DİYALOG MÜZESİ

AŞK İSRAİL SGD

 
434. DİYALOG: AŞK, İSRAİL, SGD
(DİYALOG TÜR İKİ, SAYI: 36)



Nusret KANTARCI FİSHER İLE


Sizce diyalog nedir, ülkemizde yeterince anlaşılmamasının sebepleri ne olabilir?


Diyaloğu kelime anlamiyla irdeleyecek olursa iki kisinin konusmadir .. Lakin bizim ulkemizde genellikle iki kisi konusmaya baslayinca mutlaka biri baskin cikar, konusur  digeri susmak zorunda kalir .. Insanlarin birbirine olan karsilikli saygi noksanliginin birbirini dinlememesine boylelikle de diyalogtan cok monologa donmesine yol acan bu durum bence sorunlarin baslangic noktasıdır.


Ben burada (ABD) yasamaya basladiktan sonra diyaloglardaki kisilik haklarina sayginin ne kadar onemli oldugunu birkez daha idrak ettim.


Lütfen bize Hatırla Midilli'nin hikayesini yazar mısınız, nedir hikayesi?


HATIRLA MIDILLI ‘yi kisaca tanitabilirim. Gerisini sizlerin okumasini ve sayfanizda yorum yapmanizi istiyorum.


Mart 2020' de pandemi surecinde cikan kitabim bu sure icinde 1000 adet ilk basiminin 500 unu tuketti! Benim ailem Midilli mubadili bir ailedir, Babam orada dogdu . Anadoluya 4-5 yaslarinda gelmişti. Annem gelir gelmez dunyaya geldi ve o mubadil kulturu ile buyudu. Rah annemin hikayeleri ve buyuklerimin anilarini dinledim ben yillarca. Kitabimin ilk bolumunde Kurtulus Savasi sonrasindaki Lozan Baris antlasmasi surecinin iki halka nasil yansidigini anlattim. Ikinci Bolumunde de mubadillerin Anadolu'ya gectikten sonra yasadiklarini anilara dayali olarak kurguladim. 


1947 yilinda annem ve babamin evlenmesiyle son buluyor kitap ama bazi isimleri degistirerek kullandim tabiki...


Lütfen, bize orada yaşamdan bahsedin, nasıl başladı ve devam ediyor?


Tamam ama cok kendi ozel yasamimdan bahsetmek istemiyorum kusura bakmayin: Yalnızca su kadar soyleyebilirim. Burada ikinci evliligimi yaptim. Ilk esimden, iki pirlanta evladim var. Kizim Almanya' da kuzenime ait olan BIYOSPRING. DE adli firmada uzman kimyager, arastirmaci olarak gorev yapıyor. Oglum doktor, Ordu Devlet Hastanesinde. Bir muddet sonra ABD' ye gelmek uzere istifasini verecek, sinavlara hazırlanıyor.


Burada cok huzurlu bir yasam var zira devlet cok güçlü. Ama son zamanlarda Trump' in dengesiz ve ilkesiz politikalariyla pandemi tavan yaptı. Insanlar ciddi onlemlere yeni yeni uymaya başladılar. Genellikle bir ortalama Amerikali ailenin yasami bizdekinden biraz daha farklidir zira insanlar burada aile yasamina bizim sandigimızdan cok daha onem verirler. Aileler kari kocanin adlariyla anilir; ornegin Foil ailesi, Fisher ‘lar gibi... Erkek egemen bir toplum olmamakla birlikte calisma hayatinda bazi gelir dengesizligi vardir iki cins arasında. Kadin, cok enteresan ama erkekle ayni isi yapiyor olsa da -cok az farklilik olsa da biraz daha dusuk ucret alır. Burada halk, pazar gunleri genellikle kiliseye gider; özellikle kirsal bolgelerde kiliseler coktur ve de daha muhafazakar bir yapi vardir oralarda. Hafta sonu ailelerin buyuklerini ziyaret ettigi zamanlardir cogunlukla. Bir arada yenen yemekler, barbeque partileri Amerikalilarin hayatinda cok onemli bir yer turar. Bizdeki bazi ailelerin  son zamanlardaki gelisiguzel bir yasantiya ozenmesi buradaki orta sinif Amerikalida yoktur. Her şeyden önemlisi: Insanlar birbirlerine alabildigine saygilidir burada. Herkes birbirine tanisin tanimasin mutlaka selam verir. Insanlar bizde oldugu gibi birbirlerine elestirel yaklasmaz. Ozellikle bizim yasadigimiz guney eyaletlerindeki saygi inanilmaz olcude devam etmektedir. Burada yasamaktan mutluyum. Ozellikle ulkemin son yillarinda orada olmadigima Seviniyorum dersem lutfen yanlis anlamayin. Ruh ve beden sagligim icin burada yasamayi seçtim. Biz mubadillerin 70-80 ‘li yillara kadar getirdigi saygi ve birbirine karsi terbiyeli davranis burada hala devam ediyor. Ulkem saygi ve terbiyeyi yitirdi bircok bazda. Bu arada ben Amerika’yi ve politikalarini ovuyormus gibi anlasilmak istemen. Zira ben bir Kemalist’im, Ataturk İlke ve Devrimlerine yurekten bağlıyım.


Öyle bi anlattınız ki uçağa atlayıp gelesimiz geldi Bizim gibi Amerika'yı filmlerden filan tanıyanlar daha çok Güney Kuzey ayrımlarını, gökdelenleri olmadı kowboyları filan hatırlıyor. Amerikan kültür ve yaşamında bireyin rolü ve etkinliğini merak ederiz, bu emperyalizm meselesi nedir?


Emperyalizm İngiltere' nin somurgecilik anlayisini buradaki Amerikalilara mirasidır. Burada daha da guclenerek devam ediyor malesef. Aci ama gercek bu! Bunu bilerek Amerika bizim dostumuzdur şöyledir, boyledir soylemleri laf-i guzaftir. Amerika Devleti icin milli menfaati her seyden onemlidir. Bu konuda milli menfaatlerini korunak icin de cok acimasiz olabildiklerini biliyorum. Bizdeki gibi yabanci hayranligi asla yoktur. Amerikali olmaktan gurur duyarlar. Ufak bir iste calisan bir kisi bile evinin kirasını rahatlukla verebilir. Marketten alisverisini yapabilir, gecinebilir yani. Bizdeki gibi ac kalmaz. Ama bununla birlikte Homeless (evsiz) nufusu Avrupa'ya göre azimsanamayacak olcude fazladır. Zira sistem acımasızdır. Vergi cok onemlidir burada. Vergi kacirmak neredeyse olanaksiz gibidir. Trump bu konuda mahkemeye verildi mesela. Benim esim emekli bir uzman psikolog. Bu insanlar INSAN PSIKOLOJISINI cok iyi biliyorlar ve her ise alimda psikologlarin göruslerine basvuruluyor mesela. 


Bu insan psikolojisini kullanmalari devlet yonetimde de cok buyuk rol oynamaktadir. Bu yuzden de kuresel guclerinden odun vermemek adina siyasi anlamda basvurmayacaklari yontem yok gibidir neredeyse.


Ben buraya geldikten sonra yazmaya basladim ornegin... Burada insana ve sanata verilen deger cok buyuk ve rahatlatici oldugu icin yazmak benim icin hobi oldu. Bol bol okuyacak vaktim var. Okuyorum ve sayfamda gunluk yazilarimi paylasiyorum bu günlerde. Ama buradaki yasami anlatmiyorum zira bircok arkadasim dahil olmak üzere yaygın bir AMERIKAN dusmanligi oldugu icin yanlis anlaşilmaktan çekiniyorum. Ikinci kitabima da basladim ama agır gidiyor. Zira 12 Eylul doneminde yurt disina kacan arkadaslari anlattigimdan biraz daha bilgi toplamaliyim diye dusunuyorum. Ülkeye gelemedik bu yıl pandemiden dolayı. 



İKİNCİ BÖLÜM 


Sanat söylemimiz alışılagelenin üstünde disipliner, kritiker, saf duygu odaklı, kuşatıcı ve evrensel olduğu için; ülke ortalamasının algılayıp yer edinmelerinde kendi pozisyonlarını belirlemede zorluğa da neden olabiliyor. Sizce okuyucunun önce ilgisini daha sonra dikkatini çekip odaklanabilmeleri ve özellikle proje yoğun düşğnebilmeleri için yapılması gerekenler nelerdir?


Bu konuda saatlerce yazip cizebilirim, konusabilirim biliyor musunuz: Cok derin bir yaraya degindiniz aslında. Bu soruya Divan Edebiyatindan baslayip gunumuze dogru seyahat ederek yanit vermek istiyorum. 


Osmanli doneminde İstanbul haricinde TAŞRA diye anilan Anadolu ‘da yasayan halk gozardi edilip nasil cahil bırakılmışsa, sanatin insanimiza ulasmayan belirli bir zumre icin yapilanina da  o denli soguk bakıyorum. 


Sanat, hitap ettigi halkin seviyesini yukseltmek icin yapilir kanımca. Bu minvalde de hitap ettigi toplumun egitim duzeyi onemlidir. Ornegin yillarini egitime vermis bir ogretmen olarak soyle orneklendireyim musade ederseniz. 


Nasil ki her sinifta ayni derecede ilerleme kaydedemez, ogrencinin seviyesine gore ders anlatirsaniz basarili olursunuz. Sanatta bence halki egitmek, bir seyler katabilmek amaciyla yapildigina gore hitap ettigi zumre ye gore kilik ve dil degistirebilmelidir. Aksi halde Orhan Pamuk misali belirli bir zumreye ulasan kitaplar yazar, Picasso misali Tablolar yaparsiniz. Bu isimler birden aklima geliverenler.


Orhan Pamuk aslinda yazmaya baslamadan once cok okudugum ve fazlasiyla ilham aldigim bir yazar lakin dedigim gibi herkesin okumaktan keyif alacagi bir yazar olmaktan uzak bence! Eski Istanbul'u yasanmisliklari  ve daha nicelerini anlatiyor. Ben Cevdet Bey ve Ogullari'ndan cok keyif almistim mesela ama “Benim Adim Kirmizi” yi bitirememistim.


Insanoglunu tanimadan yapilan sanat bence sanat olmaktan cikar. Kendi kendine tatmin aracina doner. Benim nacizane fikrim, Osmanli doneminde oldugu gibi halkimizi ihmal etmek ya da egitimsizligini gormezden gelip, yukari perdeden sanat yapmak yerine oncelikle hitap ettiginiz kitlenin anlayacagi dilden konusup yazmali, cizmeli ve soylemelisiniz. 


Butun yazdigim yazilarda buna cok dikkat etmeye gayret ediyirum. Zira ulasilamayan kitle sizin degildir. Sizden uzaktir ve hep te oyle kalacaktir. Ben Sanatin oncelikle halka ulasanina daha sonra da hitap ettigi kitleyi yavas yavas yukari cekenine cok saygi duyuyirum. Ornegin; Yasar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Fakir Baykurt daha niceleri nasil da guzel anlatirlar Anadolu ve insanini. 

Bunun yani sira Huseyin Rahmi , Resat Nuri, Nurullah Atac , Halit Ziya Usakligil nasil guzel betimlemelerle anlatirlar Eski Istanbul'u ve yasamini. 



ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 

12 EYLÜL

"diyaloğun tümünü Diyalog Sanat'ta takip edebilirsiniz" Diyalog Tür II, Aşk İsrail SGD

HATIRLA MIDILLI ilk cocugumdu benim. Simdi coktandir, yazip yazmamak arasinda gidip geldigim yasanmisliklar ve 12 Eylul doneminde dogup buyudugu topraklardan ayrilmak zorunda kalanlarin gercek hikayelerini kaleme aliyirum. Her yazilan konu gercegin cok az kurgu ile okuyucu ile bulusmasidır.

12 Eylül'le ilgili oldukça fazla şey yazıldı, çizildi, filmleri yapıldı. Sizinkinin farkı ne olacak?

Farki mi dogup buyudugum ilce Ayvalik' tan o dönemde, karsi ada Midilli'ye gecen sonradan hayatlarini cok farkli ulkelerde gecirmek zorunda kalan komsu cocuklarinin hikayeleri. Bazilari benimle yasit, bazilari kucuk masum gencler. Suclari yalnizca memleket icin daha aydinlik gunler istemekti. Bu arada yasanmis bir evlilik ve hayat hikayesi var icinde ek olarak. Gercegin taa kendisini anlatiyorum burada.

Bu kitapta yine azbucuk tarih, psikoloji ve biyografi de var.

13 Eylül 2020 paylaşımınız gibi mi olacak? 

Yani ilaveler var tabiki. O gunlerin birebir tanigi olarak yazmaya gayret ediyorum. Icinde kendimden de bir seyler bulacak okuyucularim. Ancak daha cok birebir dinleyip ogrendiklerimi kaleme almaya gayret ediyorum.

-Hangi çevrelerden bilgi topluyorsunuz, tek yönlü mü çok yönlü mü?

Ulkeyi terkeden genclerin ailelerinden, o donemde iceri (cezaevi) giren arkadaslarimdan. Bunlar hep yasandi benim çevremde. O hikayeleri hep dinledik, analarin gozyaslari dinmedi. Daha sonra gidenler arasında. 

Neyse cok anlatmayayım yoksa tadi kacacak ?

Çevreniz sağ mı, sol mu görüşlüydü?

Sol tabiki. Sag goruslu kesimle hicbir iletisimim yoktu, o zaman diliminde. Daha sonraki yillarda meslege basladigimızda bir cogunla çalıştım. Onyargilari vardi hepimizin. Aslinda amaclarin ayni oldugunu yillar sonra farkedebildik. Su anda bastakilerin yonetimini (!) gordukten sonra aslinda biz hepimiz ayni vatan icin mucadele vermisiz de farkinda degilmisiz dedik.

Hatırla Midilli'nin bir kardeşi oluyor bu durumda. Tersine gidişlerle ilişkilendirilmiş ilginç bir nokta bu durumda Midilli. Şimdi de ilginç değil mi, yöneticileri "mezarlık yapacak yerimiz kalmadı" demişti Ege'de boğulanlar için..?

Bu soylemi kaçırmışım. 

Karsi adalarla kiyi kasabalari arasinda kolay kolay vazgecilemeyecek bir dostluk vardir. Bunun aksini dusunemeyiz biz mubadiller. Dinimiz haricinde hemen hemen her adetimiz, gorenegimiz, yedigimiz ictigimiz aynidir o insanlarla bizlerin. Anadolu insanina benzemez benim dogup buyudugum yerin muadilleri. Son zamanlarda yine birileri tarafindan koruklenen dusmanligin kalici olmadigini adim gibi biliyorum ben. Multecilere gelince; o yara uzun zaman kanayacak, kolay kolay kabuk baglayacak bir mevzu değil. Ama benim yazmakta oldugum anilarda multeci konusu hic yok, zaman dilimi uyumu olmadigi icin. Zaten multecilerin karsi adaya gecisini yazacak bir bilgi birikimim yok! Bizim karsi adalarda yasayan halkla aramizda bitmek tukenmek bilmeyen bir ASK HIKAYESI vardır. Bu kitapta onu goreceksiniz ve bir taraftan da "mubadil kulturu ile yetismis bir ailenin kizinin Anadolu kulturuyle yetismis biriyle evliliginde yasanan sorunlar" olacak bu kitapta.

Tamam. Kültür farklarının yaşama etkisini anladık diyelim. Daha büyük ölçekte baktığımızda bizim/sizin yaşadıklarınızı örnek olay olarak ele aldığımızda insanlığın buradan alacağı dersler ne olacak, sadece aşk anıları mıdır yoksa derinlerde yatan etkileşimler ve sonuçları da gözler önüne serilecek mi?

Yazilarimi takip ediyorsaniz sonunda hep birtakim cikarimlar vardır. İnsanligin almasi gereken dersler on plandadir, tum yazmaya calistigim yazilarda. Hatirla Midilli' nin onsozunde de “Allah bir daha Mubadele yasatmasin” cumlesini görursunuz. Bu kitapta da her okuyucunun kendinle eslestirebilecegi konular olacak. Bitince “vay be hayat“ diyebilecek okurlar! Bundan kuskunuz olmasin. Aksi halde zamanimi icibos bir kitaba harciyacak kadar musrif degilim, emin olun!

"Bir daha mübadele olmasın" çıkarımının faydası nedir, mümkün mü insan / topluluk akışlarının engellenmesi?

Zaten bizim halkimizin “cikarilmasi gereken derslere” ihtiyaci var. Son gunlerde buradaki İngilizce kitaplardan birkacini okudum. O kadar bos geldi ki bana! Size anlatamam. 

Son sorunuza gelince, devinim sureci yasandigi surece mumkun gorunmuyor ancak Mubadele ile göç‘ü birbiriyle karıstırmayalım. Sizin de bildıgınız gibi Mübadele devlet eliyle halkların yer değiştirmesidir. Tarihte bir başka örneği var mıdır bilmiyorum. Ancak benim ve bizlerin ailelerinin yasadıkları tam anlamıyla “birileri tarafından köklerinden sökülüp bir başka topraga ekilişleri“ hikayesıdır. O zamandan gunumuze kadar devam eden bu intibak sorunu kolay kolay insan ruhunda dinginliğe geçemeyecek, gözüyle bakıyorum ben, iki tarafın halkının hikayelerini dinledıkçe.


2019 WB veya Legendary Pictures yapımı "SGD Filminin" diyalog özleridir...



BİRİNCİ BÖLÜM

Yasak aşk, aşk mıdır? Diyalog Sanat

Yilmaz Ulukapi: Aşk zaten başlıbaşına bir yasak, mutlu aşk yoktur..

İhsan Topçu
: Aşkın yasak hali olduğu cümlede belirtilmiş. Soru neden sorulmuş! Bence yasak aşk aşkın içinde. Yasak da olsa aşk var karşımızda.

Demet Urla
: Aşk aşktır, ensest hariç. Aşık olursanız bunun sınırı olmaz ama yaşar mısınız, bunun sınırını kişi kendi belirler.

Ragıp Buluç
: " Suç şehvetin temel taşıdır ." Marquis de Sade
Tersi düşünülür oysa genellikle. Suçun çekiciliği sanırım veya deneme arzusu... Pekiyi, deneyip tecrübe etmesine rağmen denemelerine devam etmesi nedir? Tiryakilik.

Bir söz daha: "Yatak aşkın mezarıdır". Eski Yunan'da aşk ve tutku ayrı tanrıçalarla temsil edilirdi. ( Afrodit ve Ate ) Bence aşk kadına, tutku erkeğe yakışır. Aşk erkeği budalalaştırır. Tutku ise güçlüleştirir. Aşk ise kadını gizemli kılar. Mona Lisa tablosundaki gibi aşk kadının bakışında ki sevecenlik, dudağındaki tebessümdür.

Tutkunun Doğuluların sorunu olduğu fikrine ne dersiniz? Özellikle Hintliler bunun kitabını yazdılar "Kamasutra". Uğruna, pozisyon heykelleri ile dolu mabetler yaptılar. Mevlana'nın mesnevisi erotik hikâyelerle doludur. Bizde ise sevdim alamadım.Türküler şarkılar hep bu nakarat üzerine. Beraber olduktan sonra nasıl mutlu olursunuz, edersiniz belli değil. Horoz gibi inip binmeyi marifet sanırsınız. Ömrü boyunca orgazm olamamış kadınlarda kusur ararsınız, olur biter.
 

Tarkan Ozel Aşkın hiçbir zaman sınırları olmamıştır. Aşka kural koyan insandır. Bu yüzden de mutlu aşk yoktur.
Bilimsel olarak salgılanan hormonlar bize aşk duygusunu hissettirir ve hormonal durum maksimum iki yıl sürer yani "şu an delicesine aşık olduğunuz birisine iki yıl sonra aynı oranda aşk duygusu duymayacaksın" demektir.

Ali Rıza Akalın
: Aşkın "en kralı" dır üstelik. şüphesiz ki evet, sorun olacak. Sorunsuz hiçbir hayatın olmadığı gibi...
 


İKİNCİ BÖLÜM:

İsrail ile ilgili düşüncenizi alabilir miyim?

Şule Gönel
: Lord of the World.

Naci Terzi
: Dünyadaki paraların %25'ini kazanan ülke. Çölü meyve bahçeleri yapan ülke. Amerika gibi pek çok ülkeyi yöneten ülke. Çalışkan, ticareti bilen ülke. Âkil adamların yönettiği üç devletten biri.

Amaç Anadolu' nun doğusunda devlet kurmak. Türkiye eski Türkiye değil öyle silahlar yapıyoruz ki dünya şaşırıyor. Daha fazla güçlenmeyelim diye şeytanlık peşindeler, hainlik yapıyorlar ama kazanacağız, Suriye' de zaten Amerika ile savaşıyoruz.

Yakup Sahap
: Dine inanmam fakat tarihi bir bilgi vereyim: "Hz. Musa 10 emiri Golan Tepeleri'nde vermiştir. Golan Tepeleri İsrail' in Mısır sınırında bulunur. Onlar zaten ordaydı. Anlaşılmıştır umarım.
 

 
Yilmaz Uyar Dünyayı idare eden, bencil (bencil olduğu kadar da akıllı) ülke. Galiba 10 milyon nüfusu var. Milyarlık İslam alemi feryat ediyor: "bunlar bize zulüm ediyor!" diye... O tarafta sistem ve akıl var, bu tarafta cehalet ve palavra... Sistem demişken, bir araya gelip ortaklaşa tükürseler bitirirler ama sadece kendilerini patlatmayı becerebiliyorlar. Yazık. (

Cangül Şimşek Dünyayı idare eden, Hitler kini ile beslenen ırk.

Yilmaz Ulukapi Takdire şayan bir hırs ve inat, 15 milyon nüfusla dünyaya hükmeden bir güç, her israiilli 100 milyon kişi neredeyse. Her yerlerdeler, Konya / Merkez Kentsel Dönüşüm Projesi var: Her 100 tapunun 70' i İsrailli çıkıyor, çok ilginç değil mi?


Mustafa Kocabasi Siyonistlerin kullandigi ülke. Bir çok yahudi sevmez israili. Sionistlerin hepsi Jewish degil. Sionistler kendileri için kurdu Israili... Amerika' daki medya, üniversiteler Sionistlerin kontrolunda. Onlara karşı geldiginde sana Anti-seminist yaftasını yapıştırıp işini bitiriveriyorlar. Şu anki haliyle "derin devlet" gibi birsey. Yahudilerin tümünü ettiklerini iddia ediyorlar ama hepsi Yahudi degil... Yahudilik ayrı, siyonistlik ayrı... Kendilerine karşı gelenlere "anti-semitist" diyorlar ama onlara en cok karşı gelenler gercek Yahudiler...

Karışık bir durum. Bana sorma!

Erkan Yazargan
: İlgili 2. soru: "İsraİL denilince neden, bölgede bazılarının şirazesi kayıyor, allak bullak oluyor, yörüngesinde titremeye tutuluyor?



Ağamiyev Murad
Yahudiler Azerbeycan topraklarında 2000 senedir yaşayan, artıq oborogen bir halkdır. Yahudiler ile Azerbeycanlılar arasında bu 20 asrı aşan zaman çerçivesinde bir kere bile olsun anlaşılmazlık veya her hangi bir problem yaşanmamışdır. Azerbeycan Devletinin hürriyyeti, milli devletçilik geleneklerinin korunması gibi konularda hep yerli halkla birlikte haraket etmişlerdir. Ermeniler ve onların taraftarları tarafından Azerbeycan topraklarının işqal edilməsi sürecinde Yahudiler çok sayda şehit vermiştir ve Azerbeycan Milli Ordusunun ilk Tank qrubunu "Yahudi Albert Aqurunov" kurmuştur. O çok sayda tecrübeli tankist eğitmişdir. Büyük kahramanlık sergileyerek Şehit olmuştur.

Azerbeycanda yeniden özgürlük elde edilmesinden derhal sonra İsrail Azerbeycan devletini tanımıştır, hala bu gün de İsrail Ermenistanı bir devlet olaraq tanımıyor ve hiç bir ilişkisi mevcut değildir. Azerbeycan' da telekommunikasyon, milli istihparatın yapılanması gibi ilk adımlar İsrailin desteyi ile atılmıştır. Ermenistan' ın işgal etdiyi Azerbeycan topraklarından hiç bir şart koşmadan çıkmasını ön gören Birleşmiş Milletler qararı İsrailin büyük desteyi ile sağlanmıştır. İsrail devleti ve Yahudi halkı Azerbeycanlılar için çok azizdir ve çok yakındır.
 
Erkan Yazargan İlgili 3. soru: Kaz Dağları, Tekeli Dağı, Munzur Dağı veya Orta Asya' da Tanrı Dağları Türkler için neden kutsaldır?
Nihat Kopuz İsrail Devleti ve Masonluk Siyonizm'den hareket eder. Haçlı Seferleri zamanında Tapınak Şövalyeleri Mescid-i Aksa'nın dehlizlerinde bir sandık bulurlar. Sandıkta Musa'nın yeni dininin belgeleri vardır. Belgeler, bu yeni dinin ilahi değil, aksine beşeri olduğunu kanıtlayacak niteliktedir. Yani belgelere göre Tevrat'ın parçalarını Musa'nın tahayyülü oluşturmuştur. Mason Tarikati'nin bu gizli gerçekten hareket ettiği söylenir. İddia edilen ilahi gücün olmaması ve bunu kendilerinden başkalarının bilmemesi Yahudi'lere yeni bir özgürlük alanı açmıştır. ... Thomas Mann "Mario ile Sihirbaz" adlı kitabında, Musa'nın kutsal kitaplarda daima yarıdan başlayan hayat hikayesini doğumundan alır. Thomas Mann'a göre Musa, Fravun'un torunudur. Kızı, kuyudan su çeken İbranili bir köle ile ilişkiye girmiş böylece Musa dünyaya gelmiştir. Kızının yakarışlarına dayanamayan Fravun Musa'yı gizlice sarayda büyütmek ve eğitmek zorunda kalmıştır. Halkla yüzleşmekten kaçınıp sarayında kendini Tanrı ilan eden Fravun'un aslında Tanrı falan olmadığını ve baba soyuna asırlardır zülmettiğini böylece Musa anlamış, böylece devrime kalkışmıştır (Biraz uzun oldu, belki yer yer de konu dışı. İyi akşamlar)
 
Menşe'inden bahsetmeye çalıştım. İsrail Devleti'nin tanrısızlığı demeyelim, dünyayı yöneten bir loncanın tanrısızlığı ortadaki. Yoksa İsrail'de de tıpkı bizde olduğu gibi inanan bir kesim var. Yukarıda bahsetmeye çalıştığım 'gizli bilgi' sadece loncanın üyelerinde var.
 

Mehmet Sarsmaz Önemli "peygamberler", filozoflar ve bilim adamları çıkarmış bir ulus Yahudiler, kesinlikle hafife alınamaz... Musa, İsa, Marks, Freud, Einstein, Spinoza v.s... İsrail devletini kurmuş olmaları onlara değer katmış mıdır bilemem...

İncil'deki "hardal tanesi meseli" biraz açıklayıcı olabilir; güç koşullar azınlıkta olmak, potansiyelleri ve dayanışma duygusunu ortaya çıkarır... İnanç ve geleneklere bağlılık da devreye girmiş olabilir...

Sonradan örgütlü olmayı becermeleri ve parayı kullanmayı bilmeleri olabilir... Kazanılmış değerlerini korumayı bilmiş olmalılar..

Totalojik olacak ama, insanlığa hizmet ediyorlarsa yalnız kendileri için yaşamıyorlarsa, iyi ve güzel amaçlarla doluysalar sorun yok..
 

İbrahim' in oğlu İshak' ın oğlu Yakup, Tevrat - Torah - Tora - Töre' kitabında da kaydedildiği üzere tanrı Yahova (O) ile sabaha kadar güreştikten sonra Yahova' nın sırtını yere getirmiş ve bizzat tanrı tarafından isim - lakap takılarak; "tanrının sırtını yere getiren" anlamında İSRAİL denmiştir. Yakup' un 12 oğlundan İsrail Oğulları da denilen Yahudiler gelmiştir...

İzak Hason Dünyamızı,gezegenleri koca galaksiyi yaratan gücü güreşte yenmiştir.sizde buna inanıp yazdınız mı? Tanrı yolunda yürüyen, ilerleyen anlamına geliyor ama belki de dediğiniz gibi yolda yürürken güreş tutmuş olabilirler :) Tevratta böyle bir anlatı olup olmadığını araştıracağım...
 

III. BÖLÜM

Zaman ayırdığınız için öncelikle teşekkür ederim. (ArtCRİTİCS) veya Diyalog Sanat, size ne ifade ediyor?

Seyfi Icten
Gönderiler nizi zevkle seyrediyorum amasoru sorunca da öğretmen sözlüye kaldırmış gibi oluyorum selamlar

Çok basit sorular soruyoruz. Nedir' ile başlayan... İstekliyseler ilerletiyoruz.
30 bin kişiye mesaj atmışız 436' diyalog'a dönüşerek yayınlanmış. 30 milyon bit/sayfalık dev bir arşiv.
Yani herkes yanıtsız bırakmıyor.


Esra Gülle Cevaplar gelince ne hissediyorsunuz? Soru

Yeni sorular soruyorum...

Hissi sordum. Ardından ne olduğunu anlamış bulundum tabi ama ben hissi sordum

Coşku. Özele girmiyoruz zaten...
Düşünsenize daha önce konuşmadığınız bir insanla yaşam sürecinizde bir noktada kesişmişsiniz! Neler vardır neler?

Evet öyle, ben de bir ara face' de çok soru sordum ve yanıtları heyecanla bekledim fakat heyecan verici cevap çok azdı. Cevabın üzerine yeni sorular sorup aynı kişiyi derinleştirmek gerekiyordu. Bazen asıl cevaplarımız çok gömülü oluyor. Ben de asıl cevap meraklısıyım.

Nasıl asıl cevabı yakaladığımı soraranız? Doğallıkla.
Doğal kendini anında belli eder. Yemeğin tadının lezzetli veya değil' ini anlamak için AŞÇI OLMAYA GEREK YOKTUR.

Evet, ben de anladığımı hissediyorum ve asıl cevaba götürmekte iyiyimdir. Siteniz ilgi çekici görünüyor. İncelemeye niyet ettim... Bu arada benim de üzerine çalıştığım bir iletişim dili var. Birgün boy gösterir mi bilemem. İnşallah gösterir.

Doğru zamanda doğru soruyu sormalısınız. Diyalog bir bütündür.
Katılımcıya açık uçlu, içinde boşluğu geniş bir soru sorduğunuzda yanıtlama süresinden klavye hareketine kadar tümü veridir.

Katılıyorum, aynen öyle. Soru sorma sanatı diye bir şey var. Gerçek bilgeler sorulara cevap değil, doğru soruyu sorarak cevabı buldururmuş... Ben de bu söze katılıyorum. Tabii bilgisel değil ruhsal sorulardan bahsediyorum.
Sanat dalları bellidir

Öncelikle sanat veya felsefe ile ilgili sonsuz genişlikte hareket ediyorsanız kelime veya kavramların yanlış kullanılmasına izin vermemelisiniz. Dilimiz kutsaldır. Onunla ifade ediyoruz.
Dövüş, savaş, soru, yemek, öğretmenlik v.s. sanat değildir

Edebiyat diye bir şey olduğu gibi, kelimeleri yaratıcı ya da amacına uygun bir şekilde farklı kullanmak, yeni anlamlar yüklemek gerekir. Sonsuz genişlik böylece sağlanır bence, diyalogta. Dilimiz malzemesini iyi kullanamadığımızı düşünürüm ben de... Ayrıca her şeyin yapılışında bir sanat yakalanabilir. Sizce sanat nedir?

Diyalog tartışma değil bilgi paylaşımıdır. Google' den sanat dallarını araştırın sonra devam edelim...

1) Tartışma yaşadığımızı hangi cümle ya da kelimeden çıkardınız?
2) Sanat dallarını biliyorum.

Sanat nedir diye sordum ve sizce dedim. Bilirsiniz diye düşündüm. Bu tartışmalı bir konudur. Sanat anlayışına göre de hayattaki başka şeyler içinde sanat aranabileceğini düşünüyorum çünkü.
Sizce nedir sanat ?

Ayrıca diyalogun salt bilgi paylaşımı olarak tanımlanması eksik bir ifade benim için. Diyalog canlılar arasında karşılıklı ilerleyen, birbirine bağlı yürüyen iletişimdir. İyi diyalog, kötü diyalog v.b. çok çeşit sayabiliriz tabii... Yanlış anlamazsınız diye düşündüm. Bir diyalogtayız şu an ancak tartışma havası sezmeniz istemediğim bir şey. Söyledikleriniz karşısında fikirlerimi beyan ediyorum sadece.

Sanat görülmeyeni göstermek, duyulmayanı duyurmak, hissedilmeyeni hissettirmektir. Bunu yaparken de bilinçli, düzenli, açık, şeffaf, önyargısız, objektif, beklentisiz, aydınlatıcı, ispat derdi olmadan ilerlemek zorundadır. Bir gün gelirde sanata harcanan para, savaşa harcanan parayı geçerse işte o gün insanlığın ilk günüdür.

Buradan tartışma - egemen olma - üste çıkma ÇIKMAZ.
Sanat budur.

Peki birinci sorumun cevabı nedir?

Soru sorma sanatının geçtiği cümleniz ile başladı. FAKAT diyaloglarımız yazı sanatı içinde bir SANATTIR. Diyaloglarımızdan şimdiye kadar onlarca kitap, film ve diğer sanat projesi çıkmıştır.
PROJELER sayfamıza bakınız!

Fakat düşüncenize karşı düşüncelerimi beyan ediyorum ve cümlelerim hep "bence" diye geçer. Bence diyalog yaşadık, tartışma değil fakat siz bir şeyden dolayı tartışma yaşadığıdığımızı hissettiniz sanki acaba orası neresi... her neyse! Bence sanat aktarılmak, gösterilmek isteneni farklı kurgularla anlatma, gösterme, yapma, yazma eylemidir. Bu sebeplerden her şeyde sanat bulabilirim. Belki de sanat anlayışımızdaki farklılıklar bizi buraya getirmiş olabilir
PROJELER sayfanıza bakma niyetindeyim. Memnun oldum görüşmek üzere.

Karşı düşünce diye bir şey yoktur. Bu cümleyi ilk kuranlar düşünceyi imha etmek isteyen düşünce dışı dogmatiklerdir.
Farklı düşünce / düşünme vardır.
Tez - Antitez' den sonra Sentez ama tümünden önce düşünme / düşünce...
Bir de "ideolojisi olmayan felsefe, felsefe değildir" diyenler vardır ki onlar felsefe katilidir.

Yeni yeni görüyor ve kafasını çözmeye çalışıyorum. Güzel bir hedefi var gibi. Yöneticisi fazla duygusal sanki. Biraz desteğe ihtiyaç duyuyor gibime geldi. Tatlı bir ruh. Soru sormanın ne kadar değerli olduğunu keşfetmiş gibi. Başkalarını merak ediyor gibi. Duygusallığını bir kenara bırakır devam ederse yavaş yavaş toplayabilecek gibi. Dahası varsa da yeter şimdilik


Servet Pişken: Hayal gücü çok güçlü bir güçtür. Sanat anlamlandırabilmektir. Sanatın direk tanımı yoktur ama Wassliy Kandinsky şöyle der; "her sanat eseri çağının çocuğu, aynı zamanda duyguların kaynağıdır". Dadaistler sanatın tanrı, sanatçının rahip olduğunu öne sürmüşler. Josef Beuys"herkes sanatçıdır" diyor. Marcell Duchamp ve Jean Paul Sartre sanatı ve felsefeyi herkesin algılayabilecegi bir paydaya indirgemişler.

Her halükarda sanat her şeydir. Konuşma dili yokken sanat vardı. Özel bir ifade dili de denebilir.

Dalia Maya
: Farklı görüş açılarını dile getiren ve özellikle de yalnız olmadığımızı açıkça ortaya koyan bir platform.

Serap Gürcan
: Farklı görüş açılarını dile getiren ve özellikle de yalnız olmadığımızı açıkça ortaya koyan bir platform.
Merhaba..

Ben teşekkür ederim, hem sayfanız için, hem görüşümü sorduğunuz için.
Bilgilendirici ve de eğlendirici, düşündürüyor da..Diyalog kahramanlarınızın öyküleri, görüşleri hoşuma gidiyor. Diyalogları okumaya çalışıyorum. Anlamaya çalışıyorum.
Diyaloglarınıza da katılmak istiyorum. Ancak zaman, daha önemlisi bilgi ve birikim lazım. O da bende yok, sadece kendince resim yapan biri olarak.
Tuzak sorularınız da var

Resimleri inceleyip anlamaya ve yararlanmaya çalışıyorum.

Daha önce de "kavram kargaşası / karmaşası ve sanat denilince ne anlamalıyız?" sorusunu yöneltmiştiniz. Ben de "her yönden kargaşa ve karmaşa halinde olduğumu ve cevap veremeyeceğimi" yazmıştım. Hem büroyu bırakıp tamamen resim çalışıp çalışmamak hem de peyzaj çalışmaya mı devam etmek ya da soyut figüratif çalışmalara mı yönelmek konularında kararsızlık yaşıyordum. Görüşler de etkilemiyor desem de yalan olur. Hafif esintilerin ürpertisi gibi gelip gidiyor.

İŞTE; o günlerde, bana da diyalog örnekleri gönderdiniz. Teşekkür ederim yeniden buradan. O gün içimden geçip de cesaret edip söyleyemediklerimi diyaloglarda buldum...

KISACASI, ben beğeniyorum. Diyalog Sanat önemli ve güzel bir sahne. Oyuncusu olabilmeyi ve çok rol alabilmeyi isterdim.
(Bir de eleştiri: Bu güzel sayfanın sahibine küfür yakışmıyor. Bazen çok sert yaklaşımlar görüyorum.)

Şirin Asutay
: Doğrusu sanat, üstünde konuşulası diil yapılası bişi bence.. Herhangi bir sanatçının yaptığı - yapamadığı yahut başka bir sanatçının yaptığı üzerine sarfettiği sözler beni cezbetmez, eser cezbeder ederse... Bu benim duygum tabii saygım sonsuz..

Zafer Çankiri: Sanatçılarla diyalog herhalde kastedilen. Ancak sanatçının kendi yapıtları üzerine konuşması ne kadar doğru? Sanatçının yapıtlarıdır konuşması gereken doğal olarak. Sanatçıların sorunları üzerineyse konuşma ne diye adlandırılmalı bu çalışma?

Sanat konusunda yapılan her çalışmayı memnuniyetle karşılar ve desteklerim naçizane. Bu kadar kötülüğün ortasında güzellikleri görmek tüm insanların hakkı ve insanların güzel şeyler yaptıklarını görmek...

Füsun Öcal: Hep soru soran ve kendini sorarak iktidarlaştıran bir kişiyi
-Kral hatta imparator benim zaten, kendimin kralıyım.
Soru sorarak kendini konumlandırmak budur da ondan. Zaten diyorsunuz, kendi kendinizin kralı olduğunuzu... Diliniz ve söyleminiz de bunu doğruluyor. Ortada olan bir şey (YAPTIĞINIZ BİR ŞEY) yok ki yanlış, ya da doğru olsun.

Şebnem Soyak
: Güzel sorular geliyor onu hatırlıyorum.
Aykut Öz: Çok ani oldu soru son zamanlarda "bu sizce kimin adı ne olabilir" gibi gönderiler görüyorum. Gerisini çok takip edemedim yorum yapmak isteği de duymadım o an için. Bilemiyorum tam olarak ne yapmak istiyorsunuz. Sanatçıları tanıtmak mı yoksa iletişim için mi? Olumsuz almayın dediklerimi çok uzun zaman ayırmıyorum facebook! a .

Yilmaz Ulukapi: Kaygı taşımayan hür bir platform. Açık radyoya benziyor.

Ali Rıza Akalın
: Merhaba. Ben, son dönem fotoğraflarımı (2006' dan bu yana) resim sanatının akımlarına gönderme yapmak, resmin oluşturma biçimlerine benzer yöntem ve malzemelerle fotoğraf yapmaktayım. Bu nedenle grupta yer alan bir resmin biçimi ya da malzemesi bana esin kaynağı olabilir düşüncesi ile sayfayı izliyorum.

Hani, yapıtlarla ilgili olarak az da olsa detaylı bir irdeleme yazılsa daha da yararlanacağımı düşünüyorum.

--Detaylı irdeleme için kurulduğu günden beri yüzlerce akademisyenimize, yetlin kişiye mesaj yoluyla başvurduk fakat zaman ve para sorunlarıyla karşılaştık. (... ...) kısa değerlendirmeleri var, yararlı olacaktır. Grup arama motorumuzdan Jacqueline Remy ararsanız tümü ana sayfaya dökülecektir.

Teşekkür ederim.

MECİT KALKAN İLE

VİYANA


-Merhaba,

"Özsüz adamlar" tamlamasından ne anlıyorsunuz sizce öz nedir?


Özsüz adamlar diye sordunuz ama malum kullandıgımız dil Türkçe ve kelimeler o kadar çok kitlelerin istediği yöne çekilmeye müsait ki herkesçe farklı bir düşünce oluşturma olasılığı yüksek. Özsüz denilince ilk akla insanın özü kökenleri geliyor.


-Özden, köken anlıyoruz bu durumda. Veya bu kelimenin başka bir eşanlamlısı var mıdır, neden bu tercih ediliyor?


Dedigim gibi Türkçede birden çok anlam içeren kelimeler mevcut.


-Neyse, o o kadar da önemli değil. Bize sanatınızdan bahseder misiniz?


Ben Sahne Sanatları okudum ve şuan oyunculuk yapıyorum; dizi, sinema ve belgesellerde… Bunların yanı sıra bir kaç enstrüman çalıyorum. Oyuncu koçluğu yapıyorum.


-Çok yönlü sanatçı diyebilir miyiz?


Aslında eksik bir sanatçıyız çünkü sanat alanında kendini geliştirmenin bir sonu yok. Daha öğrenmem gereken, sanata dair yapmam gereken çok şey var.


-Ama neticede bu alanın içinde bir insansınız. Bize farklarından bahsetmek ister misiniz?


Sanatçı olmak, sanatla uğraşmak: İlk etapta insansın, hayata bakışını değiştirir sanat, hep farklı bir pencereden bakarsınız. Sanatla iç içe olan kesimler daha aydın ve dünya bakışları daha bir farklıdır, siyaset gibi degildir. Sanat üretmek İcin hep yeni şeyler ister, ticaret gibi degildir. Sanat karşındakine hayatın gerçeğini dolaylı yolla anlatmaktır. Sanatın ve sanatçının farkı, dünya görüşü hep farklıdır.


-Hedeflerinizde neler var, nereye ulaşmak istersiniz?


Benimde diger sanatçılar gibi hedefim dünyaya bir şeyler bırakmak. Franz Kafka gibi sanata dair yaşayıp unutulmayan eserler bırakmak istiyorum.


-Viyana Üniversitesi' nden eğitim aldığınızı görüyoruz. Anlatır mısınız biraz, bir de o ünlü Alman dolaylı anlatımlar mizahını merak ederiz..?


Evet, doğrudur. Oyunculuk İçin 6 yaşımda; benim İçin hayal olan "bu meslek için kendimce neler yapabilirim" diye başladı bu serüven. Çok uğraştım, mücadele verdim ve birgün tesadüfen İstanbul'da biriyle tanıştım öyle başladı, akademi dönemi. Zorlu bir süreçtir benim İçin. Farklı bir kültür ve Alman yasalarının hakim olduğu dilinin Alman olduğu, sanat dolu bir ülke. Almanya' dan farklı olan yönleri şehrin tamamının sanat üzerine inşaa edilmiş olması. Bir tarihi içinde saklayan müzik dolu bir yer. 


Genelde mizah yapacak olduklarında materyal olarak türküleri kullanmak isterler.


-Anlamak istedik Alman özü ile bizdekinin farkını. Bizdeki mizahın alaydan farkı neydi sonradan neden alaya, tahkire dönüştü diye sormak isterim izninizle..?


Biz aslında en büyük hatayı sanat ile siyaseti bir arada tutmaya başladığımızda yaptık. İkisi de çok ayrı kulvarlar. Sanatın içine siyasette karışınca rant doğdu. Sanatı bir para kazanma sektörü haline getirdik. Oysaki sanat başlı başına toplumu bilinçlendirmek, topluma bir şeyler katmak amaçlı yapılan bir oluşumdur.


Almanlar veya diğer ülkeler sanatı hep ayrı tuttular. Özel bir özen ayrı bir toplumsal olgu haline getirdiler. Bizler tiyatrolar kurduk hangimiz daha çok bilet satar kaygısına düştük. Operalar da hangi günler daha çok gişe yaparız kaygısı bizi ikiye böldü. Ticareti de siyaseti de sanatın içine aldık ve şimdi hem ticari hem siyasi bir savaş başladı, kendi içimizde.


Bunlar yetmedi sanatçı, oyuncu, yorumcu sendikaları kurduk! Biz haklarınızı koruruz, biz sizi savunuruz diye. Oysa savunulacak bir tarafı yok sanatın. Bir ressamın tablosuna hangi gözle bakıyoruz sizce! 


-Sanatta geri kaldığımız anlaşılıyor. Bahsini ettiğiniz ciddi tespitlerden sonra buradaki mevcut kalıplar ve oluşumlara daha esnek olmaları ve sanata kapılarını sonuna kadar açmaları için ne önerebiliriz, buradaki  katılığın sebebi nedir?


"Ne duygularla bu hale getirdi neler anlatıyor bize", birde bunu alsak bir başkasına kaç lira kar ile satarız kaygısı. Bir kere sanatı diğer bütün oluşumlardan soyutlamalıyız. Ticari, siyasi kaygı olmasın; üzerinden rant sağlayan bir kesim olmasın. Sanatımızı sadece sanat olduğu için toplumsal algılarımıza yön veren bir akım olduğunu kabullenip yaymalıyız. Tiyatro, opera, müzikal gibi gösteri sanatlarını daha yaygın hale getirip tüm ülke de yaymalıyız. Bu oyun siyasi içerikli, bu müzikal başka kişilere bir gönderme amaçlı deyipte iç kargaşa çıkartmak doğru değildir. Müzik dünya literatüründe evrenseldir, tiyatro da öyle… Bir ülke sanatı ile var olmalı bence. Maddi gücü siyasi kariyeri bunlar. Devletin ana organı bunlar. Zaten üst düzey yöneticilerin işi sanat, bizim işimiz. Almanya da bulundunuz sanırım sizde. Belirli dönemler sanatsal aktiviteler yapılır, karnavallar, eğlenceler… Hiçbir siyasi organ duruma müdahale etmez. İnsanlar istediği gibi eğlenir, sanatını icra eder. Böyle bir ülke olmalıyız.


-Avrupa’nın her yeri aynı sanırım sanata verilen değer bakımından. Bizde sanat okulları vardı her ilde, ilçede. Torna tesviye dersleri alırdılar. Avrupa insanı ve özellikle sanatçısı hangi zorlukları aşarak bu haklarını kazandılar?


Evet, Avrupa'da sanata çok önem veriliyor, insanların genel kültürü ve sosyalleşme bakımından daha etkili olduğu düşünülerek. Avrupa'da lise döneminden sonra öğrenciye soruluyor meslek mi yaparak devam etmek istersin yada okuyarak mı diye. Öğrenci yatkın olduğu mesleği kendisi seçiyor ve haftada 3 gün o meslekle alakalı kursa, diğer günler okula devam ediyor. Yapacak olduğu mesleği hem okuyarak hem de çalışarak daha iyi şekilde yapıyor.  Vence hem çok mantıklı hem de insanlar için geliştirici bir yöntem.


İşin mutfağında başlar her şey. Bizde oyuncu okulları aldı başını gidiyor. İstanbul'da hemen hemen her semtte bir özel oyuncu eğitimi üzerine kurulmuş yerler mevcut. Kişi yada kişiler bir oda içerisinde anlatılanlardan başka bir şeye hakim değiller oysa bunun mutfağı olan setlerde de uygulamalı şekilde devam edilse sizce de daha etkili hale gelmez mi!


-Türkiye özellikle son on, on beş yıldır inanılmaz pratik, hızlı işlere yöneldi. Akıllara durgunluk verecek üretim yapılıyor ama çoğu değersiz. Anlık, gelip geçici milyonlarca şey var. İki bin lira bulan yazar oluyor. Doğru cümle kuran herkes senarist sayılıyor ve oyuncuların kendileri kendi senaryolarını filan yazıyorlar. Dolayısıyla tuhaf bir işleyiş sarmış durumda. Bir şey çıkmıyor. Çok yetenekli sanatçı adaylarımız da afallamış durumda. Ciddi tedbir alınmalı kanımca. Yevmiyeyle oyunculuk başlamış. Kim ucuza giderse o iş yapıyor. Her şeyi biliyoruz ama elimizden bir şey gelmiyor. Bu durumda yaptırımlar neler olmalı?


Evet, bu durum içler acısı bir hale geldi. Kaba bir tabir olur belki ama oyunculuk sektörü de tekelleşti. Başrollerde sadece yakışıklı ve sadece güzel diye model yada mankenlikten ün yapmış insanlardan geçilmiyor. A dizisinde ölüyor, B dizisinde aynı ay görüyoruz ki aynı saç, aynı tip her şey  aynı. Sadece dizi ve kanal değişik. Çok ilginç. Aslında bu insanlarla alay etmek gibi bir durum. O kanalda yemezseniz bu kanalda yediririz gibi! Daha öncede söylediğim gibi sanat artık ticarete karıştı. Kim daha çok rant sağlar, kim daha çok para kazanır onun derdindeler. İnsanlara bir şey katmak, toplumsal bir olaydan bahsetmekten ziyade entrikalarla nasıl akıllarda soru işareti bırakırız ki haftaya daha çok izlesinler kavgası oldu sanat… 


Ülkede senarist, oyuncu yönetmen ve yapımcı bundan çok bir şey yok. Her 20 kişiden biri bu meslek gurubunda artık. 


-Katkılarınız için teşekkür eder saygılarımızı sunarım.



Ben teşekkür ederim. Bunlar sanatımızın kanayan bir yarası. Eğer ki gerçek bir sanat icra etmek istiyorsak bunu hakkıyla yapmalıyız. Para kazanmak, şan, şöhret için bu yola bilgi birikim olmadan çıkarsak başladığımız noktaya dönüşümüz çok çabuk olur.


Üflemesini bilmeden 'Ney' i ne kadar üfkesekte boru sesinden başka bir şey vermez bize! 


İKİNCİ BÖLÜM 


Sabahattin ŞEN: Sanata burada söz edildiği gibi bakmalı ve sanatı böyle anlamalı . Biz sanata bakmasını bilmiyor ve sanatı da anlamak istemiyoruz. Her şey piyasa ve üökagıtçılık... Buradaki söyleşide sanatın gerçeği dile getirilmiş. Kutluyorum...


-Sanatın savunulması bakımından bu tür yayınlar da bir nevi yaptırım değil midir, Los Angeles gibi bu işin kalbi yerler yerine neden İstanbul'u tercih edersiniz?


Los Angeles gibi yerleri bizler neden tercih edelim ki evet teknik donanım ve sanata verilen değer orada oldukça fazla ama neden kendi ülkemizde bizler de bunu geliştirmek için çaba sarfetmiyoruz! İstanbul ülkede şehir lokasyonu bakımından, teknik donanımlar açısından diğer yerlere nazaran sanata daha açık imkanların yüksek olduğu bir yer. 


Bu tür yayınlar sanata dair bir yaptırım değil yapılması gerekeni geç kalınmış değerlerimize artık sahip çıkma çağrısıdır bence.


-Ortamın kirli havası zamanla sanatçı duyarlığı olanları bile yıpratıp eskitebiliyor. Bu kadar emek ve doğru eğitimden sonra risk aldığınızı düşün müyor musunuz?


Aslında bizim sektör hep insanlara kötü lanse edildi. Oyuncu olmak için fedakarlıklar yapılması gerekiyor gibi, zararlı bir camia gibi -topluma bazı kesimler tarafından kötü örneklerle kabul ettirildi. Oysa sanatın hiçbir kesiminde insanın üzerine yapışan, insanı pişman edebilecek bir yaşanmışlık yoktur. Bir veya bir kaç kişinin yaşamış olduğu birkaç kötü deneyim tüm sanat mal oldu gibi gösterildi. Her iş kolunda vardır bir takım olumsuzluklar. Ortamın kirli havası toplumsal bir ön yargıdan ibarettir. Yargıları bir köşeye bırakıp işimizin en doğrusunu doğru kişilerle yaptıgımız sürece her şey daha güzel olur.


-Hak kazanımı ile ilgili soru biraz daha açılmalı kanımca. Ülkemizde sanat adına iş yapanlar haklarını gasbettirmiş durumdalar. Sanat savunucuları da bir şey yapamıyor çünkü sanatçıların kendileri sanata ihanet ediyorlar. İşin ekmeğini yiyen, emeğini verenler aza razı oluyor daha kötüsü birbirinin kuyusunu kazıyorlar. Ülkemizde henüz sanat yerini bulmuş değil. Memurluk mu, zanatkarlık mı, tüccarlık mı, siyaset mi ne olduğu belli değil. Sanatçıyım diyor bakıyorsun sanatçıdan başka her şey. Dolayısıyla ve kanımca sanata sahip çıkması gerekenler sanatçıların bizzat kendileri olmalı ve diğerlerini ifşa etmeli...

FİRDEVS TUNCAY İLE

GÖÇMENLİK


-Kalbiniz neden Anadolu' da kaldı?


Buradan giden Rumların acılarını, özlemlerini ben de içimde hissettim. Tercüman oldum onlara…


-Daha önce yabancı düşmanlığı ile ilgili bir soru sormuştuk. Bizden kimse ilgi göstermedi. Göç ve bu konuyu birlikte nasıl değerlendirirsiniz?


Benim ailem Rumeli'den zorunlu göçle geldi. Selanik Bölgesi'nin Kavala liman kentinde asırlar boyu yaşadılar çok dilli, dinli, kültürlü bir ortamda... Rum komşuları için, onlar bizim kadim komşularımızdı. Yola çıkarken göz yaşları içinde, hıçkırıklarla ayrıldık diyorlardı. O yüzden kin ve nefret tohumları yoktur yüreğimde.


-Genel olarak dünyanın böyle ciddi bir sorunu olduğu biliniyor ve çözümleri aranıyor. Başta BM olmak üzere organize büyük kurumlar bile çaresiz kalabiliyorlar. Siz tecrübelerinize dayanarak ne gibi çözümler üretirsiniz?


Dünya benim vatanım, Türkiye ise anavatanımdır. Her toplumun içinde iyisi de vardır, kötüsü de. Yabancı düşmanlığı yapmak  iyi bir şey değildir. Ön yargılı olmamalıyız insanlara karşı. "Dünyayı barış kurtaracak" diyor ya şair… Bu bakış, ailede başlar önce. Anne-babalar, çocuklarının yüreğine ötekileştirme, kin ve nefret tohumları ekmemelidir. Okullar, öğretmenler gelir ardından… Kitaplarda anlatılan konularda  çocukta barış, kardeşlik duygularını çoğaltan bilgilere yer verilmelidir…


-Bir diğer yanıt alamadığımız soru, sizce yaşamak nedir sorusuydu. Hatta beş kitabı olan yazar bir arkadaşım "inan, şimdiye kadar hiç düşünmedim" dedi. Bu durumu nasıl değerlendirirsiniz?


"Yaşamak" her şeyden önce iyi insan olmaktır. Yaşadığımız günün gecesi arka odamıza çekilerek yani kendimizle baş başa kalarak, yaptığımız iyi davranışlara "Aferin" çekerek, kötü davranışlarımızla yüzleşerek… Hem kendimizi geliştirmek hem cemiyete faydalı işler yapmaktır. Örneğin ben "Mübadele" konusunda kitaplar yazıyorum. Bunlar Gerçek Mübadele Öyküleridir. Geçmişimizi unutturmamaya çalışıyorum…


-Bazen de "yaraları ne diye kaşıyorsunuz" diyenler olabiliyor. Onlara ne dersiniz?


Hepimiz hayatımızda hatalar yapabiliriz. Pişmanlık duymazsak yine yapabiliriz. Önemli olan hatalardan ders almayı bilmektir…


-Sizce işlediğiniz konular yara mıdır?


1912-1924 döneminde gerçekleşen Büyük Mübadelede altı yüz bin kadar Müslüman ile bir buçuk milyon kadar Anadolu Rum Ortodoksları karşılıklı olarak mecburi sürgüne tabi tutulmuşlardır. Hiçbirine, "gitmeyi istiyor musun" diye sorulmamıştır. Mübadele 20. Yüzyılın en büyük acılarından biridir ve bu acılar günümüze kadar geldi. Rakamlar kurudur; gözyaşlarını, yürek acılarını, vatan hasretini ifade etmez!.. Ben, dünyanın hiçbir yerinde yeni mübadeleler olmasın, acılar unutulmasın, dünyada barış olsun diye yazıyorum.


-Katkınız için teşekkür eder saygılarımızı sunarım.


Bana bu fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ederim. Çalışmalarınızı takdir ediyor, kolaylıklar diliyorum. Her zaman size yardımcı olmak isterim. 

Selamlar, sevgiler…



 GÖKSU ÇAKIR İLE

AŞK VE MERHAMET


-Merhaba

Yeni bir kitap yazsaydınız konusu ne olurdu, eserde nelere dikkat edersiniz?


Merhaba. 

Benim de bugünlerde düşündüğüm konu bu. Yazdığım romanı bitirince ne yazabilirim diye.


-Konusu neydi?


Aşk ve Merhamet. 


-Baya, bilinen bir konu. Sizin Aşk ve Merhametinizin farkları nelerdi?


Aşk merhameti de beraberinde getirir ve aşk varsa hiç ummadık yerlerde merhametiniz devreye girer.  Hatta kimi zaman sakıncalı sonuçlar doğurabilir. Ama yazdığım romanda aşık olan bir adamın gereksiz merhameti var. Asıl konunun da çok daha farklı olduğunu söylesem yanlış olmaz. İçinde bulunduğumuz bu sıkıntılı günlere bir nevi ayna görevini yükleniyor çünkü… 


-Aşk cinayetleri var pekiyi, onlar hakkında ne düşünürsünüz, gerçek değil mi?


Gerçekten seven bir kişi diğerini canından öte sever. Her ne olursa olsun aşk şiddetin önünü keser. Aşk cinayetlerinin aşktan olduğuna inanmıyorum.


-Örneğin ben, erkeklerden ziyade kadınlarla diyalog kurmayı daha çok seviyorum çünkü erkekler nedense daha çok tehakküm kurma yanlısı oluyor ne dersiniz?


Aslında bunun aksini düşünüyorum ben de☺️ Karşı cinslerin birbirine daha ılımlı olduğunu söyleyebilirim. Diyalog dahil her şey de diyebilirim ama genellememek gerek. Bu kişisel bir durum da olabilir.


-Tahakkümle ilgili fikriniz nedir?


Tahakküm, günlük yaşamın her alanında vardır. Karşımıza değişik şekillerde çıkabilir: Müdür, arkadaş, öğretmen, nükleer bomba, kanun... Tahakkümün olduğu yerde özgürlükten bahsedilemediği gibi, yaratıcılığı da artırdığı bir gerçektir.


En iyi eserler böyle zamanlarda verilmiştir hep. Örneğin Türk Edebiyatının yakın tarihine bakarsak birçok yazarımız sayabiliriz. Feride Çiçekoğlu'nun Uçurtmayı Vurmasınlar, bugünlerin en iyi örneklerindendir. Bu isimlere Kemal Tahir'i, Aziz Nesin'i, Orhan Kemal'i katmak pekala mümkündür.


-Sizce bu eserler tepkisel midir, neden?


Evet, tepkiseldir bence. Sindirilmeye çalışılmanın sonucunda  bilinçaltından çıkan en etkili bir tepkidir, diyebilirim. Çünkü yazı kadim çağlardan beri yapılanların en büyük tanığıdır.


-Siz yazılarınızın içine ne tür gizler yerleştirirsiniz?


Her yazar kendinden bir şeyler katar yazdıklarına. Ben de kattım kendimden bir parça. Kimi zaman bu bir olaydan kimi zaman bir kişiden kimi zaman da bir düşünceden bir parça alarak yaptım bunu. Doğru olan da budur   bence, aksi taktirde yazarın yaratıcılığı körelir.


-Sanatçı yaratımı ile fabrika üretimi arasındaki farklar nelerdir?


Sanatçının üretimi kendi yeteneği ve bilgisi ile olurken, fabrika üretimi bir başka yazardan  okuduğu ya da bir başkasının başından geçen bir olayı olduğu gibi yazmasıdır. Bunu yapan birçok yazar var günümüzde.


-Yazı sanatını hem yazar hem de okur olarak sevmenin farkları nelerdir?


Okuyan kişi her zaman bilgili ve başarılı olur. Bu, yazar için de geçerlidir. Bu yüzden yazarın en önemli besin kaynağı okumaktır. Ama önemli olan sadece kitap okumak değil, ne okuduğun da önemli. Felsefe kitapları, bilimsel kitaplar, tarih  kitapları okumak yazarın kalemini farklı kılacaktır.


-Okuduklarından kopya yapıp yapmadığını nasıl anlayabiliriz?


Bir yazar okuduğunu kopyalama. Okuduklarını kendi yaşam, birikim ve sanat süzgeçinden geçirip yeni bir hamur yoğurur ve bu hamura farklı şekiller verir, ben de öyle yapıyorum.


-Örneğin tanınmış bir yazarın oluşturduğu yazı sanatı akımının Türkiye temsilcisi gibi hareket edip, kendi oluşturduğu çevresinin okur kitle veya kişilerini kandırmak mümkün müdür?


Sanmıyorum. Mümkün olsa bile kalıcı olmayacaktır bu. Türk Edebiyatı güçlüdür, okuyucusu da… Bu kişinin bir yerden fire vermesi yeterli olacaktır. İyi bir okuyucu bunu asla kaçırmaz.


-Siz hangi akımları daha yakından takip edersiniz, kendinizi yazı sanatında nerede buluyorsunuz?


Aslında her akımdan okuyorum diyebilirim. Klasik, realist, romantik ve natüralist akımlardan iyi olan yazarları okurum. Konu olarak da psikolojik, fantastik, sosyal, biyografik romanları severim.


Kendimi edebiyatın başında görüyorum. Çok okuyarak, araştırarak, gözlem yaparak ve yazarak yoluma devam ediyorum. Varacağım noktayı zaman belirleyecek.


-Nereden bulaştı bu hastalık?


Çocukken babaannem bana her gece uykudan evvel masal anlatırdı. Masalların hepsi yazılı olmayıp kendi ürünüydü. Bundan olduğunu düşünüyorum… Daha okuma yazmayı öğrenmemişken kitaplara ayrı bir sevgim vardı. Harçlıklarımı biriktirip hikâye kitapları alırdım. Babam hep bir şeyler okurdu, dedemin yerde bulduğu bir gazete parçasını okuduğunu hatırlıyorum. Ablamlara ait renkli okuma kitaplarının da etkisi büyüktür. Bu yüzden okula başlamadan okuma yazmayı öğrenmiş olmalıyım. İlkokul öğretmenimin de etkisini yabana atamam. Okulda her gün bir saat kitap okuturdu bize. Bugün ben de öğrencilerime aynı şeyi yapıyorum. Kitap okumak bence bulaşıcıdır. Bana küçük yaşta büyüklerimden bulaşan dünyanın en güzel hastalığını öğrencilerime ve tanıdığım herkese bulaştırmaktan onur duyuyorum.


-Diğer yazar arkadaşlarıma sorduğum bir soruyu size de sorayım: Kitap fuarında koltuğunun altına kitapları doldurmuş bir öğrencime "hangi yazarları okuyorsun bakalım" dediğimde gülümseyerek "ben kitap okumamki imzalı kitap topluyorum" demişti. Ne dersiniz bu durumla ilgili?


Çok ilginç bir durum. Kitap okumayıp evinde kitap biriktirenler geldi aklıma bir an.


-Öğrencimi bi yandan da haklı buldum çünkü görülen bir başka gerçek, yayınevi kurup kendi eşinin ve baldızının kitaplarını basanlar var. Üç - beş bin lira bulan herkes kitabını bastırıp yazar olabiliyor. Okurdan çok yazar var da denir. İki durumu birleştirip nasıl yeni bir durum yaratabilirsiniz?


Çok haklısınız. Maalesef ki edebiyatımızın şu an ki durumu bu. İyi yazarın var edilmesi imkansız gibi bir şey ya da en iyi ihtimalle bir tanıdığınızın olması gerek. Artık çoğu yayınevi yazdığına değil, kim olduğuna bakıyor. Böyle bir ortamdan sıyrılıp çıkmak zor olduğu kadar zaman alıcı. Sabırla okuyup yazmaya devam edeceğim. Elbette su yolunu bulacaktır.


-Türkçeden başka dil biliyor musunuz?


İngilizce ama akıcı konuşacak kadar iyi değilim.


-Sizce Türk Dilinin gücü nereden geliyor?


Türkçe güçlü bir dil. Farklı milletlerle bir arada yaşamasının etkisi büyük. Fakat asıl gücünü efsanelerden, masallardan, destanlardan ve  eski şairlerden alıyor.


-"Şu görüngen Aşkar Dağudur

Ayağumda tıkla kişen bağludur

Ketme yarım ketme  canum bereyim

Tilimnin ucunda nevat bereyim"


Dörtlüğü sizde ne gibi duygular uyandırıyor?


Bugünkü sevdaların ne kadar sahte olduğunu gerçek aşkların artık masallarda, şiirlerde kaldığını…


-Katkınız için teşekkür eder, başarılarınızın devamını dilerim.


Ben teşekkür ederim. İyi çalışmalar.

ASUMAN ATAKUMAN İLE

BİLAL MESELESİ

Sınıf öğretmenliğinden geliyorum ve her şeyi Bilal’e anlatma gibi bir alışkanlığım var.

Bilal'den bol bir şey yok. 

Haklısınız.

Kurgunuzu merak ederim. Neyi, nereye koyuyor, nasıl sıralıyorsunuz..?

Son dört yıldır sadece sanat yapıtı okuması yazıyorum. Daha önce kısa öyküler de yazıyordum. Bıraktım sonra onu.

Saman Arabası Tablosu (1) tabi mevcut birikim, üretim, elde var'la izah edilebilirken hayali varlıklardan ziyade zaten var olan insan itiş kakışları resmedilmiş olabilir. Burada ilgi çekici olan; oluşturulan kalıbın kim ve kimler tarafından, nasıl oluşturulduğu! Sizin de tuhafınıza gitmez mi İsrailoğullarının bu kurgularının hangi biçimiyle olursa olsun insanlığa egemen olması..?

İsrailoğullarından çok daha öncesi var bu işin. Avcılık ve toplayıcılıktan çıkıp, ilk yerleşik düzene geçtiğimizde birileri din diye bir fikir atıyor ortaya.

Bütün inanç sistemleri aslında insan  tarafından oluşturuluyor; çok tanrılı dinler, semavi dinler. Ben hepsinin "sermayeyi tek elde tutmak ve yönetmek" adına ortaya atıldığına inanıyorum. Hepsi derken de Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyetin aslında aynı mitoloji olduğunu biliyoruz.

Sermayeyi tek elde tutma genellemesi Bilal için olağan gibi duruyor olsa da, müesses nizama dönüşen işin "kitabını yazma" fikri İsrailoğullarına ait Onca karmaşa içinden bu düzeni nasıl kurup, işletip hatta daha tuhafı "düşman kardeşler" formunda iki daha büyük müesses din nizamının değişmez / değiştirilemez kitaplarına kaynak olmuşlar?

Megaron dediğimiz yığma, tavansız evleri yapan Çatalhöyüklüler, Ellerini toprak boyaya batırıp evlerinin duvarlarına basmışlar. “Burası benim mülküm” anlamında. El koymak deyiminin bile buradan geldiğini ileri sürenler var. 

Daha akıllıca olanlar, doğadan gelen her türlü felaketi tanrıların gazabına bağlayıp, onlar adına haraç toplamaya başlamışlar. Düşünün tekerleğin icadından, jet uçağına geçiş gibi ama jette hala tekerlek var. Din de böyle... 

Bir sonra gelen bir öncekinden bir adım ilerde. Bakıyoruz ki heykellerle, taşla toprakla yönetemiyoruz insanları... Musa görünmeyen bir Tanrıyla korkutmayı denemiş ve bu iş tutmuş. Hala tutuyor. Ne zaman insanlar bu görünmeyen tanrıdan da vazgeçecekler işte o zaman, İsrailoğulları egemenliği biter... 

Yine de Muhammed’in Musa ve İsa’ dan daha kurnaz olduğunu kabul etmek gerek. “Ben son peygamberim” diyerek noktalamayı unutmamış.

İsrailoğulları dininin beş bin yılı atlattığını sanıyorum. İçinden kardeş iki din çıkararak... İsa'nın henüz iki bininci, Muhammet’in bin beş yüzüncü yıllarındayız. Bilemeyiz ki bu dinlerin beş bininci yıllarında hangi aşamaya geleceklerini! 

Üç Kardeşin en özünde bahsettiğiniz İsa'nın dini bütün insanlara mal'etmesi ve Muhammed'in son noktayı koyması doğrularına rağman; bu insanlar ve inananları gerçekten de inanıyorlar bu işe Bir tanrının varolduğuna, onun peygamberlerine ve emirlerine ciddi ciddi inanıyorlar. Ona ulaşmak için çabalıyorlar. Çoğu aklını yitiriyor ama yine de inanmaya devam ediyorlar hatta öyle bir noktaya geliyor ki tüm insanları "inananlar ve inanmayanlar" diye ikiye ayırıyorlar. Daha ileri gidip inanmayanlarla savaşılması gereğini arzuyla istiyorlar. Bütün evrenleri bu kurgu üzerine dönüp duruyor. Şimdi Bilal bunu sorgulamaya zaten kalkamaz fakat soru şu: "Nasıl oldu da bu kadar etkin ve yaygın bir hal aldı, karşıtları neden ciddi bir varlık gösteremediler?"

Çünkü görmediğimizden korkuyoruz. 

İlk cümlelerinizden birinde belirttiğiniz gibi zeka seviyemiz zaten düşük. İnanmanın rahatlatıcı bir yönü var. Ben de inanırdım bir zamanlar. Düşünün, yatarken Kuran’ dan üç sure okuyorsunuz ve ertesi gün uyandığınızda her şeyin yoluna gireceğine inanıp gönül ferahlığıyla uyuyorsunuz. Ne konfor ama. O günlerimi özlemiyorum dersem yalan.  

Yalnız günümüzde durum değişik. Gerçekten inananların inanmayıp da inanır gibi görünenlerin yanında azınlıkta kaldığını görüyorum.

İnanmıyorlar...

Bir Ramazan günü, Emine Hanım Beyaz Saray’ da Michele Obama ile kahvaltı etti. Tamam kadınların oruç tutmayabileceği günleri var ama bizim geleneğimizde o günlerde de saklı gizli yenir öğünler. Benim kırılma noktalarımdan biri o gün oldu. Saçının bir telini göstermiyor ama...

Devlet yöneticilerimizin tamamına yakınının çok iyi bir İmam - Hatip, İlahiyat eğitimi var. Bu eğitimin içinde bu sırra vardılar. “DİN DİYE BİR ŞEY YOK” ama inanır gibi görünmekte büyük fayda var.

Anadolu’da “iti, ite kırdırmak” diye bir deyim vardır bilirsiniz. Şimdi insanları inananlar, inanmayanlar, Aleviler , Sünniler, Şiiler, Türkler, Kürtler diye ayırıp, birbirlerine karşı kışkırtmak, savaştırmak; savaştırırken, silah, uyuşturucu, fuhuş, insan kaçakçılığından da kazanç sağlamak… Yönetenler için iyi bir kazanç kapısı. Diğer yandan toplum olarak her birimizde -var biraz eyyamcılık, umursamazlık, işimize geldiğinde, çıkarcılık riyakarlık. Tembeliz de.

Biz iyi destekliyoruz yani sistemi.

Yine toplumumuz özelinde yaptığınız "kitleleri birbirine düşman etme" özü, görüsüne rağmen bireyin uyanarak hatta silkinerek bu çarkları kabul etmemesi, dağıtması, boşa çıkarması için yapması gerekenler nelerdir, başka kitleler oluşturup yangına körükle gitmek çözüm olabilir mi?

“Başka kitleler oluşturup yangına körükle gitmek” mi? Daha neler...

Tabi ki çözüm yeni kitleler oluşturmak olamaz. Belki kitleleri aralarındaki farklılıklara rağmen birbirini kabul edecek şekilde eğitmek daha doğru olabilir. 

Yere göğe koyamadığımız eşitlik inancı, insanları benzeştirme, birbirinin içinde eritme düşüncesine bırakıyor çoğu zaman yerini. Mesela inanç özgürlüğünü savunulurken, inanmama özgürlüğünün de bunun diğer yarısı olduğu kimsenin aklına gelmiyor. Bireylerin tek tek bir çarkın içinde öğütüldüğünü fark etmesi, bu çarktan kaçmayı istemesi bunun için çözüm üretmesi şart. Ama herkes birilerinin gelip kendini kurtarmasını bekliyor.

Eğitim sistemimiz de maalesef müfredat programları açısından uygun değildi. Şimdi hiç mi hiç değil.

Ezberci, hazırcı bir toplum olduk.

Yarımız, bütün zorlukları Allah’ın izniyle aşma umudunda, diğer yaramız Godoth’ un gelmeyeceğini biliyor.

Bizi kurtaracak tek şey, eğitimlerden, ünvanlardan, makamlardan sıyrılıp, hepimizin sadece insan olduğunu kabullenerek birbirimizi anlamaya çalışmak olabilir. Toplumun katmanları arasında güveni oluşturmak lazım yeniden.

Yalta Konferansı'ndan beri günümüz dünyasını çekip çeviren ve ülkelerin kılcal damarlarına kadar işleyen, ikiye bölünmüş dünya ve o sürtüşmeden çıkacağı düşünülen sinerjinin oldukça fazla acıya sebep olmasına rağmen hâlâ sürmesinin sebebi nedir, alternatif uluslararası hukuk nasıl inşa edilebilir?

Bu konuda çok umutsuzum. İnsanın kişilik yapısıyla ilgili bir umutsuzluk bu. Sadece dini yapının değil, politik yapıların da daima bir kitlenin, başka bir kitleye egemenliği üzerine kurulduğunu düşünüyorum. Her politik sistem kendi egemenini yaratıyor...

Egemen de egemenliğinden asla vazgeçmek istemiyor.

İnsanlığın güzel düşleri var ama hepsi ütopya seviyesinde kalıyor. Alternatif uluslararası hukuk olamaz bence. Sınırlar varsa devletler varsa, görüş ayrılıkları, maddi manevi sömürü mutlaka var. 

Burada şunu göz ardı edemeyiz, dünyadaki kapitalin %90' ı seçkin %10 tarafından yönetiliyorsa. Ne ulusal, ne uluslararası hukuk zaten hiç olmamış demektir.

Miras hukuku, Senior - Junior saltanat düzeni, kadının adının olmaması, iyi ve iyiliğin sürekli istismarı, süregelen kan davaları ve bilinen daha pek çok ciddi sorunla birlikte sanat ne ile meşgul, üzerine hiç alınmaması gereken bütün bu yanlışlıklarla birlikte ne yapıyor, ne yapmak istiyor?

Şurada bir gerçeği belirtmek isterim: Okumayı öğrendiğim günden beri, kese kağıtlarını bile açıp okurdum. Hayatımın büyük bölümünde tek ve en büyük hobim okumaktı. Sadece ilkokul öğretmenliği yapmış, emekli olunca her ilkokul öğretmeni gibi çok şey bilip, hiçbir şeyi iyi bilmeyen biri olmaktan rahatsızlık duyup, bir şeyi iyi bilen biri olmak amacıyla güzel sanatlar resim bölümü okumuş biriyim.

Acı olan şey bu üniversite eğitiminin bana hiç kimsenin hiç bir şeyi çok iyi bilemeyeceğini öğretmiş olması! Yine de çok istediğim bir şeydi, kendimi bir nebze tamamlanmış hissettim. En azından dünyaya bakış açım genişledi.

Sözü şuraya getirmek isterim...

Bütün bu anlattıklarım birer iddia değil kişisel düşüncelerim. Yanılgılara, yanlışlıklara açık olabileceğini okurların da kabul etmesi gerekir...

Miras hukukumuz, kağıt üzerindeki haliyle bence yeterli ve güven verici. En güzel yanı, kadına ve erkeğe eşit haklar tanıması. Benim gibi, şu an 65+ olduğum halde dedelerimin bile Cumhuriyeti tanıyıp özümsediği saygı duyduğu bir aileden de gelince, kişisel sorunlarım olmadı. Genele bakarsak, bu kağıt üzerindeki güzel yasaların Anadolu’da pek de uygulanmadığını görüyoruz, duyuyoruz...

Aile baskısı, mahalle baskısı, din baskısı ortaya çıkıyor ve kadınlar feragat etmek zorunda bırakılıyor. Yani şer’i hükümler hala yürüyor kadının üstüne.

Dediğim gibi görece aydın, cumhuriyeti benimsemiş bir aileden geldiğimiz için o “kadının adı yok” durumunu çok yaşamadım. Kişisel olarak da isyankar biriyimdir. Kendim de hiç inanmadım bir erkeğin benden üstün olacağına. Babam da annem de okumamız, meslek edinmemiz, için çırpındılar hatta benden öyle umutsuzdular ki, resim yapmamdan, şiir yazmamdan korkup, paketleyip yatılıya gönderdiler. “Bari öğretmen” olayım diye... Bu da ruhumda derin yaralar açan bir hikaye, ben adam olacaktım ama meslek seçimi aileye ait...?

Bizim demokratik yapımız da buraya kadar demek. Kadının adı var, seçim babaya ait.

İyilik sürekli ve tek taraflıysa sömürüdür zaten. Birine bir yardımda bulundunuz, durum düzelmedi, bir daha bulundunuz yine düzelmedi. Artık üçüncüde oralı olmamak lazım. O insana yardım edemezsiniz, sizi kendi batağına çekebilir de. Kızlarımı da bu öğretiyle yetiştirdim. İyi niyet başkadır, aptallık başka...

Kan davaları azalmıştır belki biraz. İslam'daki Kısas kavramının bir karşılığı gibi görebilir miyiz bilmiyorum. Filmlerde dizilerde devam ediyor ama canımı en çok yakan çocuk istismarları.

Ailelerin kayıtsızlığı, Sayın Bakanın bile “Bir kereden bir şey olmaz” diyebilmesi. Bazen “daha cehennemin de mi var Allah’ım” noktasına geliyorum.

Sanat konusuna gelince...

Ben galiba biraz tutucuyum. Hem kendi işlerime baktığımda hem de çağdaş sanata baktığımda. Yazdığım yazıda da, yaptığım resimde de adres belli olsun istiyorum.

Soyut sanatı da seviyorum.

Rothko ile ilgili metinden (2) anlamışsınızdır. Sanatın çok çeşitli işlevleri var hepimizin bildiği gibi. Düşündürtmek, sorgulatmak, irkiltmek, tiksindirmek, korkutmak, haz vermek, öğretmek, yeni bakış açıları uyandırmak gibi daha çoğaltılabilir. Örneklerini de devir devir görüyoruz.  Sanatın kaynağı da din. Görsel Sanatlarda kişisel düşüncelerin bir ifade yolu olarak kullanılması anca endüstri devrimi sonrası kişisel servetlerin artışıyla geliyor.

Bir yandan, ülkelerin, kralların, hizmetine yani ideolojilerin hizmetine girmeye başlıyor. İsyankar sanatçılar ortaya çıkmaya başlıyor tek tük. Goya, De Lacroix hatırladıklarım. Mesela 1917' de ressamlara Ekim Devriminin propagandası için baskı yapılıyor, o dönem emeği yücelten, ellerin ve ayakların özellikle büyük yapıldığı anıtsal resimler moda oluyor. Bunların etkilerini bizde Neşet Günal ve öğrencisi Neşe Erdok’ta görürüz.

Başkaldırıp batıya kaçanlar yeni akımlar başlatıp, Avrupa sanatını da çok etkiliyorlar. Sonuçta sanatçının özgür iradesidir bir ideolojinin, inancın hizmetine girip girmemek. Onların da çok güzel eserlerini hayranlıkla izliyoruz. Ama günümüzün "b.." kumu bile satarım düşüncesiyle şımarmış, hakikaten kavanozda pazarlamış sanatçısıyla, buna alıcı olan “sanatsever”i anlamakta zorlanıyorum.

Kendi işlerime gelince...

Zaten plazalarda, beton bloklarda her an işini kaybetme korkusuyla depresif, hayat pahalılığı ile yorgun, asgari ücretin altında çökmüş, trafikten bunalmış insana çözüm üretemeyeceğim sorunlarını bir de ben göstermek istemiyorum. Ben onlara, rüzgarda uçuşan bulutları, gölgeli serin ormanları, köpüklü dalgaları, nazenin kır çiçeklerini anımsatıp ferah bir nefes aldırmak istiyorum.

Son olarak bu ilk bölümümüzü "sanatı yaşamak nedir" sorumuzla tamamlamak istiyorum. Katkılarınız için teşekkür eder, saygılarımızı sunarım.

Sanatı yaşamak insanın doğuştan getirdiği bir ayrıcalıktır. Ayrıksılıktır aynı zamanda. Öğretmenlik gözlemlerinden de biliyorum, sonradan sanata yönelecek çocuklar bir değişiktir daima. Daha duygusaldırlar, incedirler. Aşırı içe dönük, ya da aşırı coşkuludurlar. Belki ben de öyleydim. Kimileri çok okur. Ben de hatırlıyorum, verdiği harçlıkla şeker bisküvi almak yerine her zaman kitap aldığım için dedemin öfkelenip arkamdan takunya fırlattığını... 

Resim yapmak, yazar olmak isterken yirmi yedi yıl öğretmenlik yaptım, birilerinin eşi, annesi, bakıma muhtaç annenin kızı olduğum günlerde de okumayı hiç bırakmadım. İlk fark ettiğim günlerden başlayarak sanat dergilerini takip ettim. O zamanlar Milliyet Sanat, Hürriyet Gösteri vardı. Fotoğraf dergilerini takip ederdim, ama yıllarca iki kuruşu bir araya getirip bir fotoğraf makinası edinemedim. 

Kentimizde açılan her resim sergisine giderdim. Şimdi İstanbul'daki önemli sergileri de izliyorum. Düzenli çalışabilen biri değilim ama yazmaya başlayınca da durduramam kendimi, resim yapmaya başlayınca da. O an yapmıyorsam da kafam hep bunlarla doludur. Elimdeki çay fincanı kesik konidir mesela sapı boyunun üçte ikisi kadardır. Ya da karşısında oturduğum manzara bir ışık, yansıma, açık leke, koyu leke, soğuk ya da sıcak renkler topluluğudur. İnsanları uzun süre dinleyemem. Bazen kafam öyle doludur ki olağanüstü dalgın olurum. 

Asla normal bir durum değil yani sanatla yaşamak. Normalle hiç barışmıyor.


İKİNCİ BÖLÜM 

İNCELEME


Resim okuma, inceleme, analizi yaparken klasik dönemlerin ince zevkleri, mekanlar, yine kurgular, kılık kıyafetler, ışığın kullanımı, malzeme, tarz, hareket ve durağanlığı gibi yüzlerce eleman değerlendirilebilirken çağdaş resim incelemelerinin farkları nelerdir?


Klasik dönemlerin ince zevkleri, mekanlar kurgular kılık kıyafet, ışık gerçekten muhteşemdir çünkü bu resimlerin büyük bölümü zaten zenginliği sergilemek için yapılır. Daha önce de yazdığım gibi, resim ve heykel sanatı, dinin hizmetinden çıkıp sarayların, soyluların ve yeni türemeye başlayan burjuvanın hizmetine girdiğinde, o dönemde henüz bulunmamış ya da yaygın kullanımı olmayan fotoğraf makinasının işini yapmaktaydılar. Şimdi sosyal medyada muhteşem mobilyalarımızı güzel giysilerimizi arabalarımızı ya da beden güzelliğimizi paylaşıp duruyoruz ya, bu hastalığın kökeni o günlerden geliyor.


Geinsbrough resimlerini hatırlayalım...

Muhteşem çayırlarda gösterişli malikaneler, harika giysiler içinde aile üyeleri ve inanılmaz güzellikte köpekler. Paylaşılmayan servet hala servettir ama gösterişi yapılmayan servet servet sayılmaz ne yazık ki.


O zenginliğin içinde, tabi o mekanlar öyle güzel, kurgu mükemmel, mekan içlerinde henüz elektrik olmadığı için mum ışığının büyülü parlaklığı. Ressam da elindeki bütün hüneri gösterip, işini en iyi şekilde yapacak ki, yeni işler alabilsin. Yani başka bir resim türü yok zaten, yoksulun resme bakmaya bile vakti yok. 


O dönemin sanatçısı da usta çırak ilişkisi ile yetiştiği için ve hayatında sadece resim olduğu için çok becerikli olmak zorunda.  Mesela Arnolfini’ nin Evliliği resminde, bir yandan evlenen iki insanın ağır giysilerini görürüz. Adamın başında şapkası ve içi kürklü ceketi vardır. Kadının uzun kuyruklu, büzgülerle zenginleştirilmiş, kadife  benzeri kumaştan ağır mı ağır bir elbisesi var. Pencerede adamın portakal alabilecek kadar zengin olduğunu gösteren bir portakal ama içerdeki ortama inat pencereden çiçeğe durmuş bir kiraz ağacı görürüz. Burada mantık aramak çok doğru değil, amaç zenginliği göstermek...


Sonra fotoğraf makinası yaygınlaşıyor, ve sanatçılar artık bire bir gördüğünü göstermek yerine yorum katmaya başlıyorlar. Artık görünenden çok bilinenin, duyguların düşüncelerin resmi yapılmaya başlıyor. Klasik resmi incelerken, daha çok ve yoğun araştırma yapmak gerekiyor.  Dönemin tarihine, toplum bilimine, ekonomisine kadar her şeyi araştırıyorsunuz. (Kendi adıma çok seviyorum çünkü çok şey öğretiyor bana)


Çağdaş resimde de aynı aslında, burada sanatçının yaşam öyküsünden hareketle, zaten çoğu toplumsal hareketi paralel biçimde yaşadığınız için daha kolay anlayabiliyorsunuz. Klasik resimde bire bir ip uçları verilip öznel yorumunuza çok gerek kalmadığı için daha kolay oluyor. Çağdaş resimde o resmin sizde uyandırdığı intiba ağır basıyor. Merak, tahmin gücü, biraz empati gayreti sizi bir yerlere götürüyor. Bu sanatçının resmi yaptığı andaki duygu ve düşünceleriyle bire bir örtüşür mü bilmiyorum. Buna gerek de yok bence çağdaş sanatın amacı bu. Sanatçının özgürlüğü kadar izleyenin özgürlüğü de önemli. 


İzleyen sayısınca değişip, dönüşmesi lazım. Değil mi?


Siz nasıl bakarsınız çağdaş resim çalışmalarına kriterleriniz var mıdır; renk, ışık, ton, tual, derinlik, öncelik sonralık, olabilirlikler, muadilleri, çığır, farklar, hitap şekli, kompozisyon, eksikler, acele, malzeme... vs?


Resim konusunda biraz tutucu olduğumu söyledim ve kaba sayılabilecek bir örnek de verdim. Ama bu çağdaş sanatı sevmiyorum, izleyicisi değilim demek değil...


Benim ilk ölçütüm kalıcılık...


Bir bantla tuvale yapıştırılmış ve belirli sürelerde değiştirilmesi gereken muza ben sanat diyemiyorum. Ama bir bantla bir zemine yapıştırılmış muzun yağlıboya/ suluboya/ karakalem/ vb malzemelerle çalışılmasına itiraz etmem. Ve bunu baskılanmış cinsel dürtülerin dışa vurumu kabul edip sanat nesnesi sayabilirim. 


Çağdaş resmin en büyük sorunu klasik resmi bilmeden, yeterli kültürel alt yapısı olmadan, soyutlamayı kolay lokma gibi görenler...


Bilirsiniz Picasso birden bire o kübist resimleri yapmamıştır. Binlerce klasik deseni, resmi vardır. Bütün büyük çağdaş ressamların zengin kültürel birikimleri vardır. Ne yaptığını, neden yaptığını bilir.

Ve baktığınızda, hiç bir şey rastlantısal değildir. O düzensizliğin içinde anlatılmak istenen tokat gibi çarpar suratınıza. Yok gibi görünür ama kompozisyon mutlaka vardır. Renk seçimi yok, çok rastgele diye düşünürsünüz ama vardır. 


Renk, ışık, ton, önemli tabi etki yaratmakta... “Acele” yapıtın üretim süresi ile ilgiliyse bu biraz kişilikle ilgili bir şey. Ve göreceli. İzleyiciye sunmakta ya da yok etme konusunda aceleci olmamak lazım. Fark olmazsa olmaz bir şey... Tek olmayan şey sanat yapıtı olabilir mi?


Malzeme, konu sanatçının özgürlüğü. Böyle bir sınırlama getiremeyiz. Çok yanlış... Bu arada çoğu sanat galerisinin “nü istemiyoruz” yaklaşımını da kınayalım. Sanat sınırlar koymak için değil, sınırları kaldırmak için var. Bakın o verdiğim kaba örnekte de olmamalı demedim. “Anlayamıyorum” dedim.


Şu “muadil” sözcüğüne takıldım şimdi yazdığınızı okuyunca...

Ben size sorayım; olgun bir sanat yapıtının muadilleri olabilir mi?


Örneğin ton yoğun bir inceleme yapıyoruz diyelim - alışkanlıktan veya bize verilen görev gereği; aynı ton dizilişlerini, kurgu düzenlerini, öncelik sıralarını, hafiflik veya yoğunluğunu, irilik veya detaylarını... Birbiriyle alakasız coğrafyalarda farklı eğitim  ve kültüre sahip sanatçıların nasıl olupta - birbirlerinden hiç habersizken aşayukarı aynı şeyleri veya çok yakınını boyadığını görünce hayretler içinde kalıyor ve insan duygularının ne kadar benzeşik olduğunu keşfediyorsunuz. Muadillikten kastettiğim buydu. Tıpkı veya aynı anlamında değil ama çok benzer.

İlerlemenin iki ucunu takip ederken; makro ve mikro gözlüklerinizi taktığımızda siz incelemelerinizi daha çok hangi yönde yaparsınız?


Renk teorisi, ışığın yansıması, sıcak ve soğuk renkler, zıt renkler uyumu, yakın renkler uyumu, kompozisyonda altın oran, ritim, doku, açık koyu dengeleri evrensel değerler. 


Dünyanın neresine giderseniz gidin aynı beden, aynı beyin yapısına ve sinir sistemine sahip bir yaratık yapıyor sanatı. Dolayısıyla, Avusturalyalı içinde yaşadığı parlak ışığı, güneşin sıcağını ve ritim duygusunu yansıtıyor, resimlerinde. Hemen hemen aynı şartlara sahip Afrikalı da parlak renk kullanımı ve tekrarlardan gelen benzer resmi yapıyor. Bunda şaşılacak bir şey yok.


Üzerinde çalışılmış, emek verilmiş resimleri seviyorum ben. Kendimde o sabır asla yok ama. Bir renk uyumu arıyorum, rengi seviyorum ama curcuna haline gelmesine tahammülüm yok. Belki bir düzen takıntım da var bu yüzden Picasso’ dan çok Braque çekiyor beni. Düzensizlik içinde bir düzen uyumsuzluk içinde bir uyum arıyorum. Belki imkansızı arıyorum, ve kişisel becerilerim bu iş için yetersiz ama ne yapalım, sanat bu işte. İmkansızın peşinde koşmak.


Hikayeden çok hikayeyi meydana getiren "ortak öz"e doğru incelemelerini derinleştiren çağdaş sanat resimde de aynı mantığı işletip en derinde ne vardı, insan zihninin ilki veya ilkleri nelerdi ki bu tür ürünler çıkarıyor babında sorulara yanıt arıyor. Kimi ışık, kimi kıvılcım, kimi zerre dese de bir arayış sürüp gidiyor. Atomu ve hikayesini biliyoruz ama o hikayenin daha içinde ne var bunu araştırıp duruyor ve trilyon dolar bütçe koyuyoruz.

Başlarda da geçen ezberci tıkanıklık ile öğrendiğini çalakalem yapmak ile yaratım farkı nedir, incelerken bunu nasıl görebiliriz?


Pek çok yazar, pek çok ressam belki yayın evleri, galeriler zorladığı için, belki adlarını gündemde tutmak için sürekli üretiyorlar. Geçenlerde bir şair arkadaşım yakınıyordu “bir hafta bir şey yazamadım” diye. Bir hafta nedir ki! Dedim ki “fabrikada montaj işçisi misin? Sıktığın vida başına para mı alıyorsun? Bırak, içinden gelirse geldiği kadar yaz!”


Sürekli yazma, resim yapma zorlaması kaçınılmaz olarak tekrarlara düşürüp, aynı kalıpları evirip çevirip, yeniden yeniden sunmaya sürüklüyor insanı. Mesela Devrim Erbil’ in ne zaman yeni bir resmini gördük?

Ergin İnan’ın..? (İşlerine asla kötü demiyorum, haddim değil) Ama gerçekten yeni, bir bakışta onlar tarafından yapılmış olduğunu ele vermeyecek kadar! Çünkü onlarda bir doymuşluk var. Adı marka olmuş, satıyor. Bu yüzden hep aynı resmi yapıyorlar. Bu yüzden sanatçının durup bir mola vermesi lazım. Bi kendini resetlemesi mi diyelim, fabrika ayarlarına dönmek mi diyelim?


Bu yüzden belki sanatçının ya çok varlıklı olması lazım -“ben istediğim resmi istediğim gibi yaparım, satılsa da olur, satılmasa da” diyebilecek kadar. Ya da yoksulluktan kurtulmaması lazım ki hep yeni arayışlar içinde olsun.


Size profil bağlantısını gönderdiğim, Giacometti'ye benzettiğiniz  Antoine Josse'nin https://www.facebook.com/antoine.josse1 profiline gözatma imkanınız oldu mu, ne gördünüz, sanatçının geleceği var mı?


Baktım, bazı resimlerinde kendimden bir parça buldum sanki, inanılmaz sevdim. Heykellerinde gerçekte Giacometti havası var. Yanılmadığımı düşünüyorum. Ama bu geleceği olduğu anlamına gelmez. Biliyorsunuz gelecek artık parlak PR kampanyaları, güçlü galeriler, acayip ilişkilerden geçiyor.


Bu konularda da çok başarılı olmak lazım.


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol