DİYALOG MÜZESİ

SANCI




456. DİYALOG (DİYALOG TÜR İKİ, SAYI: 39)


Sanatçı sancısından ne anlamalıyız? Diyalog Sanat


Sabiha Çeri
: Sanatçı sancısından, sergiye hazırlanırken sergi gününe kadar sıkıntılı hali sergi akşamı da doğumun gerçekleşmesini anlıyorum...

Sadece sergi için mi genelleme yaparız yoksa "her eser için ayrı sancı" gerçek midir?

Kesinlikle her sergi sanatçının ilk sergisidir. Süre çok sancılı geçer çünkü hep sanata bir şeyler katmak, bulunduğun dönemi dıygularla harmanlayıp yansıtmak, ciddi emek istiyor.

Genel yaşamımda her şey daha olağan olduğu için kolaydır. Kendimize dürüst olmamız yetiyor, yaşamla baş etmemize.

Harmanlama - oluşum - oluşturma sürecinde yeni ürünün son mükemmel halini alırken yaratıcı sanatçısının anne - ana kıvranmaları nelerdir?

Temel sanat eğitimine, renk bilgisine, hayallerinize bağlı kalarak eksiksiz oluşturmak için bütün titizliğinizi olmazsa olmazı olan müziğin yardımıyla kah hüzünlenirken bazen de sevinerek, tuvalde gezinmek. Bittikten sonra kıskanmak, korumak... Satıldığında üzülmek ve yerine yakışmışsa içinize sinmişse "güle güle seni seviyorum" demek.

Gül Zeynep Karadut: Bugün, bu konuda konuşmuştuk arkadaşlarla. Sanatçı sancısı, eserinin fikir aşamasından başlayarak eserin bitişine kadar sürer. Sergi sancısının bununla ilgisi olduğunu sanmıyorum. O daha çok beğenilme, kabul görülme, kendini ifade edebilme sancısı olur ki buna eserlerin alıcısını bulması da dahildir. Tabii ki bu son cümlemi eleştirenler olacaktır ama unutmayalım bir sanatçı mirasyedi olma durumunda olmamalıdır.
Sanatçının da herkes gibi maddi ihtiyaçları vardır ve sanat eserinin gerçek bir karşılığı olmasa da ederini bulması gerekir çünkü sanatçı tüm zamanını, yaşamını ve zihnini buna ayırabilmelidir. Başka bir işi olmaması için buna ihtiyacı vardır ama sancıdan anlamamız gereken şey yok olanın varolma sancılarıdır. Bu sancılar eserin daha içten, ruhtan, daha kaygılı, daha samimi,daha değerli olmasını sağlar.

Eser bittiğinde sancılar da birden kesiliverir ve bir sonrakinde yine en başından başlar. Hiçbir ağrıkesici ve sakinleştitici buna çözüm olamaz. Zira bu doğum sancısı gibidir. Her sancıyla biraz daha belirir ve bunu sezaryenle de kolaylaştırmak mümkün deģildir. Yaratılanın biricik güzelliği sancının şiddetiyle doğru orantılıdır... ?

Eserin oluşumu, önceki ve sonraki eserlere de bir iz - işaret - delil taşıdığına göre; sanatçı olgunlaşmalarıylada doğru orantılı olarak geleceği kontrol edebilir mi, nasıl kontrol eder?

Gül Zeynep Karadut
: Aslında bu böyle gibi görünse de eserlerin bir çıkış yolu bulması, bir tarzın ve uslupun yakalanması, bir fikir birliğine varılması tehlikeli bir duruma da dönüşebilir. Yani tam da "ohh" dediğimiz o an tekrara düşme, kısır döngüye girme, bir öncekilerinden yoğun etkilenme ile yeni geleni öteleme, kaygıya düşerek bilinene yönelme sanatçıyı kuşatabilir. Bu kuşatmanın bazen bir ömür sürdüğüde aşikardır. Olgunlaşma kaçınılmaz olansa, sanatçıya düşen, yoketmektir bir önceki klişeleri... Olgunlaşmanın bir adım sonrasında beliren güven duygusu, kendinden emin olma, bence yürek çırpıntılarını da alıp götüreceği için, tesadüfleri de yok edecektir. Tesadüfler, sanat eserlerinin, olmazsa olmazları değil midir?

Şaheser nedir?

Gül Zeynep Karadut: Bilinen klasik anlamda şaheser, diğer yaratılmış olanlardan üstün olan demektir. Sanatçını bilinen tüm eserlerinin en üst noktası diyebileceģimiz şaheser; her zaman bilgi birikimi, tecrübe, olgunlaşma, emin olma durumlarında çıkmayabilir.

Bir sanatçı uzun sanat hayatının en deneyimli döneminde şaheserini yaratmış mıdır yoksa tesadüflerinin korkusuzluuğunun ve sancılarının en yoğun olduğu döneminde mi bu doğum gerçekleşmiştir..?

Açıkçası beni yoğun tecrübe ve olgunlaşma etkilemiyor. Ben sanatçının eserinde , onun heyecanını zirveye attığı her titrek adımı, kalp çırpıntılarını, tecrübelerinin de tecrübe edildiği her yeni oluşumu görmeyi tercih ederim. Bu esnada ortaya çıkan şaheser biricik ve doyumsuzdur. Arka arkaya yani tecrübe arttıkça şaheserler birbiri ardına mı gelecek! Şaheser duyulan ilhamın, enerjinin, derin hislenmenin, yoğun tesadüflerin ve deneyimlerin birleşimiyle vücut bulur ki ne kadar tecrübeli olursak olalım, ne kadar eser vermiş olursak olalım bu bizi şahesere ulaştırmayabilir...

Ömürleri boyunca milyonlarca cümle kurmuş edip veya yazarların o meşhur bir tek cümlelerini gözönüne alırsak; yine bazı filozoflara göre "o cümle için, milyonlarca cümle" kurdular - doğruysa doğumdan farkı nedir, benzettiklerimiz birebir örtüşmek zorunda olmadığına göre sanatçı kıvranmalarının amacı - belki şaheser içindir diyebilir miyiz?


Gül Zeynep Karadut: Buna yarın cevap vereceğim.

Mustafa Deniz Şahin
: Sanat en mükemmel varlık olan insanın; yarattığı ve bir duygu ve düşünceyi ana fikir dahilinde bazen zirveye çıkarak bazen zayıflayarak anlattığı anlatırken ilhamını doğadan ve toplumdan alan bazen eksiklikleri ve hataları göz ? önüne seren, bazende yozlaşmış sömürü altında kalan bir milleti ağlatırken düşündürerek “uyanışını sağlayan” aydın insanlardır. Bunu taklit edilmeden özgünce ortaya koyarken devlet tarafından bir takım zorluklara maruz kalacaktır.

Eserlerinin çağını ve geleceğini aydınlatması kurulu düzende din adamlarının halkı uyutarak insanları korku psikolojisiyle yaşatması (cennet ve cehennem) insanın özgürleşmesini ve özgüvenini kırarak insanı üretmeyen cahil yığınına döndürecektir. Sanatçı devletle, din adamları ve güvenlik güçleriyle büyük bir mücadele verirken toplumu aydınlatmak, hayatı sorgulamak ve ezilen halka yol gösterdiği için zenginler tarafından toplum nezdinde ötekileştileştirilecek, afaroz edilecek veya şeytan muamelesi görecektir.

Ortaçağda bunun örnekleri görülmüştür. Hatta sanatçılara ve insanlık için hizmet eden hayatını kolaylaştıran bilim adamlarına işkence sonunda ölüm ? ile karşılaşabilmiştir. Sanatı ve bilimi bitirerek halkın sırtından para kazanan yönetim düzeninin bozulmaması için her türlü hile ve dolanla din elden gidiyor naralarıyla insan onuruna yakışmayan ve insan haklarına aykırı müdahalelerde bulunabiliyor.

Onun için sanatçının gücünü halktan alması, halkın duygularına bazen tercüman olması, yönetimin kuklası "yalaka it" olmaması yani sanatını satmamalı gerekir. Bunun cesaretli gerçekleri bir balyoz gibi indiren, halkı arkasına alan bir güç haline gelmesi gerekir. Yeri geldiğinde estetiksel duygularla halkı sürü psikolojisinden kurtarıp özgür, yaratıcı, üretici İnsan haline getirerek yeteneklerini ve kabiliyetini ortaya çıkaracak bir yapıya sahip olması gerekir.

Bu yoğun sorumluluk altındayken sanatınında gücüne güvenerek, insanlığı ilerletmesi amacı doğrultusunda günden güne güç kazanan sanat yenik, güçsüz, çaresiz veya ezik midir yoksa tam aksine gücüne güç katarak ilerlemekte midir, geleceği Sanat açısından nasıl öngörüsünüz?

Mustafa Deniz Şahin: Ne yazık ki ülkemizde sanatın önüne türlü engeller konularak sanata ve sanatçıya değer verilmediği gibi sanat aktivitelerinin de önüne geçiliyor. Sanatçı, cahiller tarafından hor görülüp aşağılanıyor. Atatürk’ün bir sözü var: "Sanatçı el öpmez, eli öpülür". Şimdi ise bu anlayıştan uzak ve sanatçıya türlü olumsuzluklarla dünyayı zorlaştırılıyorlar.

Biliyoruz ki Güneşimizin enerjisi bir gün tükenecek, patlayacak ve dünyamız toz zerrelerine ayrılacak; o halde, eserlerimizi evrenin başka yerlerine taşıyabilecek miyiz, bütün bu sancıların amacı nedir?
 
Dünyaya bakış açınız nedir?
(ArtCRİTİCS)

Dalia Maya
: Tepetaklak ?

Serap Gürcan
: Merhabalar..
Öncelikle realist...
Gerçekler değişmeyeceği için kabullenmek suretiyle iyimserlik ve romantizmle hayata bakmaya devam...
Ancak, sorgularım, anlamaya çalışırım, somut veriler bulamadığımda inanç sistemine sığınırım.. Herkesi dost kabul ederim..
Yakından tanıyanlar marjinal olduğumu söylerler..

Tarkan Ozel
: Para ve Din sistemleri ile rezil edilmiş güzelim dünyayı bok eden insanoğluyuz biz. Hangi bakış açısından bakabiliriz ki. Hepimiz olmasada çoğumuz ARSIZ ve KÖTÜ NİYETLİ. Din tuzağına düşmediysek para tuzağındaki zavalılarız aslında. Hiç birşey bilmeden herşeyi biliyor, dünyanın ve hatta evrenin bize ayit olduğunu sanıyoruz. Bu reziliğin içinde mutlu olmaya çalışıyoruz. Hernekadar iyi insan olsak da gerçek tanrımız PARA olmuş. Dünyayı tüketmek için yaratılmışız sanki. İşimizi çokda iyi yapmaktayız. Bazılarımız uyanmış diğerlerini uyarıyoruz ama nafile. Bizler dünyada köpeğin üzerindeki pireler gibiyiz. Bir gün gelecek dünya hepimizi üzerinden silkeliyip atacak. Dünyanın tek kurtuluşu muhtemel insanın yok olmasına bağlı görünüyor. Bazı arsızlar bu dünyayı yeyip bitireceği için yakında yakın gezegenlerdede aynı rezaleti uygulamayı düşünüyor. yok yok Bizim adam olacağımız yok. Belki başka bir paralel evrende durumlar iyidir ama şu an içinde bulunduğumuz durum REZİL. Bu rezilik içerisinde mutlu olma çabası kolay değil tabi. Neyseki şanslıyım çevremde aklı başında duyarlı ve uyanmış çok azınlıkta arkadaşlarım var.

Rana E. Çamlıbel
Somut Sancı: Ekonomik boyuttadır. Malzeme sıkıntısı sizi kısıtlar. Kimi zaman boyayı kalın kullanmak istersiniz, bitecek diye kullanamazsınız. Büyük tuvalde çalışmak istersiniz, 18x24 cm. de karar kılarsınız vb., kimi zaman.....

Soyut Sancılar: Benzemezlik kaygısı içinde olmak duygunuzu, tasarımınızı aktarmanıza engel olur. Sürekli bir arayışa girersiniz. Bu bir zaman kaybı mıdır? Bilemem, ama bir sancıdır. Günlük yaşamda, sorumluluklarla birlikte, resim yapma düşüncesi her zaman çakışır, sancı... Yaşadığınız ‘dünya bölgesi’, sancı...

Asıl sancı, resim bitikten sonra başlar. Samimi ve gerçek bir kişinin destek olması, oturup ağlatır sizi ve sancı biter.

MURAT SERKAN ÖNDER İLE

AYDINLANMA


-Merhaba

Sizce bilgi, deney, tecrübe ve saf duygu arasındaki farklar nelerdir?


Bilgi deneye tabi tutumalmış öğretidir. Deney gerçekliği sorgulamaktır. Tecrübe denemelerden/deneylerden sonra elde ettiğimiz ve bundan sonraki deneylerde/denemelerde elde edileceklere dair ayakları yere sağlam basan düşünce, el becerisi veya reflekstir. Saf duygu ise tüm insanların doğuştan sahip olduğu, öğrenilmemiş, ortak içsel değerlerdir.


-Bu durumda sizde tecrübe öne çıkıyor, doğru mu?


Neyle kıyasladığımıza bağlı. Ham bilgiyle kıyaslıyorsak, evet ama bende ön plana çıkan her zaman saf duygudur.


-Saf duygu olduğunu nasıl anlıyorsunuz, duygu bozukluğundan farkı nedir?


İçimizdeki bene dair çok zor bir soru. İnsanın toprağından söz ediyoruz. O toprağa bir şeyler ekilebilir, birileri ürünlerini kırabilir, yakabilir, koparabilir, hatta o topraklarda savaşlar veya türlü felaketler yaşanabilir ama toprak daim olandır. Uzağı gurbet, yakını tanrının yanıdır "ve his ve gözlem" yoluyla hepimizin aynı toprağa sahip olduğunu, hepimizin ana vatanının bu toprak olduğunu anlayabiliyoruz. O toprağı nerede görsek tanıyoruz. Mesela oğlu ölen bir anne düşünün: O cenazede sizde bulunuyorsunuz. O annenin feryadı esnasındaki ses tonunda ana vatanınımıza ait gerçekliği sorgulanamayan bir samimiyet vardır. Bam telinize dokunur direk ve herkesin dışına yansıtmasa/yansıtamasa bile bam teline dokunulduğunu bilirsiniz. İşte saf duygu böyle bir şeydir. Gerçekliği konusunda en ufak şüphe bırakmaz ve içinizdeki toprağın ta kendisi olduğu için tanırsınız.


-Anlamaya çalışıyorum.

Sanatı yapan bu duygu olmalı?


Benim sanattan anladığım da tam olarak bu. O toprağa ait olmalı. Gurbette kalmamalı. Bam teline dokunmalı. Yani çocuğunun cenazesinde feryadeden kadının sesini bize duyurmalı.


-Neden olmuyor pekiyi, ülkemiz gibi kültür zengini bir coğrafyada eften püften işe yaramaz, gerçekle alakasız şeyler yerine gerçekler neden sanat eserine dönüşemez?


Sanat adına değerli hiçbir şey yazılamıyor, yapılamıyor diyemem. Ama şiir yazamayana şair, resim yapamayana ressam denilen bir toplumsal yapı içindeyiz. Sanat, üst zevk ürünüdür ve o üst zevkin oluşmadığı bir toplumda sanatın itibarı, taliplisi de olmuyor. Günümüz insanı kendi geçmişine yabancı, kolaycı, benliğinden uzak bir yola girdi. Kendiyle yüzleşmek istemiyor çünkü kendinden utanıyor. Ahlâkî bir çöküntüde ve bunun farkında aslında. Bunu dinî olarak söylemiyorum. İnsanî değerlerden uzak yaşıyor. Ahmet Haşim kısaca şiirin "arı kovanı içindeki bal" olduğunu söyler mesela. Kimi hiç görmez. Kimi arıların vızıltısını duyar. Kimisi ise o kovanı bulur ve arıları göze alarak o balın tadına bakar. Biz kolay yaşamak istiyoruz galiba. Arılarla mücadele etmek istemiyoruz. Onun yerine balı hayatımızdan çıkarmayı tercih ettik. Talep olmadığını gören arıların da bir kısmı iş bıraktı. Gerçek balı hiç tatmamış olanlar da sahte bala alıştı. Onu gerçekten faydalı ve tatlı sanıyorlar. Oysa içinden bir sesin yanıldığını söylediğine eminim.


-Bir de "zaten canımız sıkkın. Bu ülke onlarca yıldır terörle boğuşuyor. Derin düşünme bu duruma uygun değil" diyenler var, ne dersiniz?


Buna kıvırmak denir tek kelimeyle. Tembelliğe kılıf bulmak. Hem kimsenin de canı sıkılmıyor. Kaç kişi artık şehit haberlerini görüp de, duyup da önemsiyor, üzülüyor. Biri de dürüstçe ortaya çıkıp şu cümleleri kurmuyor:


"Şehidim, senin için üzülüyorum ama paralı askerlik yapıyorum. Doğuya gitmemek için torpil yaptırıyorum. Çürük raporu alıyorum. Facebookta hep seni paylaşıyorum. 


Gerçek şu ki: Hiç de paylaştığım kadar üzgün değilim. Senin için ağlamadım. Sen öldüğün gün akşam yemeğini ailemle birlikte yedik. Bir iki kadeh yuvarladık. Dans ettik. Gülüştük. Haftasonu sahilde dolaştık. Piknik yaptık. Top oynadık. Uçurtma uçurduk. Aklıma bile gelmedin.      


Kısacası sen ve senin gibiler için sosyal medyada bir iki paylaşım yapmak yeterli geliyor. Hem vicdanımı rahatlatıyor, hem de iyi bir vatansever oluyorum arkadaşlarım arasında. Ben dürüst değilim. Evet, ama insanlar böyle seviyor beni çünkü onlar da öyle."


Bir de işin şu tarafı var. Terörle mücadele eden, savaşan, bir şekilde acıya taraf olan toplumların aslında derin değil," çok daha derin" düşünmesi gerekiyor. Ben toplumu bu acıdan nasıl kurtarabilirim? Bir barış, çıkış yolu var mı? İnsanca bir durum değil bu. İnsanlara nasıl anlatabilirim? Sarılarak da yaşanabilir. Tüm dünya tek bir vatan olabilir...


Bu konuda geçenlerde yazdığım bir şiiri de sizinle yeri gelmişken paylaşmak isterim:


AYNI GÖĞÜN ALTINDA


Her şey yeterdi hepimize

Sarılmak varken

Yumruklar sıktık birbirimize


Yenenin karnı tok

Yenilen aç kaldı, 

Aynı meydanda 

Adalet diye bağırdı ikisi de


Bayraksız da yaşanabilirdi elbet

Basit haritalarda 

Denizlere deniz

Karalara ülkemiz diyebilirdik 


Birer at arabamız olurdu mesela

Derme çatma evlerimiz

İmece ekilen tarlalar 

Kimse ağlamadan gülebilirdik 


Sevebilirdik birbirimizi

Sevebiliriz anla

Yaşamak bir ihtimal

Sevmek ihtilal hâlâ

          

Murat Serkan Önder


-Çok güzel.

Dönüp dolaşıp geldiğimiz irinli noktalardan biri de "menfaat meselesi" menfaatı için her kılığa girebilenlere aslında daha iyi insan olabilmeleri için söyleyeceklerimiz nelerdir; ideoloji, inanç, düşünce, para, alış veriş, çevre, ilişkiler vs den çıkıp en temel ve en zirvede nasıl birliği bulacağız, neden sürekli başkalarının oyunlarına kurban oluyoruz..?


Aslında kendi gurbetine gidenler için yapacak birşey yok. Onlar insan olmaktan uzaklaşmışlar. Ne yapsanız anlamazlar. Kördür görmezler. Sağırdır duymazlar. Bence en güzeli dışlamaktır. Onları sılaya, insan olmaya davet edecek tek dil budur. "Herkes kendi evinin önünü süpürürse, tüm şehir tertemiz olur." Yani biz kendimizi düzelteceğiz. Çevremizi düzgün insanlardan seçeceğiz. Doğru uğruna bir şeylerden vazgeçmeyi göze alacağız. Bu yolun devrimcisi olacağız. Son sorunuza gelince. Birilerinin oyununa kurban gitmemiz için o oyunda olmamız gerekmiyor mu? Kötünün oyunun da yer alıyorsak sonucu iyi beklemek ahmaklıktır. Herkes iyileri oyuna almalı, iyilerle oynamalı. İyileri bulamıyorsa bile insan olmak adına gerekirse yalnız kalmalı.


-Yaşamınızdaki en büyük acı neydi, nasıl atlattımız, insan duygularının düzenlenip içinden en değerlisini süzerek dışa vurmak mümkün mü, nasıl?


Hayatımdaki kronik acım bu dünyada olmak galiba. İnsana yakışmayan hiçbir duyguyla, davranışla ve o insanlarla bir arada olmak istemiyorum. En büyük acıma gelince. Hayatta birçok kırılma noktam, acım oldu elbet. En büyük acım ise geçen yaz gerçekleşti. Oğlumla denize girmiş, kıyıya yakın bir yerde yüzüyorduk. Sonra amcam tesadüfen köpeği ile birlikte bizim yanımıza geldi. Amcam kıyıya paralel olan dalgakırana doğru yürümeye başlayınca ve dalga kırana kadar sığ olduğunu görünce biz de sahile çapraz bir şekilde  peşinden gittik. Bir süre dalgakırandaki taşlar üzerinde oğlum ve amcam oynaştılar. Ben bu arada suyun içindeydim. Sonra oğlumu sırtıma aldım ve sığ olduğunu düşünerek kıyıya doğru dikine yüzmeye başladık. Yüzmeyi iyi bilirim ve oğlumla birçok sefer bu şekilde yüzdük. Bir süre yol aldıktan sonra ayağımı yere basmaya kalkınca zemine basamadım. Derinde olduğumuzu anladım. O sırada oğlum panik yaparak boğazıma sarıldı. Can havliyle amcama seslendim. Kelimeler yarım kaldı. Suyun içine battık. Oğlumu iterek, kendimden uzaklaştırıp arada bir nefes aldırarak kıyıya doğru gitme çabasına girdim. Tabi buna yüzmekten çok çırpınmak denir. Bir aralık nefes almaya çıktığımda amcamın "İmdat. Yardım edin" çığlığını duydum. O sırada elini yanındaki köpeğine attığını gördüm. Amcam sportif yapılı ve yüzmeyi iyi bilen biriydi. Ona bir şey olacağını hiç düşünmedim. Suyun altında uzun süren mücadele sonucu kıyıya doğru epey sürüklenmişken artık takatim kalmamıştı. Oğlum suyun altında askıda kalmış. Artık ne ben ona yardım edebiliyordum, ne de o hareket ediyordu. Sadece suyun altında bakışıyorduk. Son bir hamleyle nefes almak için su yüzüne çıktığımda iki kişinin bize doğru geldiğini gördüm. Oğlumu onlara verip ben yüzerek sudan çıktım. Amcam ortalarda yoktu. Amcam denizde kaldı diye bağırmaya başladım. Amcamı denizden çıkardılar. Oğlum birkaç gün yoğun bakımda yattı. Amcam ise vefat etti. Amcamın neden öldüğüne anlam veremedim. Köpeğin zorluk çıkardığını düşündüm ve daha birçok şey. Hiçbiri değilmiş aslında. Adli muayeneden sonra öğrendim. Amcam suda kalp krizi geçirmiş. Yani hem oğlumla hem de amcamla aynı anda sınandım. Olanları kafamda anlamlandırmam bile birkaç gün sürdü. O sırada insanlar sorup duruyor vs. Bilmiyorumdan fazla bir cevabım yoktu aslında. Anladığım, idrak edebildiğim kadarıyla cevaplar verdim. Anlatmaya çalıştım. İkinci sorunuza geleyim. Nasıl atlattın dediniz ya. Uçurumdan düşmüş ve hâlâ havada gibiyim. Düşüp öleceğimi biliyorum. Yaşamanın çok ağır geldiği bir zamandayım. 


Son sorunuza geliyorum. İnsanın duygusal dünyasına müdahalesi olamaz bence. Ama acılar insanı kendine yolculuğa zorlar. Ve insan kendine yolculuk ettikçe arınır. İnsanlaşır. Kötü şeylerin bir kısmı veya tamamı bu yolculukta kaybolur. Buna olgunlaşmak diyen de var. Ama ben insanlaşmak diyeyim.


-Örneğin ben 6, 7, 8 yaşlarındayken üç çocuğumu birden kaybettim. On sene kendime gelemedim. İçimdeki bütün enerji yana yana bitip tükendi. Sonra öyle bir an geldi ve balkonumda bir uğurböceği gördüm. Kendi kendime onunla konuştum. Ne işin var burada diye sordum ona. Cevap vermedi tabi Sonra kendimden başlayarak tüm canlıların bir yerinin olduğunu, bir hacim kapladıklarını düşündüm. Evimizin tam karşısında duran tepenin başında yalnız bir türbedeki Bektaşi Babasını düşündüm. Bin yıl geriden beri orada duran mezar! Kendimi bulduğumu farkettim. Kendim gibi tüm canlıların enerji kaynağının güneş olduğunu hissettim. Sonra geleceği tehayyül ettim. Tüm evreni düşündüm. Evrenimiz gibi sonsuz sayıda evrenler olduğunu düşündüm. Yaşamın çok değerli bir fırsat olduğunu ve yaşamın amacının da yaşamak olduğunu anladım. Sonra hayatım değişmeye başladı. Yeniden enerji buldum. Bu defa sonsuz, bitip tükenmek bilmez bir enerji... Aldığım nefesin, içtiğim suyun, yediğim yemeğin farkına vardım ve bunların bile çok değerli olduğunu anladım. Asıl önemlisi; tüm canlıların da en az benim kadar canlı, diri, yaşamı seven, yaşamdan zevk alan varlıklar olduğunu keşfettim. Daha sonra izlediğim bir filmde sanatçı tanımlaması yapılıyordu. Orada ressam, "sanatçı yaşamın farkına varan insandır" diyordu. Sizce insanlar kendi gerçeklerini neden olduğu gibi anlatamaz veya anlatmak istemezler?


YENİ YAZDIM


Birlikte ağlayalım mı acılara

Hep birlikte. İçimizde ne var ne yoksa

Boşaltalım mı? 

Üzülelim mi insana, insanlığa 

Minicik yavrulara, gün görmemiş

Tadına varmamış, gezip görmemişlere… 


Derin bir nefes çekelim mi

Bir daha bakalım mı gökyüzüne

Elini tutalım mı yanımızdakinin

Dokunalım mı

Önümüzdekinin gözüne bakalım mı

Sevelim mi, sevişelim mi

Ne dersin?


İnsanların kendi gerçeklerini olduğu gibi anlatmamasının/anlatamamasının nedeni, kendi gerçeklerinin zayıflığı ve gücü, iyiyi ve kötüyü bir arada barındırmasından dolayı toplumca olumsuz eleştirilere maruz kalacak olma korkusudur bana göre. Çünkü insan hayat tiyatrosunda kusursuz olmayı değil, kusursuz görünmeyi tercih eder çoğu zaman.


Ben elbette evet, derim. Yüreğinize sağlık. Benim her acıda dinginleşmek için sığındığım tek liman oğlum. Evlât sevgisini çok güzel ve ağır yaşayan bir babayım. Üç çocuğumu birden kaybettim demeniz içimi ürpertti. Allah sabrınızı daim etsin.


-Katkınız için teşekkür eder saygılarımızı sunarım.



İKİNCİ BÖLÜM


-İşte tam da bu noktada akıl bütün fonksiyonlarını yitiriyor. Bildiği hiçbir şey işe yaramıyor. Tüm kıyaslamalar, okumalar, labaratuar deneyler, anlatılar, yazılar işlevsizleşiyor ve bütün vücudu acı kaplıyor. Sadece içgüdüler ile hareket eden bir canlıya dönüşüyorsunuz.

Ama akıl bir başka şekilde devreye giriyor o da başkalarının aklı! Yani bu işi bilen, daha önce tecrübe edinmiş veya modern anlamda işin ilmini okumuş özellikle psikolog ve psikiyatrlar yardımcı oluyorlar. Onlar da şimdiye kadar bilinen yönteme göre uyuşturma yolunu kullanıyorlar yani insan denen varlığın sinir sistemi hasar alınca tedavisi neredeyse imkansız.

Pekiyi, bu durumda ve geçmişte çok büyük acılar yaşamış insanlık ve özellikle sanatçılar bunu nasıl aşmış olabilirler?


Acıyı aştıklarını/aşabildiklerini hiç sanmıyorum. Zaman gibi bir uyuşturucunun etkisinde, inanç dalına tutunarak, ölüm gibi cazibeli bir sonun umuduyla yaşamışlardır.


-Ülkemizin ve insanlığın sıkıntısının bu duygu yitimi olduğu kanısındayım. Bilimsel raporlar okuyor ve görüyoruz ki insanlar beş duygusunun üçünü yitirmiş durumda. Nasıl oldu sorusunun iki yanıtı var birincisi acılara katlanamaz oldular, ikincisi zevke düştüler. Birincinin açıklaması olabilir ama ikinciyi izah edebilmek mümkün değil. Kocaman kocaman insanların Facebook paylaşımlarında ergen kendini ispat derdini görünce bi tuhaf oluyoruz ve insanlığın geleceğinden korkuya kapılıyorum. Bundan sonra yine ülkemiz özelinde duygu diye yutturulup şiir gecelerinde, resim sergilerinde, televizyonlarda gördüğümüz magazin işler çok can sıkıcı. Sizin önerileriniz nelerdir?


Öneri deyince. Söyleyeceğim şeyin insan yapısını değiştirmek üzerine olması lazım. Benim düşüncem öncelikle teknolojinin ve aile birliğinin bozulmasının bu durumu tetiklediği. Dışarıda, suçluların arındırıldığı toplumsal hayatın içinde utanacağımız, dışlanacağız veya cezaî yaptırımları olacak şeyleri yapmıyoruz/yapamıyoruz. Çünkü kimliğimiz bir tane. Ancak sanal dünya içerisinde çok farklı kimliklerle, çok daha büyük topluluklar içerisindeyiz. Suçlunun tespitinin, ahlaksızlığın deşifre olmasının zor olduğu bir yer yani. Bu da sessizce kendini frenlemene gerek yok diyor bizlere. Her yaşta insan, her türlü içeriğe ulaşabiliyor. 


İnternet denen ortam kesinlikle yerli ve milli değil. Resmî bir kaydı yok. Çocuk bildiğiniz büyük, kadın gördüğünüz erkek olabiliyor gerçekte. Tehlikeli bir mecra yani. Kimin ne olduğu, kim olduğu belli değil. Bu aşırı özgür, hayalet gibi görünmez gezilen ortam nefsin isteklerini tetikliyor. Bu da toplumsal ahlâkî bir çöküntünün fitilini ateşliyor.


Peki ne yapmalı? Bence öncelikle internete giren herkesin uygulamaları kullanırken gerçek bir kimlik beyanıyla kayıt altına alınması, suçun ve suçlunun tespiti noktasında denetime açık olması gerekir. Bu dünya düzeninde tek çare millî bir internet altyapısı ve millî sosyal medya uygulamalarıdır.


Yine görsel medyanın insanî değerler üzerine, insanı doğruya, güzele yöneltecek içerikler yayınlaması gerektiğini düşünüyorum. Toplumsal eğitimde görsel medyanın önemi algılanmalı ve doğru şekilde uygulanmalıdır.


Daha birçok şey var tabi insanı şekillendiren. Ancak yazılı bir söyleşide şimdilik bu kadarıyla yetinmek okuyucu açısından da iyi olur kanaatindeyim.


YORUMLAR


İşte tam da bu noktada akıl bütün fonksiyonlarını yitiriyor. Bildiği hiçbir şey işe yaramıyor. Tüm kıyaslamalar, okumalar, labaratuar deneyler, anlatılar, yazılar işlevsizleşiyor ve bütün vücudu acı kaplıyor. Sadece içgüdüler ile hareket eden bir canlıya dönüşüyorsunuz.


Ama akıl bir başka şekilde devreye giriyor o da başkalarının aklı! Yani bu işi bilen, daha önce tecrübe edinmiş veya modern anlamda işin ilmini okumuş özellikle psikolog ve psikiyatrlar yardımcı oluyorlar. Onlar da şimdiye kadar bilinen yönteme göre uyuşturma yolunu kullanıyorlar yani insan denen varlığın sinir sistemi hasar alınca tedavisi neredeyse imkansız.


Pekiyi, bu durumda ve geçmişte çok büyük acılar yaşamış insanlık ve özellikle sanatçılar bunu nasıl aşmış olabilirler?


"Sanatçı yaşamın farkına varan insandır" tanımını yapan ressam L. S. Lowry, bir ara annesine kızıp bütün tablolarını yakmak istiyor sonra vazgeçiyor.


Sadece bizde değil yabancılarda da varolan ciddi bir sorun yabancı düşmanlığı olmasa bile yabancıya karşı tutum almaktır. Oysa insan dediğimiz varlık inanın aynıdır. Çoğu başkalarının acılarından zevk alır.


İnsanlığın bahsedilen erdeme ulaşabilmesi için önünde daha yüzlerce yıl vardır. Çok zor bir iş bu.


Her kisi kendi icinde kac dünyadir bilinmez ama en az bir dünyadir. Bu da yabancilasmayi getiriyor. Kimi kendi dünyasina yasanilan dünyaya uydurmaya calisiyor ve her dönemde deiger dönemlere uymayan bir uyum cikiyor. Kimi de kendi dünyasini evrensel degerlerle besleyerek her dönemde gecerli ama yasadigi döneme dogrulariyla yabanci biri oluyor..


Kimi beyinler cabuk yorulur ve yolculugu tanriyla bitirir.


Ötesine geçmek için yine minik bir desteğe ihtiyacımız olabilir çünkü burası altta bahsedilen yorulmayan beyinler bahsine de giriyor ve insanların çok büyük bir kısmının takılıp kaldığı barikat...


Şöyle çözebiliriz en basitinden; tanrı fikrinin kaynağı ne olabilir? En başından beri insan zaaflarının tam karşılığı tanrı olmuştur. Dönüp dolaşıp bir tanrıdan yardım dileme durumu benliği sarar.


Fakat yine Hawking'in dediği gibi (ki o da çok büyük acılar yaşamış bir insan) "tarih boyu yalvardıklarımızın hiçbiri, hiçbir isteğimize karşılık vermedi. Ne yapacaksak KENDİMİZ yapacağız".


İşte düğümün çözüldüğü yer.


Filozoflar ona erdem diyor, sanatçılar da sanat…


Kendimizdeb baska hic bir umarimiz yok. Bunu da ancak dayanismayla basarabiliriz. Bizim disimizda basarmak istediklerimize yardimci olacak hic bir güc yok. Gücsüzlük kendini kendi disinda güclerin olduguna siginarak korunmaya calisir. Korkunun ecele yarari yoktur.


Yine insanlığın önünde yığılıp kaldığı bu barikatın aşılmasında o minik desteklerden biri de bilimden geliyor


Tarih boyu insanların sorduğu; yağmuru kim yağdırıyor, şimşeği kim çaktırıyor, insanı doğurtan ve öldüren nedir, nereden geldik nereye gidiyoruz, insan nedir gibi binlerce sorunun bir tek cevabı vardı o da tanrı.


Bugün bilim bu ve benzeri tüm soruların yanıtını ve hatta fazlasını yanıtlayabiliyor.


Ayrıca tanrı adına konuşanların (din adamları) yanıtlarının da yanlışlığını ispat ediyor. Örneğin Evrim Bilimi ki bütün bilim dallarını etkileyen Ana Dallardan biridir, canlılığın okyanus kıyılarında biriken alglerden başladığını ve tüm canlıların evrildiğini ispatlıyor, mikro biyoloji ve Gen Bilimleri hücre altı yapılara kadar tümünün birbiriyle ilintili olduğunu gösteriyor.


Bu ciddi sorunları çözdükten sonra karşımıza tıpkı bunlar kadar ciddi ve yıkıcı bir başka barikat çıkar ki bu da insanların çoğunu delirtmiştir o da ideoloji barikatı. Bilginin daha önce bulduğumuz doğrularını kendi menfaatleri için istismar eden yine bu insanlık düşmanları milyonlarca masum insanı katletmiş ve katletmeye devam ederler.


Her iki barikatı akıl yoluyla aşan harekete Aydınlanma Hareketi diyoruz. Bu hareketin de temelinde sanat vardır.


Neticede bütün bu yazdıklarımızın da bir inanç ve ideoloji olduğu ile kendilerini savunan, gırtlağına kadar insan kanına batmış, korkak, menfaatçi, akıllarını yitirmişlere HAYIR değil diyoruz


Sanatla kalın, aklınız başınızda kalın…


 
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol