek ve kitleye algı ve yorum olanağı vermektir.


Sanat uzmanları da sanatçıların bu özelliğine uyum sağlıyor. Çevrimiçi çok geniş kitlenin ilgi ve beğenisine açık; ücret ödemeden sanat yapıtlarını görebilir, konferansları dinleyebilir. Mevcut müzeler ve sanat galerileri de bu direnişe katılıyor, önlemlerini alarak kapılarını açtı. Sanat piyasası ise çoktan sanal piyasa koşullarını oluşturdu ve sanal müzayedeler yapılıyor, koleksiyoncular için çeşitli olanakları sunuyor. Bu açılardan bakıldığında her şey yolunda gibi görünüyor.


Son sorularınızın tümünü "galeri kilisesi yıkılmalı" diyerek ve sanatçı adayları başta olmak üzere tüm sanatçıların kendi piyalarını ve koleksiyonerler ağlarını kendilerinin oluşturması ile çözüyoruz. İşleyen yeni sistemde sanat eğitimi kadar marketing planlamaları da öne çıkıyor. Sanatçı daha bağımsız artık.


Bir anlamda evet, galericilik artık klasik tavrından çıkıyor çıkmalıdır da. Sanat ve tasarım eğitimi alanların üniversite sonrası istihdam olanakları daha da kısırlaşıyor. En önemlisi de hem pandemi hem de Türkiye’nin dış politikasındaki gerginlikler yüzünden sanatçılar ve sanat uzmanların yaşamsal gereksinimi olan uluslararası dolaşımı ve platformlarda dolaşıp görünür olması engelleniyor. Eğer devlet ve yerel yönetim kültür ve sanat politikaları günün koşullarına göre yenilenmezse, bu kısıtlayıcı koşutlar yakın geleceğin yaratıcı kuşağını olumsuz etkileyecek ve geniş kitlenin özgür ifade, eleştirel bakış ve yaratıcı yeniliklere ulaşması da gerçekleşmeyecek. Bu bağlamda özellikle yerel yönetimlere büyük sorumluluk düşüyor; kültür ve sanat politikaları gözden geçirilmeli ve uzmanların desteğiyle değiştirilmeli ve yenilenmeli. Sanat, zor zamanlar içindir” denir. Geçirdiğimiz bu sıra dışı ve özel dönemin her alana olduğu gibi sanata da çok farklı etkileri oldu.


Gelecek dönemlerde de online sanat fuarı ve müzayedelerinin eskisinden daha fazla gerçekleştirileceği ve tüm sektörlerde olduğu gibi, bulunduğumuz bu dönemin sanat dünyasını da çok farklı açılardan şekillendireceği düşünülüyor. Bu kapsamda Türkiye’nin başarılı sanatçı, küratör ve galeri sahiplerine pandeminin sanat dünyasına olan etkileri olacaktır bence.Müzayedeler şu anda devam ediyor ve sanat eserlerinin satın alımlarında hiçbir problem yok. Müzayedeler online’dı ve o şekilde de devam ettiler. Zaten koleksiyonerler de genellikle kendileri gitmez, bir art dealer orada yer alır. Yani pandemi sürecinde müzayedeye bir şey olmaz. Ama çıkış yapan yani markette yerini alan sanatçılar için biraz problem var çünkü ekonomik anlamda bir güvensizlik mevcut. Sanatçı kendini sergilerle, fuarlarla, galerilerdeki duruşuyla gösterir. Gerçi son dönemde, bunlar bireyselleşmiş ve sanatçılar atölyelerinden çalışmalarını gösterir olmuşlardı. Fakat uluslararası bir sanatçının bazı platformlarda yer alması ve izleyiciyle buluşması gerekiyor. Şimdi bu imkan online’a dönünce durumlar biraz değişti. Ben de online sergi yaptım ama benim bir koleksiyonerim var. Yani ben izleyicisiz kalmadım. Ama benden sonraki jenerasyonun kendilerini gösterecekleri galeriler, fuarlar ekonomik olarak sıkıntıya düştükleri için dolayısıyla onlar da sıkıntıya düştü. Aynı zamanda genç koleksiyonerlerin de bu dönemde sıkıntıya düşmeleri yine genç sanatçıları olumsuz yönde etkiledi.


Sanat olmazsa yaşam kaynağım biter gibi hissediyorum. Ancak ilk baharın gelmesi ve tabii iyileşen hasta sayısı ile birlikte içimdeki renk sarıya, sıcak bir renge dönüştü. Farklı bir dünyaya adım attığımızı göz ardı etmeyerek, yine gelecek ile ilgili umutlanmaya başladım. Sanat hep var olsun.


Disipliner yaklaşımımız nedeniyle özellikle devlet gibi dış disiplinlerin ister istemez kendi arzularını ve baskılarını oluşturacağından tüm devletçi yaklaşım ve önerilere soğuk bakıyor ve mümkün olduğunca uzak duruyoruz. Bizce sanat özellikle günümüzde daha bağımsız, kendi başına, özgür ve özgür hareket etme kabiliyetine sahip artık. Önemli olan bunu görüp destek verebilmek.


Evet, sanatçı özgür oldukça başarılı olacaktır devlet ise sanata destek olarak maddi manevi olarak imkanlar vermelidir. Sanatın hayata tutunma ve ruhsal motivasyon için ne kadar değerli olduğunu daha güçlü gözlemledik diye düşünüyorum. Tarihi bir dönemi yaşarken, sanatın hem dijital platformda hem de sergi mekanlarında seçim alanını açması izleyiciler ve koleksiyonerler için başka olanaklar sundu ve sunuyor. Dilerim koleksiyonerler daha çok sanatçıya ulaşır… Önümüzdeki süreçte, sanat alanında aktif olan aktörlerin daha fazla yakınlaşacağı, birlikte üretme ve var olma yöntemleri üzerine konuşacakları bir dönem öngörüyorum.


Feride Çelik 24/08/2020

Türk sanat dünyasının başarılı sanatçıları, küratörleri ve galeri sahipleri pandemi sürecini ve geleceğin sanat dünyasını OGGUSTO'ya anlattı.


“Sanat, zor zamanlar içindir.” denir; geçirdiğimiz bu sıra dışı ve özel dönemin her alana olduğu gibi sanata da çok farklı etkileri oldu. Bulunduğumuz bu dönem boyunca Frieze, Art Basel ve Masterpiece Fair gibi birçok sanat fuarı, müzayede ve sanat etkinlikleri dijital platformlarda gerçekleştirilmeye devam etti. Sotheby’s tarafından yayımlanan 2020 satış raporlarına göre, online satış rakamları $285 milyon olup 2019 senesine kıyasla üç kat artmış durumda. Sanat dünyasının merkezi olarak kabul edilen New York, Londra, Paris, Cenevre ve Hong Kong’da, 44 farklı kategoride 250’nin üzerinde online müzayede gerçekleştirildi. Bu müzayedelerdeki satış oranı %80’i bulurken, teklif verenlerin ve alıcıların %30’u 40 yaşının altındaydı.


Gelecek dönemlerde de online sanat fuarı ve müzayedelerinin eskisinden daha fazla gerçekleştirileceği ve tüm sektörlerde olduğu gibi, bulunduğumuz bu dönemin sanat dünyasını da çok farklı açılardan şekillendireceği düşünülüyor. Bu kapsamda, Türkiye’nin başarılı sanatçı, küratör ve galeri sahiplerine pandeminin sanat dünyasına olan etkilerini sorduk.


Aslı Özok, Aslı Özok Studio

Pandemi sürecini sanat tarihinden bir tablo ile anlatmak isteseniz hangi tabloyu seçersiniz?


Egon Schiele’nin resimleri bu süreci çağrıştırıyor. Çünkü Schiele’nin resimlerinde çok fazla ekspresyoniz var. Schiele insanların ruh halinin dışavurumunu güzel betimliyor. Her ne kadar tablolarındaki insanlar mutsuz gözükse de aslında bu görünüm, içe dönük halimizin resmidir. Korkuları olan insanlar korkularıyla, obsesyonları olan insanlar obsesyonlarıyla yüzleşti. Bu süreçte içe döndüğümüz için her anlamda kendimiz ile barıştık. O yüzden Egon Schiele’nin eserleri diyorum. Hatta sadece insan resimleri değil, ağaçlarla yaptığı tabiat çalışmalarını da bu sürece dahil edebilirim. Çünkü kendi çalışmalarımda da ağaçlarla insanları sembolik olarak çok birleştiririm. Yani kısaca gözümün önüne bir Egon Schiele sergisi geldi.


Pandemi sürecinde Covid-19 ile ilgili yaptığınız bir çalışma oldu mu? Bu çalışma hakkında kısa bir şeyler söylemek ister misiniz? Varsa bizimle görseli paylaşmanız mümkün olur mu?  

Aslında bu süreçte çok fazla bir şeyler yapmak istemedim ama bir online sergim oldu. Bu sergiyle ilgili de çok güzel geri dönüşler aldım ve güzel satışlar da oldu.


Tamamen pandemi üzerine bir iş çıkardım. Bu süreçten önce yeni bir seriye geçmiştim. Zaten benim çalışmalarım değişebilen işlerdir. Gittiğim şehir, yaşadıklarım benden süzülerek tuvale yansıyor. O yüzden pandemi sürecinde yeni çalışmaları bıraktım, bunların değişebileceğini düşünüyorum. Bu yaptığım seri tüm dönemin yani pandeminin sergisi olacak. Bu serginin nerede hayata geçeceği konusunda hiç fikrim yok. Duruma göre ya İstanbul ya da Londra’da olabilir.


Pandemi sürecini ve sonrasını birer renkle tanımlamak isterseniz hangi renkler en uygun olur? Neden?

Benim için pandeminin rengi yeşil. Hem virüsün yeşil renkle sembolize olması hem şifalanmanın yeni enerjisi hem de doğaya hasret kalmak... Kırmızı renk ise benim için pandemi sonrası. Hem yeşilin karşıt rengi olması hem de dikkat ve uyaran sembollerle bize ‘stay alert’ demesi. Kırmızının coşkun enerjisi ile dikkatli olarak yeni normale geçiyoruz.


Pandemi sonrası sanat dünyasında ne gibi değişimler bekliyorsunuz? Özellikle siz yurt dışında müzayedelerde yer alan bir sanatçı olarak bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?


Müzayedeler şu anda devam ediyor ve sanat eserlerinin satın alımlarında hiçbir problem yok. Müzayedeler online’dı ve o şekilde de devam ettiler. Zaten koleksiyonerler de genellikle kendileri gitmez, bir art dealer orada yer alır. Yani pandemi sürecinde müzayedeye bir şey olmaz. Ama çıkış yapan yani markette yerini alan sanatçılar için biraz problem var. Çünkü ekonomik anlamda bir güvensizlik mevcut. Sanatçı kendini sergilerle, fuarlarla, galerilerdeki duruşuyla gösterir. Gerçi son dönemde, bunlar bireyselleşmiş ve sanatçılar atölyelerinden çalışmalarını gösterir olmuşlardı. Fakat uluslararası bir sanatçının bazı platformlarda yer alması ve izleyiciyle buluşması gerekiyor. Şimdi bu imkan online’a dönünce durumlar biraz değişti. Ben de online sergi yaptım ama benim bir koleksiyonerim var. Yani ben izleyicisiz kalmadım. Ama benden sonraki jenerasyonun kendilerini gösterecekleri galeriler, fuarlar ekonomik olarak sıkıntıya düştükleri için dolayısıyla onlar da sıkıntıya düştü. Aynı zamanda genç koleksiyonerlerin de bu dönemde sıkıntıya düşmeleri yine genç sanatçıları olumsuz yönde etkiledi.


Bugünlerde iş üretmek ve deneyim tasarlamak kadar içinde hareket ettiğimiz ve yaşadığımız sanatsal evreni ve onun dünya ile ilişkisini yeniden tasarlamak da önemli diye düşünüyorum. Sanatlarının ne gibi imkânlara sahip olduğu, neler sunabileceği ve neden önemli olduğuna dair net ve anlaşılır argümanlar oluşturmak  gerekiyor. Türkiye’deki yetkili kamu otoritelerine gerekli koronavirüs tedbirlerinin alınmasının yanı sıra, yaratıcı/kültürel sektörün ve kalifiye iş gücünün hayatta kalabilmesi için karşılıksız finansal yardım sağlanması gündeme getirilmesi lazım. Bundan sonra artık pandemi sonrası galeri fuar, konser, tiyayro, sinema vs kalabalık sergi açılışları olmayabilir ama randevu alınarak yapılan ziyaretlerin çoğalacağını düşünüyorum.


Şimdiye kadar mevcut istismarın kaynağı, sanatçı zaafı olan bencil davranışlardı ve bu zaaf istismar edilerek sanatçı kendi kabuğuna itilip onun adına yazılıp çizildi, konuşuldu, tartışıldı, gerçek olmayan bir piyasa, sektör ağırlık kazandı. Sanatçı kendi o yaratıcı bencilliğini yine kendi kendine evirme, olgunlaştırma becerileri geliştirip özellikle diğer sanatçı ve dallarla iletişime geçtikçe güç kazanıyor. Bu gücün sanat özünde varolan birey ve özgürlüğü de güçlendiği kanısındayız. Çok ciddi ve güzel, faydalı, hızlı süreçler gelişiyor.


Evet, artık sanatçı toplum içinden uzak fakat çok daha analizci oldu. Online bir tuşla dünyaya ulaşabiliyor..  Sergilerin çevrimiçi, çevrimdışı iç içe geçecek bir düzen ile devam edeceğini düşünüyorum.


Bana göre yapıtla karşı karşıya kalan izleyici ancak onunla gerçek bir ilişki kurabilir. Sanat eseri ile fiziki karşılaşmanın büyüsü hep biricik olacaktır. Yapıt her karşılaşmada onunla sonsuz ilişki kurabilmeyi sağlar. Bu yüzden sanatın pandemi sonrasında sadece online olabileceğini düşünmüyorum. Yapıtla izleyicinin karşılaşmasını sağlamak için yeni sergileme biçimlerini düzenlemek hiç zor değil.


Pandemi sonrasında dijital ve çevrimiçi olanakların artacağını, sanatla ilgili her tür etkinliğe erişimin kolaylaşacağını ve bununla paralel olarak insanların sanata daha fazla ilgi göstereceğini düşünüyorum. Gelecek dönemlerde de online sanat fuarı ve müzayedelerinin eskisinden daha fazla gerçekleştirileceği ve tüm sektörlerde olduğu gibi, bulunduğumuz bu dönemin sanat dünyasını da çok farklı açılardan şekillendireceği düşünülüyor. Evimizde geçirdiğimiz süre boyunca, aynı r resimlerindeki gibi çok benzer insan hallerine büründük diye düşünüyorum.


Sanatçıların eserleri için önce ve sonra diye ayırdıkları bir süreç oldu ve tabii daha çok sanata bağlanarak hayatı farklı gözlerle bakmamızı sağladı bu pandemi... Ayrıca insanların evde oldukları süreçte boş duvarlara değil, sanatçıların eserlerine bakıp pandemi sürecini biraz olsun hafifletmek istediklerini gözlemlemiş olduk. Sanatın hayata tutunma ve ruhsal motivasyon için ne kadar değerli olduğunu daha güçlü gözlemledik.


Eskiden beri sorulagelen ilginç bir soru vardı: Savaş ve araçlarına yapılan yatırımların oluşturduğu piyasa, çekim, girdap ve etkileri ile sanata yapılan yatırımın farkı nedir diye. Tek kelimeyle barış ve insanlık. Sanatçının bunu başarabilecek gücü olduğuna hatta tek gücün sanatçıda olduğuna kaniyiz.


Sanat artık bir iletişim dili olarak daha da hayatımıza girecek. Dönem ise tarihsel bir bellek oluşturarak gelecekte yerini alacaktır. Sergilerin çevrimiçi, çevrimdışı iç içe geçecek bir düzen ile devam edeceğini düşünüyorum. Toplumları birleştiren tek yol belkide sanat ve iletişim araçları olacak. Aynı zamanda sosyal medya sayesinde birçok kişiye de bu konuda ilham oldu ve üretimi tetikledi. Özellikle izolasyon zamanlarında uzaktan da olsa kişiler arası güzel bir paylaşım sağladığına inanıyorum. Hayatımızdan etkileri pek silinemeyecek bir süreç geçirdik ve geçiriyoruz. Belirsizlikler her zaman vardı ama bu kadar hayatımızın temelinde yer almıyordu. Bu kadar belirsizliğe ve gelecek kaygısına rağmen üretmeye ve sesimizi çıkartmaya devam edeceğiz fakat bunun için alternatif yollar arayacağız gibi görünüyor. Dijital artık tüm sanat dünyasının kabullendiği ve daha çok üzerine düşüneceği şekilde hayatımızın bir parçası oldu. Savaş ve zulümler dünya kuruldu kurulalı hep var oldu. Bundan sonra da olacak. Savaş ve zulümlere karşı koyabilmek ise başlı başına bir insanlık mücadelesidir. İşte tam da bu nedenle her sanatçı aynı zamanda zulme, adaletsizliğe ve bütün sömürü düzenlerine karşı duran bir savaşçıdır. Ancak geleceğe dair bir şeyler yapmak için, olası savaşları durdurmak mümkün. Çünkü dünyada barış için çaba sarf eden insanların soluğu, emperyalist hırslar uğruna çıkardıkları savaşlarla vahşetlere imza atan insanların çirkin gölgesini silecek kadar güçlüdür. Savaş ve zulümler dünya kuruldu kurulalı hep var oldu. Bundan sonra da olacak. Savaş ve zulümlere karşı koyabilmek ise başlı başına bir insanlık mücadelesidir. İşte tam da bu nedenle her sanatçı aynı zamanda zulme, adaletsizliğe ve bütün sömürü düzenlerine karşı duran bir savaşçıdır.


Her ne kadar savaş insanın ürettiği en vahşi, sanat da en naif eser olsa bile sanatın umuda ve direnişe dair takındığı evrensel dil her türlü savaşı yenecek kadar güçlüdür. Şüphesiz Andre Malraux’ın “ölüme direnen bir yaratıcılık” olarak ifade ettiği genel anlamda bir savaşta var olmuş, var olan ve var olabilecek her şeyin tanığı ve bu tanıklığı aktarabilecek en önemli yansımasıdır. Bu misyonuyla da her sanatçı aslında birer barış savaşçısıdır. Bir sanatçı için zor olan ise savaşı anlatmak değil, eserleriyle yaşananların unutulmasının, tüketilmesinin ve kanıksanmasının önüne geçebilmektir.


Sanatta en önemli bağ, sanatçının eseriyle onu algılayan kişi arasında oluşan duygu alışverişidir. Sanatçının savaşa karşı en önemli eylemi geçmişte, bugünde, elbette gelecekte de eli kanlı zalimler kadar, onlara karşı direnen, güzelliğe kanat çırpan insanların olduğunu bilmek ve bunu eserlerinde toplumlara aktarmaktır. Çünkü sanat, savaş yıkıcılığına karşı duran; durmakla kalmayıp iyi, güzel ve doğrunun önünü açan bir dinamiktir. Şimdi acı ve karanlık değil, umut zamanıdır. Sanat eliyle savaşın karanlığını barışın aydınlığıyla bertaraf etme zamanıdır.


Sanat, şiddeti ortadan kaldırmalıdır, yalnız o yapabilir bunu.”

Tolstoy


Pablo Picasso’nun Guernica adlı çalışmasında, 1937 yılında İspanya’da Bask bölgesinin merkezi olan Guernica şehrine faşist diktatör General Franco’nun yaptığı saldırı resmedilmiştir. Guernica, sadece İspanya İç Savaşı’nın değil, 20. Yüzyılın en önemli savaş karşıtı tablosu olarak da değerlendirilmektedir. Picasso bir sergisi sırasında Alman bir askerin“Bu tabloyu siz mi yaptınız?” diye sorusuna verdiği ”Hayır, siz yaptınız” cevabıyla savaşın duygusuz tavrına vurgu yapmıştır.


Claes Oldenburg’un bu heykeli ilk bakışta komik görünse de oldukça ironik ve eleştirel bir yaklaşım içermektedir. Oldenburg  arkadaşlarıyla yaptığı 7.5 metre uzunluğundaki bu heykeli gizlice Yale Üniversitesi bahçesinde bulunan Beinecke Plaza’ya 1. Dünya Savaşı için yapılan anıtın kolonları arasına koymuştur. Heykelin klasik bir görünümü olan bu anıtın önüne konumlandırılması, ona başta savaşın kendi olmak üzere hem klasik savaş anıtlarına hem de savaş aletlerine karşı da yıkıcı bir protesto gösterisidir.


Sarkastik bir görüntüye sahip bu heykel aynı zamanda savaş karşıtı gösteriler içinde bir alan oluşturmuştur.


"Savaşı zenginler çıkarır, yoksullar ölür.”  Jean Paul Sartre


Suriyeli sanatçı Tammam Azzam Avusturyalı sembolist ressam Gustav Klimt’in ünlü “Der Kiss - Öpücük” tablosunu, savaş nedeniyle yıkılan bir binanın üzerinde dijital olarak yeniden yorumlanmıştır. Tamman Azzam Suriye’de yaşanan savaşın yarattığı yıkımı, Suriye halkına yaşattığı terör ve trajediyi bombalar nedeniyle harabeye dönmüş, delik deşik olan bir binanın üzerinde Klimt’in ünlü romantik tablosunu yerleştirerek insanı dehşete düşüren bir yorumlamayla dünyaya duyurmuştur. Resmin naifliğiyle çelişen savaşın vahşiliğini çarpıcı bir şekilde bileştiren sanatçı İslamcı çetelerin ve onlara destek veren ülkelerin, Suriye’yi kan revan içinde bırakarak çoluk çocuk demeden yüzlerce insanı vahşice katletmesini hafızalardan silinmeyecek bir şekilde gözler önüne sermiştir. Sanatçı Tammam Azzam eserini şu sözlerle açıklamıştır: “Biz Suriye’de komedi ve trajedinin ince çizgisini betimliyoruz. Bu durumda nasıl sanat yapılabildiğini gösteriyoruz. Umuttan, insanların savaşa karşı koymalarından, sevgiden dem vuruyoruz. Ben de Gustav Klimt’in Öpücük eserini kullanarak ilgi çekmek istedim. Sanırım burada insanlar sanatla ilgilenmeyi bıraktı çünkü Suriye’de yaşanan her saniye ölüm kokuyor. Ama ben bir sanatçıyım asker değil, benim mücadele yolum bu. Yaptığı işi “Gerilla sanatı” olarak tanımlayan sanatçı savaş karşıtı, çevreci, hayvan haklarını savunan ve tüketim çılgınlığını eleştiren çalışmalar yapmaktadır. Banksy İngiltere’nin yanı sıra Filistin’de yaptığı siyasî eserlerle de tanınmaktadır. İsrail hükümetinin Filistin sınırına inşa ettiği ve BM tarafından hukuk dışı ilan edilen sanatçının kendi ifadesiyle “Filistin’i bir açık hava hapishanesine çeviren utanç duvarına” tatil enstantaneleri adıyla savaşın acı yüzünü ironiyle ortaya koyan dokuz farklı çalışma yapmıştır.


Duvar resimleri de bir dildir. Gerçek kimliği bilinmeyen Banksy, 10 yıldır başta İngiltere olmak üzere farklı ülkelerde yaptığı çarpıcı duvar resimleriyle tanınmaktadır. Eğer söz savaş ve dirence gelmişse tüm güzelliklerine inat zulümlerin de beşiği olmuş Anadolu’dan ve onun dirençli kadınlarından bahsetmemek olmaz. Biliriz ki bir coğrafya da barış inşa edilecekse elbette harç o coğrafyanın kadınları tarafından karılacaktır.


Günümüz sanatçılarının savaş anıları ve imgeleriyle kamçılanan düşünceleri, bize dikenli bir görsel alanda yapılması gereken zorlu seçimi hatırlatıyor. Savaşın her yeri karartan kasvetli ortamında sanatçı da kör bir adamdan farksızdır fakat tarih, görme yetisini geri kazanmak gibi bir ayrıcalığa sahiptir. İnsanlığı tarih boyunca derinden etkileyen bir faaliyet olan ve akıllarda genellikle kötü bir imaj yaratan savaşın, her zaman olumsuzlanmadığı, zaman zaman insanlığın, siyasal hayatın ve ya devlet olmanın doğal bir uzantısı olarak görülmüştür... Sanat, doğaya, eklenmiş insandır.” gibi özdeyiş benzeri tanımlar yaşanılan çağa, toplumdan topluma kültürden kültüre hatta kişiden kişiye değişir. Anca sanat tarihine bakıldığında görülen şey, bunlara rağmen sanatın özünü bulmaya ve bir şekilde tanımlamaya çalışılması olmuştur. Aslında sanat kuramları başlığında toplanan çeşitli kuramlar da sanatın özünü, bütün sanat yapıtlarında bulunan ortak özelliği, özü bulduğunu iddia eden kuramlar olarak gözükür.


Sanatın ne olduğunu anlamaya çalışmanın en güzel yollarından biri sanatın neden tanımlandığını öğrenmek olmuştur. Tanımlamak, bir kavramın işaret ettiği, gösterdiği şeylerin tümünde bulunan ortak özelliği bulmak, bilmek demektir. Bütün sanat kuramları, sanat eserlerinde ortak olarak var olduğunu ileri sürdüğü, kendince önemli, hatta en önemli sandığı bir özelliği geneller ve sanatın özünü belirtir. Bunların her biri özcü ya da değerlendirici tanımdır.


Bir nesneyi olguyu ya da durumu belirleyen o olgunun, nesnenin ya da durumun kısaca o şeyin gördüğü iştir, işlevi ya da iş görüsü. Nesnenin özü kullanımından doğmaktadır. Sanatın ne olduğu sorusu, özü nedir sorusuna verilecek bir yanıttır. Onun kullanımına, işlevine bakılarak verilmektedir. Sanatın tanımı, özü nedir sorusu böylece sanatın işlevi, işgörüsü nedir sorusuna dönüşmektedir. Sanatın işlevi ya da işlevleri konusunda farklı görüşler söz konusudur. Bunun yanında sanatın asıl işlevinin insana haz vermek olduğunu savunanlar olduğu gibi, bilgi vermek eğitmek, öykü anlatmak ya da insan ruhunu kötü eğilimlerden arındırmak olduğunu savunanlar vardır. Sanatın öncelikli işlevi insana haz vermek, onda mutluluk duygusu uyandırmaktır.


Sinema, 20. Yüzyılın en önemli endüstriyel sanatı olarak bir yandan savaşı tasvir eden belgesellerle savaşa tanıklık ederken, öte yandan bir kurgusal üretim alanı olarak savaş üzerine olan birçok hikâyenin beyaz perdede görünmesine yol açmıştır. Aynı zamanda bir endüstriyel sanat olması kitlelere ulaşımını kolaylaştırmış, aynı zamanda bu durum kendisinin ideolojik bir propaganda aracına dönüşmesine yol açmıştır.


İşte o hayvandan insana geçen hatta kabul edelim ki insan denen varlığın doğasında zaten varolan saldırgan, yıkıcı, yırtıcı negatif duygular bir gün gelir de pozitife dönmeye başlarsa o gün insanlığın ilk günüdür diyoruz. Malesef savaş, insanlık tarihinin bir gerçeği olmakla birlikte insan doğasının bir ürünü. Yeni İnsan 2.0 denilen varlığın başaraması için elimizden geleni yapmak zorundayız. Bunu yaparken aralarda da bahsettiğimiz gibi sanatçı egosunu evirmek ve örnekler yaratmalıyız. Bir sanatçı kendi ile, mizah yoluyla eleştirel yaklaşım geliştirip dışındaki her şeyle sürekli, sonsuz akışkanlık, alış veriş, geçiş, katılım sağlandığında bu zor iş başarılmış olacaktır.


Evet, katlıyorum. Bir propaganda aracı olarak Sinema: 19. yüzyıldan itibaren bazı devletler tarafından kamu hizmeti sayılan propaganda, Dini, siyasi, askeri ve kültürel hedeflere yönlendirilmiş propaganda faaliyetleri rakip veya savaşan devletlerin sivil ve asker kitlelerini etkilemeyi yönlendirmeyi esas almaktadır. Propaganda bu dönemde yanıltma, taraftar kazanma, planlanmış istekleri kabul ettirme aracı olarak kullanılmıştır. Sonraki aşamalarda, propaganda hizmetleri, haber alma faaliyetlerinin tamamen dışında, bağımsız bir niteliğe kavuşturuldu.


Rakiplerin güçsüz kılınması için dost, müttefik, tarafsız devletlerin kamuoylarını yönlendirme ve etkileme aracı haline getirildi. Savaşta ise, açıklanan görevleriyle birlikte muharebe alanlarının ve gerilerinin belirlenen amaçlar doğrultusunda hedef kitle sayılarak yanıltma, kışkırtma gibi görevleri üstlenen “harp propagandası” hizmetleri örgütlenmeye başlanıldı. Birinci Dünya Savaşı devam ederken “propagandayı”, “dezenformasyonu” ve “ajitasyonu”, ülke içinde ve dışında, varlığının devamı için temel şart olarak kabul eden Sovyet ihtilali ve Bolşevik rejim propaganda faaliyetlerinin kapsamını ve özelliklerini geliştirdi. Siyasi görüşlerin, düşüncelerin ve bir ideolojinin propaganda ile benimsetilip yaygınlaştırılacağı, rakip düşünce ve ideolojilerinin etkisiz kılınabileceği en geniş biçimde bu rejimle birlikte ortaya konmuştur.  Nasyonal sosyalizm ve faşizm büyük ölçüde propaganda aracının etkin ve verimli şekilde uygulanmasıyla Nazi Almanya’sını ve Faşist İtalya’yı dünya sahnesine çıkarmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nda “propaganda hizmet ve faaliyetleri” savaşan her ülke için harbin hedeflerinin ele geçirilmesinde en etkin psikolojik etkileme ve destek aracı olarak değerlendirilmiştir. Bu yaklaşımla bilim, sanat ve teknolojiyle donatılıp güçlendirilerek yeniden örgütlendirilir.


Günümüzde ise propaganda, kişilerin olduğu kadar, toplumların tutumlarını düzenlemek ve fikirlerini yaymak içinde yaygın bir bi- çimde kullanılmaktadır. Propaganda faaliyetleri başlangıcı itibariyle, siyasi  ve askeri mücadelelerin vasıtası olarak kullanılırken, günümüzde ekonomik rekabet ve halkla ilişkiler alanında da çok ön plana çıkmıştır Propaganda kavramının kazandığı yeni boyutlar ve nitelikler sonucunda yeni kavramlar olarak “Psikolojik Savunma”, “Psikolojik Savaş”, “Soğuk Savaş”, “Siyası Savaş”, “Beyaz Savaş” gibi kavramlar, devletlerarası güç ve rekabet mücadelesinde kullanılan araçlar olarak tanımlanmaya başlanmıştır.


Güç merkezli bir sinema ve ayrıştırıcı bir propaganda sineması olarak Veit Harlan’ın “Yahudi Süss” ve Leni Riefensthal’in “İradenin Zaferi” filmleri Propaganda aracı olarak sinemanın kullanıldığının tipik örneğidir. İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında ise ABD’nin propaganda olarak sinemayı kullandığı görülmektedir. Bu açıdan bakıldığında Hollywood’un çalışmaları ayrı bir başlık altında incelenmesi gerekli örnektir.


Özgür Dünya kavramı, dünyayı yönetme işini yalnız kendilerine has bir yetenek olarak görenler için anlam taşımasından dolayı, ABD’nin dünyanın hegemonyası olduğu bir dünyada bir jandarmalık rolü onun savaş endüstrisindeki yadsınamaz rolünü ortaya koyar. Konu savaşın sinema elinde bir propaganda malzemesine çevrildiğini göstermektedir. Savaş türü açısından, Vietnam savaşının öncelikli bir yer tuttuğu belirtilmesi gerekmektedir. Bu savaş sonucu tür gelişmiş serpilmiş belirli yapısal kodları oluşmuştur. Burada dikkat çeken olgu, Vietnam savaşı yitirilirken Hollywood’un bir propaganda olarak bu savaşın kazanıldığına yönelik bir algıyı kamuoyunda yaratmayı çalışmasıdır. Bu açıdan bakıldığında Green Barrets isimli film savaşın haklılığını vurgulayan bir çalışma olarak 1968 yılında ortaya çıkarken, Savaşın yenilgiyle sonuçlanması, bireysel dramları ön plana çıkarmıştı. Orta sınıfın savaşa yönelik isteksizliğinin ifadesi olarak “Coming Home”, “The Deer Hunter” ve “Apocalypse Now” gibi filmler Vietnam Savaşı hakkında önde gelen filmlerdir. Bunun yanında “Full Metal Jacket”, “First Blood”, “Platoon” gibi filmlerde savaşın askerler değil politikacı ve bürokratlar nedeniyle yitirildiği iddiasını taşımaktadır. Bunun yanında Savaşın bir hata olduğunu ve ABD’nin işinin olmadığı yerlerde ne aradığını sorgulayan filmlerde söz konusu olmuştur. Bu filmler arasında “Born on the Fourth of July” ve “Casualties of War” sayılabilir. Bunun dışında savaş karşıtlığını da içinde barındıran bir çok yapıtta bu dönem de savaş sinemasında yerini almıştır. “Go”, “Tell the Spartans”, “The Big Red One”, “Birdy”, “The Killing Fields”, “The Thin Red Line” gibi filmler II. Dünya Savaşı ve Vietnam Savaşı’ndan bahseden savaş karşıtı savaş filmleridir.


Bu çalışma, bir uluslararası ilişkiler alt dalı olarak Savaş kuramlarının farklı bir boyuttan incelenmesi savaşın sanata olan etkisini aktarmaya çabalamıştır. Bu noktada Savaşın tarihsel gelişimi ve sanatla ilişkisi ele alınarak Savaş ve sinema arasındaki ilişkilere değinilmiştir. Yedinci sanat olarak sinema Savaş’ın yansıtılması açısından özellikle son yüzyılda büyük önem taşımaktadır. Gerek aktarım olarak Belgesel yöntem, gerek habercilik yöntemi savaşın bir propaganda aracı olarak kullanılması açısından sinemanın fonksiyonuna işaret etmiştir.


Savaşın tanımı, savaşta yaşanılanlar, savaşın tanıklıkları, sinema eliyle yeniden üretilmekte, yansıtılmakta kitlelere aktarılmakta zaman zaman kitleler harekete geçirilmektedir. Onu bu propagandist özelliği, 20. Yy. boyunca farklı ideolojilerin, sinemayı ustalıklı bir şekilde kullandığına tanıklık edilmesini sağlamıştır. Bu açıdan değerlendirildiğinde Sinema ve Savaş ilişkisi bir taraftan savaşın bir sanat olarak yansıtılmasının dışında ulusları, devletleri ya da ideolojik grupları harekete geçirici propagandist özellikler taşımasını da yansıtmaktadır. Yaşadığımız günler yine savaş çığlıklarıyla yoğunlaştı, yoksul insanların zengin topraklarını paylaşma savaşı, milyonlarca mülteci, kan kokulu toz bulutları, binlerce ölü, petrol yeşili petro-dolarlar, silah tüccarları, bombalar, yıkımlar, anasız babasız kalan çocuklar, acısını buruşuk bedenine gömmüş, gözleri kısık yaşlılar... Bütün bunların arasında savaştan sanat çıkaranlar, sanatla savaşanlar!


Bazı toplumlarda muharebe öncesi yapılan savaş danslarından, tiyatro ve operaya, antik çağda steller üzerinde başlayan kabartma rölyeflerin olduğu bir dönemden, halılara işlenen savaş tasvirlerine, Ortaçağda kilisenin etkisiyle azizlerin genel olarak askeri kıyafetler içerisinde şeytanla savaşanlar olarak tasvirleri, 1066 yılında Normanların İngiltere’yi fethini anlatan Hastings savaşını tasvir eden ünlü Bayeux Halısı, Baron Gros'un, Napolyon’un seferleri, Goya resimleri ve 19. Yüzyılda Eugene Delacroix’in 'Battle of Chios' adlı eseri, sonrasında resme, müziğe ve heykele yansıyan savaş objelerinin temsili ve yine sonradan güncel sanata ve 20. yüzyılla birlikte sinemaya yansıyan savaş ve sanat ilişkisi. Savaş, emperyalizmin adına yakışan bir kavram. Sanat ise ellerindeki çok işlevli ve tehlikeli olabilen bir oyuncak.


Hegel'in en çok övdüğü besteci Mozart'ı bir saray soytarısına, müziğin matematikçisi olarak bilinen Bach'ı kilisenin orgcusuna indirgeyen, 17. yy'da Don Kişot'la feodal değerlerin çağdışılığını vurgulayan, 18. yy'da Robinson Crusoe'yla felsefi bireyciliği ekonomik bireycilikle birleştirerek kapitalist bireyi ön plana çıkaran, her savaşta olduğu gibi Suriye’deki savaşta da arkasında harabeler ve yıkılmış koca bir şehir bırakan, burjuvazi!


Naziler, kitleler üzerindeki etkisini keşfettikleri andan itibaren sanatı; ülkeyi II. Emperyalist Paylaşım Savaşı'na hazırlamak için kullandı. Brecht, Piscator gibi sanatçıları yetiştiren Alman tiyatrosu, Hitler'in söylevlerinin etkili olması için oyunculuk dersleri vermekte kullanıldı. Bach'ın, Beethoven'in ülkesinde saksafon, 'zenci ahlaksızlığının simgesi' gösterildi. Toplama kamplarında çalınan Wagner'in Alman destanlarından esinlenerek yazdığı operalar faşist akla uymamakla birlikte gaz odalarında öldürülen insanların çığlıklarına eşlik etti. Nazi propagandası için 1933-44 yılları arasında 1100 film çekildi. Muhalif yazarların ve ressamların evleri Gestapo tarafından basıldı. 2500 yazarı ülkeden kaçmak zorunda bıraktı.


Özellikle bu sene Hollywood farklı bir şey deneyip; şimdiye kadar süregelen tüm anlatımların dışında, özellikle yıldız sanatçılarını kullanarak, insan farkındalığını gerçekleştirmek amacıyla, siyah - beyaz, yerli - göçmen, suçlu - kanun adamı ve diğer itkilerin dışında eşcinsel bireylerin sorunlarını ve farkedilmelerini işledi ki belki şimdiye kadar anlamadığımız insan denen varlığın kamu düzeni veya toplum anlayışlarının tümden değişmesi gereği arzusuydu.


Evet, bir oyun gibi düşünüyor ve günümüzde sanat son derece uzmanlaşmacı bir uğraş haline geldi. Müzeler ve galeriler, küratörler, sanat eleştirmenleri, sanat dergileri, bienaller... Sanat artık tüketimle buluştu ve satın almanın kendisi sanata dönüştü.


Fotoğrafın keşfiyle savaşın fotoğraflanmasının tarihi. 20. Yüzyılda sinema endüstriyel sanat olarak bir yandan savaşı tasvir eden belgesellerle savaşa tanıklık ederken, öte yandan kurgusal üretim alanı olarak savaş üzerine çekilen filmler. İdeolojik bir propaganda aracına dönüşmesi. Birinci Dünya Savaşı, gerçekliği parçalarına ayırdı ve Fransız ressam-heykeltıraş Georges Braque bu parçaları, tıpkı insanların insan bombasının infilak etmesinin ardından et parçalarını topladıkları gibi resimlerinde bir araya getirdi. Kamuflaj tanklarını gördüklerinde Picasso, Braque’a “Bu bizim eserimiz,” demişti. Katılırsınız ya da katılmazsınız ama Paul Virilio'ya bir kez daha kulak verelim, kendisiyle yapılan söyleşide şunları söylüyor; "Başka bir deyişle, sanat savaştır. Sanat, savaşın zayiatıdır. Hal böyleyken, hiç kimse güncel sanatın buhranlarıyla benim kafamı ütülemesin. Güncel (contemporary) sanatla ilgili en güncel şey onun buhranlarıdır." Dünya daha çok şiddet, daha çok savaşla anlatılır hale geldi. Sürrealizm, sergiler ve kültür tacirlerinin reklam sloganları tarafından idealize edildi. Soyut sanat bir deformasyon oldu. Joseph Beuys, çalışmalarında hümanizm, sosyal felsefe ve antroposofi ile bağlantılı kavramları temel almış bir Alman performans sanatçısı, heykeltıraş, yerleştirme sanatçısı, sanat kuramcısı, grafiker ve sanat pedagogu. Sanatın yaratıcı ve katılımcı bir rol oynayarak toplumu ve siyaseti şekillendirebileceğini savunmuş.


Yoo, onun yani tanımlama çabalarının çuvallayıp daha cesur işler yapılması gereği vurgulanıyor bence.


Sanatın yaratıcı ve katılımcı bir rol oynayarak toplumu ve siyaseti şekillendirebileceğini savunmuş. Ancak İkinci Dünya Savaşı'nda Hitler'in ordusunda savaş uçağı pilotu, bir bombacı faşist akla uymamakla birlikte gaz odalarında öldürülen insanların çığlıklarına eşlik etti. Nazi propagandası için 1933-44 yılları arasında 1100 film çekildi. Muhalif yazarların ve ressamların evleri Gestapo tarafından basıldı. 2500 yazarı ülkeden kaçmak zorunda bıraktı.


Savaş, politikanın -şu ya da bu sınıfın politikasının- bir bombada yoğunlaşmış, bir siperde derinleşmiş, bir uçakta boyutlanmış halidir. "Bir tarih dolusu" örnekle kanıtlanan bu "su götürmez" kanlı gerçek, 20. yy'da çıplak gözle görülür hale geldi. Girilen çağ, emperyalizm çağıydı. Emperyalizmin ortaya çıkışından bu yana onunla birlikte anılan, adeta adına yapışık bir kavram savaş. Bugün de, dünyaya barış getireceği yalanıyla ambalajlanarak halkların tepesine uçaklardan yeni bir şeymiş gibi atılan "yeni dünya düzeni" paketinin içinde yine bomba, yine kan ve gözyaşı var. Paketin ambalaj kağıdı yalancı, boyalı, burjuva basın dahi olsa; elinize kara mürekkep değil de birbirine kırdırılan halkların kanının bulaşması engellenemiyor, işte Yugoslavya, işte Kafkaslar, işte Ortadoğu, işte, işte, işte, okulda, TV'de, basında pompalanan tüm yalan ve demagojilere rağmen çağın temel niteliğinde hiçbir değişiklik yok. Emperyalistler ya da gerici devletler arasındaki bir savaşta safların netleşmesi taraflardan birini tutmak anlamına gelmez elbette. Kitleler için böylesi bir durumda ancak, savaş tehlikesi döneminde savaş karşıtlığı ya da patlak verdikten sonra onu devrimci iç savaşa dönüştürme söz konusu olabilir. Toplumsal bir kurum olarak sanat ve bir aydın olarak sanatçı da netleşen safların dışında kalamaz.


Kamudüzeni, toplum standartları dedikya yukarıda, hukuk bile yargıya varıp karar verirken bu esasları gözönüne alıyor. Bu bir çeşit kitle korkusu. Eski, alt, ilkel anlayışlar da farkında oldukları için popülerite diyebileceğimiz çoğunluğun istismarı gibi bir yozluğa gidiyorlar. İşte sanat, işini yaparken tüm bu çarpık sistem, düzen, işleyiş ve oluşumları, etkileri hem karşısına alarak hem de yerle bir ederek yoluna devam edebiliyor.


Kamu ve toplum duzenini korumak icin sanatci tavri ve eseri önemlidir. Sanatçının koyduğu tavrın ayırdedici bir özelliği vardır: Savaşın doğurduğu etkiye sanatçı belli bir tepki gösterdikten, bir tavır ortaya koyduktan sonra, toplumun diğer kesimlerine etki eden unsurlardan biri olur. O etkiyi doğuran savaşın bir parçasıdır artık sanat. Savaş politikanın bir devamıysa ve sanat da politikanın bir aracıysa, artık sanat bir savaş aleti haline gelecektir, tıpkı bir uçak, bir bomba gibi. Ancak sanatın diğer savaş aletlerinden apayrı bir yönü vardır. O da, kitleleri etkileyebilirle, onların düşünce ve duygularına yön verebilme gücüdür. Sanatçı, tavrını yine sanatıyla bir ürün olarak ortaya koyabildiği oranda kitleleri kendi tavrı doğrultusunda etkiliyor demektir.


Sanat, tüm savaşlarda, ya cephe gerisini hatta cepheyi sağlamlaştırmada ya da "savaş karşıtı bir silah" olarak kullanıldı. Haksız, gerici, emperyalist, kirli savaşlardan yana tavır koyan ressamın resimlerinde dipçik moru hakimken, savaş karşıtı şairin dizelerinde atom bombasından ölen kız çocuğunun parça parça dağılan "eti" kafiye oldu, oğlunu savaşta kaybeden ananın "nefreti"ne. Haklı, devrimci savaşın tarrakaları bir nağmeydi hep devrimci müzisyenlere. Bir taraftan, ülkeler işgal edildi tarihin çöplüğüne yakışan faşist bandolarla, gürültülü marşlarla. Bu basit ama soylu ve bilimsel gerçek, son yıllarda burjuvazi ve oportünistler tarafından hedef tahtasına en çok yerleştirilen şeylerden birisi. Burada uzun uzun bunun tartışmasına girmeyeceğiz. Konumuzla da ilgili olan birkaç küçük örnekle dahi yaşam ve olgular bu çabaları mahkum etmeye yetecek. Sanatı, politikaya alet etmekten bahsediliyorsa, bunu en çok yapan burjuvazinin ta kendisidir. Çünkü bunu yapabilmenin koşullarına esas olarak o çok daha fazla sahiptir. Burjuva aydın ordusuyla, salonları, sahneleri ve aletleriyle, medyayla her gün, her dakika sanatı iğrenç politikalarına alet eden burjuvazidir. Hem de iktidarı ele geçirmesiyle birlikte gitgide yozlaştırdığı ve bugün akıl almaz bir çöplüğe dönen burjuva sanatı. Burjuvazinin, sanatı kendi politikaları doğrultusunda kullanması yeni bir şey değildir. Daha iktidar mücadelesi verdiği ilerici dönemlerinden bu yana yapmaktadır. iktidar mücadelesi verdiği ilerici dönemlerinden bu yana yapmaktadır bunu. O dönem ortaya koyduğu sanat ürünleri, ilerici bir nitelik bir taşımaktaysa da, bugün sanki o dönemi tarihindeki kara bir sayfa olarak görüyormuşçasına çarpıtmaktadır bu eserleri. Antifeodal içerikli besteleriyle yükselen yeni sınıfı temsil eden Mozart'ı bir saray soytarısına, Bach'ı bir kilise orgcusuna indirgemeye çalışmaktadır, sahte saygı ve sevgi gösterileriyle birlikte.


"Dansta doğanın temel yasalarını yeniden yaşarız. Kavalyeyi düşünecek olursak, onun temel hareketleri, hamle yapmayı andırır; kaçınılmaz olarak askercedir. Dama gelince, onun dairesel biçimde olan içgüdüsel hareketi, svastika (gamalı haç) ile bağlantılı olan dairesel bir harekettir; svastika da sonsuz dairesel hareketi ifade etmesiyle hayatın runik** bir harfidir." İşte size "savaş ve sanat"... Savaş bittiğinde, "kavalye"si ölen "dam" ağlıyordu. Dans durmuştu artık. Şilili sanatçıların, Pinochet faşizmine karşı direniş manifestosunu yazan ise Victor Jara oldu. Darbe sonrası stadyumlara doldurulup katledilenlerdendi devrimci ozan Victor Jara. Gitarı ile birlikte konduğu stadyumda şarkılar söylüyor, birazdan birlikte öldürüleceği insanlara moral aşılıyordu. Faşist cellatlar buna dayanamayıp herkesin ortasında önce parmaklarını kestiler. O ise şarkı söylemeyi sürdürdü. Kalelerinde kendilerine bu şekilde meydan okunmasına dayanamayan katiller onu herkesten önce öldürüp stadyumun ortasına bıraktılar.


Nazizm, emperyalizm tarafından sosyalist SSCB'ne karşı sürülmek için palazlandırıldı. Ama bu aynı zamanda kendilerine dönen bir silah oldu. Onları, tüm insanlığı bu beladan kurtaran ise yine sosyalist SSCB idi. SSCB'de sosyalist anayurdun savunulmasında en ön safta savaşanların arasında sosyalist sanatçılar vardı. Onların savaştaki rolü, mecazi anlamda "en ön safta olmak" değil, fiili olarak cephede çarpışmaktı. Hiçbirisi, "ben cephe gerisinde bir şeyler yazayım da halkı daha iyi savaşmaya yönelteyim" demekle yetinmeyen 900'den fazla Sovyet edebiyatçısı, cephede hem yazdı hem savaştı. 335'i şehit düşen bu yazarların hemen hepsinin yazdıkları kayboldu. Bugün, Stalin dönemi "kurbanları" diye Çarlığın, ortaçağın övücüsü Anna Ahmatova, Osip Mendeiştam, Milıail Zoşçenko gibi karşıdevrimci yazarları göklere çıkaranlar bu gerçekleri hiçbir zaman görmek istemeyecek erdir. Sosyalist anayurdun savunulmasından ülkenin yeniden kurulmasına kadar her dönem için sınıf mücadelesinin en önemli silahlarından birisi oldu. Bunda, SB topraklarının yüksek kültür değerleri de etkiliydi. Ancak Çarlığın kitleleri mahkum ettiği cehalet, bu değerlerin kitlelere mal olmasına engel olmuştu. 1917'de halkın yüzde 80'inden fazlası okur-yazar değildi. Kitleleri daha rahat uyutabilmek için boyunlarına geçirilen cehalet çemberi sosyalizmde mutlak kırılacaktı. Ama devrim ve iç savaş günlerinde, halkın gelişen olaylar karşısında bilgilendirilmesi, politik eğitimi, iç savaş için örgütlenmesi nasıl sağlanacaktı? Hem de okur-yazar oranı bu kadar düşükken. İşte burada Bolşevik yaratıcılık ve halkın inisiyatifi kendini gösterdi. 1917-21 arasındaki iç savaş döneminde ülkede 3000'den fazla tiyatro grubu oluştu. Bu rakama, her fabrikanın, askeri birliğin, köyün kendi tiyatro grubu dahil değildi. Okuma-yazma bilmeyen halkın bu gruplara taktığı isim ise "canlı gazete" idi. "Canlı gazete"ler SB'de devrimde ve iç savaşta kazanılan zaferde en az Bolşevik ajitatörler kadar yararlı olmuşlardır. İçeride tiyatro oyunu oynanırken gerçekleştirilen Kışlık Saray'ın basılmasının kitlelere yine bir tiyatro oyunuyla anlatılması, sanatın iki farklı sınıfın elinde nasıl da iki farklı şeye dönüştüğünü gösteriyor.


Sanat, iki farklı sınıfın elinde iki farklı şey... İki farklı sınıfın farklı nitelikte savaşlarında iki farklı silah... "Savaş ve sanat" ilişkisine bakış açımızın temelini bu oluşturuyor. Başta genel olarak koymaya çalıştığımız bu ilişkiyi, Nazi ve Sovyet örnekleri de dahil olmak üzere çeşitli örneklerle açmaya çalıştık. Ne söylenenler yeterli ne de örnekler bunlarla sınırlı. En basitinden, bugün ülkemizde sürmekte olan savaş. Bir cephesiyle haklı, diğer cephesiyle alabildiğine kirli bir savaş bu. Sanat da pratik bir tavır almak, bu "sıcaklık" karşısında hangi maddeden yapıldığını ortaya koymak zorunda. Bu, temsil ettiği sınıf ve kesimlerden bağımsız değil. Ya şoven duygular körüklenecek ve sanat "kirli sanat" olacak ya da yurtsever-devrimci mücadeleye destek olunacak ve Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı savunulacak. Zaten sahip olunan tavırlar netleşecek yani. İşte pratik-sıcak savaş dönemlerini diğer dönemlerden ayıran şey de bu. Yurtsever Kürt sanatçısı da bu savaşta gerillasının mücadelesine destek veriyor.


Sanatçılar, bu küresel savaşın kendilerinde uyandırdığı duyguları eserlerine yansıtmışlar ve eserlerini kimi zaman protesto amaçlı, kimi zamansa sanattaki geleneksel estetik değerlere başkaldırı olarak, bir isyan niteliğinde meydana getirmişlerdir. Avrupa’da Kübizm, Fütürizm, Dadaizm gibi 20.yüzyılın öncü sanat hareketleri de bu savaşın tesiriyle ortaya çıkmış ya da yeni bir biçim kazanmıştır.


Bu çalışmada, Avrupa’da doğan bazı sanat hareketleri içinde yer alan sanatçıların 1.Dünya Savaşı etkisindeki eserleri ele alınmış ve bu dönemde ortaya çıkan sanat akımları üzerinde durulmuştur. Hayatın birçok alanında olduğu gibi sanatta da inanılmaz dönüşümlerin yaşandığı bir dönemde, genç yaşta cephede ölen onlarca ressamın veya şairin sanat tarihindeki yeri, hatta belki de sanat tarihinin akışı, eğer savaş olmasaydı çok farklı olacaktı kuşkusuz.


İşte ciddi bir sıkıntı konusu daha: Bunca güzel paylaşımdan sonra sanatı her hangi bir ideoloji veya inanç, din ile tanımlamaya, anlamaya çalışma çabası. Diyorum ki sanatın bunların hiçbirine ihtiyacı yok. Eğer sanata zorlama, dayatma yaparsak sanat sanat olmaktan çıkıp başka bir şeye döner ve önemlisi bütün çaba, emek, enerji boşa gider. Sanat bunlara izin veremez, vermemelidir.


Medya bize bilhassa savaş konu edildiği sırada 'sanat şu veya budur' dediği vakit, bizlerin meseleyi daha yavaş ve basit bir biçimde düşünmesi, giderek daha çok düşünmesi söz konusu olabilmeli. Tüm mesele sanatla ilgili. Doğru biçimde gelişebilmek ve esas olarak sanat üretmek adına mesele burada.


O zaten yoluna devam ediyor. Önemli olan bunu olduğu gibi görebilmek ve ona katılmak.


Aslında hiçbir şeyi bilmeyen bizlerin belki de bildiği tek şey var: Savaş. Savaşı biliyoruz ve bu yüzden içinde olmayı hiçbirimiz arzulamıyoruz. Hiçbir şey hakkında, kalkıştığımız hemen hiçbir şey hakkında net bir fikrimiz yok. Bizim bilebildiğimiz yegâne gerçek, savaşın ne olduğu. Benim de söylemeye çalıştığım, bu. Hem insanlar, hem hayvanlar, hem de binaların, savaş uçaklarının gerçekleştirdiği bombardımandan nasıl etkilendiğini anlatır. Sadece Suriye’de kaç kişi savaş sırasında öldü, bir düşünün… Irak’ta kaç kişi öldü, Afganistan’daki kayıp ne kadar? Filistin’de, Myanmar’da ve diğer savaşlarda kaç insanın hayatı son buldu? Bu soruların cevabını tam olarak verebilecek bir kişi bile yok yeryüzünde.

Kimse bilemez. Varsayalım her cepheyi çok yakından takip eden birini bulduk. Günü gününe, saati saatine, hatta dakikası dakikasına çetele tutuyor. O dahi bilemez. En yakın cevabı vereceği sırada, henüz cümle bitmeden listeye yenileri eklenecektir.


Bunların suçlusu sanat değil. Sanat böyle bir suça ortak olmaz.


Değil ki zaten. Araç için kullanıldı.  Hiç… Gidenler gelmez, savaşlar da son bulmaz, zalimler asla fikir değiştirmez. Silahı elinde tutanlar tetiğe basmaktan, bomba atmaya hazırlananlar düğmeye basmaktan vazgeçmez. Sanat, savaşları önleyemiyorsa, beyhude çaba mıdır pekiyi? Elbette hayır. En azından, safını belli eder insan.


Çinli filozof Sun Tzu günümüzden 2500 yıl önce yazdığı "Savaş Sanatı" adlı eser 13 bölümden oluşmaktadır. Toplamış olduğu 384 savaş teorisinde ilkeler, savaş alanında olduğu kadar ekonomi ve politika alanlarında da liderlere yol göstermektedir. En önemli ilkeler ise zaferin mümkün olduğu takdirde savaşsız kazanılması ile savaş ve rekabette üstünlük kazanma yollarını bulmak için fiziki unsurları, psikolojik faktörleri ve politikayı doğru bir şekilde analiz etmektir.


Avrupa’daki sanatçıların savaş ortamında ürettiği eserlerde, savaşın izlerine rastlamak mümkündür. Sanatçılar, bu küresel savaşın kendilerinde uyandırdığı duyguları eserlerine yansıtmışlar ve eserlerini kimi zaman protesto amaçlı, kimi zamansa sanattaki geleneksel estetik değerlere başkaldırı olarak, bir isyan niteliğinde meydana getirmişlerdir. Avrupa’da Kübizm, Fütürizm, Dadaizm gibi 20. Yüzyılın öncü sanat hareketleri de bu savaşın tesiriyle ortaya çıkmış ya da yeni bir biçim kazanmıştır. Avrupa’da doğan bazı sanat hareketleri içinde yer alan sanatçıların 1. Dünya Savaşı etkisindeki eserleri ele alınmış ve bu dönemde ortaya çıkan sanat akımları üzerinde durulmuştur.


Japonya'da atom bombasıyla yanan kız çocuğuna şiir yazıp da Stalin'in yokettiği milyonlarca masum kendi yurttaşı kız çocuğunu görmeyenlere sanatçı diyemiyoruz malesef. Bu karadüzen ülkemizde de kök salmış durumda. Önce bunları yıkmamız lazım. Cesur olup, olanca çıplaklığıyla sadece sanat diyerek yolumuza devam ediyoruz.


O halde size göre Kübizm, sanat tarihinde yer aldığı gibi yalnızca formalist bir deneyim, ya da genel kanının aksine perspektifin yapı bozuma uğratılmış bir hali değil. Peter Klasen’in yapıtının teknolojik realizm olması gibi, sanatsal bir realizm. Birinci Dünya Savaşı, gerçekliği parçalarına ayırdı ve Braque bu parçaları, tıpkı insanların insan bombasının infilak etmesinin ardından et parçalarını topladıkları gibi resimlerinde bir araya getirdi. Bu konuda hiç kuşku yok. Freud’un ölüm üzerine yazılarını yeniden okumalılar. Uygarlığın Sıkıntıları’nı yeniden okumalılar. Eğer bunun için zamanları olursa tabii… Şu da var ki, ben Freudyen değilim; bu benim yapımda yok. Ben teknolojik ve askeri bir kültüre aitim; psikanalitik bir kültüre değil. Jean Baudrillard gibi değilim. Fakat gene de Freud’a kadar uzanıyorum ve bunun beni gerçekten aydınlattığını söylemeliyim. Sanat bu sayede çocukta estetik gelişim,  dil becerisi, özgüven gelişimi, hayal gücünün gelişimi, yaratıcılık, empati, analitik düşünme becerisinin gelişimi sağlanmaya çalışılmaktadır.


Birey


Çözüm her zaman bireydedir. Bu sırrı çözdükten sonra gerisi çok kolay.


Evet, bireylerin birey olduklarını öğrendiklerinde zaten herşey daha güzel olacaktır.


İnsanı etkileyen her olayın, insanlık ürünü olan sanatı da etkilediği düşünüldüğünde bu büyük savaşın görsel, işitsel ve yazınsal alanlardaki sanat dallarına etkisi de kaçınılmaz olmuştur.


Sanat karşıtlaştırıcı değil birleştiricidir. Sanatın en temel özelliklerinden biri budur dolayısıyla insanlığın umududur. Kandavaları ile sanat olmaz. Taassup sanatı yokeder.


Burada bize düşen zorlu görev, savaşın dehşetine dair eksiksiz bir anlatı oluşturmanın imkânsızlığına hayıflanmaktansa, grafik sanatların üstlendiği işlevlere meydan okumak. Güvenilmezliklerini ve yetersizliklerini kendiliğinden ele veren grafik sanatlar, propaganda alanında bolca kullanılmanın yanı sıra kamuflaj faaliyetinde de kendilerine yepyeni bir kullanım alanı bulunmasına kafa yormamış lazım. Güvenilmezliklerini ve yetersizliklerini kendiliğinden ele veren grafik sanatlar, propaganda alanında bolca kullanılmanın yanı sıra kamuflaj faaliyetinde de kendilerine yepyeni bir kullanım alanı buluyor. Sanatın dili çok önemli fakat burada esas üzerinde durulması gereken, hafızanın taleplerine sanatsal dilin gücüyle cevap veren, ikisi Peru doğumlu beş çağdaş sanatçının eserleri: Mültimedya yerleştirmeler (Francesc Abad); elle çoğaltılmış görsel malzemeler (Fernando Bryce); toplu mezarları ortaya çıkaran kazılardan fotoğraflar (Francesc Torres); Franco rejiminin izlerini yeniden üreten heykeller (Fernando Sanchez Castillo) ve Franco’nun şahsi eşyalarının yakın plan fotoğrafları (Milagros de la Torre). Sanatçılar, iç savaşı ve diktatörlüğü yeniden canlandırmak amacıyla tarihsel incelemeler gerçekleştiriyor ve böylelikle mekân ve olaylara dair anıları ön plana çıkarıyorlar.


Sanatın birleştirici bir gücü tabiki vardır. Dünyanın çeşitli ülkelerinde uygulanan yaratıcı sektörlere yönelik destek mekanizmalarına odaklanan ikinci bölümde kültür-sanat sektörü ve yaratıcı endüstrilere; bağımsız sanatçı, tasarımcı ve kültür çalışanlarına; fiziksel mesafelenme döneminde yapılacak sanatsal üretime dair destekler ve kültür-sanat alanında yürütülen bilgilendirme ve savunuculuk faaliyetleri olmalıdır ve bu yaygınlaşmasına destek verilmesi şarttır. 


COVID-19 pandemi koşullarında kültür-sanatın toplumsal rolünü vurgulayan , farklı ülkelerde yaratıcı sektörleri destekleyen tedbirler almak  devletin ve sivil toplum kürüm ve kuruluşların görevi olması lazımdır. Bu dönemde; endişe ve belirsizlikler barındıran salgın sürecinde insanları bir araya getiren, rahatlatan, ilham ve umut veren sanatçıları ve kültür kurumlarını desteklemek; kültürel hayatın sürdürülebilirliğini güvence altına almak ve ülke ekonomisine katkısını sürdürmek için kısa ve uzun vadeli önlemlerin hızla alınması gerektiğinin altı çizilmesi gerektiğini düşünüyorum.


Ülkelerin kültür yönetimi modelleri uyarınca geliştirilen politikalar ve ekonomik imkânlar doğrultusundaki destek paketleri, bir yandan kültür-sanat alanının güç kaybetmemesini sağlarken diğer yandan hayatını evinden sürdüren milyonlarca insana şifa olacak yaratıcı programların farklı şekillerde devam etmesine aracılık ediyor. Türkiye’de de oldukça kırılgan bir yapıya sahip olan sanat dünyasının geri dönülemez bir yara almadan faaliyetlerine devam edebilmesi için kamu, sivil toplum ve özel sektörün el ele vererek geliştireceği, kapsamlı ve uzun vadeli bir destek modelinin hızla hayata geçirilmesi gerektiğine inanıyoruz. Alana özgü ihtiyaçları gözeten, odaklı ve tüm disiplinleri kapsayıcı bir destek mekanizması oluşturulmasının, kültür-sanatın sağaltıcı, kapsayıcı ve dönüştürücü gücünü görünür kılmada ve geniş kitlelere ulaştırmada büyük bir etkisi olacaktır.”


Sanatın insanı, istemlerin üstüne yükseltme gücü, her şeyden çok müzikte vardır. "Müzik, öteki sanatlar gibi ideaların ya da nesnelerin özlerinin görünüşü değil, istemin kendinin görünüşüdür." Bize, durmadan hareket ve mücadele eden, başıboş dolaşan, sonunda da, yeniden kendine dönüp bir defa daha mücadeleye başlayan istemi göstermektedir. "Müziğin etkisinin, öteki sanatlardan daha güçlü ve içe işleyici olması bundandır çünkü öteki sanatlar; yalnızca gölgeyicilerden söz ederken, müzik nesnelerin kendini anlatmaktadır." Müziği öteki sanatlardan ayıran başka bir şey de, duyularımızı fikirler aracılığıyla değil, dolaysız olarak etkilemesidir, akıldan daha yüce bir şeye hitap eder. Plastik sanatlar için simetri neyse, müzik için ritim de odur; böylece müzikle mimarî iki kutuptur; Goethe'nin dediği gibi, mimarî, donmuş müziktir, simetriyse duran ritimdir.


Dünya sanat yolculuğunda interaktif 3D sanatı ile çağdaş sanat ile hayalleri gerçeğe dönüştürüyorlar. Geleneksel ve çağdaş teknoloji bir araya getirerek sanata bir çığır açıyorlar.   Geleceğin Üretim Teknolojisi: 3D Printer. 3D printer’lar heyecan verici teknoloji harikaları. Sanal ortamda tasarlanmış 3 boyutlu nesnelerin elle tutulur somut nesneler olarak üretilmesini sağlayan 3D yazıcı teknolojisi ile hayal edilen her şey iş yüküne ihtiyaç olmadan üretiliyor. 3D printer’ların çıkış amacı ürünlerin kendi prototiplerini yine 3d yazıcılarla üreterek maliyeti azaltmaktı. Hatta şöyle düşününce bu işin ne kadar heyecan verici boyutta gerçekten. 3 boyutlu çikolatadan ayakkabıya, vazodan sanayi aletlerine kullanım alanı çok geniş. Bugün ev tipi 3D yazıcılarla genelde heykel ve dekoratif eşyalar tasarlansa da bu işin boyutu çok büyük. Örneği NASA uzaya gönderdiği astronotlara 3D yazıcılarla bay bay diyor çünkü astronotların ihtiyacı olacak materyaller 3D yazıcılarla uzayın derinliklerinde üretiliyor. Kocaman bir alet çantasıyla uzaya fırlatmılmaktansa orada ihtiyaç duyulacak materyalleri -bu çatal bile olabilir, kendin tasarlamak çok daha harika değil mi?


Medikalde 3D printer kullanımı çok efektif kullanılıyor. 3D baskı organ yapılıyor desek? Protez kol, bacak, kulak gibi insanların yüzünü güldürecek gelişmeler 3D yazıcılar sayesinde hayata geçiyor. Bunların dışında dünyaca ünlü modacılar yeteneklerini sergilemek, özgün tasarımlarını hayata geçirmek için de 3D yazılımlarla şaşkınlık uyandırıcı kıyafetler tasarlıyorlar. Müşterilerine kendi tasarımlarını 3D yazıcılara yükletip ürettirme gibi birçok interaktif kullanım da dünyada başlamış durumda. 3D printer ile üretilmiş ürün örnekleri ile başka bir heyecan verici. 

Teşekkür ederim. 

 

Duyumsamalarımızla devam edebildiğimize göre anlatacak çok şeyimizin olduğu ve binlerce hatta milyonlarca yıldan sonra oluşturduğumuz iyi-kötü birikimin özünde herkes açısından aslında olumlu, faydalı, iyi, güzel, doğru, erdemli, işe yarar, çekilen acılardan sonra bile yüzünü aydınlığa, Güneşe dönen, iyi işler yapmaya odaklı insanın tüm çırpınışlarının amacı ne olabilir?


Yaşamın amacı, amacı olan bir yaşamdır.


Bir 19. Yüzyıl efsanesine göre Gerçek ile Yalan bir gün buluşurlar. Yalan, Gerçeğe “bugün hava ne kadar güzel değil mi” diye sorar. Gerçek, şüpheci bir bakış ile başını gökyüzüne kaldırarak bakar ve havanın gerçekten çok güzel olduğunu görür ve başını sallayarak onaylar. Gerçek ile Yalan birlikte yürüyerek vakit geçirmeye başlarlar. Az gittikten sonra bir kuyunun yanına gelirler ve Yalan kuyudan aşağıya bakarak Gerçeğe “su ne kadar güzel değil mi, hadi gel birlikte suya girelim” der. Gerçek aynı şüphecilikle başını kuyudan aşağıya eğer. Su gerçekten çok güzeldir. Birlikte soyunup suya girerler. Kısa bir süre sonra Yalan su’dan fırlayarak kuyudan çıkar ve Gerçek'in kıyafetlerini alarak oradan koşarak hızla uzaklaşır. Yalan’ın hemen arkasından kuyudan öfke ile fırlayan Gerçek, Yalan’ın arkasından onu koşarak yakalamaya ve kıyafetlerini geri almaya çalışır ama Yalan öyle hızlı koşar ki, Gerçek'in koşturması nafiledir.

Yalan Gerçek'in kıyafetleri ile kayıplara karışır. Ne yapacağını bilmez bir şekilde ortada çırılçıplak kalan Gerçek'i gören tüm Dünya onu kınayarak öfke dolu bakışlarını geriye çevirir. Gerçek büyük bir utanç içerisinde hızlıca kuyuya geri koşar, içine girer ve bir daha ortaya çıkmamak üzere orada kaybolur. O günden beri Yalan Gerçek'in kıyafetlerini giyerek tüm Dünya'yı dolaşır ve toplumların ihtiyaçlarını karşılar çünkü dünya hiçbir zaman  Gerçek'i tüm çıplaklığıyla görecek bir istek barındırmamıştır. 


Gerçek, 5 duyumuza hitap etmek üzere bir takım kılıklara bürünür ve  bizlerin güzel-çirkin, iyi-kötü, sıcak-soğuk, ucuz-pahalı, kolay-zor, aydınlık-karanlık gibi zıtlık içeren sıfatlarla kendisini tanımlamamıza sebep olur. Gerçek hakkında düşüncelerinizi bir de bu açıdan gözden geçireceğinize eminim. İşin bir de hakikat boyutunu insanı merkeze alarak birlikte düşünelim mi?


Hakikat, gerçeğin kılıktan kıyafetten arınmış çıplak halidir ve genelde bir olayın arkasında yatar. Bizler onu ilk adımda göremeyiz. Hakikat iyi ya da kötü, sıcak ya da soğuk değildir. Hakikat daima iyidir, daima güzeldir. Tezatlık içermez. Hakikate ancak felsefe yaparak varabilir, var olan bilginin derinlerine inebilir, ve bu sorgulamacı metodoloji ile bilincimizi uyandırabilir, benliğimizi yüceltebiliriz. Demek ki felsefeye bir bilinç uyanıklığı da diyebiliriz.


Bugün bir entelektüel güçlükle karşılaşmak kendi bilgisizliğini kabullenmek demek. Böyle bir “bilme” arzusundan çok uzaklaşmış olan insan, kendi doğasını neredeyse reddetmek üzere. Doğamızda olmayan şeyleri doğamızdaymış gibi kabulleniyor olmamız ise bilgisizliğimizden kaynaklanıyor. Ne kadar oksimoron bir durum değil mi? Hem doğamız gereği bilmek istemek, hem de doğamızdan, yani bilginin kendinden uzaklaşmak ve bilgisizce haraket etmek… Modern çağın belki de en büyük ikilemlerinden biri bence bu. Bu durumdan kurtulmak ise sadece insanın kendi elindedir. Bahsettiğimiz kimi kutsal kitaplarda vaktiyle 'Yasak Elma’yı yiyerek çalışmaya mahkum edilmiş olan insandır. Ham olarak doğan insanoğlu ancak kendisine bahşedilen özellikleri kullanarak hayatta kalmayı başaracaktır. Bunun için de çalışması gerekir çünkü çalışma insanın varlık temeli ile ilgili bir fenomendir. Zira doğanın hayatta kalmak için desteğini esirgediği bir varlık; yaşamak için, hayatta kalmak için herşeyi kendisi düşünmek, kendisi meydan getirmek zorundadır.


Yaşamın amacı, amacı olan bir yaşamdır. Konumuzu biraz içselleştirelim mi? Hadi şimdi gözlerinizi kapayın ve önce kendinizi bir düşünün: “İşin kendisinin amaç niteliği taşıdığı için mi çalışıyorsunuz, yoksa işin kendisi ile değil de sonucunde elde edilenlerle mi ilgileniyorsunuz” arasındaki fark belki de size mutluluğun formülünü verecektir. 


İnsan neden ve niçin çalışır? Kapitalist sistemin insan varlığını neredeyse tam anlamıyla ele geçirmesinden beri; “tabii ki para kazanmak ve bu şekilde de yaşantımızı sürdürebilmek için” cevaplarınızı duyuyor gibiyim. Bu cevap kesinlikle geçerli ancak eksik. Çalışmayı anlayabilmek için az önce değindiğimiz insan denen varlığın varoluşuyla ilgili ilkeleri saptamamız gerekir. İnsanı bir varlık olarak çözümleyemezsek, onun sahip olduğu temel özellikleri kavrayamazsak edimlerini nasıl anlayabilir ve anlatabiliriz?

 

Sevdiklerimizi kaybettikten sonra ya da diğer bir deyişle onlar ebediyete intikal ettikten sonra, onları belli günlerde hatırlar ve anarız. Bunun sebebi yaralarımızın düzelmesi için zamana ihtiyacımız olmasıdır. Biliyor musunuz, hayatımda kimi insanları bu dediğim sıklıkta hatırladığım ve andığım gibi kimilerini de şahsen tanışmamış olmama rağmen neredeyse her gün hatırlıyorum. Mesela İsviçreli psikiyatr Carl Gustav Jung ya da ünlü şef, yazar, televizyonlarda program yapımcısı Anthony Bourdain. Derin bir nefes alalım. Hayatın Amacı Mutlu olmak değil, Yararlı Olmaktır!”


Bu yüzden, ihtiyacımız olmayan birçok şeyi satın alıyoruz. Sevmediğimiz insanlarla vakit geçiriyoruz ve hatta onların onayını almak için çok çalışıyoruz. Neden bunları yapıyoruz?


insanların çoğunluğu, insanların neden mutlu olmadıklarını ya da yaşamlarından haz almayıp tatmin olmadıklarını analiz etmeyi severler. Bunun nedenini de önemsemiyorum açıkçası. Nasıl değişebileceğimizi açıkçası daha çok önemsiyorum. Sadece birkaç yıl önce, mutlu olmak için her şeyi yaptım. Bir şey alırsın, ve bu seni mutlu eder diye düşünürsün. İnsanlarla vakit geçirirsin ve bu seni mutlu eder diye düşünürsün. Hoşunuza gitmeyen iyi bir iş bulursun ve bu seni mutlu eder diye düşünürsün. Tatile gidersin ve bu seni mutlu eder diye düşünürsün. Ama günün sonunda, yatağına uzandığında (tek başına ya da eşinin yanında) ve şöyle düşünürsün: “Bu sonsuz mutluluk arayışının sonunda ne var?”


Pekala, sana şunu diyebilirim: Seni mutlu ettiğini düşündüğün bir şeyi peşinden koşuyorsun. Aslında bu bir aldatmaca ve Aristo bize şunu söylerken de yalan söyledi: “Mutluluk hayatın anlamı ve amacıdır, insan varoluşunun tüm amacı ve sonudur.”


“Hayatın Amacı Mutlu olmak değil, Yararlı Olmaktır!”


Uzun süredir hayatın amacının sadece mutlu olmak olduğuna inandım. Peki bu doğru mu? Neden çeşitli acı ve sıkıntılardan geçiyoruz? Bu yolla mutluluğu elde etmek için mi? Bu yüzden, ihtiyacımız olmayan birçok şeyi satın alıyoruz. Sevmediğimiz insanlarla vakit geçiriyoruz ve hatta onların onayını almak için çok çalışıyoruz. Neden bunları yapıyoruz? Dürüst olmak gerekirse, tam olarak nedenini bilmek de istemiyorum. Ben bir bilim adamı değilim. Tek bildiğim, tarih, kültür, medya, ekonomi, psikoloji, siyaset, bilgi çağında bir şeyler yapmak ve yararlı olmak. Biz olduğumuz kişiyiz. Bunu kabul edelim. insanların çoğunluğu, insanların neden mutlu olmadıklarını ya da yaşamlarından haz almayıp tatmin olmadıklarını analiz etmeyi severler. Bunun nedenini de önemsemiyorum açıkçası. Nasıl değişebileceğimizi açıkçası daha çok önemsiyorum. Sadece birkaç yıl önce, mutlu olmak için her şeyi yaptım. Bir şey alırsın, ve bu seni mutlu eder diye düşünürsün. İnsanlarla vakit geçirirsin ve bu seni mutlu eder diye düşünürsün. Hoşunuza gitmeyen iyi bir iş bulursun ve bu seni mutlu eder diye düşünürsün. Tatile gidersin ve bu seni mutlu eder diye düşünürsün. Ama günün sonunda, yatağına uzandığında (tek başına ya da eşinin yanında), ve şöyle düşünürsün: “Bu sonsuz mutluluk arayışının sonunda ne var?”


Pekala, sana şunu diyebilirim: Seni mutlu ettiğini düşündüğün bir şeyi peşinden koşuyorsun. Aslında bu bir aldatmaca ve Aristo bize şunu söylerken de yalan söyledi: “Mutluluk hayatın anlamı ve amacıdır, insan varoluşunun tüm amacı ve sonudur.” Bence bu alıntıya farklı bir açıdan bakmak zorundayız. Çünkü okuduğunuzda, mutluluğun ana amaç olduğunu düşünüyorsunuz. Ama asıl soru: Mutluluğu nasıl elde ediyorsunuz? Mutluluk kendi içinde bir amaç olamaz. Bu nedenle, elde edilebilecek bir şey değildir. Mutluluğun sadece yararlılığın bir yan ürünü olduğuna inanıyorum. Bu düşüncem hakkında arkadaşlarla, ailemle ve meslektaşlarımla konuştuğumda, bunu kelimelere dökmenin her zaman zor olduğunu gördüm. Ama ben bu platformda bunu deneyeceğim. Hayatta yaptığımız çoğu şey sadece aktiviteler ve deneyimlerdir.

Tatile gitmek.

İşe gitmek.

Alışveriş yapmak.

İçecek içmek.

Yemek yemek.

Araba almak.

Bu şeyler seni mutlu etmeli, değil mi? Ama yararlı değiller. Hiçbir şey yaratmıyorsun. Sadece harcıyor ya da bir şeyler yapıyorsun. Ve bu harika öyle mi? Beni yanlış anlama. Tatile gitmeyi ya da bazen alışverişe gitmeyi seviyorum. Ama dürüst olmak gerekirse, hayata anlam katan şeyler bunlar değil. Beni gerçekten mutlu eden şey, yararlı olduğum zamanlardır. Başkalarının yada kendimin kullanabileceği bir şeyler yarattığım zamanlar da mesela. Çok uzun süredir, yararlılık ve mutluluk kavramlarını açıklamakta çok zorlandım. Ama son zamanlarda Ralph Waldo Emerson tarafından yapılan bir alıntıyla karşılaştım ve eksik tuğlalar yerine oturdu. Emerson: “Yaşamın amacı mutlu olmak değildir. Onurlu, merhametli olmak, iyi yaşamak ve yaşadığın bazı farklılıkları yaratmak için faydalı olmaktır." Ve ben bunu, hayatımda yaptığım şeyden daha bilinçli hale gelmeden önce anlamadım. Ve bu her zaman kulağa çok zor geliyor. Ama aslında çok basit.


Fark yaratan NE YAPIYORSUN?


Hayatında faydalı şeyler yaptın mı? Dünyayı ya da herhangi bir şeyi değiştirmek zorunda değilsin. Sadece doğmadan öncekinden biraz daha iyi ol.

Nasıl olduğunu bilmiyorsan, burada bazı fikirler var:

Open in app

Get started

Technical Library

Responses


To respond to this story,

get the free Medium app.

Open in app

There are currently no responses for this story.

Be the first to respond.

Hayatın Amacı?

Hüseyin GÜZEL


“Hayatın Amacı Mutlu olmak değil, Yararlı Olmaktır!”


Uzun süredir hayatın amacının sadece mutlu olmak olduğuna inandım.

Peki bu doğru mu? Neden çeşitli acı ve sıkıntılardan geçiyoruz? Bu yolla mutluluğu elde etmek için mi? Bu yüzden, ihtiyacımız olmayan birçok şeyi satın alıyoruz. Sevmediğimiz insanlarla vakit geçiriyoruz ve hatta onların onayını almak için çok çalışıyoruz. Neden bunları yapıyoruz? Dürüst olmak gerekirse, tam olarak nedenini bilmek de istemiyorum. Ben bir bilim adamı değilim. Tek bildiğim, tarih, kültür, medya, ekonomi, psikoloji, siyaset, bilgi çağında bir şeyler yapmak ve yararlı olmak. Biz olduğumuz kişiyiz. Bunu kabul edelim. insanların çoğunluğu, insanların neden mutlu olmadıklarını ya da yaşamlarından haz almayıp tatmin olmadıklarını analiz etmeyi severler. Bunun nedenini de önemsemiyorum açıkçası. Nasıl değişebileceğimizi açıkçası daha çok önemsiyorum. Sadece birkaç yıl önce, mutlu olmak için her şeyi yaptım. Bir şey alırsın, ve bu seni mutlu eder diye düşünürsün.


Yaşamda yaptıklarını sağlam bir düşünsel temel üzerine oturtan insanlar büyük düşünürdürler ve bizler onları Büyük İnsan olarak anarız. Mesela bu büyük insanlardan Albert Einstein, şöyle der; “bir konuyu basite indirgeyerek anlatamıyorsan, o konuyu öncelikle sen anlamamışsın demektir.” Bir şeyi basite indirgeyerek anlatabilmek sözde kolay özde zor bir faaliyettir. Anlattığımız şey herhangi bir konu olabilir, o şeyi tamamen bildiğimizi zannederiz çünkü bilmek isteriz.


Doğamızda olmayan şeyleri doğamızdaymış gibi kabulleniyor olmamız ise bilgisizliğimizden kaynaklanıyor. Ne kadar oksimoron bir durum değil mi? Hem doğamız gereği bilmek istemek, hem de doğamızdan, yani bilginin kendisinden uzaklaşmak ve bilgisizce haraket etmek… Modern çağın belki de en büyük ikilemlerinden biri bence bu. Bu durumdan kurtulmak ise sadece insanın kendi elindedir. Bahsettiğimiz kimi kutsal kitaplarda vaktiyle 'Yasak Elma’yı yiyerek çalışmaya mahkum edilmiş olan insandır. Ham olarak doğan insanoğlu ancak kendisine bahşedilen özellikleri kullanarak hayatta kalmayı başaracaktır.

Özgür insan ise yapacağı işi seçerek kendi mutluluğunun ya da mutsuzluğunun temellerini atacaktır.

 

Kendisini bir şeye veren, seven bir varlık olarak insan ise o şeyle bütünleşerek temel varlık özelliklerinden birine kavuşur. İnsanın yaptığı işi sevmesi gerekir. Sevme olgusu özgürlükle ve değerlerle birleşiktir. İşin kendisinin amaç niteliği taşıması ve bu varoluş biçiminin bir saflık halinde ontolojik bütünlüğünün bir parçası olması yüksek değerlerle çalışan insanlar için bir ön koşuldur. Ancak yaptıkları iş sanat, bilim, felsefe veya herhangi bir başka meslek; ne olursa olsun, sadece bir iş veya meslek olarak görenler ve işin kendisiyle değil işin sonucunda elde edilenle ilgilenenler araç değerler tarafından yönetilirler. Tüm bu kısır döngünün, insanın “duygusal” olarak istediği hayata ulaşamamasının nedeni, duygu dediğimiz şeyin bir ölçütünün olmamasıdır. insan ya mutludur ya da mutsuzdur. bu kavramlar ölçülebilir kavramlar değildir. hiç kimse dün çok üzüntülüydüm, ama bugün daha az üzüntülüyüm demez mesela. tüm bunlara bakarak yapacağımız birinci çıkarım şu olmalıdır; insanın amacı kesinlikle daha iyi bir duygu durumu olmamalıdır.


Sonuç olarak yaşam, insanın duygularını kesinlikle karıştırmaması gereken bir mücadele meydanıdır. amacımız her zaman somut, belirli seviyeleri olan hayaller olmalıdır. duygusal kurguyla oluşturulmuş her hedef sonucunda tatmin etmeyen bir kısır döngüye iter insanı. bu yüzden mantık, her zaman duygunun önünde olmalıdır. Mantığımız asıl yemek, duygularımız da bu yemeği taçlandıran şaraba benzer. Güzel bir yemeğin yanında kaliteli bir şarap her zaman iyidir, ama seçim şansımız olsaydı açlıktan ölmemek için yemeği seçerdik. dünyada manevi bir açlık çekmememiz için de seçmemiz gereken şey, duygu değil mantık olmalı.


Sosyal Şizofreni başlıklı üretimle ilgili, gerçek nedir? 


Öncelikle  bu konu tıptaki tanımı yapmak lazım: Şizofreni bir bireyin davranışlarını, hareketlerini, gerçeği algılayış şeklini ve düşüncelerini çarpıtarak değiştiren, ailesi ve sosyal çevresi ile ilişkilerini bozan psikiyatrik bir hastalıktır. Ciddi ve kronik bir hastalık olan şizofrenide hastalar gerçeklikle arasındaki bağlantısını yitirerek farklı davranışlar sergilemeye, gerçek olmayan olaylara inanmaya ve kişiliklerini değiştirmeye eğilim gösterir. Hayat boyu süren bir hastalıktır ve bu nedenle sürekli olarak tedavi gerektirir.


İle bağlantılı bir teşhis daha var o da sosyal şizofreni yani bireyin toplumun gerçekleri ile bağlarının kopması. Bu durumda toplum zaten gerçekten kopuksa ne olacak?


İnsanoğlunun yaşamasını sağlayacak, yaşamına anlam katacak bir amacının olması gerekir. İnsanın yaşam amacında da hedef piramidi yer alır. Hedef piramidinin en tepesinde kişinin soyut hedefleri vardır. Daha sonra iş sahibi, ev sahibi olmak gibi somut hedefler yer alır. Şizofreni hastasında amaç kaybolur ve hedef piramidi bozulur. Rotası belli olmayan bir gemi limandan çıktıktan sonra gideceği yer belli olmadığı için dolanır durur, sonunda bir yere çarpar kalır. Şizofrenler de, aynı rotası olmayan gemi gibi yaşam amacını kaybetmiştir.


Toplumsal bazdaki yansımasına baktığımız zaman, bir toplum gelen bilgileri amaca yönelik kullanabildiğinde sağlıklı sosyal hayatı olur. İdealleri olmayan bir toplum, amacı olmayan insana benzer. 


Bir toplumu toplum yapan onun özgeçmişi (tarihi), şu andaki kimliği ve idealleridir. Bu üç konuda fikir birliği varsa, o toplum kendi kimliğini oluşturur. Toplumun ülkü denilen ortak idealleri ve hedefleri olması gerekir. Bir toplumun ortak idealleri yok edildiğinde, farklı insan gruplarından oluşan toplumda çatışma olacağı için o toplum dağılır. İnsan beyninde ortak bir ideal oluşturulmazsa beynin bir bölgesi farklı, diğer bir bölgesi farklı çalışır ve şizofreni ortaya çıkar. 


Soyut - Somut amaçlar ölçütünden sonra, gerçekle bağın kopması ve kendince gerçekler uydurma kriteri ele alındığında ideal veya ülkü dediğimiz şeyi nereye koyacağız, en basit bilinen "yalana inanılır, doğru bilinir" cümlesi nerede duruyor?


Yapılan çalışmalar, şizofreni hastalarının biyolojik akrabalarının şizofreni ve şizofreni spektrum bozuklukları için artmış risk taşıdıklarını göstermişlerdir. Çevresel faktörler arasında doğum öncesi veya sonrası komplikasyonlar, fiziksel travmalar vs. sayılabilir. Bu faktörler şizofreni riskini arttırmakla birlikte, bu artış oranı oldukça düşüktür.


Toplumsal dayanışma için psikologlar derneği:  Hastalık belirtileri başka hastalıklarda olduğu gibi tanıdık değildir. Hatta en başlarda belirtiler bir hastalık olarak değerlendirilmeyebilir. Başlangıç döneminde bazı hastalar mistik/dini konulara aşırı eğilim duyar, bazıları metafizik ya da obsesyonel, somatik (bedensel) aşırı uğraşlarla ilk belirtileri yaşar. Çevreden şüphecilik, aşırı alınganlık, çevredeki insanların kendisine kötülük yapacağı, hakkında konuştukları düşüncesi, sosyal içe çekilme, çevreden izolasyon başlangıç belirtileri içinde sıktır. Şizofreni başlangıç belirtilerinin farklılığından dolayı tanının netleşmesi için belli bir süreye ihtiyaç olabilir. Şeklinde yorumları vardır.


Bunları kısaca, düşük aktivite, dürtü yokluğu, sosyal çekilme, çevreyle iletişim kurmama, günlük yaşamdan zevk alamamak, planlı aktivitelere başlama ya da aktiviteleri sürdürmede zorlanma, emosyonel apati, donuk/monoton konuşma olarak özetleyebiliriz. Toplumsal korkular,  mesleğini kaybetme korkusu, emirleri sorgulama, sürekli yargılanma işten atılma vs korkular toplumsal olarak teslimiyeti oluşturur.


Bir toplumun çoğunluğunun ya da tümünün şizofreniye yakalanması yani sözkonusu toplumun bunaması, kişilik bölünmesine uğraması, deli gibi bir şey olması durumudur. Üstelik delirdiğinin farkına varamayan bu tür bir toplum, akıllı insanlara deli muamelesi yapar.


Yaratıcı dahilerin ruh sağlıklarının yerinde olmadığına dair birçok görüş bulunuyor. Van Gogh, Darwin, Beethoven ve Platf gibi döneminin dâhisi olarak kabul edilen kişiler ruh hastalıklarından muzdariptiler. Yaratıcılık ve ruh sağlığı arasında bir bağ olup olmadığı bilim dünyası tarafından merak edilen konular arasında yer alıyor. İngiliz Psikiyatri Dergisi’nde yayınlanan yeni bir araştırmaya göre, yaratıcı zihne sahip olanların popülasyonun geri kalanından şizofreni, bipolar bozukluk ve depresyondan muzdarip olması daha muhtemel. Bu konudaki önceki araştırmalar, küçük örneklem büyüklüğü gibi konular nedeniyle sıklıkla sınırlı kalmıştı. Ancak bu yeni çalışma, tüm İsveç’in sağlık kayıtlarına bakılarak yapıldı ve yaklaşık 4,5 milyon insan örneklemi sağlandı.


Araştırmacılar daha sonra, bu insanların üniversitede sanatsal bir konu (müzik veya tiyatro gibi) çalışıp çalışmadıklarını hesaba kattılar. Gariptir ki, sanatçı yetenekleri bulunanlar arasında şizofreniye yakalananlar daha az yaratıcı olanlardan %90 oranında fazla. Dahası, sanatçıların bipolar bozukluk nedeniyle hastaneye yatma olasılığı yüzde 62, depresyon için hastaneye gitme olasılığı ise yüzde 39. Bu ruh sağlığı ve yaratıcılık arasında bir bağlantı bulmak için ilk çalışma değildir. Örneğin, 2010 yılında beyin taramaları, şizofrenlerin düşünce yolları ile çok yaratıcı insanlar arasında benzerlikler olduğunu ortaya çıkardı.


Bu arada, üretkenlik ve yüksek enerjinin getirileri hem yaratıcılık hem de bipolar bozuklukla bağlantılıdır. Bu bağlantının kurulmasıyla birlikte şizofreni hastalığının yaratıcı insanlarda bile görülme oranının çok düşük olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Bu nedenle eğer bir sanatçıysanız endişelenmeniz gerekmiyor.


Soyut - Somut amaçlar ölçütünden sonra, gerçekle bağın kopması ve kendince gerçekler uydurma kriteri ele alındığında ideal veya ülkü dediğimiz şeyi nereye koyacağız, en basit bilinen "yalana inanılır, doğru bilinir" cümlesi nerede duruyor ile ilgili: Mitomani, yalan söyleme hastalığı olarak bilinir. Bu hastalığa yakalanmış kişilere mitoman adı verilir. Yalan söyleme hastalığı, kişinin dikkat çekmek ve toplumda odak noktası haline gelmek için söylediği yalanlarla başlar.


Çocukluktan itibaren yalan söylemenin doğru olmadığı öğretilse de her insan yalan söyleyebilir. Yapılan araştırmalar normal insanların günde en az 1- 2 kez yalan söylediğini göstermektedir. Psikologlar derneği  yalanı yada sosyal yalanı şu şekilde açıklarlar: 


Gerçek Yalan: Kötü niyetli ve aldatıcıdır. Vahim sonuçlar doğurabilir. Yalan söyleyenin kendisine faydası vardır. İçinde gerçeklik barındırmaz ve kabul edilemez. Yalan söylenilen kişiye zararı olması, karşılıklı ilişkileri ve güveni zedelemesi nedeniyle yalanın olumsuz türü olarak değerlendirilebilir.


Beyaz Yalan: Hilesiz ve iyi niyetle söylenir. Başkasını üzüntüden, sıkıntıdan ve / veya olumsuzluktan kurtarma amacıyla söylenen genel olarak başkasının yararını göz önünde bulunduran, doğru olmayan ifadelerdir. Sonuç zararsızdır. Karşı tarafı koruyucu özelliği vardır. Biraz yalan biraz gerçektir (kıvırma). Kabul edilebilir niteliktedir.


Gri Yalan: Niyet belirsizdir, iyi veya kötü niyetle söylenebilir. Sonucu belirsizdir yani farklı sonuçlar doğurabilir. Yalandan elde edilen fayda belirsizdir. Doğruluk düzeyi belirsizdir. Sonuç yoruma bağlıdır. Bazen iyiye bazen kötüye yorumlanabilir. 


Patolojik Yalan: Yalan söyleme alışkanlığıdır. Psikiyatride mitomani olarak tanımlanır. Hastalığa sahip kişilere mitoman denir. Mitomani yunanca muthos (efsane) ve latince mania (delilik) kelimelerinin birleştirilmesinden meydana gelmiştir. Psikiyatride pseudologia fantastica olarak da adlandırılmaktadır. Mitomani hastaları yeteri kadar araştırılmamış ve anlaşılmamıştır.


Normal insanlar yalan söylediklerinde utanç ve suçluluk duyabilirler ancak mitomanlarda böyle bir durum yoktur.


a- Çoğu zaman çok güzel ve etkileyici fantastik yalanlar söylerler. Gerçekle fantazi iç içe geçtiğinde inandırıcı olabilirler.


b- Yalan söyleyerek kendilerini önemli bir insan veya kahraman gibi gösterirler.


c- Çoğu zaman kendi yalanlarına inanırlar.


d- Eski yalanlarını desteklemek için sürekli yeni yalanlar uydururlar.


e- Çoğu zaman yalan söylemenin bir amacı olmayabilir. Yani yalan söyleyerek kar elde etmezler.


f- Bazen kendilerini suçlayıcı ve zarar verici olabilirler.


g- Genel toplumda görülme oranı 1000 kişide 1 dir. Erkeklerde ve kadınlarda eşit oranda görülür.


h- Gelişimi 15-16 yaş gibi ergenlik çağından başlar ve tedavi edilmezse erişkinlik dönemine kadar devam eder..


i- Sosyal yalnızlaşma onların kendilerini keşfedilmemiş yetenek olarak görmelerine neden olur.


j- Bazen yalan makinasında yakalanamayabilirler. Çünkü diğer insanların yalan makinasında verdikleri fiziksel tepkileri vermezler.


k- Mitoman kişi sürekli hayali senaryolar, hayali olaylar ve kişiler uydurur ve söylediği bu yalanlara kendisi de inanır. Bu tip insanlar tüm hayatlarını bir yalanın üzerine kurmuştur.


l- Mitomani hastaları hasta olduklarının farkında değildir. Bu nedenle kendiliklerinden doktora gitmezler. Birlikte yaşadıkları insanlar durumdan rahatsız olup onları doktora götürürler.


m- Mitomanlar kendileriyle  övünmeye çok severler.


Toplumda bu belirtileri her yaştan her meslekten hatta sanatçılarda daha çok görülür. Mitomani hastaları stresli durumlardan kaçmak için yalanı kullanabilirler. Mitomanlar kendi gerçekliklerinden kopmuş insanlardır. Yüksek kaygılı durumlarda daha fazla yalan söylerler.


a- Hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik ve intihal suçlarını işleyenler arasında mitomanlar tespit edilmiştir. Özellikle telefon dolandırıcılarının bu gurupta olduğu düşünülmektedir.


b- Kendilerini olduğu gibi kabul edemeyen, kendine güvensiz insanlardır.

Yalanlarını geçmişte yaşadıkları anılar gibi anlatabilirler.


c- Zamanla aile ilişkileri bozulur.


d- Sosyal yalnızlaşma onların kendilerini keşfedilmemiş yetenek olarak görmelerine neden olur.


e- Bazen yalan makinasında yakalanamayabilirler. Çünkü diğer insanların yalan makinasında verdikleri fiziksel tepkileri vermezler.


f- Mitoman kişi sürekli hayali senaryolar, hayali olaylar ve kişiler uydurur ve söylediği bu yalanlara kendisi de inanır. Bu tip insanlar tüm hayatlarını bir yalanın üzerine kurmuştur.


Kendini kabul ettirme, onay görme, takdir görme duygusu, korkutmak, güç oluşturmak, kendini yafa yaptığı hatayı saklamak vs duygu sömürüsü sakin gösterme iyi gösterme şanslı gösterme duyguları yaşamaya devam ederler böylece pratik ve mantıklı olan bir şey mis gibi olaylar zinciri olur toplumda. 


Modern çağın en popüler ve en güncel rahatsızlığıdır. Zamanla da toplumsal bir alışkanlığa dönüşür.  Bireyler bunu bazen bilinçli bazen bilinçsiz şekilde yaparlar inanırlar inanıdırlar. Özelikle siyasette bunu çok iyi örnekleyebiliriz bazen öfke kontrolsüz olur. 


Yalan kişilere ve toplumlara zararı oldukça fazladır. Yalancının onur ve saygınlığı kendisi için ve toplum için zedelenir. Sürekli yalan söyleyen birinin toplumla barışık çevresiyle sağlıklı ve özgüven içinde yaşaması imkansızdır. Herkese yalan söyleyen bir kişi toplum tarafından saygı gördüğü düşünülemez. 


Yalan ile bireyler arasında güven duygusu kalmaz. Yalan ile aileler parçalanır. Yalan komşuluk ilişkilerini bozar. Toplumsal yapıyı kemiren bir hastalıktır. Yalan yüzünden adalet gerçekleşemez, çünkü şahitlik makamına kimsenin güveni kalmaz. Haklı haksız tespit edilememeye başlanır. Yalan sebebiyle haklı hakkını alamaz, suçlu da alması gereken cezayı alamaz. Bu gibi durumlar toplumlarda huzursuzluğa sebep olur. Bir çok suçsuz insanın da cezalandırılmasına sebep olurlar. Yalancı küçük bir çıkar için, başkalarına yalan söyleyerek onları aldatır. Böylece hem kendi onur ve saygınlığını zedeler hem de başkalarına zarar vermiş olur. Yalan söyleyen kişi kendisine olan saygı ve güvenini yitirir. İçinde gizlediği gerçek, sürekli onu rahatsız eder. Yalan söylemenin çeşitli nedenleri vardır. Bazı yalancılar bir çıkar sağlamak veya birilerini korumak için yalan söylerler. Bazıları ise övünmek veya önemli olduklarını anlatmak için yalan söylerler. Toplumda güven duygusunun zedelemesine neden oldukları için hiç kimse tarafından sevilip sayılmazlar.
















Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol