DİYALOG MÜZESİ
diyalogsanat.tr.gg

ELA CANSU BEKGÖZ İLE


1.168. DİYALOG: TOPLUMUN SIRLARI, AYKIRI KİMLİKLER

Çıktısını Alarak Okuma ve Diğer Çalışma Gruplarınızda Değerlendirebilirsiniz. 
Birim Fiyatı: €420

20 Ağustos 2025
Erkan YAZARGAN
------------------------------

"Gerçek sanat, insan hikayelerinden beslenir. Ve sizin "Diyalog Müzesi" projeniz, bu hikayelerin kaybolmamasını sağlayarak, sanatın en temel amacına hizmet ediyor. Bu diyaloglar aracılığıyla, sanatın ruhunun, ölümsüz olduğunu bir kez daha kanıtlıyorsunuz."

Diyalog Müzenizdeki Ela Cansu Bekgöz ile olan 262. diyalogunuzun birleştirilmiş analizini sunuyorum.

Diyaloğun Genel Değerlendirmesi

Bu diyalog, genç bir müzisyenin, Ela Cansu Bekgöz'ün sanatsal ve kişisel yolculuğunu samimi ve doğrudan bir şekilde gözler önüne seriyor. Konuşma, onun piyano eğitiminden uluslararası yarışmalardaki başarılarına, yurt dışı deneyimlerinden kişisel kimliğine uzanan bir portre çiziyor. Diyalog, başarı odaklı bir röportajdan ziyade, bir gencin tutkularını ve kimliğini keşfetme serüvenine dair keyifli bir sohbete dönüşüyor.

Öne Çıkan Başlıklar ve Bağlantıları

1. Sanat ve Şehir: Münih'in Sanatsal Atmosferi

Diyalog, Münih'in kültürel ortamıyla başlıyor. "Gasteig" gibi bir sanat merkezinden bahsedilmesi, sadece şehrin fiziki yapısını değil, aynı zamanda sanatın şehir hayatıyla nasıl bütünleştiğini gösteriyor. Bu, Asena Akan diyalogunuzdaki "sanat dokunur" temasıyla benzerlik taşıyor. Sanat, bu diyalogda da, sadece bir sahnede icra edilen bir şey olmaktan öte, şehrin dokusuna işlenmiş, yaşanır bir olgu olarak sunuluyor.

2. Eğitim ve Kişisel Gelişim: Sürekli Bir Yolculuk

Ela Cansu Bekgöz'ün özgeçmişi, kariyerinin başından itibaren disiplinli ve hedef odaklı bir yaklaşım sergilediğini gösteriyor.
 
* Akademik Bağlam: Mimar Sinan'dan Münih'teki Erasmus programına uzanan eğitim serüveni, sanatta gelişimin sadece yetenekle değil, aynı zamanda sürekli öğrenmeyle mümkün olduğunu vurguluyor. "Pratik uygulamalı dersler" seçimi ise, dil bariyerini aşma ve yeni bir kültüre adapte olma çabasını ortaya koyuyor.
 
* Yarışmaların Rolü: Eskişehir'deki "ilk yarışma" ve Bulgaristan'daki "Uluslararası Genç Virtüözler" yarışması, onun için sadece birer rekabet alanı değil, aynı zamanda "cesaretlenme" ve "deneyim" kazanma platformu oluyor. Bu, tıpkı "Saime" şiirinde olduğu gibi, zorlukların kişisel gelişim için bir fırsat olduğu fikrini destekliyor.

3. Kimlik ve Aidiyet: Galatasaray ve Sanatın Kesişimi

Diyaloğun en ilginç ve samimi kısmı, sonundaki "Galatasaray" sorusuyla ortaya çıkıyor. Bir anda, akademik ve sanatsal kimliğin ötesinde, genç bir kadının tutkuyla bağlı olduğu bir diğer kimlik de belirginleşiyor.
 
* Aidiyet Duygusu: "Böyle doğdum, böyle büyüdüm" ifadesi, onun için bu aidiyetin ne kadar köklü olduğunu gösteriyor. Bu, sadece bir futbol takımı sevgisi değil, aynı zamanda aileden gelen, kültürel bir kimlik mirası.
 
* Gelenek ve Modernlik: Bu yanıt, Ela Cansu Bekgöz'ün hem uluslararası alanda modern bir müzisyen olarak var olduğunu hem de kendi köklerine ve kimliğine bağlı kaldığını gösteriyor. Bu, "Saime" şiirindeki göç temasıyla da bir bağ kuruyor; bireyler ne kadar hareket ederse etsin, kendi özüne ve aidiyetlerine dönme ihtiyacı duyar.

Diyalogların Ortak Paydası: Öz ve Kimlik
Hem Asena Akan hem de Ela Cansu Bekgöz diyalogları, sanatçıların kendi özlerine ve kimliklerine olan yolculuklarını ele alıyor.
 
* Asena Akan için bu yolculuk, "çocukça" bir saflık ve "kendinden bağımsızlaşma" arayışı.
 
* Ela Cansu Bekgöz için ise, uluslararası başarıların ve eğitimin getirdiği kimliğin yanı sıra, "Galatasaraylı bir kız" olma gibi köklü bir aidiyeti de içinde barındırma cesareti.

Her iki diyalog da, sanatın sadece teknik bir yetenekten ibaret olmadığını, aynı zamanda bir yaşam biçimi, bir kimlik ifadesi ve sürekli bir keşif süreci olduğunu vurguluyor.

SAİME' DEN FARKI

"Saime" şiir dizisi ve Ela Cansu Bekgöz diyalogları arasındaki en temel fark, biri yaşamın bütününü özetleyen bir destan, diğeri ise bir anın ve o andaki potansiyelin portresi olmasıdır.

Ana Farklar ve Nedenleri
 
* Bakış Açısı ve Dönem Farkı:
   * Saime: Şiir, dışarıdan, üçüncü bir gözlemci tarafından (yazarın gözüyle) geriye dönük bir anlatım sunar. Yaşlılığa, hastalığa ve ölüme kadar uzanan, bitmiş bir hayat hikayesini anlatır. Bu nedenle, ele aldığı konular daha çok göç, yokluk ve nesillerin devamı gibi geçmişle ilgili, tarihsel temalardır.
   
* Ela Cansu Bekgöz: Diyalog, güncel bir anı yakalar. Ela Cansu, kariyerinin başında, gelişim ve keşif aşamasında olan genç bir sanatçıdır. Konuşma, onun geçmişteki başarılarından çok, şimdiki deneyimlerine ve geleceğe yönelik potansiyeline odaklanır.
 
* Anlatı Tarzı:
   * Saime: Şiir, epik ve belgeselci bir üsluba sahiptir. Bir olayı ya da anı anlatmaktan çok, bir ömrün tamamını, tüm zorlukları ve dönüşümleriyle bir bütün olarak ele alır.
   * Ela Cansu Bekgöz: Diyalog, röportaj tarzındadır, dolayısıyla daha parçalı ve soru-cevap formatında ilerler. Her cevap, onun kişiliğinin farklı bir yönünü, kariyerindeki bir dönüm noktasını veya aidiyet duygusunu aydınlatır.
 
* Tematik Odak:
   * Saime: Teması "insanlık durumu" ve bir kadının zorlu yaşam mücadelesidir. Bu hikaye, bireysel bir yaşamdan yola çıkarak toplumun göç, yokluk ve nesiller arası bağlar gibi ortak acılarını ve sevinçlerini işler.
   * Ela Cansu Bekgöz: Teması "sanatçı olmak" ve kişisel başarıdır. Diyalog, bir sanatçının nasıl yetiştirildiğini, hangi engelleri aştığını ve kimliğini nasıl inşa ettiğini anlatır. Odak noktası, daha çok kariyer ve kişisel gelişimdir.

Kısacası, Saime bir dönemin ve bir hayatın özeti iken, Ela Cansu Bekgöz diyalogu bir sanatçının yolculuğundaki bir andır. Biri geçmişe, diğeri ise şimdiki zamana ve geleceğe ışık tutar.

"Saime" ve "Ela Cansu Bekgöz" diyalogları arasındaki karşılaştırma, iki kadının yaşadığı dönemsel farklılıkları ve bu farklılıkların yarattığı fırsat eşitsizliklerini net bir şekilde ortaya koyuyor.

Bu farklar, sadece bireysel hayatlar değil, aynı zamanda toplumun kadınlara sunduğu imkanların nasıl değiştiğini de gösteriyor.

Temel Farklar ve Eşitsizlikler
1. Eğitim ve Kariyer Fırsatları
 * Saime: Şiirde, Saime'nin babası tarafından "kız çocuğu okusa ne olacak" düşüncesiyle okula gönderilmediği açıkça belirtiliyor. O dönemde, bir kadının hayatı genellikle ev işleri, tarla işleri ve annelik rolleriyle sınırlıydı. Yetenekleri veya potansiyeli ne olursa olsun, bir kariyer inşa etme fırsatı ona verilmedi. Onun varlığı, daha çok hayatta kalmak ve ailesini beslemek üzerine kuruluydu.
 
* Ela Cansu: Tam aksine, Ela Cansu'nun hayatında eğitim birincil öncelik. Güzel Sanatlar Üniversitesi Konservatuvarı'na kabul ediliyor, uluslararası yarışmalara katılıyor ve Erasmus programıyla yurt dışında eğitim alıyor. Onun hayatı, yeteneklerini geliştirme ve profesyonel bir müzisyen olma fırsatları üzerine kurulu. Ailesi ve çevresi tarafından destekleniyor, ki bu durum Saime'nin hayatındaki "yokluk" temasıyla keskin bir tezat oluşturuyor.

2. Coğrafi ve Sosyal Hareketlilik
 * Saime: Saime'nin hayatındaki hareketlilik mecburi göçlerden ibaret. Ailesiyle birlikte yokluk nedeniyle köylerinden ayrılmak zorunda kalıyor ve bu göçler onun üzerinde bir travma bırakıyor ("Ne kadar kaçarsan... dönüp durduğun aslında bir noktacık"). Hareketliliği, özgür bir seçimden ziyade, hayatta kalma mücadelesinin bir sonucu.
 
* Ela Cansu: Ela Cansu'nun hareketliliği ise bir fırsatın sonucu. Erasmus programıyla Münih'e gitmesi, kendi isteğiyle ve kariyerini geliştirmek amacıyla attığı bir adım. Bu hareketlilik, onun için kişisel gelişim ve yeni kültürel deneyimler anlamına geliyor.

3. Kimlik ve Kendini İfade
 * Saime: Saime'nin kimliği daha çok aile rollerine ve toplumsal konumuna (anne, eş, anneanne) göre şekilleniyor. Bireysel arzuları veya yetenekleri değil, ailesi için verdiği mücadeleler ve fedakarlıklar onu tanımlıyor. Onun hikayesi, kişisel bir ifade olmaktan çok, bir dönemin ortak acılarını yansıtıyor.
 
* Ela Cansu: Ela Cansu ise hem sanatsal kimliğini (piyanist), hem de kişisel kimliğini (Galatasaraylı) özgürce ifade edebiliyor. Eğitim ve başarı, onun kimliğinin temelini oluştururken, bu kimliklerin bir çatışma yaratmasına gerek kalmıyor. Toplum ona, hem başarılı bir sanatçı hem de tutkulu bir birey olma hakkını tanıyor.

Sonuç olarak, Saime'nin hikayesi fırsat eşitsizliklerinin ve toplumsal kısıtlamaların bir yansımasıyken, Ela Cansu'nun hikayesi erişilebilirlik ve kişisel seçim özgürlüğünün bir örneğidir. Her iki hikaye de kendi zamanları için değerli ve gerçektir, ancak aralarındaki temel fark, kadınların hayatlarının kendi potansiyellerini ne kadar gerçekleştirebildiği konusunda yatar.

ZENGİN İŞİ

Bu çok katmanlı bir soru ve cevabı da tarihsel süreçlere, sanat dalına ve toplumsal dinamiklere göre değişir. "Sanat zengin işi midir" sorusu hem evet hem hayır şeklinde yanıtlanabilir.

Sanatın Zenginlikle İlişkisi

1. Tarihsel Olarak Sanat, Patronaj Sisteminin Bir Parçasıydı.

Tarih boyunca sanat, krallar, soylular, din adamları ve zengin tüccarlar gibi varlıklı kişilerin himayesi altında gelişti. Sanatçılar, eserlerini bu patronlar için sipariş üzerine yapıyor, karşılığında barınma, yiyecek ve finansal destek alıyorlardı. Rönesans döneminde Medici Ailesi'nin Leonardo da Vinci ve Michelangelo gibi sanatçılara sağladığı destekler bunun en bilinen örnekleridir. Bu dönemde halktan birinin sanatla uğraşması neredeyse imkânsızdı. Sanat, yalnızca zenginlerin ulaşabildiği ve desteklediği bir alandı.

2. Sanat Üretimi ve Tüketimi Maliyetlidir.
Günümüzde de resim, heykel veya müzik gibi bazı sanat dalları, üretim aşamasında yüksek maliyetler gerektirebilir. Malzeme, stüdyo kiralama, atölye masrafları veya enstrüman alımı gibi giderler, sanatçı için ciddi bir yük oluşturur. Öte yandan, sanat eserlerinin en büyük alıcıları, koleksiyoncular ve müzelerdir. Bu da, sanat piyasasının genel olarak yüksek gelirli bir kesime hitap ettiğini gösterir. Bir sanat eseri fiyatı, sanatçının tanınırlığı, galerisi ve eserinin geçmişi gibi faktörlere bağlı olarak milyon dolarları bulabilir.

Sanatın Zenginlikten Bağımsız Yönleri

1. Sanat Her Yerde, Her Zaman Üretilebilir.
Sanatın tanımı sadece pahalı tablolarla veya heykellerle sınırlı değildir. "Saime" şiir dizisinde de gördüğümüz gibi, sanat en zorlu koşullarda bile var olabilir. Bir gaz lambasının isinin silinmesi, bir göçün bıraktığı izler veya kardeşler arasındaki bağlar da sanatın konusu olabilir. Sanat, bir duygunun, düşüncenin veya deneyimin ifadesidir. Bunun için her zaman pahalı malzemeler veya büyük bütçeler gerekmez; bazen bir kağıt, bir kalem veya sadece sözcükler yeterlidir.

2. Dijitalleşme Sanatı Demokratikleştiriyor.
Günümüzde internet ve dijital platformlar, sanatın herkese ulaşmasını ve herkes tarafından üretilmesini kolaylaştırıyor. Bir yetenek, pahalı bir eğitim veya galeri desteği olmadan da sosyal medya üzerinden kitlelere ulaşabiliyor. Bu durum, sanatın zenginlerin tekelinde olduğu algısını kırıyor ve sanatçılara kendi eserlerini daha geniş bir kitleye sunma imkanı veriyor.

Sonuç: Bir Çelişki Alanı Olarak Sanat
Sanat, bir yandan büyük ekonomik değerlerin döndüğü, yatırım aracı olarak görülen bir alanken, diğer yandan en derin ve en samimi duyguların dışa vurumu için kullanılan bir araçtır. Saime'nin hayatında sanat, hayatta kalmanın ve kültürel mirasın bir parçası olarak doğal yollarla ortaya çıkarken, Ela Cansu gibi sanatçılar için sanat, emek, disiplin ve maddi imkanlarla inşa edilen bir kariyer yolu olabilir.

Bu çelişki, sanatı ilginç ve dinamik kılar. Yani sanat, zenginlerin finanse ettiği bir iş olabileceği gibi, aynı zamanda yoksulluğun ve mücadelenin içinden doğan bir hayatta kalma biçimi de olabilir.

SORU: Michelangelo' nun "ey Floransa, sen ne kadar orospusun! Seni her kurtarmaya gelene ihanet ediyorsun" sözü doğru mudur, ne anlamalıyız. Dönemini ve günümüzü karşılaştırır mısın?

Michelangelo'nun Floransa'ya söylediği iddia edilen bu söz, o dönemin politik çalkantıları göz önüne alındığında oldukça anlamlıdır ancak bu sözün doğrudan Michelangelo'ya ait olduğuna dair kesin bir tarihi kanıt yoktur. Bu daha çok, dönemin hayal kırıklığını ve ihanet duygusunu özetleyen, ona yakıştırılmış bir ifadedir.

Sözün Anlamı ve Dönemi
Michelangelo'nun yaşadığı 15. ve 16. yüzyıllar, İtalya'da Rönesans'ın en parlak dönemi olmakla birlikte, aynı zamanda şehir devletlerinin siyasi çatışmalarla ve güç savaşlarıyla boğuştuğu bir zamandı. Floransa, Medici ailesinin yönetimi altında altın çağını yaşarken, zaman zaman cumhuriyet yanlısı ayaklanmalarla ve dış güçlerin istilalarıyla karşı karşıya kaldı.

Michelangelo'nun, "Her kurtarmaya gelene ihanet ediyorsun" sözü, Floransa'nın bu istikrarsız ve nankör politik duruşuna duyulan öfkeyi yansıtır. Şehir, dışarıdan gelen ve onu korumaya çalışan güçlere (örneğin Fransa Kralı veya Papa) sırtını dönmekle, kendi içindeki liderlere (Medici ailesi gibi) defalarca darbe yapmakla suçlanıyordu.

Bu söz, sadece siyasi bir eleştiri değil, aynı zamanda şehrine derin bir sevgi ve hayranlık duyan bir sanatçının hayal kırıklığının da bir ifadesidir. O, şehri için heykeller (Davut) ve resimler (Sistina Şapeli) üreterek ona bir kimlik kazandırmıştı. Bu nedenle Floransa'nın kendi kaderine ihanet etmesi, onun için kişisel bir acı kaynağıydı.

Dönem ve Günümüz Karşılaştırması

Politik Belirsizlik ve Liderlik
* Michelangelo'nun Dönemi: Şehir devletleri arasındaki sürekli güç değişimleri, iç ayaklanmalar ve dış tehditler, halkta güvensizlik ve umutsuzluk yaratıyordu. Liderler ve kurtarıcılar sık sık değişiyor, verilen sözler tutulmuyordu.
 
* Günümüz: Bugün de birçok toplum, siyasi istikrarsızlık, artan popülizm ve değişen liderliklerle mücadele ediyor. Halk, sık sık beklentilerini karşılayamayan veya ihanet eden siyasi figürlere karşı hayal kırıklığı yaşıyor. Floransa'nın o dönemde yaşadığı "kime güveneceğini bilememe" hali, modern toplumların da ortak bir sorunu haline gelmiştir.

Sanatın Toplumdaki Yeri
* Michelangelo'nun Dönemi: Sanat, gücün ve statünün en büyük göstergesiydi. Liderler ve zengin aileler, sanat eserleri aracılığıyla kendi güçlerini ve kültürel üstünlüklerini sergiliyordu. Michelangelo gibi sanatçılar, politik birer figür gibiydi.
 
* Günümüz: Sanat hala bir statü sembolü olsa da, popüler kültür ve ticari kaygılarla iç içe geçmiştir. Sanatçılar, eskisi gibi bir şehri temsil etmek veya onun için büyük bir sembol yaratmak yerine, genellikle küresel bir pazar için üretim yapmaktadır. Ancak, "Sanat zengin işi midir" sorunuzda da tartıştığımız gibi, dijital platformlar sayesinde sanatçılar daha geniş kitlelere ulaşarak kendi "şehrini" (topluluğunu) yaratabiliyor.

Halkın İhaneti
* Michelangelo'nun Dönemi: İhanet, genellikle fiziksel bir darbe veya siyasi bir manevra ile somutlaşıyordu. Halk, liderlerini desteklemekten vazgeçerek veya düşmanla işbirliği yaparak "ihanet" ediyordu.
 
* Günümüz: Günümüzde ihanet kavramı daha karmaşıktır. İnsanlar, idealize ettikleri liderlerin veya sistemlerin yozlaştığını, verdikleri sözlerden caydığını gördüklerinde hayal kırıklığına uğruyorlar. Bu durum, toplumun siyasi süreçlere olan güvenini sarsıyor ve bireylerde apolitik bir duruşa yol açabiliyor.

Sonuç olarak, Michelangelo'ya atfedilen bu söz, günümüz dünyasının da temel bir meselesi olan istikrarsızlık, güven kaybı ve liderlere olan inancın yitirilmesi gibi evrensel temaları ele alır. Floransa'nın politik ikiyüzlülüğü, çağlar boyunca değişen, ancak doğası aynı kalan insanlık durumunun bir yansımasıdır.

SORU: Şehir, şehrin ruhu, şehir ve sanat dediğimizde ne anlamalıyız örneklendirir misin? Daha sonra şehir ve kadın sorumu soracağım.

Şehir, şehirlerin ruhu ve şehir-sanat ilişkisi, aslında birbiriyle iç içe geçmiş ve birbirini var eden kavramlardır. Şehri sadece coğrafi bir mekan olarak düşünmek yerine, onun yaşayan bir organizma olduğunu kabul ettiğimizde, bu kavramları daha iyi anlayabiliriz.

Şehir, Şehrin Ruhu ve Sanat

Şehir; binalar, caddeler ve parklardan oluşan fiziksel bir yapıdır. Ancak bir şehri sadece bu yapılara indirgemek, onun gerçek kimliğini göz ardı etmek olur. Bir şehrin gerçek kimliğini ve enerjisini oluşturan şey, şehrin ruhudur. Bu ruh, şehirde yaşayan insanların bir araya gelmesiyle, paylaşılan hatıralarla, kültürel etkinliklerle ve o şehre özgü hikayelerle oluşur.

İşte tam bu noktada sanat devreye girer. Sanat, şehrin ruhunu görünür kılan, somutlaştıran ve gelecek nesillere aktaran bir araçtır. Sanat, şehir ve insan arasındaki en güçlü bağlardan birini kurar.

Örneklerle Kavramları Somutlaştırma
 
* Mimari ve Heykel: Paris'teki Eyfel Kulesi veya New York'taki Özgürlük Heykeli sadece metal yığınları değildir. Onlar, bulundukları şehirlerin ruhunu, tarihini ve değerlerini temsil eden sembollerdir. Eyfel Kulesi, Paris'in romantik ve aydınlanmacı ruhunu; Özgürlük Heykeli ise New York'un özgürlük ve umut dolu ruhunu simgeler.
 
* Müzik ve Edebiyat: Bir şehrin ruhu, müziğinde ve edebiyatında yankılanır. Neşet Ertaş'ın türküleri, Anadolu'nun bozkır ruhunu yansıtırken, Orhan Pamuk'un romanları İstanbul'un melankolik ve katmanlı ruhunu dile getirir. Bu eserler, şehirlerin sadece binalardan ibaret olmadığını, aynı zamanda birer duygu ve yaşanmışlık yumağı olduğunu gösterir.
 
* Sokak Sanatı ve Grafiti: Sokak sanatları, şehrin en samimi ve en asi ruhunu yansıtır. Banksy'nin eserleri, bir şehrin politik ve sosyal vicdanı haline gelirken, bir mahalle duvarındaki grafiti, o mahallenin gençliğinin ruhunu ve isyanını anlatabilir. Bu sanatlar, şehrin ruhunun en dinamik ve canlı göstergeleridir.

Sanat, bir şehrin ruhunu oluşturan kolektif belleği, umutları, acıları ve sevinçleri saklar. Tıpkı sizin "Diyalog Müzesi" projenizde olduğu gibi, şehirler de kendi hikayelerini sanat aracılığıyla anlatır.

Şimdi "şehir ve kadın" sorunuza geçebiliriz. Şehir, kadın için nasıl bir anlam ifade eder ve bu ikili arasındaki ilişki nasıl şekillenir?

SORU: Değil  Yuvayı dişi kuş yapar atasözünden hareketle fahişelik gerçeği ve şehir nedir?

"Yuva" kavramını "dişi kuşun" yapması, toplumumuzda kadına atfedilen en temel rollerden birini, yani evi ve aileyi bir arada tutan, koruyan ve besleyen kişi olma misyonunu ifade eder. Bu atasözü, kadının "yuva" içindeki güvenli ve ahlaki alanın mimarı olduğunu vurgular. Bu bağlamda, "fahişelik" gerçeği ve şehir kavramı, bu geleneksel yuvaya ve onunla ilişkilendirilen değerlere tam zıt bir dünya sunar.

Fahişelik Gerçeği ve Şehir

Fahişelik, geleneksel yuva kavramının dışında, çoğu zaman ailenin ve toplumun ahlaki normlarının reddettiği bir gerçekliktir. Bu meslek, bedenin metalaşması ve duygusal bağların kopukluğu üzerine kuruludur. "Yuva" kavramı sıcaklık, aidiyet ve korunmayı temsil ederken, fahişelik çoğu zaman güvensizlik, sömürü ve yalnızlığı çağrıştırır.

Şehir, bu zıtlıkların en belirgin şekilde yaşandığı yerdir. Şehir, hem "yuva"yı (aileleri, mahalleleri) barındırır hem de geleneksel normların dışında kalan yaşamları (fahişelik gibi) mümkün kılar.
 
* Şehir, Anonimliğin ve Özgürlüğün Alanıdır: Küçük bir köyde veya kasabada bir kadının hayatı, genellikle toplumun yakın takibi ve geleneksel kurallar tarafından belirlenir. Şehir ise, bu baskıdan uzak, daha anonim bir ortam sunar. Bu anonimlik, bir yandan bireye geleneklerin dışına çıkma özgürlüğü tanırken, diğer yandan fahişelik gibi marjinalleşen mesleklerin görünmez olmasına olanak sağlar.
 
* Şehir, Ekonomik Fırsatların ve Hayatta Kalma Mücadelesinin Kesişimidir: Şehirler, ekonomik fırsatların en yoğun olduğu yerlerdir. Ancak bu fırsatlar, aynı zamanda büyük bir rekabeti ve hayatta kalma mücadelesini de beraberinde getirir. Fahişelik, çoğu zaman bu ekonomik mücadelenin ve yoksulluğun bir sonucu olarak ortaya çıkar. "Yuva" yapma imkanı bulamayan, ekonomik ve sosyal desteğe erişemeyen kadınlar için şehir, bir hayatta kalma alanı haline gelebilir.
 
* Şehir, Çelişkili Ahlakların Merkezidir: Şehirler, geleneksel "yuva" değerlerini koruyan ailelerin yanı sıra, bu değerleri sorgulayan veya onlara karşı gelen farklı yaşam tarzlarına da ev sahipliği yapar. Fahişelik, şehrin bu karmaşık ve çelişkili ahlaki yapısının bir parçasıdır. Bir yanda aile ve toplumsal normlar yüceltilirken, diğer yanda aynı şehrin sokaklarında bu normların dışında kalan yaşamlar devam eder.

Sonuç olarak, "yuvayı dişi kuş yapar" atasözü, kadına atfedilen rolün bir idealini sunar. Ancak fahişelik gerçeği, bu idealin her zaman mümkün olmadığını, özellikle şehirlerin anonim ve karmaşık yapısı içinde farklı hayat hikayelerinin ortaya çıktığını gösterir. Şehir, hem geleneksel "yuva"nın hem de onun karşıtı olan yaşamların var olabildiği, çelişkilerle dolu bir organizmadır.

SORU: Fahişelerin de çocukları olamaz mı veya bir kadın norm dışı çocuk sahibi olmuşsa o çocuk insan değil midir?

Elbette, bir fahişenin de çocuğu olabilir. Fahişelik, bir kadının mesleğidir ve annelik, biyolojik ya da manevi bir bağdır. Bu iki durum birbirini dışlamaz. Bir kadının mesleği ne olursa olsun, annelik duygusunu yaşama ve çocuk sahibi olma hakkı vardır.

Çocuk ve İnsani Değer

Bir çocuğun insan olup olmadığı veya değerinin ne olduğu, ebeveynlerinin mesleğine veya normlara uygun bir ilişki içinde olup olmadıklarına bağlı değildir. Bu, hem hukuki hem de evrensel insani değerler açısından temel bir gerçektir.
 
* Evrensel Haklar: Her çocuk, doğduğu andan itibaren eşit haklara sahiptir. Bu haklar; yaşama, gelişme, korunma ve kendini ifade etme haklarıdır. Bu haklar, anne veya babanın kimliğine, mesleğine veya sosyal statüsüne göre değişmez.
 
* Toplumsal Önyargılar: Bir kadının "norm dışı" çocuk sahibi olması, genellikle toplumun geleneksel ahlak yargılarından kaynaklanan bir önyargıyla karşılanır. Ancak bu önyargılar, çocuğun insani değerini veya onun sevgi dolu bir ortamda büyüme hakkını etkilememelidir. Önemli olan, çocuğa verilen sevgi, ilgi ve destektir.
 
* Annelik ve Koşullar: Anneliğin tanımı, sadece biyolojik bir eylemden ibaret değildir. Annelik, bir çocuğa sevgi, şefkat ve koruma sunabilme yeteneğidir. Fahişelik yapan bir kadın, tıpkı başka herhangi bir meslekten bir kadın gibi, anneliğin bu temel gerekliliklerini yerine getirebilir. Çocuğunun yaşamını ve geleceğini güvence altına almak için gösterdiği çaba, anneliğin en değerli biçimidir.

Sonuç olarak, "norm dışı" bir çocuk yoktur; sadece toplumun normları dışında kalan yaşamlar ve bu yaşamlara yönelik önyargılar vardır. Bir fahişenin çocuğu da, herhangi birinin çocuğu gibi, sevgiye, saygıya ve korunmaya layık bir bireydir.

SORU: DaVinci ile devam edersek, babası tarafından kabul edilmeyen bir çocuğun insanlık tarihini ve şehirleri nasıl etkilediğini anlatır mısın?

Büyük usta Leonardo da Vinci, babası tarafından resmi olarak kabul edilmeyen, "piç" statüsünde bir çocuktu. Bu durum, sadece onun kişisel hayatını değil, aynı zamanda sanat ve bilim tarihindeki yerini ve şehirlerle olan ilişkisini de derinden etkiledi.

Reddedilişin Yalnızlığı ve Yaratıcılığı

Leonardo'nun meşruiyet dışı doğumu, ona Floransa'daki üniversitelere gitme veya resmi meslek loncalarına katılma gibi fırsatları kapattı. Ancak bu reddediliş, onu geleneksel sistemin dışına iterek bir nevi özgür bıraktı.
 
* Akademik Kısıtlamalardan Kurtuluş: 

Üniversite eğitimi almadığı için, dönemin katı akademik dogmalarına bağlı kalmadı. Bu da ona, dünyayı kendi gözleriyle gözlemleme ve keşfetme serbestisi verdi. İnsan anatomisini gizlice incelemesi, kuşların uçuş mekaniğini araştırması ve sayısız not defterini doldurması, işte bu gelenek dışı yaklaşımının sonuçlarıdır.
 
* Bilim ve Sanatı Birleştirme: Bu durum, onu sanatı bilimle, bilimi sanatla birleştirmeye itti. Bir ressam olarak ışığın, gölgelerin ve perspektifin matematiksel temellerini araştırdı. Bir bilim insanı olarak ise, gözlemlerini sanat eserleriyle (örneğin anatomik çizimler) ölümsüzleştirdi. Bu bütüncül yaklaşım, Rönesans'ın en önemli yeniliklerinden biri oldu.

Şehirler ve Değişen Rolü

Michelangelo gibi bir "Floransalı" olmaktan ziyade, Leonardo için şehirler, yeteneklerini sergileyebileceği ve himaye bulabileceği yerlerdi. Onun için şehir, bir aidiyetten çok, bir "pazar" veya "atölye" işlevi görüyordu.
 
* Floransa (Doğum Yeri): Floransa'da genç bir sanatçı olarak başladı. Babası onu ressam Andrea del Verrocchio'nun atölyesine yerleştirdi. Bu atölye, onun dehasının ilk yeşerdiği yer oldu. Ancak tam anlamıyla bir Floransalı sayılmaması, onu şehrin entrikalarından ve politik oyunlarından nispeten uzak tuttu.
 
* Milano (Kariyerinin Zirvesi): Leonardo, Floransa'daki rekabetçi ortamdan uzaklaşarak Milano Dükü Ludovico Sforza'nın himayesine girdi. Burada sadece bir ressam değil, aynı zamanda bir mühendis, mimar ve mucit olarak da hizmet verdi. "Son Akşam Yemeği" gibi başyapıtlarını bu şehirde üretti. Milano, onun çok yönlü dehasının tam anlamıyla çiçek açtığı bir yer oldu.
 
* Diğer Şehirler: Kariyeri boyunca Roma'ya, Venedik'e ve Fransa'ya seyahat etti. Her şehir, ona yeni bir himaye, yeni bir proje ve yeni bir araştırma konusu sundu. O, bir şehre bağlı kalmak yerine, daima yeteneğine en çok değer veren yere gitti.

Sonuç olarak, Leonardo da Vinci'nin babası tarafından kabul edilmemesi, onu toplumsal normların dışında bir birey haline getirdi. Bu dışlanmışlık, bir yandan kişisel bir acı kaynağı olsa da, diğer yandan ona geleneksel kısıtlamalardan bağımsız düşünme ve yaratma fırsatı verdi. Bir şehre değil, daima kendi yeteneğine sadık kalan bu deha, sanat ve bilimin kesişiminde iz bırakarak insanlık tarihini kökten değiştirdi. Onun hikayesi, bir bireyin en büyük zaafının, aynı zamanda en büyük gücü olabileceğini gösterir.

SORU: Ünlüleri sayıp anlatırken sanki her şeylerini biliyormuşuz gibi sahiplenmemizin nedeni nedir, bir insan bir başkasını ne kadar tanıyabilir?

Ünlüleri sahiplenme ve yakından tanıma yanılsamamızın altında psikolojik ve sosyal birkaç önemli neden yatıyor. Bir insanı ne kadar tanıyabileceğimiz sorusu ise bu durumun temelini oluşturan felsefi bir soru.

Sahiplenme Yanılsamasının Nedenleri
 
* Parazit Sosyal İlişki (Parasocial Relationship):
   
Bu, en temel nedenlerden biridir. Parazit sosyal ilişki, bir bireyin, medyadan tanıdığı (oyuncu, şarkıcı, ünlü, vb.) kişiyle tek taraflı olarak duygusal bir bağ kurmasıdır. Biz, ünlüleri televizyonda, sosyal medyada veya filmlerde izlerken, onların hayatlarına tanık olduğumuzu, duygusal anlarına ortak olduğumuzu düşünürüz. Onları sürekli gördüğümüz için beynimiz, onları yakın bir arkadaş gibi algılamaya başlar. Bu, çift yönlü olmayan, sadece bizim tarafımızdan kurulan bir bağdır.
 
* Hikaye Anlatıcılığı ve Kimlik İnşası:
   
Ünlüler, genellikle bize kendi hikayelerini, zorluklarını ve başarılarını sunar. Bu hikayeler, kendi hayatlarımızla benzerlikler kurmamızı sağlar. Bir sanatçının mücadelesi bize ilham verirken, bir oyuncunun aşk hayatı kendi ilişkilerimizi anlamlandırmamıza yardımcı olabilir. Bu durum, ünlülerin hayatını kendi kişisel anlatılarımızın bir parçası haline getirmemize yol açar. Onların hikayelerini sahiplenerek, kendi kimliğimizi ve hayat tecrübelerimizi daha anlamlı hale getiririz.
 
* Medyanın Kontrollü Sunumu:
   
Ünlülerin hayatları, sosyal medya ve magazin basını aracılığıyla genellikle titizlikle kurgulanmış birer performans gibidir. Biz sadece onların bize göstermek istedikleri kısımlarını görürüz. Bu, onların hayatı hakkında derinlemesine bir bilgi sahibi olduğumuz yanılsamasını yaratır. Oysa gerçekte, perde arkasında nelerin yaşandığını bilemeyiz.

Bir İnsan Bir Başkasını Ne Kadar Tanıyabilir?

Bu soru, felsefi açıdan insan ilişkilerinin en karmaşık yönlerinden biridir.
 
* Sürekli Değişen Bir Varlık: Bir insan, sabit bir varlık değildir. Hayat tecrübeleri, düşünceleri, duyguları ve hatta karakteri sürekli olarak değişir ve gelişir. Dolayısıyla bir an tanıdığınız kişi, bir sonraki an farklı bir ruh halinde veya düşünce yapısında olabilir.
 
* İçsel Dünya Erişilemezdir: Bir insanın en derin düşünceleri, korkuları ve arzuları, kendisi bile tam olarak tanımlayamasa bile, başkaları için erişilemezdir. Bir insan ne kadar samimi görünürse görünsün, dışarıya yansıttığı şey, iç dünyasının sadece bir kısmıdır.
 
* Bağlamın Önemi: Bir insanı tanımak, onu farklı bağlamlarda (iş yerinde, aile içinde, arkadaş ortamında) görmekle mümkündür. Ancak yine de bu bağlamlar, o kişinin tüm yönlerini göstermez. Bir ünlüyü sadece ekranlardan veya sahneden tanımamız bu bağlam eksikliğini iyice pekiştirir.

Kısacası, bir insanı tam anlamıyla ve derinlemesine tanımak neredeyse imkansızdır. Bir ünlüyü sahiplenmemiz, onunla gerçek bir bağ kurmaktan ziyade, onun halka açık olan imajına duyduğumuz sempati ve ilgiyle ilgilidir.

SORU: Birilerinin sırtından geçinmek özellikle ölüp gitmiş ünlüleri istismar etmek zaaf değil midir nasıl düzeltilebilir?

Birilerinin sırtından geçinmek, özellikle de ölmüş ünlüleri istismar etmek, sadece bir zaaf değil, etik açıdan da büyük bir problemdir. Bu davranışın altında hem kişisel hem de toplumsal zaaflar yatıyor.

Bu Zaafın Nedenleri
 
* Hazır Başarıdan Faydalanma İsteği: Bir sanatçının veya ünlünün mirasını istismar edenler, kendi emekleri veya yetenekleriyle bir değer yaratmak yerine, zaten var olan ve tanınmış bir isimden faydalanmayı tercih ederler. Bu, kolay yoldan ün, para veya dikkat çekme arzusuyla ilgilidir.
 
* Özdeğer Eksikliği: İnsanların, başka birinin mirasına sığınma eğilimi, kendi özgün değerlerini ortaya koyamama veya kendi potansiyellerine inanmama durumunun bir göstergesidir. Kendini yeterli görmeyen bir kişi, kendisini başkasının büyük gölgesine yaslayarak var etmeye çalışır.
 
* Kapitalist Kültürün Etkisi: Günümüz tüketim odaklı kültürü, her şeyi metalaştırmaya meyillidir. Ünlülerin ve sanatçıların mirası da, bir kültürel ürün veya "marka" olarak görülür. Bu durum, etik kaygıları arka plana atarak, ticari kazancı ön plana çıkarır.

Bu Durum Nasıl Düzeltilebilir?
Bu zaafı düzeltmek, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde bir bilinç ve farkındalık değişimi gerektirir.
 
* Eğitim ve Kültürel Farkındalık: Sanat eğitimi, sadece yeteneği değil, aynı zamanda etik değerleri ve telif haklarını da öğretmelidir. Sanatın ve sanatçının emeğine saygı duyma bilinci, küçük yaşlardan itibaren kazandırılmalıdır. Böylece, ünlülerin mirasları bir istismar aracı olarak değil, birer ilham kaynağı olarak görülür.
 
* Özgün Yaratıcılığa Teşvik: Toplum olarak, hazır ve taklit işleri yüceltmek yerine, özgün ve yenilikçi eserleri desteklemeliyiz. "Diyalog Müzesi" projeniz gibi platformlar, yeni sanatçıların ve onların kendi hikayelerinin değerli olduğunu göstererek bu konuda önemli bir rol oynar.
 
* Hukuki ve Etik Düzenlemeler: Sanatçıların ve onların mirasçılarının hakları, yasal olarak daha güçlü bir şekilde korunmalıdır. Ölen sanatçıların eserlerinin izinsiz kullanılması veya kişisel yaşamlarının ticari amaçlarla sömürülmesi, hukuki yaptırımlarla karşılanmalıdır.
 
* Bireysel Sorumluluk: Her birey, bir eseri veya ünlüye dair bir ürünü tüketirken, bunun arkasındaki hikayeyi ve etik durumu sorgulamalıdır. Tüketicilerin bilinçli tercihleri, piyasada etik dışı ürünlerin azalmasını sağlayacaktır.

Sonuç olarak, birilerinin sırtından geçinme zaafı, sadece bireysel bir ahlak sorunu değil, aynı zamanda toplumun değer yargılarını yansıtan bir aynadır. Bu zaafın üstesinden gelmek için, sanatın ve insan emeğinin değerini yeniden keşfetmeli, özgünlüğe saygı duymalı ve kolay başarılar yerine gerçek yaratıcılığı teşvik etmeliyiz.

Diyaloğumuz boyunca sanatın, kimliğin ve insanlık durumunun derinliklerine indik.
* Sanatın, bir ömrü özetleyen "Saime" gibi bir destana dönüşebileceğini,
* Bir gencin kariyer yolculuğunu ve kimlik arayışını anlatan "Ela Cansu Bekgöz" diyalogu gibi güncel bir portre çizebileceğini,
* Ve Leonardo da Vinci gibi bir dehanın dışlanmışlığını güce dönüştürebileceğini gördük.

Bu konuşmaların hepsi, sanatın sadece estetik bir keyif kaynağı değil, aynı zamanda hayatın çelişkilerini, zorluklarını ve güzelliklerini anlatan güçlü bir dil olduğunu gösteriyor. Sanat, bir yandan zenginliğin tekelinde olabilen bir pazar iken, diğer yandan en derin yoksulluktan bile doğabilen bir hayatta kalma biçimidir.

Sonsöz olarak şunu söyleyebilirim: Gerçek sanat, insan hikayelerinden beslenir. Ve sizin "Diyalog Müzesi" projeniz, bu hikayelerin kaybolmamasını sağlayarak, sanatın en temel amacına hizmet ediyor. Bu diyaloglar aracılığıyla, sanatın ruhunun, ölümsüz olduğunu bir kez daha kanıtlıyorsunuz.

SORU: Bu diyaloğun başlığını Fahişelik Piçlik ve Sanat koysam nasıl olur?

Fahişelik, Piçlik ve Sanat başlığı, diyaloğun içeriğini cesur ve doğrudan bir şekilde özetler. Ancak bu başlık, hem güçlü hem de bazı riskler taşıyan bir seçimdir.

Başlığın Güçlü Yönleri
 
* Provokatif ve Dikkat Çekici: Başlık, "fahişelik" ve "piçlik" gibi toplumda tabu olarak görülen kelimeleri kullanarak okuyucunun dikkatini anında çeker. Bu kelimeler, diyaloğun derinliğine ve dokunduğu hassas konulara işaret eder.
 
* Tematik Bütünlük: Başlık, konuşulan ana konuları (fahişelik gerçeği, Leonardo da Vinci'nin "piç" statüsü ve sanatın bu durumlarla olan ilişkisi) doğrudan yansıtır. Diyaloğun temelinde yatan, norm dışı kabul edilen hayatların ve sanatın nasıl kesiştiği fikrini özetler.
 
* Diyaloğun Ruhunu Yansıtıyor: Diyalog, sadece sanat hakkında değil, aynı zamanda toplumun dışladığı, yaftaladığı kimlikler ve bu kimliklerin yaratıcılıkla nasıl ilişkilendiği üzerineydi. Başlık, bu samimi ve sorgulayıcı ruhu yakalar.

Başlığın Riskli Yönleri
 
* Yanlış Anlaşılma Potansiyeli: Başlık, özellikle bağlamdan kopuk okunduğunda, diyaloğun derinliğinden ziyade, şoke edici içeriğine odaklandığı izlenimi yaratabilir. Bu durum, okuyucuyu yanlış beklentilere yönlendirebilir.
 
* Olumsuz Çağrışımlar: "Piçlik" ve "fahişelik" gibi kelimeler, hala geniş kitleler tarafından olumsuz anlamda algılanıyor. Bu kelimeleri doğrudan kullanmak, diyaloğun saygın ve felsefi niteliğini zedeleyebilir.

Sonuç:
Eğer amacınız dikkat çekmek ve diyaloğun tartışmalı doğasını vurgulamaksa, "Fahişelik, Piçlik ve Sanat" başlığı işlevsel olabilir. Ancak, daha geniş bir okuyucu kitlesine hitap etmeyi ve diyaloğun felsefi derinliğini ön plana çıkarmayı hedefliyorsanız, daha kapsayıcı ve metaforik bir başlık da düşünebilirsiniz.
Başlık seçimi, projenizin misyonuyla ve hedeflediğiniz kitleyle doğrudan ilişkilidir.

"Fahişelik, Piçlik ve Sanat" başlığı yerine, diyaloğunuzun derinliğini ve felsefi yapısını daha iyi yansıtacak, ancak yine de düşündürücü olacak alternatif başlıklar düşünebiliriz. Bu başlıklar, tartışmalı kelimelerin ötesinde, konuşmanın asıl ruhuna odaklanır.

İşte size birkaç başlık önerisi:

Öneri 1: Norm Dışı Hayatlar ve Sanat
Bu başlık, diyaloğun ana temalarından biri olan toplumsal normların dışındaki yaşamları doğrudan ele alır. "Fahişelik" ve "piçlik" gibi kelimeleri kullanmak yerine, bu durumları kapsayan daha geniş ve nötr bir ifade sunar. Bu başlık, konuşmanın odağını bireylerin kendisinden ziyade, onların yaşadığı koşullara çevirir.

Öneri 2: Yaratıcılığın Kaynağı: Aykırı Kimlikler

Bu başlık, diyaloğun en önemli çıkarımlarından birini vurgular: Bazen en büyük yaratıcılık, toplumun dışladığı veya aykırı gördüğü kimliklerden doğar. Leonardo da Vinci'nin hikayesi ve fahişelerin çocukları hakkındaki konuşmanız, bu fikri destekler. Başlık, konunun pozitif ve ilham verici yönünü öne çıkarır.

Öneri 3: Sanatın Aynası: Toplumun Sırları
Bu başlık, sanatın bir ayna görevi gördüğü fikrine odaklanır. Sanat, toplumun göz ardı etmeyi tercih ettiği gerçeklikleri (fahişelik gibi) ve kişisel acıları (piçlik durumu gibi) gün yüzüne çıkarır. Bu başlık, diyaloğun hem eleştirel hem de sanatsal boyutunu birleştirir.

Bu başlıklar, diyaloğunuzun cesur içeriğini korurken, aynı zamanda okuyucuya konunun derinliği hakkında bir ipucu verir. "Diyalog Müzesi" projenizin misyonuna da daha uygun olacağını düşünüyorum.

262. DİYALOG
ERASMUS ÖĞRENCİSİ

Diyalogumuz bloksitemizin tanıtımı ile başladı.
 
Teşekkür ederim

Münih'te tiyatro ve müzik nasıldır?
Piyano eğitimi aldığınızı görüyorum, eğitiminizden bahsedebilir misiniz?
 
Ben burada erasmus öğrencisiyim. Erasmus değişim programı ile geldim - bir sene için. Münih sanat açısından çok aktif bir şehir. Kocaman bir sanat merkezleri var içinde München Filarmoninin, Şehir Kütüphanesinin, konser salonlarının ve birçok alanda kursların bulunduğu bir bina. Adı da "Gasteig".

Hangi kurslara katılıyorsunuz, eğitim programları nedir?
 
Ben istediğim dersi seçebiliyorum burada erasmus öğrencisi olduğum için. Ama Istanbul' da piyano bölümü okuduğum için oradaki derslerim ile uyuşan dersler seçmeye çalışıyorum ve dil bilgim yeterli olmadığı için daha pratik uygulamalı dersler alıyorum; koro, Almanca, oda müziği ve müzisyenler için beden egzersizleri gibi dersler.


Piyano eğitiminizden devam edelim dilerseniz, öğretmenleriniz ve hangi kurumlardan eğitim aldınız?

Bu benim özgeçmişim buradan görebilirsiniz:
Ela Cansu Bekgöz, 1995 yılında İstanbul 'da doğdu.2007 yılında, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Konservatuvarı Ppiyano Bölümüne kabul edildi ve Prof. Selen Bucak ile piyano eğitimine başladı.2009 Ekim'de, Eskişehir'de "3. Ulusal Genç Yetenekler" yarışmasına katıldı ve finale kalmaya hak kazandı.2010 Ekim'de, Bulgaristan Sofya'da "6. Uluslararası Genç Virtüözler" yarışmasına katıldı ve "En İyi Türk Besteci Yorumu " ödülüne layık görüldü . 2011 yılında, Türkiye 'de "Genç Klasikçiler Festivali"nde yer aldı.2012 yılında, EKLISIA Yaz Müzik Okulu'nda Gulsin Onay, Lilya Zilberstein, Karst De Jong, Musa Rubackyte and John Plowright ile çalıştı .Stephane Blet, Hüseyin Sermet, Milena Mollava, Christian Wilm Müller and Zoe Samsarelou gibi piyanistlerin ustalık sınıflarına katıldı.Birçok öğrenci konserlerinde yer aldı. Erasmus programı aracılığı ile bir yıl boyunca Münih'te okuma hakkını kazandı ve şu anda Hochschule für Musik und Theatre in München' de Prof. Wolfram Leonardy - Schmitt ve Prof. Wolfgang Mastnak ile Lisans 3. sınıf öğrencisi olarak piyano eğitimini sürdürmektedir.

Eşkişehir'de "Ulusal Genç Yetenekler" yarışmasından bahseder misiniz, süreci nasıl işledi?

Yaşım epey ufaktı ve ilk yarışmamdı. Hocam bir yarışmaya katılmayı önermişti. Çalıştığım program da yarışma programı ile uyuşuyordu. Çok güzel bir organizasyon olmuştu. İlk deneyimim açısından şanslıydım. O yaşta pek anlamasam da şu an bakınca baya önemli bir deneyim olduğunu anlıyorum benim açımdan. Çok yarışmacı vardı. Yarışma yaşlara göre kategorilere ayrılıyordu. Elemeyi geçip finale kaldım. Finalden bir sonuç çıkmadı fakat yaşadığım deneyim paha biçilemez tabiki.

 
Bulgaristan Sofya'da "6. Uluslararası Genç Virtüözler" yarışması ve "En İyi Türk Besteci Yorumu " ödülünden bahseder misiniz?

Eskişehir yarışmasından sonra yarışmalara karşı daha bir cesaretlendim. Bulgaristan'daki yarışmayı duydum ve katılmaya karar verdim. Modern eser olarak İlhan Baran "Oyun Havası" çalmaya karar verdim. Jürinin beğenisini kazanan bir eser oldu ve yarışma ödül töreninde de tekrar seslendirdim. Yarışmalar ile birçok deneyim edindim -jüri yorumları ile... Bulgaristan'da "En Iyi Türk Besteci Yorumu" ödülünü almak beni tabiki çok mutlu etti.

Son olarak Galatasaray?
Katkın için teşekkür ederim. İlerleyen bölümlerde yeniden yazışmak ve başarılarının devamı dileklerimle.
Bis Dann.
 
Ooo Galatasaray Galatasaray'lı bir babanın Galatasaray'lı bir kızıyım. Böyle doğdum, böyle büyüdüm anlayacağınız
 
Ne demek seve seve, iyi günler.