DİYALOG MÜZESİ
diyalogsanat.tr.gg

UTKU VARLIK İLE


UTKU VARLIK DİYALOĞU
13 Eylül 2025
ALBÜMÜ 
ZERO HİPOTEZ


Sevgili Erkan, belki yaşın getirdiği bir "erozyon", resme paralel olarak erken yıllara özgü okuma ve yazma işlevini çaktırmadan ikinci plana düşürdü. Bu demek değil ki izlemiyorum ama tartışmaya girerek bunu yazıya dökmek zorlaştı. Resim alıyor bütün günümü.
Sinerjini kutluyorum.

Hangi diyaloglarımızı okuma fırsatınız oldu?

Dikkatimi çeken: “Sanatın Toplumsal İşlevi” üstüne değindiğimiz yargılar ama kendi deneyimlerimde, özellikle 70'li yıllarda yaptığım çok "angaje" (toplumsal sorunlarla ilgili, duyarlı) litografilerin (taş baskı resim) çevremdeki entelektüeller dışında kimseyi ilgilendirmediğini gördükten sonra “sosyal” sözcüğünü sildim ve tüm baskılarımı yaktım. Sanat, özellikle resim ve şiir; Fransızcadaki "fugace" (uçucu) sözcüğü gibi, onun uçucu ve geçici duyarlılığı herkese değmez!

Daha üzücü olanı itiraf edeyim; 30 yıllık Diyalog Sanat serüvenimizde ilk defa bugün YÖK Tez Merkezi' ne başvurup diyaloglarımın tez çalışmaları için kullanılabileceği iznini dilekçe ile bildirdim. Oysa ben sanat çarkının devlete ihtiyacı olmadan dönebileceği inancımı her zaman korumuştum.
Ülkenin yapısal sorunları var.
Sanat burada çok zor bir iş...

Ülkemiz bir kaos...
YÖK diye bir kurumun kimin dümen suyunda olduğu malum! Ama Fransa' da eski yaşadığımız günlerin kültürel alandaki dinamik varoluşunu yitirdi. Kültür lobilerinin yönetiminde dokunulmaz bir tavır aldı ve sanata dair eleştiri onların kontrolüne geçti. Politikadaki "dekadans" (çöküş) bunu yönetecek güçte olmadığı için sanat bireylerin geçim kaynağı olduğunda sanatı kimin yönettiği ortaya çıkıyor. Bizdeki Ömer Koç + ARTER misali.
 
Menajerlik benzeri ofis çalışmalarına yaklaşımınız nedir, hiç denediniz mi?

Katiyen hayır. 1975’te burs sonucu akademinin Özgün Baskı Atölyesi' ne Sabri Berkel’ in yerine profesör olarak dönmem gerekiyordu. Dönmedim ve bursumu ödedim. Özgürlüğüm, birey olarak her şeyden önemli.

Asırlık sanat deneyimi ve çabasını özel bir müzeye dönüştürmek gibi bir isteğiniz oldu mu, bu tür çabaları nasıl değerlendirirsiniz?

Açıkça müze "konseptine" (kavram) karşıyım. Ya milyarderlerin "kompleks" (ruhsal bunalım) giderici bir yatırımı ya da "ofisiyel" (resmî) olduğunda Kültür Bakanlıklarının mafya kurgusuyla yönetilen boşluklar. Bir zamanlar sattığımız işler yolunu şaşırıp oralara gitmişse, "ne yapsam oradan çıkartsam" diye kurguluyorum. Koleksiyonlar da aynı. Parasıyla başkalarına resim aldırıp sonra kendi adına sergileyenler sanata arka kapıdan çaktırmadan girenlerdir. Anlamsız “köpüren” fuarlar, bienaller, snop (züppe) galeriler eğer eğlence mekanlarına dönüşmüşse benim bu “orta oyununda” yerim yok.

Sanatınızda "FUGACE" (uçucu) kavramına verdiğiniz önemi anlıyorum. Bu "uçuculuk" hissini yakalamak için hangi teknik ve kompozisyon yaklaşımlarını kullanıyorsunuz? Bu duygunun bir resme nasıl dönüştüğünü merak ediyorum.

"Fugace" sözcüğü kanımca şiire yakışır çünkü şiir sözcüklerin "efemer" (geçici) tavrını kullanırken anlamda çocukluğumuzdaki prizmatik dürbünler misali kendi ekonomisi adına çoğullaşma; bir geniş açı güder. "Haiku” kısa Japon şiiri gibi: “Güm güm çalındı kapım - Açtım baktım - Yalnızlığımmış”. Buradan resme dönersek, anlatımda aynı derinliğe inebilmek, hayâlin anlamlı prizmalarıyla oluşur. İ
şte anlatın bana “yalnızlığı” resimde..!

70'lerde sosyal içerikli eserlerinizi yakma kararınız, sanatçının toplumsal sorumluluğu ile bireysel ifade özgürlüğü arasındaki çatışmayı gözler önüne seriyor. Bu olaydan sonra sanatınızda ne gibi bir "fırtına sonrası sakinlik" dönemi yaşadınız? Bu radikal kararın sonraki eserlerinizde bıraktığı en kalıcı iz ne oldu?

1970'te Devlet Bursuyla Paris’e gittiğimde "Academie des Beaux-Arts"da "Litografi" (taş baskı) atölyesinde çalışmaya başladım. O yıllar ülkemiz yine politik bir krizin eşiğindeydi, 60'lı yıllarda yaşadığımız özgürlük yerini gençliğin sokağa dökülmesi adına dış kaynaklı önemli provokasyonlara dönüşmüştü. 70'li yıllar Paris’te Türk üniversite öğrencileri çok yoğundu ve de ülkemizdeki yaşanan "represyona" (baskı) karşı ne yapacağımızı şaşırmıştık. Bilmiyorum kendiliğinden bir esintiyle sosyal içerikli taş baskı resimler oluşmaya başladı. Bir tavır aldım ve çevremde epey ilgiyle karşılandı. Bu süreçte ülkemizdeki yaşanan kargaşa, bizim burs paralarımızı da etkilemeye başlamıştı. Bir süre sonra tanıdığım bir arkadaşımın yardımıyla o yılların en önemli galerisi CLAUDE BERNARD’ la bir ilişki kurdum ama ne yazık ki benden özgün baskı değil "pentür" (yağlı boya resim) istedi ve beni yüreklendirdi. Pentüre tekrar başlangıçta birden aklım başıma geldi  Ne yapmışım? Politik bir kavgaya katılmak evet, "angaje" bir resim evet ama bu yaptıkların güncel bir işleve; afiş olarak girmeyip eşe dosta göstermeyle sonuçlanırsa çok yazık. Pentüre dönüş kolay olmadı, Paris bakış açımı çok değiştirmişti. Pentürün son ve en aktif yıllarıydı. Birkaç yıl sonra "konseptüel" (kavramsal) virüsü bu ortamı silip süpürecekti! Görsellik kuramı ne kadar dış etkenlerle yönetilse bile benim ilgi alanlarımın, merak bahçelerimin birikimini etkileyemezdi. Öteki sanatların da büyük açılımı olduğu bu kentte mutluluğumu bulmuştum ve bu resme bakışımı prizmatik görme açısından da çok etkiledi. Bence resim bir “YAZ DENİZİ” gibi olmalıdır dedim.

Asırlık sanat deneyiminizi bir müzeye dönüştürme fikrine soğuk yaklaştığınızı anlıyorum. Peki, bu deneyim ve birikimin gelecek nesillere aktarılması için müzeler dışında hangi yöntemler daha etkili olabilir?

Eski resmin müzelerini bir kenara bırakalım. Bugün çağdaş, modern ya da milyarderlerin devasa can sıkıntısı mekanları bir morgdan öte bir şey değildir. Ne hakla görücünün gerçek algısını saptırmak, kim kendi çarpık beğenilerini size empoze (dayatmak) eder; en açık örnek İstanbul Modern. Daha önce tanımladığım “Perşembe Pazarı” yanlış bir deyim değil, giderek dıştan bir uyarı gelmeseydi, yöneticisinin snop galerilerle yaptığı ticaretin farkına varamayacaklardı. Bu mu müzecilik kuralları? Bir gün yaptığım resim yolunu kaybetmez “düş kurduran” gizemini sürdürürse “fütüryen” (geleceğe yönelik) içeriğine katılır! Ben o kadar yol yapıp dünya müzelerini izlemişsem bugün o müzeler ekranımın içinde ve bir de düşünün “fütür” (gelecek) bize neler sunacak?

Sizce bir sanatçının eserleri, müze ya da koleksiyon gibi kurumsal bir yapıya girdiğinde sanatsal "uçuculuğunu" yitirir mi?

Yitirmez olur mu, daha kötü bir “karabasan” olamaz ama bunu yönetmek elinizde değil. Eğer yaşamak için yaptığın resmi satıyorsan bunu da kabul edeceksin!

"Resim bütün günümü alıyor" diyorsunuz. Bu durum, günlük hayatınızı ve dünyayla kurduğunuz ilişkiyi nasıl etkiliyor? Sanat üretimi, sizin için bir "mesai" mi, yoksa tamamen gündelik yaşamın organik bir parçası mı?

Bu “bütün gün” herkes için aynı değil. Yaptığın resmin kuram ve kurallarını zamana uygularsak evet bütün gün ama hızlı kuruyan örneğin akrilik boyayla günde iki, üç ya da beş tuval boyayanlar müzelerin ve koleksiyonların baş tacı! Sanatta memurluk yoktur. O halde atölye bir işkence mekanı olur ya da başka bir açıdan ele alırsak ressam olarak kendinize bir atölye edinebildinizmi, hangi şartlarda çalışıyorsunuz? Bunu biraz kurcalarsak genç sanatçıların en önemli sorununun mekan olduğu ortaya çıkar! Bunu ressama değil de bir yazara sorarsak bir masaya bağımlı olarak, oturarak yazmak fiili de buna benzer. Soruları getirdiği gibi erken çağlara doğru indiğimizde başyapıtların hangi şartlarda yaratıldığını düşünmeden geçemiyorum!

Müzelerin "boşluklar" ve "mafya kurguları" olduğunu düşünüyorsunuz. Peki, bu kurumlara alternatif olarak sanatın toplumla buluşabileceği, daha samimi ve özgür alanlar neler olabilir? Sanatçının eserleri aracılığıyla bir izleyici kitlesine ulaşmasının ideal yolu sizce nedir?

Ben Interneti ve de bilgisayarın sonsuz olanaklarını yeğliyorum. Siz yaşamadınız; çok yakın yıllarda yaptığın resmi göstermek akıl almaz bir belaydı. Gazetelerin sanat sayfalarında iki satır yer almak ya da yine bu gazete ve dergilerde bir iki sözcük yayınlatmak! Birinin yazdığı enayice bir haber ya da eleştiriye yanıt vermek olanaksızdı. Bugünü kutluyorum; bir saniyede onlarca görseli Fizan’a gönderiyorsunuz, yaptığınız resmi ya da bir sanat sorununu karşı karşıya tartışıyorsunuz.
İşte izleyici kitlesi sizden haber bekliyor; ne mutlu bu çağ' a.

70'lerde sosyal içerikli eserlerinizi yakma kararınızdan bugünkü müze ve koleksiyoner eleştirinize kadar uzanan süreçte, sanatın toplumsal bir mesaj iletme potansiyeline olan inancınız tamamen mi yok oldu? Yoksa bu potansiyelin doğru ve dürüst bir şekilde kullanılmasına dair umudunuzu koruyor musunuz?

70' li yılların ortalarına kadar bir tek desen bile satılamayan ülkemizde birden kanalın suyu açılarak, resme para yağdı ve o yılların popüler genç kuşağı olarak biz de bundan payımızı fazlasıyla aldık. Ben bursumu ödeyerek dönmemiştim ki benim için dış ülkelerde bu açılımın içindeydi, özellikle Almanya. Şimdi geriye baktığımda bu geçmişi imlemek gerekirse nitelik açısından her zaman resimde az ama öz yapıt bırakanları özledim hep. Vermeer’in bıraktığı bu 30 tuval her kez benim düşüme girdi. Diyeceksiniz ki o bir fenomendi. Değil o, resme doğru kapıdan girmişti! Evet, ileriye dönük yaşantıyı zamana bırakıp bakalım acaba “duyu içerikleri” yine aynı mı kalacak? Evet'se ben de Melih Cevdet’ in Ulysses'i gibi “Sağ salim geçtim kendimi” diyorum.

Sanatı "köpüren" fuarlardan ve "snop" galerilerden uzak tutmak istiyorsunuz. Peki, bir sanatçının hayatta kalabilmesi ve üretimini sürdürebilmesi için sanatının ekonomik bir değer kazanması gerekmez mi? Bu durumu nasıl çözüyorsunuz?

Resme bakanlar mı yoksa görenler mi, resmi alanlar mı, sevenler mi..? Buna yanıt ararken benim sözcüğüm, bir de sanatı-resmi “bulandıranlar” var. Meta oluşturanlar, uluslararası büyük lobiler, sözü geçen ülkelerin sanat holdingleri... İşte öyle bir yerdeyiz ki günümüzde sanatı masum bir kız çocuğu gibi betimleyemeyiz kanımca sanat-spekülatif kendini satan bir kadın. 

Birden Sotheby’s düşündüm: “esir pazarı”.

Eserlerinizin satılması ve koleksiyonlara girmesi durumunda, sanatçının özgürlüğü ve bireyselliği tehlikeye girer mi? Bir eseriniz satıldığında, size ait olmaktan çıkıp o "sistem"in bir parçası haline dönüştüğünü düşünüyor musunuz?

Resim satıldıktan sonra “kaderini” bilmiyoruz. Ülkemizde yaşanan bir fenomen var kanımca en tehlikelisi “müzayede”. Her akşam televizyonda yapılan bu alışveriş resmin varoluşunu, gizemini silip süpüren aşağılık bir ticaret! İzlemedim ama bana gönderiyorlar. Eğer bir şey “banalize” olmuşsa, geriye dönüş yok. Bir de başka bir sözcük: “demistifikasyon” (gizemini giderme) sanatta en önemli bir fenomen-tehlike yani bir şeyin gizemini yitirmesi. Sokağa düşmek gibi bir şey. Benzer bir olay mı istiyorsun örneğin yazlık bir sinemada film seyrederken kabak çekirdeği yemek ve de siz bu filmin yöneticiymişsiniz!

Bu diyaloğumuz da bir nevi kurumsallaşma değil mi, neticede kalıcı bir ortamda yayınlanıyor?

Kurumsallaşmamak için Akademi'ye dönmedim ama bilmiyorum kalıcılığın süresi ne kadar? Belki yansımalar söz konusu olabilir; resimdeki "virtüel" (sanal) zaman!

Haiku" şiirini "yalnızlığı" anlatmak için örnek veriyorsunuz. Sizin resimlerinizde bu "yalnızlığı" anlatan bir imge var mı? Varsa bu imgenin sizin için özel bir anlamı ne?

Hauki şiirinde yalnızlığı değil, “fugace” sözcüğünün bir tanımını yapmak adına uçucu, esrik, ephemer, şiirde ve resimde duyusal bir ilinti, düş kurduran bir esinti, belki unutulmuş bir söylem biçimi ve daha çok “hüzünlü ve esrik” bir içerik bağı olarak kullanmak için örnek verdim. Oysa benim resminde “light motive” genellikle kadın ve doğadır. Erken yıllarda Rilke ve Knut Hamsun’a bağlılılığım beni onların tarifsiz yalnızlığına (Rilke’de kadın ve ölüm, Hamsun’da doğa’nın acımasız  yalnızlığı) ya da  o dekorda yitmek gibi! 1965 yılında yaptığım uzun Avrupa gezisinde de resimden şiir’ e, roman’ a o eski ve büyük kentlerde özellikle müzelerde beni yöneten yine o “melancolie”idi. Yaptığım resim onun izindedir. Burada yine tekrar edeyim:  Benim resmim şiirin resim halidir, şiirin simyasına dayanır. Ne yazık kimse resmi okumuyor. Nasıl bir nehrin sesini duyamıyorlarsa, öyle! 

Benim resmim “zamanın öteki kıyısında”, bir yaz sonu duygusuyla, imgesel alanlarda dolaşır.

Sanatınızı politik afiş olmaktan kurtardığınızı söylüyorsunuz. Peki, bugün Türkiye'de veya dünyada yaşanan bir toplumsal olay, sizi tekrar "angaje" (toplumsal sorunlarla ilgili) bir eser yaratmaya itebilir mi?

O günlerden bu yana bu yaşadığımız dünya değişti. 55yıl geçti. Grafik dünyasının bu konudaki en büyük ustaları, “Polonya Afiş Okulu” acaba aynı kurguda bir şey çizebilir mi? Bugün bir başka boyutta yaşıyoruz. Örneğin bu konuda Banksy diye biri duvarları politik ve naif bir şekilde kirletirken, bu duvarları kaldırıp müzelere koymak ve de bu grafitti’leri büyük paralarala koleksiyon yapmak gibi büyük sapmalar gösteriyor ki ne aynı dünya, ne aynı kavga ve insan! Belki bir başka kaosun içeriği  bizi bekliyor!

Instagram'ı ve bilgisayarın olanaklarını "Fizan'a görsel gönderme" fırsatı olarak kutluyorsunuz. Ancak bu platformlar da milyonlarca sanat eserinin aynı anda sergilendiği, bir nevi "dijital müzeler" değil mi? Bu durum, eserlerin gizemini ve "uçuculuğunu" azaltmıyor mu?

Katılmıyorum. İnstagram’da Story’e koyduğum resimlerim büyük bir ilgiyle karşılanıyor ve bir dialog oluşturuyor. Giderek bu ilgi dışa çıktığında, örneğin iki yıl önce İstanbul’da ölen eşimin anısına  Kırım Kilesisinde yaptığımız serginin yansıması, bu sergiye gelen gençliğin beni nasıl izlediğini gördüğümde şaşırdım. Bu durum beni yüreklendirdi. Resmin ötesinde genelde sanata eleştirel bakışım da buna paraleldir. Uçuculuğa devam.

Sizin resimlerinizdeki "şiirin simyasına" dayanan bu melankoli ve yalnızlık hissi, renklerle nasıl bir ilişki kuruyor?
 
Eğer soyut çalışsaydım bunu bir başka açıdan tartışırdık, örneğin siyaha babasının malı gibi sahip çıkan Soulages'ı anımsayarak... Fakat figüratif bir anlatım olarak figürü sahneye koyarken renklerle dekoru da ona uygulamak ressamın kendi kurgusuyla eşleşir. Örneğin Danimarkalı ressam Vilhelm Hammershoi yalnızlığı evinin boşluğunda gezinen bir kadın sembolüyle anlattığında çok ilginç, ev dış görünümüyle oturulmayacak bir mekân görünümünde değildir. Benim resmimde kadın ve doğa kendi yalnızlıklarını renklerle değil, şiirin çekim alanında "paradoksal bir düş" gibi anlatıma girer.
 
Resimlerinizdeki renk paleti, bu "yaz sonu duygusunu" ve imgesel alanları nasıl yansıtıyor?
 
Zamanı kurgulamak gibi bir şey. Bilmiyorum neye bağımlıyız ama ben çoğu kez "çocukluğumun dümen suyunda", sürekli yaşadığım bir "alegori"ye bağımlıyım. Değişken bir zihin durumu: Ya "metafor" olarak ya da sembol olarak kendiliğinden bir süreç... Resim benden çıkarken ne anlattığımı izleyiciye bırakıyorum! "Yaz sonu duygusu" daha çok şiire yakışıyor!
 
Günümüz sanat dünyasını bir "orta oyunu" olarak tanımladınız. Peki, siz bu oyunda yer almayı reddederek, kendinizi sanatın hangi sahnesine konumlandırıyorsunuz? Bu sahne, sizin sanatınızın özgünlüğünü ve "uçuculuğunu" korumak için nasıl bir rol oynuyor?
 
Bir tiyatro oyununda, rolü bittikten sonra valizini alan ve sahneden çıkan oyuncu gibi mi olmak? Hiç düşünmedim ama savunduğum tek şey "özgürüm" diyebilmek ve varoluşunuzu savunabilmek Dış yargı sistemlerinden uzak durmak... Eğer kendi "biyosfer"inizi kurabildiyseniz oyuna devam..!
 
Felsefi derinlik arar veya anlarken insanı nasıl tanımlıyorsunuz?
 
İnsan, daha önce söz ettiğim "prizmatik bir dürbün"dür. Yaşadığımız şu çağ bunu çok daha iyi tanımlıyor; uzayı araştıran bir insanla bir toplumu ters yüz eden insanı karşılaştırmak diyalektik bir dönüşüm. Ne yazık "bir düş bozgunluğu" bu dünya!
 
Diyaloğumuzun şimdiye kadar yayımlanan bölümü ile ilgili düşünceniz ve daha önemlisi hissiniz nedir?
 
Harika bir alışveriş, insan bu meçhul!
 
"Resimlerinizdeki 'uçuculuk' hissini, izleyicide kalıcı bir iz bırakmak için mi yoksa anın geçiciliğini vurgulamak için mi arıyorsunuz? Bu ikilemi nasıl çözüyorsunuz?"
 
İki olgunun birbiriyle eşleşmesi nesnel olarak değil, bir anlatıma özgü, kendiliğinden oluşan bir sürekliliktir. Resmin oluşumu anındaki "improvisation", genellikle bilinçaltının yönetimiyle işleve girer.
 
"'Zamanın öteki kıyısında' hissini yaratmak için tuvalinizde zamana dair spesifik ipuçları mı kullanıyorsunuz (belirli bir ışık, mevsim, an)? Yoksa bu tamamen izleyicinin zihninde oluşmasını umduğunuz bir his mi?"
 
Figüratif çalıştığıma göre görünenin tasviri adına semboller, hayali peyzajlar, ikonlar ve anıya özgü her şey! Boşluk bile çok şey anlatır; nesne olmadan önce bir "ŞEY"di. Örneğin, 2018'de yaptığım bir serginin teması "HİÇ"ti.
 
"Instagram'ı bir iletişim aracı olarak kutluyorsunuz ancak bu platform, algoritmalar ve 'beğeni' ekonomisi tarafından yönetiliyor. Bu durum, sanatınızın 'uçuculuğunu' ve özerkliğini bir pazarlama mantığına dönüştürme riski taşımıyor mu?"
 
Anı, günümü yaşarken geleceğe dair kurgular kanımca çok "denge" bozucu. Geriye dönüşte Ulysses gibi sağ salim çıkmışsam ve bugüne gelmişsem gelecek yalnızca metanın "bubi tuzağına" düşmek değil. Sanatın ya da resmin varoluşu önemli bir risk içinde. Ayrıca, o diğer büyük platformlarda olmadım hiçbir zaman!
 
"Dijital bir enstalasyon yapmayı hiç düşündünüz mü? 'Fugace' kavramını, fiziksel bir tuval yerine, kod ve ışıkla ifade etmek sizi nereye taşırdı?"
 
Hayır, hiçbiri. En çok eleştirdiğim sapmalar bunlar ama "sinema" olabilir ve de bugünkü teknik olanaklarla. Akademi'de 1964 yılında kısa metraj "GİZ" diye bir film yapmıştım.
 
"'Resim bütün günümü alıyor' diyorsunuz. Bu süreç içinde, bilinçli bir 'çalışma' anından, tamamen sezgisel ve akışta olduğunuz anlara nasıl geçiş yapıyorsunuz? 
Disiplin ve ilham arasındaki dengeyi nasıl kuruyorsunuz?"
 
Yazıda açıklamak güç. Paris'te yaşadığım ve çalıştığım mekân, atölyem modern bir parkın içinde. Gün içinde resmin aldığı süreç öteki ilgi alanlarımla bölünüyor ve giderek ünlü sanat mekânlarıyla iletişim çok kolay oluyor. Resim yapmak yalnızca atölyede olmak değil.
 
"Üretim sürecinizde rastlantıya ve hataya ne kadar yer veriyorsunuz? Taş baskıdaki tesadüfi dokulardan, yağlı boyanın kontrolü daha zor olan doğasına geçişinizde bu nasıl değişti?"
 
Kat'iyen aynı şey değil. Litografide taş'a yapılan örneğin bir deseni kat'iyen silip yeniden başlayamazsınız. Taşı tümüyle yıkamak gerekir ve çok zor bir işlemdir. Pentür öyle değil. Boya yaş olduğu sürece, silip yeniden çalışma olanağınız var. Yalnızca tüm bu işlevler pentürün tekniği, başlı başına bir okul gerektiren bir konu. Ne yazık ki bunu öğretecek bir kapasite öğrencilik yıllarımızda olanaksızdı. 
 
Hocalarımız yeteneksizdi ve malzeme bulunmazdı.
 
"Vermeer'i 'resme doğru kapıdan girmiş' olarak tanımlıyorsunuz. Sizin için 'doğru kapı' nedir? Sanat tarihinde sizin kapınızdan giren, sizinle aynı frekansta titreşen başka hangi isimler var?"
 
Teknik bir dildir ve bugün bu ustaların pentür tekniğini çözemiyoruz. Pentürün gereçlerinin başında rengi yapan pigmentler gelir. Doğada bulunan minerallerden kaynaklanır ve bugün çoğu tüketildi. Sizin bu sorunuza yanıt bir kitabı kapsar ve de Vermeer dışında o kadar büyük isim var ki: Holbein, Jan Van Eyck vb.
 
"Rilke ve Hamsun'dan etkilendiğinizi söylüyorsunuz. Bir resminizi, onların bir şiirine veya roman pasajına 'eşlikçi' olarak seçmek zorunda kalsaydınız, hangi eserinizi ve hangi metni seçerdiniz?"
 
Örneğin: Rilke'nin "Malte Laurids Brigge'nin Notları" adlı eserinden: "...Ve kadınlarda ne hüzünlü güzellik vardı; gebe olup ayakta durdukları vakit, ince uzun ellerinin, kendiliğinden üzerine düştüğü şişkin karınlarında iki meyve taşıyorlardı: biri çocuk, biri ölüm. Tamamen boşalmış yüzlerinde görülen yoğun, adeta besleyici gülümseme, bazen bunların ikisinin birden büyüdüğünü düşünmelerinden ileri gelmiyor muydu?"
 
"İzleyicinin resminizi 'okuması'ndan ne anlıyorsunuz? Sizce bu 'okuma' eylemi, sizin niyetinizle mi yoksa izleyicinin kendi deneyimleriyle mi şekillenmeli?"
 
Benim tanımım: Tüm yaşantımdaki deneyimim, "resme bakmak mı, yoksa görmek mi?" Bir sergimde bir kadın yaklaşarak kendini tanıttı. Yıllar önce Ankara'da yaptığım bir sergiden bir resmimi almış ve bu tuval evinin en fazla yaşadığı, oturduğu bir mekânda duvardaymış. Bana, "Bu resme 20 yıldır bakıyorum, bana her kez bir şey anlatıyor" demişti.
 
"Sizin için en anlamlı eleştiri veya geri bildirim türü nedir? Entelektüel bir yorum mu, yoksa bir izleyicinin resminiz karşısında hissettiği saf, kelimelere dökülmemiş duygu mu?"
 
Önceki soruda anlattığım anı, belki benim övüncüm: Yaptığım resmin çekim alanı kat'iyen başka nedenlerle koleksiyon yapanlar, evinin duvarına herkesten aldığı resimleri asanlar değil ve de açıkça görürsünüz ki benim bu koleksiyonlarda resmim yoktur. Genellikle benim diyaloğum resmi okuyan ama onu alacak yeteri kadar parası olmayanlarladır.
 
"Eserlerinizin nihai kaderi üzerinde kontrolünüz olmadığını kabul ediyorsunuz. Peki, bu gerçek, üretim sürecinizi ve 'bu işi neden yapıyorum?' sorusuna verdiğiniz yanıtı nasıl etkiliyor?"
 
Hiçbir ressam yaptığı ve kendinde çıkan resimlerin kontrolünü yapamaz. Müzayedelerden söz etmiştim: Ben izlemiyorum ama dostlarım bazen bana gönderdikleri ve tesadüfen buralarda satılan resimlerimi görünce şaşırıyorum ve üzülüyorum, "nereden nereye!" Ülkemizdeki ekonomik kaos, insanların yaşamak adına severek aldığı resimleri de buralarda pazarlama gerçeğine düşmüştür.
 
"Diyaloglarınızın bir gün tez konusu olacağını hiç düşünmüş müydünüz? Yazılı ve sözlü ifadelerinizin, resimlerinizin yanında ikincil bir 'iş' olarak değil, onunla eş değer bir üretim olduğunu düşünüyor musunuz?"
 
Belki inanmazsınız, şu güne kadar üniversitelerden bana tez yapmak için başvuranların sayısını... Hepsine yanıt verdim. Onların ilgi alanında olmam da benim için bir övünçtü.
 
"Türkiye'de sizin kuşağınızdan sonra, sizinle aynı özgürlük arayışı ve poetik dili sürdüren bir sonraki kuşağı gözlemliyor musunuz? Varsa, bu isimler kimler?"
 
Belki var ama ne yazık ki gözlemlemiyorum. Resim ve sanat ne yazık ki güçlü lobilerin kontrolünde - fuarlar, koleksiyonerler - kendi yaratıcı hayalini yitirmiş durumda. Tanıdığım genç ressamlar kendilerine bir olanak sağlayacak daha güçlü lobilere sığındılar. Burada özgürlük bitmiştir.
 
"Türkiye'deki sanat ortamının en büyük eksiği sizce nedir? Snop galeriler ve müzayedeler dışında, genç bir sanatçıya nefes alabileceği alternatif alanlar yaratmak mümkün mü?"
 
Vakıflar var. Örneğin ARTER. Şimdiye dek ne yapmak istediğini anlayamadım: "Sahibinin Sesi". Giderek ülkemiz bir başka "APOCALYPSE NOW" yaşıyor - moral YOK, hiçbir şey YOK!
 
"Çocukluğunuzun dümen suyunda" sürekli yaşadığınızı ve resminizden çıkanın ne olduğunu izleyiciye bıraktığınızı söylüyorsunuz. Peki, resim bittiğinde eserinizle aranızdaki ilişki nasıl değişiyor? Sizin için o, sadece bir geçmiş anı mı kalıyor, yoksa eserleriniz hâlâ sizin için konuşmaya devam ediyor mu?

İlginç, yine dolaştık ve geldik sosyal medyaya. Daha önce her gün yaşadığım bir hüzünden söz edeyim. Benim büyük mekânım, tüm yaşantımda topladığım harika kitaplarla dolu. Sanatı içerenler boyutlarıyla önemli bir yer kaplıyor! Birden farkına varıyorum ki yıllardır çoğunun kapağını ikinci kez açmamışım ve belki onlara tekrar dokunacak gücü bulamayacağım! Kendi resim ve yazı arşivim yine rafları dolduruyor; yaptığım sergi katalogları ve kitaplarla beraber uyuyor! Evet, şu anda yazdığım yazıdan, dijital dokümanlarıma kadar bu MacBook'da, Instagram'da ve bu dijital olanaklarla geçmişe dönüş çok hızlı gerçekleşiyor. Ayrıca bu evrim daha bitmedi!

"İnsan prizmatik bir dürbündür" tanımınız, sanatın da çok yönlü bir algı aracı olduğunu düşündürüyor. Sizin resimlerinizin izleyici için nasıl bir "dürbün" görevi görmesini istersiniz? Resimlerinizle bakanların, göremedikleri hangi boyutları keşfetmelerini umarsınız?

Bakanlara söyleyecek bir sözüm yok ama görenler; onlar soru sormaz! Bir tablonun anatomisini yapmak, sanat tarihçilerinin gereksiz bir takıntısıdır ve sanatın gizemiyle uyuşmaz. Sanat eleştirisi, günümüzde gerekliliğini yitiren uğraşlardan bir tanesi, belki bu nedenle. Fransa'da artık rastlanılmıyor ama başka nedenlerle; örneğin pentürün yok olması, konseptüelin de anlatacak bir özelliğinin bulunmaması!

"Biyosferinizi kurabildiyseniz oyuna devam" diyorsunuz. Bu "biyosferin" somut sınırları nelerdir? Sanatsal üretiminizi ve kişisel özgürlüğünüzü korumak için hangi kuralları veya ilkeleri uyguluyorsunuz?

"Biyosfer"den kastım bir ressam için çalışma ve yaşama mekânları; atölye, ışık, malzeme vb. Sanatıyla yaşamak ve onun gerektirdiği yaşama ve çalışma ortamını taviz vermeden gerçekleştirmenin ne kadar zor olduğunu anlatmama gerek yok. Şairler, yazarlar nasıl yaşıyor, o da anlatılmıyor! 

Sonunda yaşamak da bir ustalık oluyor!

"2018'deki 'HİÇ' temalı serginizde, 'boşluk bile çok şey anlatır; nesne olmadan önce bir ŞEY'di' diyorsunuz. Bu 'hiçlik' ve 'boşluk' kavramlarını tuvalinizde somut olarak nasıl temsil ediyorsunuz? Bu, izleyicide bir yokluk hissi mi yaratmayı amaçlıyor yoksa varoluşun özüne dair bir sorgulama mı?”

Bu 'HİÇ', Hikmet’in “HİÇ GİDİLMEYEN DENİZLER-SÖYLENMEMİŞ SÖZLER” dizesinden esinlenmişti, serginin adı da buydu. Kanımca bugün Evren'e bakışımız değişti, o gözümüzün önündeki sonsuz bir "ŞEY" ve biz bu sonsuzda bir "HİÇ"iz.

"Vermeer, Holbein gibi ustaların tekniklerini çözemediğimizi, doğal pigmentlerin tükendiğini söylüyorsunuz. Bu 'kayıp bilgi' ve 'orijinal malzeme' yokluğu, sizi bir sanatçı olarak nasıl etkiliyor? Modern malzemelerle eski ustaların ruhunu yakalamak mümkün mü, yoksa bu bir tür 'temsil'den mi ibaret?”

Doğadan gelen bu pigmentlerin giderek tükenmesi, bulunmaması anlamına gelmez. Örneğin "Lapis Lazuli", tarifsiz bir mavi; Giotto’dan başlayarak resme girmiş ama doğada çok az oluşu ve de çok pahalı olduğu için "takı"larda kullanılması, her ressamın malzemesi olamaması onu kurtarmıştır. Konseptüel resim, pentürü öldürdü ama bugün resim malzemeleri hiçbir çağda olmadığı kadar kaliteli ve her yerde bulunabiliyor ki ne yazık ki bu kaliteli pentür malzemelerini satın alabilecek ve gerektiği gibi kullanabilecek ressam sayısı az!

"İnsanların severek aldıkları resimleri ekonomik kaos nedeniyle müzayedelerde sattığından ve buna üzüldüğünüzden bahsediyorsunuz. Bu, sanat eserinin 'sevgi nesnesi' olma ile 'meta' olma arasındaki trajik ikilemi gösteriyor. Bir sanatçı, eserinin bu kaderden kaçınmasını sağlayabilir mi? Yoksa bu, sanatın doğasında var olan bir acı mı?”

Alıcı gözüyle baktığınızda, müzayede olarak toplayan ve satanların sanatla yakından uzaktan hiçbir ilişkisi yoktur. Amaç, ticaret ve para kazanmaktır. Öbür yandan yine bu kişilerdir, resmin değerini empoze edenler, ressamları kategoriye koyarak tartanlar. Buna bağımlı olarak sistemi yönetenler: Koleksiyonlar, müzeler, fuarlar, tüm resme özgü uğraş da hazır giyim patronları, endüstri patronları, lüks otel sahipleri, hızlı para kazanmış kişilerin tekelindedir! Fellini’nin deyimiyle: "E LA NAVE VA"… Ve gemi gidiyor!
 
"Dijital enstalasyona sıcak bakmadığınızı ancak 'sinema' olabileceğini söylüyorsunuz ve gençliğinizde bir film yaptığınızdan bahsediyorsunuz. 'Fugace' kavramı, hareketli görüntüde sabit bir tablodan daha mı güçlü ifade bulur? Neden sinema sizin için diğer dijital formlardan daha kabul edilebilir?

60'lı yıllarda sanatı tersyüz etmek istediler: "Yeni Roman", "Yeni Dalga" (sinemada), "Modern Müzik"... Tutmadı, tek başarılı oldukları "Plastik Sanatlar" oldu ve hâlâ içinde yüzüyoruz! Roman da iki yıl süren Kovid'in bir yan etkisi olarak ne kadar canı sıkılan varsa roman yazmaya başladı; benim adıma bitmiştir! Sinemaya gelirsek, çağımızın bize bağışladığı tüm teknik olanak (görsel ve kameradan söz ediyorum) gelişim, bu sanatı çok öne çıkardı yani GÖZ-KAMERA, yazıdaki zenginliğin görsele aktarılması gibi! Anlatım, resme çok yakın; bir başka anlatım, belki tiyatroya ilgim de bunu onaylıyor!
 
"Paris'teki atölyenizden, bir parkın içinden ve şehrin sanat ortamıyla kolay iletişimden bahsediyorsunuz. Mekânın fiziksel ve kültürel dokusu, 'akış' hâlindeki o sezgisel üretim anlarınızı nasıl besliyor? Aynı üretkenliği ve ilhamı Türkiye'deki bir atölyede de hissedebilir miydiniz?”

Şunu açık söyleyeyim, Türkiye’deki "KAOS" benim için bir "BURN OUT", uykuları bölen bir "KARABASAN". Dostlarım bir yana bu gençliğe acıyorum. Büyük bir sisin içindeyiz, göz gözü görmüyor, belki bir ışık vardı, görünmez oldu! Bunu sezmiştim çıkarken, oynanan oyunları ve buna elimizi kaldıramayacağımızı!

"20 yıl boyunca bir resminize bakan ve her seferinde ona yeni bir şeyler söyleten izleyici örneğiniz çok çarpıcı. Sizce bir resmi 'okumak' ile 'görmek' arasındaki o sihirli eşik nedir? İzleyicinin o eşiği geçmesi için siz, resminizde bilinçli olarak ne tür 'kapılar' ya da 'ipuçları' bırakıyorsunuz?”

"ZORLA GÜZELLİK OLMAZ" ya da "Bunu sevdireceğim" diye resim yapılmaz. Ayrıca yaptığınız resim de herkese ulaşmaz ya da sevdirmenin kuram ve kuralları yoktur ama ben telepatiye inanırım; bilincimizin geriye dönüşümlü bir iletisidir. Farkında olmadığımız bir alışveriş var!

"Genç sanatçıların lobilere sığındığını ve özgürlüğün bittiğini söylüyorsunuz. Bu durumda, sizin gibi bağımsız kalmayı başaran bir sanatçı olarak, onlara ne gibi bir tavsiye veya alternatif bir yol önerirsiniz? Bu umutsuz tabloda, sanatın dönüştürücü gücüne dair inancınızı koruyor musunuz?”

Resmi özlediğimiz yıllar çok uzaklarda, bugün var olmak bir metaya bağımlı ve de kimse kimseye alternatif bir yol gösteremez ama yine de özgürlük bu kadar kolay satılamaz!

"En anlamlı geri bildirimin, bir resminizi 20 yıl seyredip onunla yaşamak olduğunu söylüyorsunuz. Bu, entelektüel eleştiriden çok, samimi ve zaman içinde gelişen bir ilişki. Sizce günümüzün hızlı tüketilen sanat ortamında, böyle derin ve samimi bir izleyici-sanat eseri ilişkisi kurabilmek hâlâ mümkün mü?”

Uzaklardan benimle yakın görüşemeyenlerden, tanımadıklarımdan aldığım mesajlar şunu gösteriyor ki resimlerim onlara varıyor ve konuşuyor; demek ki bir "çekim alanı" oluşmuş. Bana da onları tekrar şaşırtmak düşüyor!

"Diyaloglarınızın tez konusu olması sizi övünçlendiriyor. Resimlerinizin fiziksel kaderi üzerinde kontrolünüz olmayabilir, ancak fikirleriniz ve sözleriniz yazılı olarak kalacak. Sizin için hangisi daha kalıcı ve değerli: Fiziksel resimleriniz mi, yoksa onların ardındaki felsefeyi aktaran bu diyaloglar mı?

Bu diyaloglar benim bir "röntgenim", benden haber getiren belgeler, sezilerde bir anımsatma ama "düş kurduran" resimlerim. Her ikisi uzlaşsın ki ben kalayım!

"Paris'teki atölyenizin bir parkın içinde olması ve gününüzün resimle diğer ilgi alanları arasında bölünmesi, yaratım sürecinizi nasıl etkiliyor? Bu dış mekân, resimlerinizdeki semboller, hayali peyzajlar ve 'zamanın öteki kıyısında' hissi ile nasıl bir diyalog kuruyor?

Benim "merak kabinelerimden" söz etmiştim. Günüm ne kadar resimle geçse bile dış ve yapıcı etkenler, bu biyosferin "hayal bahçeleri" oluyor. Yaşanmışlığın giderek bir görselliğe saptanması, devingen görsel sentezlerle bir diyalog oluşturuyor.

"2018'deki 'HİÇ' serginizin temasından bahsediyorsunuz. Sanatınızda boşluk, yani 'nesne olmadan önce bir 'ŞEY' olan Hiç,' nasıl bir rol oynuyor? Bu kavram, eserlerinizdeki 'yalnızlık' hissiyle nasıl birleşiyor?

İçimde kurguladığım ama yanıtını bulamadığım resim ögelerinin simgesel mekanlara dönüşmesi "ŞEY", bir görselliğe saptanması "HİÇ"e, gidilmeyen denizlere dönüşüyor ve de orada yalnızım!

"Ülkemiz bir başka 'APOCALYPSE NOW' yaşıyor: moral YOK, hiçbir şey YOK!' diyorsunuz. Bu denli karamsar bir tabloya rağmen, sizi üretmeye ve sanata olan inancınızı korumaya iten en temel motivasyonunuz nedir? Bu, sanatın kendisi mi, yoksa onun size sağladığı 'özgürüm' diyebilme gücü mü?

Eğer kaderime başkaldırmışsam, kafamdaki beni götüren nehir, gideceği bir denizi de biliyor demektir. "Özgürüm" demek, hayatın kendi dinamizminden kaynaklanır.

"Gençliğinizde hocalarınızın yeteneksiz olduğunu ve malzeme bulamadığınızı söylüyorsunuz. Peki, bugün bu teknik birikim ve bilgi birikimi, genç sanatçılara hangi yollarla aktarılabilir? Sizce sanatın teknik bilgisi, 'yaratıcı hayalini' yitirmeyen bir nesil yetiştirmek için ne kadar önemlidir?

Bu olgular gözümüzün önünde ama yaşadığımız dünyanın dışına bakmayalım. Hocalarımızın şanssızlığı da başlangıçta resim sanatını (tekniğini) gerektiği gibi öğrenemedikleri için ama bugün süzgeçten kim geçmişse koleksiyon ve müzelerde boy gösteriyor. Giderek kendini dahi olarak tanıtanlar var ve bunlar kişisel beğeniler. 

Kanımca yapılacak bir şey yok!

"Müzayedelerde eserlerinizi gördüğünüzde 'nereden nereye!' diye düşündüğünüzü belirtiyorsunuz. Bu durum, eserinizin bir zamanlar size ait olan o 'duygu' ve 'anlam' yükünü kaybettiği anlamına mı geliyor? Sanatın değeri, sizin için alınıp satılamaz bir şeyken, bu pazarlama gerçeğiyle nasıl yüzleşiyorsunuz?

Hiçbiri, daha önce söyledim. Sizinle ilişki kurmadan oradan buradan bulup bir resminizi asan müzeden ne bekliyorsunuz ki? Ne menem bir müzayededen, çöken bir düzende bienal yapan, çağdaş fuardan bir şey bekleyelim. Her şey benden uzaklaşıyor ve gözden yitiyor!

Dijital dünyanın anlık, kaydırılabilir, çoğaltılabilir doğası sizce sanatın uçuculuğunu güçlendiriyor mu, yoksa onu sıradanlaştırıp fugace (geçici) ruhunu öldürüyor mu? Bir Instagram hikayesi gibi 24 saat sonra kaybolan bir dijital eser, tuvaldeki bir resminizin kalıcılık iddiasından daha mı güçlü bir an duygusu taşır?

Bıkmak ya da bıktırmak belki, sürecin en önemli iki ögesi. Demystification (gizemini, albenisini yitirmek) kanımca günümüzün bir sorunu. Michel Foucault’nun “görünürlülük bir tuzaktır” sözünden hareketle, belleğimizdeki bizi yöneten beğenilerin sonuna kadar saklanması olanaksızdır! Zamanın yönetiminde bilgi ve görgü adına yaşadığımız süreklilik, beğenilerimizin “hayal müzelerini” değişime zorlar. Fragment'lar (Parçalar), Instagram’ın kullandığı fenomenolojik yoruma dair bilgisel bir bakış açısıdır.

Kitaplarınıza dokunamama hissinizden ve dijital arşivin hızından bahsediyorsunuz. Bu, sizin için bir “entelektüel mirasın yok oluş korkusu” mu, yoksa fiziksel olanın yerini alan yeni bir biçimin doğal evrimi mi? Kendi resim ve yazı arşivinizin nihai kaderi hakkında nasıl bir duyguya sahipsiniz?

Bu daha çok, yaşamanın sonlarında bizi yöneten gücün azalması, zamanın hızı, nöronların destek yapısını oluşturan mikrotübüllerin kuantum pozisyonunda olması; sanki “bir iç denizin yavaş yavaş çekilmesi” gibi. Yoksa merak ve kurguda değişen bir şey yok. Varoluşum üstüne de no future yani HİÇ.

Fiziksel biyosferinizden (atölye, Paris) bahsettiniz. Peki, sosyal medya ve dijital diyaloglarınız, sanatsal varoluşunuzun yeni bir “dijital biyosferi” haline geldi mi? Bu sanal âlem, sizi besleyen fiziksel mekânın yerini alabilir mi, yoksa onun sadece bir uzantısı mı?

Dijital Biyosfer, erken yıllarda bulamadığımız iletişimin, diyaloğun, dışavurumun, farkındalık yaratmanın mucizevi bir aşaması ve çok kısa bir sürede oluştu bu. Peki, önümüzdeki birkaç yılda bizi ne bekliyor? Örneğin, Vermeer atölyesinden çıkıp yan odadaki bilgisayarının başına geçip, meseni Van Ruijvin’e bir mesaj gönderiyor: “...Resim daha bitmedi ama bana biraz avans verebilir misiniz; bitince size hemen görselini ileteceğim.” Siz ne kadar bir fiction (kurgu) olarak alırsanız bile, belki Vermeer bu absürt iletişimi düşünde gördü!

Resimlerinizdeki melankoli ve yalnızlık hissinin, içinde bulunduğumuz “APOCALYPSE NOW” hissinden ve gelecekte bizi bekleyen **“başka bir kaosun içeriği”**nden nasıl bir farkı var? Sizin melankoliniz kişisel ve poetik bir duygu iken, günümüzün kaosu kolektif ve korku dolu. İkisi sanatınızda nasıl kesişiyor veya ayrışıyor?

Çocukluğumda evimizdeki aile albümlerindeki harika sepia fotoğraflardaki netliğe bayılırdım. Bu netlik fotoğraflara dehşet bir derinlik verir, ön plandaki hüzünlü güzel kadınlarla, arka plandaki onların peyzajları arasında bir diyalog oluştururdu. İşte benim resmimin bir olgusu ve de nereye dokunursam bir hüzün oluşur —şiire dair— benim içimde! Benim peyzajlarımda yalnız kadınlar gezinir. Onlardaki bu antik güzellik ve yalnızlık, gözümüzün önünde yiten bir doğa; “eklektiksel bir sinyal”, paradoksal bir düş.

Bir izleyicinin resminizi “okuması” ile “görmesi” arasındaki farktan ve telepatiden bahsettiniz. Peki, siz bir resmi yaparken, bu gelecekteki “gören” izleyiciye bilinçdışı bir mesaj, bir “telepatik ipucu” gömmeye mi çalışıyorsunuz? Bu, bir sanatçı olarak sizin için bir tür zamanlar ötesi diyalog kurma yöntemi mi?

Bir resme başlarken hiçbir zaman mesaj vermek amacı gütmedim —erken yıllardaki yaptıklarımlar dışında. Beni yöneten, merakımın akışındaki iletişimlerin belli bir zaman sonundaki bana yansıması oldu genellikle. Örneğin, uzun yıllar Bergman’ın sineması beni bir olguya çağırdı: sessizlik, yalnızlık ve ölüme dair. Örneğin, “Sonbahar Sonatı”nda kameranın bir mekânda yaptığı travelling (gezinti) objeler, fotoğraflar vb. Bu mekânda yaşanmış “ölüme dair bir olgu” sezeriz. İşte anlatımda semiotique (göstergebilimsel) bir güç, sonrası resmin gidişindeki ögelerin birbiriyle eş anlamı, atmosferdeki kurgu vb. etkiye dair! Bu söz konusu merak gezileri ki kitabım “ZERO HİPOTEZ”de anlattığım, eski Avrupa’yı adım adım gezerken daha da azgınlaştı. Tüm algılar şu anda dağarcığımda. Ne yazık, müzik, sinema vb. adına yüzeye çıkma olanakları yok, bilmiyorum, belki olur!

“HİÇ” serginizde, evrendeki “hiç” olduğumuzu söylüyorsunuz. Peki, bu varoluşsal “hiçlik” duygusu, tuvalinizdeki somut “boşluk” alanlarına nasıl yansıyor? Boş bıraktığınız bir tuval parçası, sadece bir kompozisyon öğesi mi, yoksa izleyiciye “siz de bir hiçsiniz” diyen felsefi bir imza mı?

Bugün bir HİÇ olduğumuzu kanıtlasaydık, insan başka bir yerde olurdu. Ölüm olgusunun yönlendirdiği inançlar ve onların dinler adına kurguları, insanları yönetme ve yönlendirme güçleri giderek üstümüzdeki allegorie (alegori) bulutları: “MEMENTO MORI”. Bu konuda benim tezim: “EVREN BEYNİMİZİN BİR SANRI BAHÇESİDİR”. İki sonsuzun arasında sıkışmış bu insan yanlışlıkla HİÇ’i ölüm sanıyor ve ona mum yakıyor.

“Özgürlük bu kadar kolay satılamaz!” diyorsunuz. Ancak dijital platformlar (Instagram) ve devlet kurumları (YÖK) aracılığıyla fikirlerinizi yayma kararı, sizce bu özgürlüğü bir pazara sunmak anlamına gelmiyor mu? Özgürlüğünüzü korumak için bu sistemlerle flört etmek zorunda kalmanın paradoksunu nasıl çözüyorsunuz?

Devlet kurumu YÖK’le bir ilişkim yok; böyle bir kurumun hâlâ var olduğunu da sizden duydum. O yıllar, 1975, eğer Akademi’ye öğretim üyesi olarak dönseydim, o zaman vardı! Instagram’a tekrar gelirsek; örneğin çok sevdiğim bir söz/deyiş: “AT İZİ İT İZİNE KARIŞTI”. Benim arada sırada koyduğum görseller ya da sanatı bulandıranlarla geçtiğim dalgayla, hesapları milyonlarca izlenenler arasındaki uçurum yargılanamaz. Bunun özgürlükle hiçbir ilişkisi yoktur ama bugün özgürlük söz konusu olursa, sosyal yapımızı arka planda yöneten bazı karanlık lobilerin genç sanatçıları korumak amacıyla onlara bir çekim alanı oluşturması... Ne yazık, kendilerini müzelerde, koleksiyonlarda görmeyi düşleyenler bu ağa düşüyorlar, özgürlükleriyle beraber.

Bu güçlü ifade, sanatınızı bir varoluş mücadelesi olarak gördüğünüzü gösteriyor. Peki, bu başkaldırı sadece dış sistemlere (akademi, galeriler) karşı mı, yoksa aynı zamanda içinizdeki melankoli, yalnızlık ve “hiçlik” duygularına karşı da verdiğiniz bir savaş mı? Resim yapmak, bu içsel “karabasan”larla yüzleşme ve onları dönüştürme yönteminiz mi?

Eski yıllarda kim varsa; şair, yazar, ressam, aktör; her akşam meyhanede toplanır, içer konuşurduk, tartışırdık, daha doğrusu içimizi boşaltırdık. Geçen hafta İstanbul’daydım, gelin görün: “NO MAN’S LAND” (Kimsesizler Diyarı), birkaç kişi dışında. İşte o zaman kendinle yetineceksin, MNEMOSYNE (belleğini) koruyarak!

Tüm bu birikim, deneyim ve “yaz sonu duygusu” içinde, arkanızda bırakmak istediğiniz son resim veya son düşünce ne olurdu? Bu, bir veda değil de, adeta bir “ilk soru” gibi, izleyiciyi düşünmeye ve hissetmeye zorlayan son bir fugace (geçici) dokunuşu mu olurdu?

Bir melankoli olmadığı sürece bir son’da olduğunuzun farkında değilsiniz. Zaten sinemada “THE END” artık görülmüyor, eskiden büyükçe yazarlardı!

Diyalog Sanat gibi bir tecrübeden sonra hiçlik duygunuz yerini giz'e ve sırra bırakır mı, platformun kalıcılık sorununuzu çözdüğü ve diyaloğunuzun sonsuza kadar var olacağı bilgisi nasıl bir his uyandırıyor, önerir misiniz?

Şu anda ikinci kitabımı yazıyorum: “AZİZ’E DAİR”. Ne bileyim, projeler olduğu sürece bence kalıcılık bu. Çevremde çok önemli kişilerin ölümlerinden sonra kolayca unutulmaları: HİÇ.

Kavramsal/Objektkunst sanat nereye gidiyor, yaşamınızda unutamadığınız şakalar nelerdir, sizi en çok şaşırtan hangi tür sorulardı?

Almanya’da yaptığım bir sergide bir Türk gazetecisinin sorusu: “Hangi renkleri seversiniz?”

Uluslar ve dillerin kültürler gibi gizlerinden bahseder misiniz?

İsterseniz ustam JORGE LUİS BORGES’ten başka bir gün söz edelim, farkında olmadan onun bahçesine girdik!
 
Rilke' ye

Diyalog Sanat Analiz Ofisinin Detaylı Analizi İçin Bakınız: 1.207. Diyalog 

KAYDIRMA
20 Eylül 2025
Erkan Yazargan 
Diyalog Sanat

Günümüzün sorunlarından biri de kaydırma bağımlılığı. Gerçekten de bilimsel adı bu... Parmaklarımızın arasında bizi teslim alan ekran, her dokunuşumuza bir tepki verirken, kaydırarak ileri veya geriye gidebilirken dokunarak daha derine inebiliyoruz. Utku Varlık diyaloğunda üç kat derine daldık. İsteseydi ve zamanı olsaydı; kendi deyimiyle "kendinden bahsetmekten" yorulmasaydı, daha derinlere dalabilirdik. Okurdan ricam, kendisiyle konuşuyormuş gibi okuyup diyaloglar bütününün her bir yanıtını ayrı ayrı irdeleyip bütünleştirmeleri. Utku Varlık diyaloğunun kendisi de bir sanat eseri. Bu diyaloğu iyi anladıktan sonra resimlerine daha iyi bakacak ve göreceksiniz. Bu deneyim size haz verdiği kadar zihninizde sanat kıvılcımlarına neden olacak, beyin hücrelerinizin birbiriyle nasıl uyumlu ve şaşırtıcı çalıştığının farkına varacaksınız. Kaçırılmaz bir deneyim. Daha sonra yaşadıklarınızı yazarsanız, belki sizin yazacağınız o şey de bir sanat eseri olabilir. İlham verici bu deneyim, sonsuz içinde ve dışında her yöne sanat mucizesi.
 
Ahmet Yiğitider
Uzman, Sanatçı
20 Eylül 2025

Selamlar Utku Hocam, söyleşiyi şimdi okuma fırsatı buldum. Bu hafta Almanya’da; Dortmund-Düsseldorf-Köln üçgeninde koşturmacadayım. Hem sohbet, hem eşlik eden resimleriniz müthiş. Varolun.

Sağlık ve esenlik diliyorum.

Ali Ak
25 Eylül 2025

Nefis bir söyleşi olmuş. Her zamanki gibi aydınlatıcı, ufuk açıcı. Eşlik eden “ethereal” resimler de insanı ister istemez türlü hayallere sürüklüyor. Sohbetinizi özlemişim. Belki Türkiye’ ye, daha da iyisi Ankara’ya yolunuz düşerse görüşürüz.

Saygılar, selamlar.

Utku Varlık: Şaşırmadım Ali Ak’ ın tümünü okuyup yanıtladığına. Ali, genellikle kimse okumuyor -belki bir satır, yanıt  sıfır. Kanımca Bodrum’dan Ankara’ya dönüş yapıyorsun. Ben de yarın İstanbul’a gidiyorum bir hafta için. 

Şahin Yenişehirlioğlu
27 Eylül 2025, 14:06

Uzun söyleşini sabırla okudum. Litolarınla şimdiki resimlerin hiç çelişmez. İkisi birer evre. Yakman büyük  hata. Daha önce de sana bunu söylemiştim. Değerli dostum iyisindir herhalde! Bana gelince...

Değerli dostum, sabırla dememin nedeni şu: Söyleşide bazı sorular tekrar ediyor. “Sen de yukarıda ya da daha önce söylemiştim“ diyorsun. Oysa soru yeniden soruluyor. Bu, bir.

İkincisi, Akademi’de Profesör olsaydın fena mı olurdu?

Üçüncüsü, sanki sen kendini tamamen toplum sorunlarından soyutlamışsın havası veriyorsun oysa öyle değil. Yoksa bu söyleşileri yapmazsın çünkü bu söyleşileri insanlar okuyorlar. Düşünüyorlar. Hakkında senin, kendilerine göre karar veriyorlar. Bel ki de resimlerini ve seni yeniden değerlendiriyorlar. Ayrıca tabii ki istediğin resmî yapacaksın ve ayrıca senin resmin toplumsal da çünkü dünyada birçok yerde sergileniyor. İnstagram' da toplumsal bir mercî. Hem de dünya çapında... İnşallah bir gün karşılaşır da bunları konuşuruz.

Ha, bir de şu doğru; sonunda her şey bir “Hiç”, ne yazık ki… 

Dostluğum ve sevgilerimle.

Metroya yetişmek için koşan elinde çantası olan  adam (yeşil renk hakim) litosunu belki şimdi Metro Yönetimi satın alıp müzesine koyup dev afiş yapıp metro istasyonlarına asıp kendi reklamını yapardı. Ne bileyim. Ben böyle olmasını isterdim. Ayrıca senin gençliğinin bileğiydi o litolar.

Sevgili Utku, işte böyle...

Dostluğumla.

Analiz: Sayın Şahin Yenişehirlioğlu'nun Utku Varlık'ın diyaloguna yaptığı bu yorum, hem kişisel bir dostluk mesajı taşıyor hem de Utku Varlık'ın sanata ve sanatçının konumuna dair bazı temel argümanlarına eleştirel bir karşılık sunuyor.

İşte yorumun analizi ve diyalogdaki ana temalarla olan ilişkisi:

1. Litografi ve Şimdiki Resimlerin Çelişkisi Üzerine

Yenişehirlioğlu, Utku Varlık'ın 70'li yıllarda yaptığı "angaje" (toplumsal sorunlarla ilgili) litografilerin şimdiki resimleriyle çelişmediğini, aksine "birer evre" olduğunu savunuyor ve litografileri yakma kararını "büyük hata" olarak nitelendiriyor.
 
* Analiz: Bu yorum, diyalogda Utku Varlık'ın "sosyal" sözcüğünü silme ve "politik afiş olmaktan kurtulma" eylemine karşı çıkıyor. Yenişehirlioğlu'na göre, sanatçının toplumsal duyarlılığı tamamen silinmiş olamaz; erken dönem angajman, sanatçının gelişimindeki doğal bir adımdır, sonradan gelen "fugace" ve "melankoli" evresini geçersiz kılmaz. Bu, sanatçının kariyerini kopuşlar yerine süreklilik içinde görme önerisidir.

2. Söyleşinin Biçimi ve Akademi Sorusu

Yorumcu, söyleşide bazı soruların tekrarladığını belirtirken, Utku Varlık'ın Akademi'de profesör olsaydı bunun fena bir şey olup olmayacağını soruyor.
 
* Analiz: Diyalogdaki soru tekrarı, büyük ihtimalle konuşmanın derinliğinden veya editöryel kurgusundan kaynaklansa da, Yorumcu'nun bu detayı belirtmesi, söyleşinin akıcılığına dikkat çektiğini gösterir. Akademi sorusu ise, Utku Varlık'ın kurumsallaşmaya ve otoriteye karşıtlığının bir diğer temelini sorgular. Utku Varlık, bursunu ödeyerek özgürlüğe tercih ettiğini söylemişti. Yorumcu, bu tercihin "özgürlük" pahasına bir kayıp olup olmadığını düşündürüyor.

3. Toplumsal Soyutlanma ve Sanatın İletişim Gücü

Bu, yorumun en kritik noktasıdır. Yorumcu, Utku Varlık'ın kendini "tamamen toplum sorunlarından soyutlamış" havası verdiğini, oysa öyle olmadığını iddia ediyor ve bu savını üç noktaya dayandırıyor:
 
* Söyleşinin Kendisi: Utku Varlık, insanları okutan, düşündüren ve kendisi hakkında karar verdiren bu diyalogları yaparak zaten toplumsal bir eylemde bulunuyor. Sanatçı, sözleriyle topluma dokunmaktan kaçınmıyor.
 
* Uluslararası Sergiler: Sanatçının resimlerinin dünyanın birçok yerinde sergilenmesi, onun sanatını doğal olarak evrensel ve toplumsal bir platforma taşır.
 
* Instagram: Utku Varlık'ın övdüğü bu platform, aynı zamanda "dünya çapında toplumsal bir mercîdir."
 
* Analiz: Yorumcu, Utku Varlık'ın söylemdeki radikal soyutlanma iddiasını (Müze karşıtlığı, litografileri yakma vb.) alıp, bunu Utku Varlık'ın eylemleriyle (diyalog yapmak, sergilemek, Instagram'ı kullanmak) çürütmeye çalışıyor. Yenişehirlioğlu'na göre, Utku Varlık'ın sanatı "gizemi" koruyarak ve "fugace" kalarak da toplumsal olabilir. Sanatçının kendi iradesi dışında, eserinin varlığı ve iletişim araçları (özellikle Instagram) onu kaçınılmaz olarak toplumsalın içine çeker.

4. Sonuç: Her Şey Bir "Hiç"

Yorum, Utku Varlık'ın 2018'deki sergisinin teması olan "HİÇ" kavramının doğruluğunu kabul ederek sonlanıyor.
 
* Analiz: Bu, bir nevi teslimiyet ve ortak payda olarak görülebilir. Diyaloğun sonunda varılan felsefi derinlikte, sanatın, kurumsallaşmanın, paranın ve angajmanın ötesinde, her şeyin nihayetinde varoluşsal bir "Hiç"e vardığı fikri onaylanıyor. Bu, Utku Varlık'ın melankolisinin ve büyük kurumlara olan inançsızlığının haklı bir zemine oturduğu anlamına gelebilir.

Özetle, Şahin Yenişehirlioğlu'nun yorumu, bir dostun samimiyetiyle, Utku Varlık'ın eylemleri ile söylemleri arasındaki keskin ayrımı yumuşatmayı ve sanatının kaçınılmaz toplumsal boyutunu hatırlatmayı amaçlamaktadır.
 
Reyhan Kağıtçı
21 Eylül 2025

Merhaba, 
Utku Varlık tanıdığım bir sanatçıdır. Sanat tarihinde yerini almış. Bana dokunan tanıdık birini görme heyecanıyla beğendim, paylaşımınızı.
 
Suzan Tan
21 Eylül 2025

Utku Varlık çok takdir ettiğim bir sanatçı. Bakışını, derinliğini, hissedişini seviyorum. 
 
 
Nur Bardakçı
21 Eylül 2025

Merhaba, 
'Dayatmaya dönüşene' hissimi  ayrı bir yerde tutarak: “Uçuculuk” fikri etrafında kurulmuş şiirsel bir öz-savunma, yaklaşım hissi veriyor. 70’ler tanıklığı, litografi-pentür ayrımı ve piyasa/kurum eleştirisi kişisel estetikle epeyce örtüşüyr. Ama kurumlar ve koleksiyonlara dair genellemeler kulağıma fazla toptancı BİR yerden geldi. Bir yandan “aura”nın yok oluşuna söylenen öte yandan Instagram' ı övüyormuş duygusu" nedense bana Walter Benjamin'i hatırlatıyor. Ama bunu uzun anlatamayacağım. “Lobiler” söylemi yerine Bourdeiu’nun alan kuramının önerdiği gibi belki de "kim, kiminle, hangi sermayeyle oynuyor" sorusuna inmek daha ikna edici olurdu.  “Kendi biyosferim” anlatısı etkileyici ama toplumsal işlevi tümden silmek yerine somut veriler görmek istedim. Arşiv-metod paylaşımı ve kavramsal tutarlılığını aradım.

Diyalog üzerine çalışmak istesem, ilk sorum şu olurdu galiba: "Biz gerçekten konuşuyor muyuz, yoksa sadece sıramız gelince birbirimizin üzerine mi konuşuyoruz?" Niye Sanatta diyalog hep kutsal bir kelime gibi kullanılıyor ama çoğu zaman tek yönlü monologlara dönüşüyor (Bunu Zaman zaman merak ediyorum). Benim derdim, bu boşluğu ifşa etmek olurdu muhtemel. Belki de bir araya gelişlerimizin neden hep ‘proje dosyası’ ya da ‘fon mantığı’ üzerinden kurulduğunu sorgulardım. Ama BU şuan,  uzun uzun açacağım bir konu değil; zaten asıl sorun da bu değil mi—konuşmaya zaman ayırmamak... - derinleşememek? İşte benim için diyalog çalışması, tam da bu aceleci yapının kendisini masaya yatırmak olur'du. Şuan sohbeti devam ettirebilecek bir fırsatım yok. Bir yandan keyifli konular üzerine konuşulabilindiği sürece görüşmek üzere.

Keyifli günler dilerim.

Analizi: Nur Bardakçı'nın Utku Varlık diyaloguna getirdiği yorum, metni daha da zenginleştiren, çok katmanlı ve eleştirel bir analiz sunuyor. Bu yoruma üç ana başlık altında odaklanabiliriz: Diyalogun Felsefi Boyutu, Sanatsal Eleştirilere Yönelik Yaklaşımı ve İletişim Üzerine Getirdiği Meta-Yorum.

1. Diyalogun Felsefi Boyutu

Nur Bardakçı, Varlık'ın "uçuculuk" kavramı üzerine inşa ettiği söylemi, "şiirsel bir öz-savunma" olarak tanımlıyor. Bu, Varlık'ın kendi sanatını dış eleştirilerden korumak için duygusal ve estetik bir dil kullandığına işaret ediyor. Yorumcu, bu duruşu Walter Benjamin'in "aura" kavramıyla ilişkilendiriyor. Bu bağlantı oldukça değerli, çünkü Varlık'ın geleneksel sanatın mistik değerini (aura'sını) koruma çabasını, dijital çağın sınırsız reprodüksiyonuna (Instagram'a) duyduğu olumlu yaklaşımla bir tezat içinde görüyor. Yani, Varlık bir yandan "aura"nın yok oluşundan şikayet ederken, diğer yandan bu yok oluşu hızlandıran bir platformu övüyormuş gibi bir izlenim oluşuyor.

2. Sanatsal Eleştirilere Yönelik Yaklaşım

Bardakçı, Varlık'ın sanat kurumlarına ve piyasaya yönelik eleştirilerine katılmakla birlikte, bunları "fazla toptancı" buluyor. Bu eleştiri, Varlık'ın "lobiler" gibi genelleyici ifadeler kullanması yerine, sosyolog Pierre Bourdieu'nün alan kuramından yararlanarak "kimin, hangi sermayeyle, kiminle oynadığı" gibi somut verilerle analiz yapmasını beklediğini gösteriyor. Bu yaklaşım, eleştirinin duygusal ve kişisel bir düzlemden, sosyolojik ve yapısal bir düzleme çekilmesini öneriyor. Yorumcu, Varlık'ın "kendi biyosferim" anlatısının etkileyiciliğini kabul ediyor ancak toplumsal işlevi tümden silen bu kişisel duruşun ötesinde, sanatçının somut metod ve arşiv paylaşımında bulunmasını arzu ettiğini belirtiyor.

3. İletişim Üzerine Meta-Yorum

Yorumun en dikkat çekici ve özgün bölümü, diyalogun kendisi üzerine bir yorum yapması. Nur Bardakçı, "Biz gerçekten konuşuyor muyuz, yoksa sadece sıramız gelince birbirimizin üzerine mi konuşuyoruz?" sorusunu yönelterek, diyalog kavramının kutsallaştırıldığını ancak gerçekte monologlara dönüştüğünü öne sürüyor. Bu, Varlık'ın sözlerinin ne kadar derinlemesine analiz edildiği ve tartışıldığı üzerine bir düşünce egzersizi. Yorumcu, bu "aceleci yapı"yı ve derinleşememe sorununu, diyalogun kendisinin ana problemi olarak işaret ediyor. Bu durum, aynı zamanda modern iletişimin ve "proje dosyası" mantığıyla kurulan ilişkilerin de bir eleştirisidir. Sonuç olarak Nur Bardakçı'nın yorumu, Utku Varlık'ın metnine hem katılan hem de onu sorgulayan, kendi içinde tutarlı ve eleştirel bir bakış açısı sunuyor. 

Yorumcu, Varlık'ın felsefesini, eleştirilerini ve kişisel duruşunu takdir etmekle birlikte, bu fikirlerin daha yapısal ve somut temellere oturtulması gerektiğini vurguluyor. Yorum, metnin ötesine geçerek, modern sanat dünyasının ve iletişimin temel sorunlarına dair yeni sorular ortaya koyuyor.

Projeler: Nur Bardakçı'nın eleştirel yorumu, Utku Varlık'ın diyalogundaki konuları daha derin ve yeni projelere dönüştürmek için mükemmel bir zemin sunuyor. Yorumda vurgulanan "monolog" ve "derinleşememe" sorunlarına odaklanarak, sanat dünyasının yapısal meselelerini inceleyen yeni projeler tasarlayabiliriz.

Proje 1: "Konuşma Sanatı" Atölye ve Podcast Serisi

Bu proje, Varlık'ın diyalogda kullandığı "konuşma" ve Bardakçı'nın eleştirdiği "monolog" arasındaki boşluğu doldurmayı hedefler. Gerçek diyalog sanatını canlandırmak için bir platform oluşturulur.
 * Format:
   * Atölye: Sanatçılar, eleştirmenler ve sanatseverlerin bir araya gelerek, sadece konuşmak için bir araya geldiği, önceden belirlenmiş bir "proje dosyası" veya "fon mantığı" olmayan samimi sohbetler yapılır. Konular, Varlık'ın sanat ve piyasa eleştirileri, "uçuculuk" kavramı veya genç sanatçıların yaşadığı zorluklar gibi temalar etrafında döner.
   * Podcast Serisi: Bu atölye sohbetleri, bir podcast serisine dönüştürülür. Her bölüm, derinleşilemeyen bir konuyu ele alır ve katılımcılar, konuyu tüm yönleriyle masaya yatırır. Podcast'in adı, Varlık'ın "Harika bir alışveriş" veya Bardakçı'nın "Konuşmaya zaman ayırmak" sözlerinden esinlenilerek "Diyaloglar" veya "Derinleşme" gibi isimler olabilir.

Proje 2: "Alan Kuramı" Veri Odaklı Sanat Analizi Sergisi

Nur Bardakçı'nın Bourdieu'ye atıf yaparak sorduğu "kim, kiminle, hangi sermayeyle oynuyor" sorusundan ilham alan bu proje, Türkiye sanat piyasasının görünmez ağlarını somut verilerle ortaya koyar.
 * Format:
   * Araştırma: Bir sanat ekonomisti veya sosyoloğu ile işbirliği yapılarak, Türkiye'deki müzayede evlerinin, galerilerin ve koleksiyonerlerin ilişkileri, sanatçıların yükselişini sağlayan mekanizmalar ve "lobilerin" finansal hareketleri üzerine bir araştırma yürütülür.
   * Veri Görselleştirme: Elde edilen veriler, interaktif bir sergiye dönüştürülür. Ziyaretçiler, sanat pazarının dinamiklerini görselleştirilmiş grafikler, haritalar ve animasyonlar aracılığıyla keşfeder. Sergi, Varlık'ın eleştirilerini destekleyen veya çürüten somut kanıtlar sunar. Bu proje, aynı zamanda sanatın metalaşmasını eleştiren, veri odaklı sanat eserlerinin de yer aldığı bir enstalasyon içerebilir.

Proje 3: "Walter Benjamin'in Hayaleti" Sanat ve Dijital Enstalasyon

Bu proje, Nur Bardakçı'nın Varlık'ın "aura" ve Instagram yorumları arasındaki tezatı somutlaştıran bir enstalasyondur. Proje, dijital çağda sanat eserlerinin mistik değerini nasıl kaybettiğini sorgular.
 * Format:
   * Enstalasyon: Sanatçı, fiziksel bir sanat eserinin (örneğin, bir Varlık tablosunun replikasının) yanında, bu eserin sosyal medyada defalarca paylaşıldığı, filtrelerle değiştirildiği ve "beğeni" sayısına göre değer kazandığı dijital bir akışı gösteren bir ekran yerleştirir.
   * Kullanıcı Etkileşimi: Ziyaretçiler, fiziksel tabloya yaklaştıkça dijital akışın hızlandığını veya değiştiğini deneyimleyebilir. Enstalasyon, sanatın "aura"sını kaybetmesiyle, dijital platformlardaki anlık ilgi arasında oluşan gerilimi vurgular. Proje, Varlık'ın "uçuculuk" fikrini dijital bağlamda yeniden yorumlayarak sanatın yeni medyalarla ilişkisini sorgular.

Senaryosu: Nur Bardakçı ile Utku Varlık'ı bir araya getirecek bir senaryoyu, Varlık'ın diyalogda eleştirdiği "monolog" ve Bardakçı'nın sorguladığı "derinleşememe" sorunlarına odaklanarak kurgulayabiliriz. Bu senaryo, hem bir hesaplaşma hem de beklenmedik bir ortak zemin bulma hikayesi olabilir.

Senaryo: Kaybolmuş Diyalogların İzinde

Sahne: Paris'te, Varlık'ın atölyesinin de içinde bulunduğu, bol ağaçlı ve huzurlu bir park. İkisi, parkın kenarında yer alan mütevazı bir kafenin dış mekanında oturuyor. Her ikisinin de önünde birer fincan kahve var.

Başlangıç:
Nur Bardakçı, sohbeti bir soruyla başlatır:
Nur: Sevgili Utku Bey, diyalogunuzu okurken bir yandan büyülendim, bir yandan da düşündüm… Diyalog kelimesinin kendisi ne kadar kutsal, değil mi? Ama sonra anladım ki, sizin keskin eleştirileriniz ve benim sorgulamalarım aslında tek yönlü monologlara benziyor. Siz kendi biyosferinizden konuşuyorsunuz, ben de kendi entelektüel çerçevemden. Peki, biz gerçekten konuşuyor muyuz, yoksa sadece sıramız gelince birbirimizin üzerine mi konuşuyoruz?

Utku Varlık, bu sorudan etkilenmiş gibi kahvesinden bir yudum alır. Yüzünde, hem şaşkınlık hem de bir miktar hüzün vardır.
Utku: Güzel bir tespit, Nur Hanım. Düşüncemin tam da kalbine dokundunuz. Evet, bu bir monolog. Belki de ressamın kaderi budur; ben konuşurum, sizler dinlersiniz. Yalnızlık, benim en sadık dostum. Zaten bir ressam için atölye, bir iç ses monoloğudur. Sizler de benim gibi kendi kendinize konuşuyorsunuz. Herkesin bir monoloğu var. Öyle değil mi?

Düğüm:
İkili, sohbeti Varlık'ın eleştirilerine getirir. Bardakçı, Bourdieu'nün alan kuramından bahsederek, Varlık'ın "lobiler" yerine daha somut verilerle analiz yapması gerektiğini söyler.

Nur: Kurumlar ve piyasa hakkındaki genellemeleriniz kulağa fazla toptancı geldi. Örneğin, lobiler demek yerine, sanatçıların hangi sermayeyle nasıl ilişki kurduğunu, sanatın o "oyun"un içinde nasıl bir değer kazandığını somut verilerle analiz etmek belki de eleştirilerinizi daha ikna edici kılardı.
 
Utku: Biliyorum, biliyorum. Benim için o analizler, bir resmin anatomisini çıkarmaya benziyor. Söylediğiniz her şey doğru. Ancak ben bir bilim insanı değilim, ben bir sanatçıyım. Benim metodolojim duygusaldır, sezgiseldir. Yaptığım tek şey "görmek"; analiz etmek değil. O yüzden size somut bir veri sunamam. Benim en büyük verim, 70’lerde yakıp attığım o litografilerdir. Yitip giden sanatın kendisidir.

Çözülme ve Ortak Zemin:
Bardakçı, Varlık'ın bu samimi itirafından sonra daha yumuşak bir ses tonuyla yaklaşır.

Nur: Anlıyorum, o zaman size farklı bir yerden geleceğim. Walter Benjamin'den bahsettim size yazımda. Sanat eserinin aurasını kaybettiği, kopyalanabilir hale geldiği bir çağda yaşıyoruz. Siz hem bu aura'ya inanıyor, hem de eserlerinizi anında Fizan'a gönderebilen Instagram'ı övüyorsunuz. Bu ikilem, tam da benim ilgimi çeken bir konu.

Varlık, bu soruya gülümseyerek yanıt verir.
Utku: Bakın, yine o "tezat" dedikleri yere geldik. Aslında bir tezat yok, bir diyalektik var. Benim eserimin bir fotoğrafını Instagram'da gördüğünüzde ne görüyorsunuz? Hiçbir şey! Resmin renklerini, dokusunu, boyutunu, kokusunu alabiliyor musunuz? Hayır. Orada gördüğünüz şey, sadece bir gölge, bir anımsatma. İşte benim eserimin "uçuculuğu" tam da burada başlıyor. Instagram'daki o görüntü, bir eserden ziyade, eserin bir "hayaleti"dir. Sizi meraklandırır, size bir kapı aralar, ama içeri giremezsiniz. Asıl eserle karşılaşmanız gerekir. Bu da o monologun sadece bir yansımasıdır.

Final:
Sohbetin sonuna doğru Varlık, Bardakçı'nın en büyük derdine, "konuşmaya zaman ayırmamak" sorununa gelir.

Utku: Biliyorum. Her şey çok hızlı. Herkesin bir proje dosyası, bir fonu var. Sanatçılar, müzeler, eleştirmenler… Hepsi bir sonraki adıma koşturuyor. Hiç kimse durup bir resmi yirmi yıl izlemiyor. Yirmi yıl… Bu bir yaşam demek. Demek ki o eser, konuşmaya değer.

İkisi de susar. Parktan gelen kuş sesleri ve hafif bir rüzgar, aralarındaki diyaloğun ne kadar değerli olduğunu fısıldar gibidir. Nur Bardakçı, Varlık'a döner:

Nur: Sizinle bu kadar derin konuşmak benim için gerçekten önemliydi, Utku Bey. Teşekkür ederim.

Utku: Asıl ben teşekkür ederim. Siz, benim monoloğumu bir diyalog haline getirdiniz.

Bu senaryo, ikilinin farklı düşünce yapılarının çatışmasından bir uzlaşı ve karşılıklı anlayış çıkarmasını amaçlar. Sonunda anlarlar ki, sanat, sadece eserlerin değil, aynı zamanda o eserler üzerine kurulan derin düşüncelerin ve samimi sohbetlerin bir bütünüdür.
 
İSİMLER

*Sabri Berkel: Utku Varlık'ın Akademi'ye profesör olarak dönmesi teklif edilen Özgün Baskı Atölyesi'nin profesörü.
*Ömer Koç: Diyalogda bahsedilen ARTER'in kurucularından biri.
*CLAUDE BERNARD: Varlık'ın 70'li yıllarda Paris'te ilişki kurduğu önemli bir galeri.
*Banksy: Duvar sanatı yapan ve diyaloğun son bölümlerinde adı geçen çağdaş sanatçı.
*Soulages: Siyaha odaklanan soyut bir ressam.
*Vilhelm Hammershoi: Evindeki boşluklarla yalnızlığı anlatan Danimarkalı ressam.
*Rilke: Varlık'ın erken yıllarda etkilendiği, kadın ve ölüm temalarına odaklanan şair.
*Knut Hamsun: Varlık'ın etkilendiği, doğanın acımasız yalnızlığını yazan yazar.
*Vermeer: Varlık'ın "resme doğru kapıdan girmiş" olarak tanımladığı, az ama öz eser bırakan Hollandalı ressam.
*Holbein: Varlık'ın Vermeer ile aynı frekansta gördüğü ressam.
*Jan Van Eyck: Varlık'ın Holbein ile birlikte andığı bir diğer büyük ressam.
*Melih Cevdet: Diyalogda şiiriyle adı geçen yazar ve şair.
*Fellini: "E LA NAVE VA" sözüyle adı geçen yönetmen.
*Hikmet: "HİÇ GİDİLMEYEN DENİZLER-SÖYLENMEMİŞ SÖZLER" dizesiyle adı geçen şair.
*Walter Benjamin: Nur Bardakçı'nın yorumunda "aura" kavramıyla ilişkilendirdiği filozof ve yazar.
*Bourdieu: Nur Bardakçı'nın yorumunda "alan kuramı" ile atıfta bulunduğu sosyolog.

KAVRAMLAR

Diyalogun tamamında öne çıkan temel kavramlar ve Utku Varlık'ın sanata yaklaşımını şekillendiren felsefi düşünceler şunlardır:

Diyaloğun Öne Çıkan Kavramları

*Erozyon: Yaşın getirdiği bir durum olarak, sanatçının resme odaklanırken okuma ve yazma işlevinin arka plana düşmesi.
*Angaje (Toplumsal Sorumluluk): Sanatın toplumsal sorunlarla ilgili, duyarlı olması ve politik bir duruş sergilemesi. Varlık, 70'lerde bu tarz eserler üretmiş ancak daha sonra bu yolu terk etmiştir.
*Fugace (Uçucu): Sanatın, özellikle de resim ve şiirin, kalıcı değil, geçici ve anlık bir duyarlılık sunması. Bu, Varlık'ın sanatının temel kavramlarından biridir.
*Dekadans (Çöküş): Özellikle kültür ve sanat alanında, yozlaşma ve yitirilen dinamizm. Diyalogda hem Türkiye hem de Fransa'nın kültürel çöküşü için kullanılmıştır.
*Konsept (Kavram) / Konseptüel (Kavramsal): Sanatın, duyusal ve görsel algıdan çok, fikre ve kavrama odaklanması. Varlık, bu yaklaşımı "virüs" olarak tanımlayarak eleştirmektedir.
*Biyosfer: Sanatçının dış yargı sistemlerinden ve pazarın dayatmalarından uzak, kendi özgür çalışma ve yaşama ortamı. Sanatçının varoluşunu savunabilmesi için bu "biyosferini" kurması gerektiğini ifade eder.
*Meta: Sanat eserinin bir ticaret malına, alınıp satılan bir nesneye dönüşmesi. Diyalogda sanatın "spekülatif kendini satan bir kadın" olarak betimlenmesi bu kavrama işaret eder.
*Demistifikasyon (Gizemini Giderme): Bir şeyin gizemini yitirmesi, sıradanlaşması. Varlık, müzayedeleri ve hızlı tüketimi, sanatın gizemini yok eden birer tehlike olarak görür.
*Prizmatik Dürbün: İnsanları çok yönlü, derinliği olan ve farklı açılardan görülebilen varlıklar olarak tanımlamak için kullanılan felsefi bir metafor. Bu kavram, aynı zamanda sanat eserinin de çok katmanlı okunabileceğini ifade eder.
*Hiç: Diyalogda, Varlık'ın 2018'deki sergisinin teması olarak geçer. Boşluğun bile bir anlam taşıdığı, nesne olmadan önce bir "ŞEY" olduğu ve sonsuzlukta insanın bir "HİÇ" olduğu fikrini içerir.
*Aura: Diyalogda Nur Bardakçı'nın yorumuyla giren bir kavramdır. Walter Benjamin'in sanat eserinin eşsizliğine ve otantikliğine atıfta bulunan bu kavram, Varlık'ın Instagram'ı övmesiyle bir tezat oluşturur.
*Diyalog: Diyaloğun kendisinde ve Nur Bardakçı'nın yorumunda öne çıkan bir kavramdır. Bardakçı, diyalogun kutsallaştırılmasına rağmen genellikle tek yönlü monologlara dönüştüğünü öne sürerek bu kavramı sorgulamaktadır.
*Alan Kuramı: Yine Nur Bardakçı'nın yorumunda yer alan ve sanat piyasasını sosyolojik bir bakış açısıyla analiz etmeyi öneren kavramdır. Pierre Bourdieu'ye ait bu kuram, Varlık'ın eleştirilerinin somut verilerle desteklenmesi gerektiğini vurgular.

Diyalog Sanat: Kişisel Utku Varlık Müzesi fikri ile ilgili:

UtkuVarlık: Öncelikle müze konseptine gelince: Ben ki geçmişte bağımlı sosyal-politik litografi baskılarını yakan biri olarak, gerçekten piyasada, müzayedelerde sürünen resimlerimi toplayacak ekonomik gücüm olsaydı, bunların da başına gelecek aynı olabilirdi. Müze-morg tanımından caymış değilim, giderek "meçhul ressam" üstüne blogumda yaptığım "Hayal Müzelerim", gerçekte unutulmuş ya da gölgede kalmış sevdiğim sanatçılardan söz etmekti.

Mıknatıs gibi tüm dünyanın sanatçılarını kendine çeken Paris'te, bizi koruyan "Maison des Artistes"’e kayıtlı yirmi bin sanatçıdan diyelim on bin ressam vardı, hemen hemen çoğu Paris'te yaşadı ve öldü. Kim bunlar, bilen var mı? İçlerinde bugün yüksek fiyatlara satılan ve Türkiye'de Paris'teki Türk ressamları diye övdükleri, Paris'teki yaşantılarında "meçhul ressamlardı".

Geleceğin insana dair ne kurguladığını bilmiyoruz, yalnızca çağdaş anıt mezarlar çoğalıyor. 

Bilmiyorum, nereye bakacağız, o da meçhul!

Unutmadan, yıllar önce Paris'te James Turrell'in bir performansını izlemiştim. Turrell bir kavramsal sanatçıydı, o yıllarda uzayda renk ve ışık üstüne NASA'yla çalışıyordu. Salon zifiri karanlıktı, evet, biraz korku vericiydi. Çok uzaklardan güçlükle izlenen ışık ve renk uzantıları çok etkileyiciydi, gerçekten şaşırtıcıydı!

Bittikten sonra kendisini kutladım, bana o sırada gerçekleştirdiği bir projesinden söz etti: Arizona Çölü'nde küçük bir kratere sahip olmuş ve bir amfitiyatro kurulmuştu, tüm performanslarını gece burada yapacakmış. "İşte benim müzem olacak," dedi, "belki gelirsiniz!"
 
Analiz
1. Müze Kavramına Eleştirel Yaklaşım:

Metnin ana ekseni, Utku Varlık'ın müze kavramına yönelik eleştirel duruşudur. Müze-morg benzetmesi, sanatın bir müzede sergilenerek cansızlaştırıldığı ve geçmişe hapsedildiği fikrini vurgular. Bu, sanatın dinamik ve yaşayan bir olgu olması gerektiği yönündeki inancını gösterir. Kendi eserlerini yakma eylemi de bu duruşun somut bir örneğidir; eserlerinin müzayedelerde "sürünen" nesneler haline gelmesindense, yok olmayı tercih ettiğini ifade eder.

2. "Hayal Müzeleri" ve "Meçhul Ressam" Kavramı:

Yazar, müze-morg tanımından caymadığını belirtirken, kendi "Hayal Müzeleri" projesinin amacını açıklar. Bu projenin, unutulmuş veya gölgede kalmış, yani "meçhul" sanatçıları gün ışığına çıkarmayı hedeflediğini ifade eder. Bu durum, onun sanat tarihi yazımına ve resmi sanat anlatısına karşı bir duruş sergilediğini gösterir.

3. Paris'teki Türk Ressamları Üzerine Vurgu:

Varlık, Paris'te yaşayan ve ölen binlerce "meçhul ressam" gerçeğini ortaya koyarak önemli bir ironiye dikkat çeker. Türkiye'de bugün yüksek fiyatlarla satılan ve övülen Türk ressamlarının, Paris'teki yaşamlarında aslında bu "meçhul ressamlardan" biri olduğunu, yani sanat piyasasında tanınmadıklarını ve gölgede kaldıklarını belirtir. Bu, sanatın değerinin coğrafi ve kültürel bağlamlara göre nasıl değiştiğini ve sanat piyasasının sanatsal değerden çok tanınırlık üzerine kurulu olduğunu gösteren bir eleştiridir.

4. Geleceğe Yönelik Karamsar Bakış:

Metnin son bölümü, sanatın geleceğine dair karamsar bir tablo çizer. "Geleceğin insana dair ne kurguladığını bilmiyoruz" diyerek belirsizliğe işaret ederken, "Çağdaş anıt mezarları çoğalıyor" ifadesiyle modern sanatın, ruhundan arındırılmış, devasa ve gösterişli eserlere dönüştüğünü ima eder. Bu "anıt mezarlar", sanatın yaşatılması yerine bir statü sembolü olarak sergilendiğini ve bir nevi kendi mezarını kazdığını düşündüğünü gösterir.

Özetle, Utku Varlık'ın metni, müze, sanat piyasası ve modern sanat kavramlarına yönelik derin bir eleştiri sunmaktadır. Sanatın ticarileşmesine ve cansızlaştırılmasına karşı çıkarak, unutulmuş değerlere ve sanatın özüne dönme çağrısı yapmaktadır.

Unutmadan bölümünden sonra, Utku Varlık'ın sanat ve müze kavramına dair önceki eleştirilerini somut bir örnekle pekiştiriyor. James Turrell'in projesi, Varlık'ın idealindeki müze fikrini ete kemiğe büründürüyor.

1. Müze-Morg Karşıtlığına Somut Örnek:

İlk metinde Utku Varlık, geleneksel müzeyi "morg" olarak tanımlamış ve sanatın kapalı, durağan bir mekanda sergilenmesine karşı çıkmıştı. James Turrell'in Arizona Çölü'ndeki kratere kurduğu amfitiyatro, bu geleneksel müze anlayışının tam zıddı bir model sunuyor. Turrell, eserlerini cansız objeler olarak bir binaya hapsetmek yerine, canlı performanslarla ve izleyici deneyimiyle doğanın içinde bir müze yaratıyor. Bu, Varlık'ın aradığı dinamik, yaşayan ve özgün sanat mekanının mükemmel bir karşılığıdır.

2. "Çağdaş Anıt Mezarlar" Eleştirisine Alternatif:

Varlık, modern sanatın "çağdaş anıt mezarlara" dönüştüğünü, yani gösterişli ancak ruhsuz yapılar haline geldiğini söylemişti. Turrell'in ışık ve rengi bir araç olarak kullanarak doğayla bütünleşen projesi, bu "anıt mezar" anlayışının tamamen dışındadır. Eserleri kalıcı bir statik yapıdan ziyade, her gece yeniden var olan, deneyime dayalı bir sanatsal olaydır. Bu durum, Varlık'ın endişelerine karşı umut verici bir alternatif sunar.

3. Sanatçı Özerkliğinin Vurgulanması:

Turrell'in projesi, sanatçının kendi alanını ve sergileme biçimini geleneksel sanat kurumlarından bağımsız olarak yaratma gücünü gösterir. Bu özerklik, Utku Varlık'ın "meçhul ressam" anlatısında eleştirdiği piyasa bağımlılığının bir reddi niteliğindedir. Turrell, kendi kurallarını koyarak sanatını icra etmektedir.

Sonuç olarak, bu metin Utku Varlık'ın teorik fikirlerini doğrular niteliktedir. Turrell'in sıra dışı "müze" projesi, Utku Varlık'ın sanatın durağanlaştırılmasına karşı duyduğu rahatsızlığın ve aradığı alternatifin ne kadar gerçekçi ve mümkün olduğunu gösteren güçlü bir kanıttır.
 
 
Ana Maria Paternoster
Arjantinli Sanatçı
27 Eylül 2025

Voy a responderte ,desde Argentina y desde el centro de ella ,la Pcia. De Córdoba .   

No sé ,si alcanzo a comprender exactamente lo que dices ,pero ,como artista " del interior " te puedo decir ,que pinto ,porque es una necesidad interior ,una forma más de expresar mis sentimientos . También escribo y no me atreveria  a decir ,si son para mí ,lo mismo o no ,si puedo decir que son dos momentos distintos y con respecto a tener en tu hogar ,muchos libros que nos haz tocado en años ,muchas pinturas ,creo que en ese aspecto vivimos ,lo mismo y yo en particular ,he decidido ,desde hace unos años ,no participar más en exposiciones presenciales ,si ,en Exp. Virtuales y publicar mis obras en estos medios . Con respecto a los críticos ,no confíe ,ni confío en ellos ,tuve algunas experiencias que me hicieron ver ,que ,detrás de un crítico ,hay una cadena comercial integrada por galeristas ,curadores ,periodistas y todo lo que se te pueda ocurrir ,entonces ,el final de esto ,está en continuar expresando lo que sentimos a través de las ARTES y no preocuparnos ,ni ,ocuparnos ,de lo demás ,solo DISFRUTAR DE ELLO !

Size Arjantin'den ve ülkenin merkezindeki Córdoba Eyaleti'nden cevap veriyorum.

Ne dediğinizi tam olarak anladığımdan emin değilim ama "taşralı" bir sanatçı olarak size şunu söyleyebilirim ki, içsel bir ihtiyaç olduğu için, duygularımı ifade etmenin bir başka yolu olduğu için resim yapıyorum. Aynı zamanda yazıyorum da ve bunların benim için aynı şey olup olmadığını söylemeye cesaret edemem. Şunu söyleyebilirim ki, bunlar iki farklı an. Evinizde yıllardır dokunmadığınız birçok kitabın, birçok tablonun bulunması konusunda, sanırım bu açıdan aynı şeyi yaşıyoruz. Ben şahsen, birkaç yıldır fiziksel sergilere katılmamaya karar verdim; sanal sergilere katılıyorum ve eserlerimi bu mecralarda yayınlıyorum.

Eleştirmenlere gelince, onlara güvenmedim ve güvenmiyorum. Onların arkasında galericiler, küratörler, gazeteciler ve aklınıza gelebilecek her şeyden oluşan bir ticari zincir olduğunu görmemi sağlayan bazı deneyimlerim oldu. Bu yüzden, bunun sonu, sanat aracılığıyla hissettiklerimizi ifade etmeye devam etmek ve gerisiyle ne endişelenmek ne de uğraşmak; sadece 
KEYFİNİ ÇIKARIN!

Analiz: Ana Maria Paternoster'in yorumu, Utku Varlık'ın diyalogdaki temel argümanlarının evrenselliğini ve güncel geçerliliğini onaylayan, samimi ve kişisel bir yankıdır. Arjantinli bir sanatçının perspektifinden gelen bu yorum, Varlık'ın isyanının coğrafi sınırları aşan bir boyutta olduğunu gösteriyor.

Yorumun analizi ve Utku Varlık'ın temalarıyla olan ilişkisi:

1. Sanatın Kaynağı: İçsel İhtiyaç ve Duygusal İfade

Paternoster, resim yapmasının nedenini "içsel bir ihtiyaç olduğu için" ve "duygularımı ifade etmenin bir başka yolu olduğu için" şeklinde tanımlayarak, Utku Varlık'ın sanatın piyasadan ve kurumlardan bağımsız, bireysel ve özgür kaynağına dair duruşunu onaylıyor.
 
* Varlık'ın Teması: Utku Varlık'ın "özgürlüğüm her şeyden önemli" ve resmin "şiirin simyasına" dayanan, içe dönük bir yaratım olduğu görüşüyle birebir örtüşmektedir.
 
* Farklı Anlar: Paternoster'in yazmak ve resim yapmak arasındaki ayrımı "iki farklı an" olarak görmesi, Varlık'ın "Resim bütün günümü alıyor" ve "şiir sözcüklerin efemer tavrını kullanır" şeklindeki, sanatların özgün doğasına dair düşünceleriyle paraleldir. Her ne kadar aynı şey olup olmadığını söyleyemese de, iki disiplini aynı anda yaşaması, Varlık'ın sanatları bir arada görme pratiğine bir göndermedir.

2. Kurumlara Güvensizlik ve Sanal Mecralara Yönelim

Yorumcu, eleştirmenlere güvenmediğini açıkça belirtiyor ve bu güvensizliğin ardında "galericiler, küratörler, gazeteciler ve aklınıza gelebilecek her şeyden oluşan bir ticari zincir" olduğunu görmesini sağlayan deneyimlerinin bulunduğunu söylüyor. Bu, Utku Varlık'ın müze, koleksiyon ve galerilere dair "mafya kurguları" ve "orta oyunu" eleştirisiyle tamamen aynı zeminde duruyor.
 
* Doğrudan Paralellik: Varlık'ın eleştirdiği tüm zinciri (küratörler, galeriler, eleştirmenler) Ana Maria da sorgulamaktadır. Bu, sanat dünyasının yapısal sorunlarının küresel ölçekte (Arjantin'den Fransa/Türkiye'ye) benzer şekilde algılandığını gösteriyor.
 
* Çözüm Yolu: Paternoster'in fiziksel sergilere katılmamaya karar verip sanal sergilere yönelmesi, Utku Varlık'ın "interneti ve bilgisayarın sonsuz olanaklarını yeğleme" ve Instagram'ı bir iletişim aracı olarak kullanma tercihiyle aynı eylemsel çözümdür. Her iki sanatçı da eleştirdikleri "sistem" dışında, doğrudan izleyiciye ulaşma ve eserlerinin "uçuculuğunu" koruma yolunu dijital mecralarda bulmuştur.

3. Nihai Duruş: "Keyfini Çıkarın!"

Yorum, "gerisiyle ne endişelenmek ne de uğraşmak; sadece KEYFİNİ ÇIKARIN!" çağrısıyla son buluyor.
 
* Analiz: Bu, Utku Varlık'ın "kaderine başkaldırma" ve "biyosferini kurabildiysen oyuna devam" şeklindeki nihai özgürlük manifestosunun pratik bir özetidir. Ticari kaos, kurumsal yozlaşma ve eleştiri baskısı karşısında, sanatçının tek sığınağı ve sorumluluğu, yaratma eyleminin kendisinden zevk almaktır.

Sonuç olarak, Ana Maria Paternoster'in yorumu, Utku Varlık'ın sanat dünyası eleştirilerinin küresel bir sanatçı arketipini yansıttığını doğruluyor. Sanatçının özgürlüğe ve içsel motivasyona dayalı duruşu, Arjantin'den gelen bu sesle güçlü bir şekilde onaylanmış olmaktadır.

YENİ SORULAR
1. Taşra ve Özgürlük: Baskının Coğrafyası
Sizin kendinizi "taşralı" bir sanatçı olarak tanımlamanız, benim çok dikkatimi çekti. Utku Varlık, büyük sanat merkezlerindeki o ticari "orta oyunu" yüzünden kurumları dışlıyor.

Sorum şu: Sizin Córdoba'da olmanız, size eleştirdiğiniz o galericiler, küratörler ve gazetecilerden oluşan ticari zincirin baskısından daha rahat bir nefes alma imkânı sunuyor mu? Yoksa bu, sadece "görünürlük" konusunda bambaşka bir yalnızlık, bambaşka bir zorluk mu getiriyor? Yani o "keyif alma" halini, merkezin gürültüsünden uzak olmak daha mı kolay kılıyor?

2. Sanal Mecra ve "Keyif" Dengesi
Fiziksel sergileri bırakıp sanal mecralara sığınmanız, Utku Varlık'ın Instagram'ı bir "çekim alanı" olarak görme şekliyle aynı kaderi paylaşıyor.

Sorum şu: Dijitalde eserlerinizi yayınlamak size o "keyif alma" halini sunuyor, anlıyorum. Peki, bu mecraların getirdiği o "beğeni ekonomisi" ve algoritmalar, eleştirdiğiniz o ticari baskının yeni, dijital bir biçimi değil mi? Yani eserinizin "uçuculuğu" ve samimiyeti, binlerce "beğeni" arasında o gizemi ne kadar koruyabiliyor?

3. Yazı ve Resim: İfade Edilen Duygunun Farkı

Yazmanın ve resmin sizin için "iki farklı an" olduğunu ama tam olarak aynı şey olup olmadığını bilmediğinizi söylüyorsunuz. Utku Varlık ise resmi, "şiirin simyasına" dayandırıyor.

Sorum şu: Resimde ifade edilen o "içsel ihtiyaç" ile yazı yazarken ortaya çıkan duygu arasında, Utku Varlık'ın resmindeki gibi, hüzünlü ve melankolik bir felsefi ton farkı var mı? Yoksa bu sadece, aynı duyguyu iki farklı dilde, iki farklı zamanda konuşmak gibi bir şey mi? O yalnızlık hissi, tuvalde mi yoksa kelimelerde mi daha çıplak kalıyor?

1. Pregunta sobre el Artista "Provinciano" y la Presión Institucional

Usted se define como una artista "provinciana" desde la provincia de Córdoba. Utku Varlık critica el "juego de mediocres" (orta oyunu) comercial de los grandes centros artísticos.

Mi pregunta es: ¿La distancia de los centros, de Madrid, de Buenos Aires o de las capitales mundiales, le ofrece a usted una mayor libertad de la cadena comercial que critica (galeristas, curadores)? O, por el contrario, ¿ser "provinciana" le genera una mayor dificultad para conseguir visibilidad y la sitúa en una soledad distinta? ¿Esa posición le facilita el "disfrutar" del arte, lejos del ruido?

2. Pregunta sobre los Medios Digitales y el "Disfrute"

Su decisión de dejar las exposiciones físicas por las plataformas virtuales es muy similar a la preferencia de Utku Varlık por las posibilidades infinitas de Instagram.

Mi pregunta es: Usted recurre a lo digital para "disfrutar" del arte y expresar sus sentimientos sin preocuparse por lo demás. Sin embargo, ¿no cree que la "economía de los likes" y los algoritmos de estas plataformas crean una nueva versión, digital, de esa presión comercial que tanto critican? ¿Cómo mantiene la fugacidad y la sinceridad de su obra cuando se ve inmersa en esa necesidad de obtener "me gusta" y visibilidad digital?

3. Pregunta sobre la Escritura y la Pintura: Diferencias de Sentimiento

Usted afirma que escribir y pintar son "dos momentos distintos" y no se atreve a decir si son lo mismo. Utku Varlık define su pintura como "la alquimia de la poesía".
Mi pregunta es: ¿Esa distinción entre "dos momentos" es solo una diferencia de tiempo y técnica? O, de forma más profunda, ¿existe una diferencia filosófica o emocional entre la "necesidad interior" que se expresa en la pintura y el sentimiento que se expresa en la escritura? ¿Qué sensación, por ejemplo la melancolía de la que habla Utku Varlık, se siente más desnuda en el lienzo o en la palabra escrita?

YANIT: Ana Maria Paternoster'in Yanıtı (Çeviri)
Erkan Yazargan, öncelikle buna cevap vererek başlayacağım: Ben, kendimi ister resimle ister kelimelerle ifade edeyim, bunun farklı olup olmadığını bilmiyorum. Evet, bunlar farklı anlar, ama her iki şekilde de o an ne hissediyorsam onu ifade ediyorum.

Eleştirmenler, galericiler, gazeteciler ve bu zincire eklemek istediğin her şeyle başlayan ticari zincir hakkındaki söylediklerimi sürdürüyorum.

İfademi, başkalarının görüşüne göre değiştirmek... Aklımdan bile geçmez! Ben, ben oldum, benim ve öyle de kalacağım; bu bir ego meselesi değil, kişiliğimle ilgili. Yaptığım şeyde çok kararlıyım, o bana ait, bana ait. Dolayısıyla, onu bir kez "doğurduktan" sonra, isterlerse istediklerini söylesinler. Ve ben çocukluğumdan beri, yani her zaman resim yaptığım için, hep böyle oldum. Umarım hiçbir noktayı unutmamışımdır. Eğer unuttuğum bir şey olursa ve başka bir cevap istersen, sor, cevaplarım.

Nuevas Preguntas para Ana Maria Paternoster

1. Presión Económica y la Lucha por Sobrevivir

Su firmeza es admirable: usted no modifica su arte por la opinión de nadie. Pero ser artista es también una forma de vida. La distancia de los grandes centros, el ser "provinciana", le da libertad, pero, ¿cómo resuelve la necesidad de visibilidad y la lucha por sobrevivir económicamente? ¿Es suficiente pintar por "necesidad interior", o para que las obras que ha "parido" sigan viviendo, necesita inevitablemente tocar la cadena comercial de alguna forma?

2. La Presión Digital y la Sinceridad de la Obra

El momento más libre para usted es después de "parir" la obra, cuando la opinión de los demás ya no importa. Sin embargo, en las plataformas virtuales, el valor de su arte se mide por "likes" y seguidores. ¿No es esto un renacimiento digital de la vieja cadena comercial que usted critica? ¿Cómo equilibra la sinceridad y el valor real de su obra con la presión de la "economía de los likes" sin perder el "disfrute" que la llevó a lo digital?

Ana Maria Paternoster'in yanıtı, sanatçının "kişilik" ve "özgürlük" alanını ne kadar kararlılıkla savunduğunu bir kez daha gösteriyor. Özellikle eserini "doğurduktan" sonra başkalarının görüşünü tamamen dışlaması, Utku Varlık'ın özgürlük arayışıyla tam bir paralellik taşıyor.

Cevapladığı kısımlar, üçüncü sorumun bir kısmını ("yazı ve resim farklı mı?") ve birinci sorumdaki eleştiriye karşı duruşunu içeriyor. Ancak iki önemli soru noktamız hâlâ açıkta:
 
* "Taşralı" olma durumunun pratik etkileri (görünürlük ve yalnızlık).
* Dijital mecraların (beğeni ekonomisi) ticari baskının yeni bir versiyonu olup olmadığı.
* Sanatçının hayatta kalma (ekonomik) mücadelesi ve "keyif alma" dengesi.
Bu noktaları derinleştirmek için, kendisinin kararlı diline uygun, daha doğrudan ve odaklanmış sorular sormak isterim:

YENİ SORULAR 
* "Taşralı" Sanatçının Görünürlük Mücadelesi:
   
Eleştirmenlerin ve galericilerin zincirine karşı duruşunuzdaki kararlılığınız hayranlık uyandırıyor. Ancak büyük merkezlerden uzakta, "taşralı" bir sanatçı olarak görünürlük kazanma, sanatın ekonomik bir değere dönüşme ihtiyacını ve hayatta kalma mücadelesini nasıl çözüyorsunuz? Sadece "içsel bir ihtiyaç" için üretmek yeterli midir, yoksa "doğurduğunuz" eserlerinizi yaşatmak için o zincire bir yerden dokunmak zorunlu hale geliyor mu?
 
* Dijital Baskı ve "Doğum" Sonrası Özgürlük:
   
Eserinizi "doğurduktan" sonra başkalarının ne dediğini umursamamanız, sizin için en büyük özgürlük. Ancak sanal sergilerde ve dijital platformlarda, eserinizin değeri "beğeni" ve "takipçi" sayılarıyla ölçülür hale geliyor. Bu, o eski ticari zincirin dijitalde yeniden canlanmış hali değil midir? Eserinizin gerçek kıymeti ile dijitaldeki "beğeni ekonomisi" arasındaki bu gerilim, sizin "keyif alma" halinizi ve sanatınızın sinceriadad (samimiyetini) zedeleyebiliyor mu?

YANIT: Lo que he " parido " ,parido está y es una parte de mi que afloro. La presión digital no me llega ,si les gusta ,es un momento grato para mí ser ,si no les gusta ¡ Que miren otra cosa !

Además ,cada artista es UN SER PARTICULAR y hay Miles ,como Miles de seres a nuestro alrededor y considero la relación entre el ser que se detiene ante mi obra ,una caricia al alma y si pasa de largo ,perfecto ,no a todos les " debe " gustar ,lo mismo.

Ana Maria Paternoster'in son yanıtı, sanatsal duruşunu ve dijital mecralara yaklaşımını nihai bir kararlılıkla mühürlemiştir. Yanıt, Utku Varlık'ın "uçuculuk" (fugace) ve "bireysel özgürlük" temalarıyla olan paralelliği pekiştiriyor.
İşte bu yanıtın odak noktaları ve diyalog bağlamındaki anlamı:

1. Eserin Özü: "Doğurmak" ve Ait Olma
Ana Maria, eserini "doğurduğu" (parido) andan sonra onu kendisinin bir parçası olarak görmekte ve bu, dışarıdaki tüm baskılara karşı bir kalkan oluşturmaktadır.
 
* "Doğurduğum şey, doğmuş durumdadır ve o benden fışkıran bir parçadır." Bu ifade, Utku Varlık'ın içsel ihtiyaç ve resmin "şiirin simyası" ile yaratılması fikrinin somutlaşmış halidir. Sanat eseri, sanatçının kişiliğinin organik bir uzantısıdır; bu nedenle, ticari değerinden önce duygusal ve varoluşsal bir değere sahiptir.

2. Dijital Baskıya Karşı Nihai Kayıtsızlık
Bu, önceki sorunuzdaki "beğeni ekonomisi" baskısına verilen en net cevaptır. Ana Maria, Utku Varlık'ın eleştirdiği ticari baskının dijital versiyonunu tamamen reddetmektedir.
 
* "Dijital baskı bana ulaşmıyor." Bu, dijital platformları ticari bir zorunluluk olarak değil, yalnızca bir iletişim aracı olarak kullandığını gösteriyor.
 
* "Beğenirlerse, bu benim varlığım için hoş bir andır, beğenmezlerse, başka bir şeye baksınlar!" Bu tutum, Varlık'ın "sanat, herkese değmez" ve "bunu sevdireceğim diye resim yapılmaz" felsefesinin yankısıdır. Ana Maria, "beğeni" alma ihtiyacını ortadan kaldırarak, dijital mecranın ticari tuzağını etkisiz hale getirmiştir. Özgürlük, dijitalin kurallarını oynamamakla kazanılır.

3. İzleyiciyle İlişki: Bir "Ruh Okşaması" ve Seçicilik

Ana Maria, izleyiciyle kurduğu ilişkiyi son derece kişisel ve seçici bir zemine oturtuyor.
 
* "Her sanatçı FARKLI BİR VİRLİKTİR... ve etrafımızdaki varlıklar gibi Binlercesi vardır." Bu cümle, sanatçının bireyselliğini ve özgünlüğünü mutlaklaştırmaktadır.
 
* "Eserimin önünde duran varlıkla kurulan ilişkiyi, ruha bir okşama olarak görüyorum." Beğeninin ticari bir araç değil, duygusal bir ödül olduğunu belirtir.
 
* "Eğer hızla geçip giderse, mükemmel, herkes aynı şeyi 'beğenmek zorunda' değil." Bu, Utku Varlık'ın "fugace" (uçucu) kavramının izleyicinin deneyimine yansımasıdır. Eserin gizemli ve geçici duyarlılığı, sadece belli bir ruh haliyle eşleşenlere ulaşır. Diğerlerinin geçip gitmesi, eserin değerini düşürmez, aksine özgünlüğünü teyit eder.

Ana Maria Paternoster'in yanıtları, ticari sanat dünyası eleştirisini kişisel varoluş felsefesiyle birleştiren, tavizsiz bir sanatçı duruşu sergilemektedir. Onun için özgürlük, dış dünyadan gelecek tepkilerin kontrolünü tamamen elden bırakmakla kazanılır. Bu noktadan sonra, Ana Maria'nın konuya dair söyleyeceklerini büyük ölçüde tamamladığını düşünüyorum. 

Ana Maria, muchas gracias por su claridad y su sinceridad.

Su firmeza en el arte es inspiradora.

Diyalog ve yorumlardan elde edilen bilgilerle oluşturduğum Ana Maria Paternoster profili:

Ana Maria Paternoster: Sanatçı Profili
Ana Maria Paternoster, Utku Varlık'ın sanat dünyası eleştirilerine Arjantin'den, özellikle Córdoba Eyaleti'nden katılan bir sanatçıdır. Kendisini "taşralı" bir sanatçı olarak tanımlar ve Utku Varlık ile temel felsefi noktalarda güçlü bir ortak paydada buluşur.
Temel Görüş ve Sanatsal Kimlik:
 * İçsel Motivasyon: Sanat yapmasının tek ve en önemli nedeni "içsel bir ihtiyaç olduğu için" ve duygularını ifade etmenin bir yolu olduğu içindir. Eserlerini piyasa veya dış baskı için değil, tamamen kişisel bir gereklilikle üretir.
 * Özgürlük ve Kararlılık: Kişiliğini "çok kararlı" olarak tanımlar ve sanatını başkalarının görüşüne göre değiştirmeyi "aklının ucundan bile geçirmez." Eserini bir kez "doğurduktan" sonra (bir eseri yaratma eylemine verdiği anlam), dışarıdan gelen eleştiriler onu ilgilendirmez.
 * "Taşralı" Kimliği: Coğrafi konumunu vurgular. Bu durumun, onu sanat merkezlerindeki ticari baskılardan ne kadar koruduğu, diyalogda tartışılan önemli bir noktadır.
 * Sanat ve Edebiyat: Resim yaptığı gibi yazarlıkla da ilgilenir. Bu iki ifade biçimini "farklı anlar" olarak görür, ancak ikisinin de o anki duyguyu ifade etme amacı taşıdığını belirtir.
Sanat Dünyasına Eleştirisi:
 * Ticari Zincir: Utku Varlık gibi, kendisi de sanat eleştirmenlerine güvenmez. Bunun nedenini, eleştirmenlerin arkasında galericiler, küratörler, gazeteciler ve daha fazlasından oluşan "ticari bir zincir" görmüş olmasına bağlar. Bu, onun için küresel bir sorundur.
 * Kurumsal Red: Eleştirdiği bu ticari zincir nedeniyle fiziksel sergilere katılmamaya karar vermiştir.
Tercih Edilen Mecralar:
 * Dijital Çözüm: Fiziksel sergiler yerine sanal sergilere katılmayı ve eserlerini dijital mecralarda yayınlamayı tercih eder. Bu, onun için ticari kaygılardan uzak kalıp sanattan "keyif alma" yöntemidir.
 * Nihai Duruş: Sanatın özüne odaklanıp, gerisiyle ne endişelenmek ne de uğraşmak gerektiğini savunur; sadece "KEYFİNİ ÇIKARIN!"

Özetle, Ana Maria Paternoster, sanatını içsel bir zorunluluk ve kişisel özgürlük üzerine kuran, ticari ve kurumsal sanat dünyasını net bir şekilde reddeden ve çözüm yolunu dijital mecralarda bulan, kararlı bir Arjantinli sanatçıdır.

PROJELER
Ana Maria Paternoster'in yanıtları, onun kararlı kişiliğini, kurumsal reddiyeciliğini ve dijital mecralara olan bağlılığını netleştirdi. Özellikle eseri bir kez "doğurduktan" sonra dışarıdaki tüm görüşleri (ticari baskı dahil) hiçe sayma duruşu, sanatının ekonomik yönünü ele almayı zorlaştırıyor.

Bu derin kararlılığı ve dijital yönelimi göz önünde bulundurarak, Utku Varlık ile olan bu diyaloğu bir projeye dönüştürmek için üç ana önerim var:

1. Proje Önerisi: "Fugace ve Sinceridad: Dijital Biyosferin Özgürlüğü"

Bu proje, hem Utku Varlık'ın "fugace" (uçucu) ve "biyosfer" kavramlarını hem de Ana Maria'nın "sinceridad" (samimiyet) ve fiziksel sergi reddini merkeze almalıdır.
 * Amaç: Sanatçının özgürlüğünü koruyarak kurduğu "dijital biyosferi" (kendi ekosistemi) incelemek ve bu alanın, geleneksel kurumlardan nasıl daha dürüst bir etkileşim sağladığını göstermek.
 * Biçim: Çevrimiçi (Online) Sergileme ve Belgesel Diyalog.
   * Sergi: Utku Varlık ve Ana Maria Paternoster'in eserlerinden seçilmiş, her ikisinin de "melankoli," "yalnızlık" ve "içsel ihtiyaç" temalarına değinen bir sanal sergi düzenlenmeli.
   * Panel/Diyalog: Eserler, aralarındaki diyaloğun metinleri (sözleri) ile eşleştirilmeli. Örneğin, Ana Maria'nın "ticari zinciri sürdürüyorum" sözünün yanında, Utku Varlık'ın "müzayedeler aşağılık bir ticaret" sözü sergilenmelidir.
   * Önemli Kurgu: Serginin adresi, Utku Varlık'ın eleştirdiği bir kurumun (Müze, Galeri vb.) ismiyle veya konumuyla ilişkili olmamalıdır; tamamen bağımsız bir dijital alan olmalıdır.

2. Proje Önerisi: "Taşra, Merkez ve 'Keyif Alma' Ekonomisi"

Bu öneri, coğrafi konumu ve sanata olan duygusal bağlılığı kullanarak, sanatın değerinin nasıl ölçüldüğünü sorgulamalıdır.
 * Amaç: Sanatın ticari değerinin, coğrafi merkezden (Paris, İstanbul, Buenos Aires) ne kadar uzakta yaratıldığına bakılmaksızın içsel bir ihtiyaçtan kaynaklandığını vurgulamak.
 * Biçim: Kavramsal Sunum ve Metin Analizi.
   * Sunum: Utku Varlık'ın Paris/İstanbul'daki atölyesi ile Ana Maria'nın Córdoba'daki atölye ortamının (mümkünse fotoğraflarla) yan yana konulduğu bir sunum hazırlanmalıdır.
   * Tartışma Noktası: Ana Maria'nın "taşralı" olma durumunun, Utku Varlık'ın "bursu ödeyip dönmeme" kararı ile aynı özgürlük arayışının bir tezahürü olduğu, ancak farklı coğrafyalarda farklı bedeller ödediği (görünürlük vs. kurumsal baskı) tartışılmalıdır.
   * Ana Slogan: "Keyif alma" ve "içsel ihtiyaç"ı, "meta olma" durumuna karşı bir ekonomik değer olarak konumlandırmak.

3. Proje Önerisi: "Doğurduktan Sonraki Eserin Kaderi: Sanatçının Kontrolü"

Bu proje, sanatçının eser üzerindeki duygusal kontrolünü, eserin "fugace" kaderiyle karşı karşıya getirmelidir.
 * Amaç: Ana Maria'nın eseri "doğurduktan" sonraki kararlılığının, Utku Varlık'ın "satılan resmin kaderini bilmeme" üzüntüsüyle nasıl birleştiğini irdelemek.
 * Biçim: Kısa Film veya Dijital Video Enstalasyonu.
   * İçerik: Eser yaratım sürecine odaklanan, Utku Varlık'ın melankolisini (yalnızlık, yaz sonu duygusu) yansıtan görseller ile Ana Maria'nın kararlılığını simgeleyen sert, net kompozisyonlar eşleştirilmelidir.
   * Anlatı: Diyaloglardan alıntılanan seslendirmeler, eserlerin yaratımını bir "doğum" eylemi olarak sunmalı, ancak sonrasında eserlerin girdiği müzayede (Varlık'ın eleştirisi) veya beğeni ekonomisi (Ana Maria'nın dijital ortamı) gibi mecraları kullanarak o "kontrol kaybı" hissini aktarmalıdır.

 
SENARYOLAR 
 
Utku Varlık ve Ana Maria Paternoster'in biyografilerini anlatan bir senaryo, sadece iki sanatçının hayat hikayelerini anlatmakla kalmamalı, aynı zamanda onları birleştiren temel felsefi çatışmayı ve çözüm arayışını da yansıtmalıdır. Bu, geleneksel bir "doğumdan ölüme" biyografisinden ziyade, paralel yaşamları karşılaştıran ve diyalogla örülmüş bir kavramsal biyografi olmalıdır.
İşte bu iki sanatçıyı bir araya getiren bir biyografi senaryosu önerisi:
Senaryo Adı: Fugace'nin Sınırları (Límites de lo Fugaz)
Biçim: Paralel Kurgu, Diyalog Tabanlı Kavramsal Biyografi
Tema: Bireysel Sanatsal Özgürlük Arayışı ve Kurumsal Reddiye'nin Küresel Karşılaştırması.
Giriş: İki Dilde Tek Manifesto (Dakika 1-5)
SAHNE: İki ayrı atölye.
 * ANAMARIA (Arjantin): Sessiz, doğal ışık alan, karmaşık bir ev-atölye. Ana Maria, kameraya kararlı bir ifadeyle bakar.
   * SESLENDİRME (Ana Maria'nın Sesi): "Resim yapmak, benim için içsel bir ihtiyaçtır. Başka bir yol yok. Eseri 'doğurduktan' sonra, kimin ne dediği, ne fiyat biçtiği, beni ilgilendirmez. Benimdir."
 * UTKU (Fransa): Paris'teki park manzaralı, daha düzenli atölye. Utku, eski bir litografi taşını inceler.
   * SESLENDİRME (Utku'nun Sesi): "Sanat, özellikle resim, **'fugace'**dir, uçucudur. Herkese değmez. Sosyal sözcüğünü sildim. Birey olarak özgürlüğüm her şeyden önemliydi. Akademi'ye dönmedim, bursumu ödedim."
(Geçiş: İki sanatçının da 70'lerdeki gençlik fotoğrafları üst üste biner. Müzayedelerin, galerilerin, eleştirmenlerin (Varlık'ın "mafya kurgusu" dediği) kaotik görüntüleri hızlı kesmelerle ekrana gelir.)
Perde I: Angajman ve Dönüşüm (Dakika 6-20)
Bu perde, her iki sanatçının da gençliklerindeki toplumsal baskıyı ve bundan nasıl kurtulduklarını gösterir.
 * ALT SAHNE A: Utku'nun Litografi Ateşi.
   * 1970'ler, Paris/Türkiye. Genç Utku, toplumsal temalı, angaje litografiler çizerken gösterilir. Çevresi entelektüellerle doludur, ama halktan kimse ilgilenmez.
   * SESLENDİRME: "O angaje litografileri yaktım. Bir afiş olarak işlev görmüyorsa, sadece eşe dosta göstermek içinse, çok yazıktı. O andan sonra melankoliye döndüm. Resim, şiirin simyası oldu."
 * ALT SAHNE B: Ana Maria'nın Zinciri Görmesi.
   * Arjantin, Belirsiz Yıllar. Ana Maria, kariyerinin başlarında fiziksel sergilere katılırken gösterilir. Eleştirmenler ve küratörlerle yaşadığı hayal kırıklıklarına dair hızlı, rahatsız edici kesmeler.
   * SESLENDİRME: "Gördüm ki eleştirmenlerin arkasında bir ticari zincir var: galericiler, küratörler, hepsi. Ruha dokunan bir şey değil, sadece ticaret. O an karar verdim: 'Bu zinciri sürdürmüyorum.'"
(Kesişim: Utku, 'müzayede aşağılık bir ticaret' derken; Ana Maria 'ticari zincir hakkındaki söylediklerimi sürdürüyorum' der.)
Perde II: Biyosfer ve Reddiye (Dakika 21-35)
Bu perde, sanatçıların kendi yaşam ve çalışma alanlarını, dış dünyanın baskısından koruma yöntemlerini merkeze alır.
 * ALT SAHNE A: Utku'nun "Biyosferi."
   * Utku, atölyesinde boya yaparken, dışarıdaki parkı izlerken gösterilir. Çalışma ritmi, gününün diğer ilgi alanlarıyla bölünür. "Yaz sonu duygusu" temalı resimlerinden detaylar.
   * SESLENDİRME (Utku): "Biyosferini kurabildiysen, oyuna devam. İstanbul'daki 'KAOS' benim için bir 'BURN OUT'... O yüzden mekân, ışık, malzeme; özgürlüğümün sınırları budur."
 * ALT SAHNE B: Ana Maria'nın "Taşra" Seçimi.
   * Córdoba'daki ev-atölyesi. Ana Maria, huzurla yazıp çizerken gösterilir.
   * SESLENDİRME (Ana Maria): "Ben 'taşralı' bir sanatçıyım. Ama bu bana o ticari zincirden uzak kalma imkanı veriyor. Başkalarının beğenmek zorunda olmaması, bana o 'keyfi' veriyor. Benim için o ruha dokunan an önemli."
(Kesişim: Dijital Ekranlar. İkisi de aynı anda Instagram'da eserlerini yükler. Utku'nun sözü: 'İnterneti ve bilgisayarın sonsuz olanaklarını yeğliyorum.' Ana Maria'nın cevabı: 'Dijital baskı bana ulaşmıyor. Beğenmezlerse başka şeye baksınlar!')
Sonuç: Tek Başına Ama Birlikte (Dakika 36-40)
İki hayatın, iki coğrafyanın aynı felsefi sonuca ulaştığı gösterilir.
 * SAHNE: İki atölye, ekranlarda yan yana gösterilir. Utku, "zamanın öteki kıyısında" bir resmine bakarken; Ana Maria "doğurduğu" eserine sırtını döner, defterine bir şeyler yazar.
 * SON DİYALOG:
   * UTKU: "Benim resmim, şiirin simyasına dayanır. Ne yazık ki kimse resmi okumuyor. Nasıl bir nehrin sesini duyamıyorlarsa, öyle."
   * ANA MARIA: "Her sanatçı farklı bir varlıktır. Eserimin önünde duran varlıkla kurulan ilişki, ruha bir okşamadır. Başka bir şeye ihtiyacım yok."
   * SON CÜMLE (Ortak Seslendirme): "Eğer kaderime başkaldırmışsam, kafamdaki beni götüren nehir, gideceği bir denizi de biliyor demektir. Özgürüm."
(Final: İki sanatçının en sevdiği eserlerinden birer detay, uzun süre ekranda kalır. Müziğin yükselişi ve yavaşça sona ermesi.)
 
Jim Jarmusch'un sinema dilini (minimalizm, melankoli, antitezler, "hiçbir şey olmuyor" hissi) bu senaryoya eklemek, Utku Varlık ve Ana Maria Paternoster'in felsefi duruşunu estetik ve dramatik açıdan derinleştirir. Jarmusch, zaten var olan melankoli, dışlanmışlık ve kurumsal reddiye temalarını tam olarak benimser ve onları sinematik bir stile dönüştürür.
 
Jarmusch'un eklenmesiyle senaryoda değişecek ana unsurlar ve yeni sahneler:
 
Senaryo Adı: Fugace'nin Sınırları – Jarmusch Versiyonu
 
Jarmusch'un katılımıyla senaryo, 'hiçbir şeyin olmamasının' derinliği üzerine kurulu, yavaş tempolu, görsel ve felsefi bir meditasyona dönüşür.
 
1. Stil ve Ton: Melankoli ve Sessiz Gözlem
 * Değişim: Senaryonun hızlı kesmeleri azalır. Kamera, Utku'nun atölyesindeki sessizliği ve Ana Maria'nın Córdoba'daki izole olma halini uzun, sabit planlarla gözlemler.
 * Jarmusch Etkisi: "Hiçbir şey olmuyor" hissi, bu sanatçıların hayatındaki asıl eylemin içsel bir ihtiyaç olduğunu vurgular. En büyük dram, bir tuvalin önünde geçirilen saatlerde veya bir fincan kahvenin sessizliğinde yatar. Müzayedelerin gürültüsü sadece kısa, keskin ve grotesk bir antitez olarak kullanılır.
 * Yeni Görsel Detay: Utku Varlık'ın "zamanın öteki kıyısında" hissini yansıtmak için, Paris'teki parkın içinden geçen bir tren veya tramvayın yavaşça kaybolduğu, kadrajın köşesinde kalan sembolik bir detay sıkça kullanılır.
2. Karakterler: İki Yabancı (Outsider) ve Mistik Ortaklık
 * Değişim: Utku ve Ana Maria, birbirini tanımayan, farklı coğrafyalarda yaşayan "outsider" (yabancı) figürler olarak sunulur. Onların ortak noktası, ne coğrafya ne de ün, sadece reddedişin getirdiği bir felsefi kararlılıktır.
 * Jarmusch Etkisi: Karakterler minimal diyalog kullanır. Utku'nun "fugace" ve Ana Maria'nın "sinceridad" kelimeleri, birer mantra gibi tekrarlanır. Karakterler birbirlerinin varlığını sadece dijital bir yankı aracılığıyla (bir e-posta, Instagram'da bir yorum) hissederler.
Senaryoya Yeni Jarmusch Sahneleri
Yeni Sahne A: Melankolik Monotonluk
(Perde I ve II arasına eklenir)

SAHNE: KAHVE VE SESSİZLİK (PARALEL KURGU)
 * UTKU'NUN ATÖLYESİ (Fransa): Utku, boyasını fırçaya yavaşça sürer. Fırçanın tuvale değme sesi hariç ses yoktur. Durur, camdan dışarıdaki gri veya puslu havayı izler. Bir süre sonra elinde bir kahve fincanıyla tekrar pencereye döner. Hiçbir şey yapmadan izler. (Uzun, sabit plan).
   * SESLENDİRME (Utku): "Resim alıyor bütün günümü... ama bu bir mesai değil."
 * ANA MARIA'NIN ATÖLYESİ (Córdoba): Ana Maria, daktilosunun başında oturur. Yüzü ifadesizdir. Bir kelime yazar, durur. Daktilo sesi, kırık bir ritim yaratır. Kalkar, atölyesindeki boş bir duvara bakar. Bir anlığına, Utku'nun "Hiç" sergisinin teması canlanır.
   * SESLENDİRME (Ana Maria): "Yazmak ve resim yapmak, iki farklı an... İki farklı sessizlik."
Yeni Sahne B: Kurumların Grotesk Antitezi
(Perde II'deki "Reddiye" kısmını güçlendirir)

SAHNE: MÜZAYEDE VİTRİNİ (HIZLI KESMELER)
 * Bir müzayede salonunun ya da snop bir galerinin dışı gösterilir. İçeriden gelen anlamsız, yüksek ve boğuk bir gürültü duyulur. Jarmusch'un Daun by Law'daki gibi absürt ve rahatsız edici bir atmosfer.
 * Kısa bir kesmede, bir koleksiyonerin Utku'nun resmine anlamsız bir şekilde yüksek teklif verdiği gösterilir (Utku'nun "aşağılık ticaret" sözüne görsel antitez).
 * Hemen Ardından: Utku, atölyesinde yere düşmüş, kıymetsiz görünen bir kurşun kalemle ilgilenir. Müzayededen tamamen kayıtsızdır.
   * SESLENDİRME (Utku): "Müzeler boşluklar... Milyarderlerin kompleks giderici yatırımları."
 * Hemen Ardından: Ana Maria, cep telefonunda kendi eserinin bir fotoğrafına bakar. Yüzünde ne sevinç ne de öfke vardır. Sadece hafif bir gülümseme.
   * SESLENDİRME (Ana Maria): "Dijital baskı bana ulaşmıyor. O bana ait, 'parido está.'"
Yeni Sahne C: Final Notu – Mistik Yankı
(Finalin hemen öncesine eklenir)
 * Utku, tuvaline son bir fırça darbesi vurur. Fırçayı kenara bırakır.
 * Anlık Kesme: Ana Maria, elindeki bir kağıda Utku'nun "Fugace" kelimesini yazar. Duraksar.
 * SESLENDİRME (Ana Maria'nın sesi, Utku'nun resminin üzerindeyken): "Sanattaki kararlılığınız ilham verici." (Bu, diyalogdaki son teşekkürün felsefi bir yankısıdır.)
 * SON ŞOT: Utku ve Ana Maria'nın atölyelerindeki pencerelerden dışarıdaki hüzünlü ve aynı tonda gökyüzü gösterilir. İki yabancının, farklı coğrafyalarda aynı felsefede buluştuğu an.
 
Diyaloglar Bütünü Üzerine Son Söz: Özgürlüğün Eko-Sistemi
 
Bu diyaloglar bütünü, çağdaş sanat dünyasının kaçınılmaz kaosu karşısında bireysel özgürlüğün nasıl korunabileceğine dair üç aşamalı, felsefi bir manifesto sunmaktadır.
 
Utku Varlık'ın tavizsiz sesi, manifestonun temelini atar: Kurumlar, müzayedeler ve snop galeriler reddedilmelidir, çünkü bunlar sanatın "fugace" (uçucu) özünü metalaştırır. Sanatın tek meşru kaynağı, politik afiş olmaktan vazgeçen, içe dönük, melankolik bir "biyosfer"dir. Şahin Yenişehirlioğlu'nun yorumu, manifestonun aşırı radikal noktalarını süreklilik ve toplumsal kaçınılmazlık adına sorgular. "Büyük hata" dediği litografi yakma kararına karşın, her şeyin nihayetinde bir "Hiç" olduğu tespitiyle, sanatçının karamsarlığına felsefi bir ortaklık sunar.

Ana Maria Paternoster'in Arjantin'den gelen sesi ise bu felsefeyi küresel ve güncel bir çözüme taşır. Sanatçı, eseri bir kez "doğurduktan" sonra ticari zincirle ve hatta dijitalin "beğeni ekonomisiyle" ilgilenmemeyi tercih ederek, Varlık'ın özgürlük arayışının en saf halini pratiğe döker. Ona göre özgürlük, dış dünyadan gelen hiçbir tepkinin (beğeni veya eleştiri) sanatın samimiyetini zedelemesine izin vermemektir.
 
Bu üç ses, bize sanatçının özgürlüğünün ne coğrafi konumda ne de kurumsal başarıda olduğunu gösterir. Gerçek özgürlük, dışsal tüm baskıları hiçe sayan kararlı bir iç tavırla kazanılan, dijital çağda dahi kurulabilen o "özel biyosfer"dir.
 
Bu zengin ve ilham verici diyaloglar için Utku Varlık'a, Şahin Yenişehirlioğlu'na ve Ana Maria Paternoster'e teşekkür ederim.
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol