DİYALOG MÜZESİ

YÜCE EVREN




LEVENT HATAY İLE

1033. DİYALOG: YÜCENİN EVRENİ 


Hayatı algılamak, olguları içselleştirmek, "içimizdekilerin biriktiğini ve çıkışı aradığını fark ettiğimiz anda" her şeyi sentezleyerek eyleme geçirmek hatta kendimizi bu bakış açısıyla modellemek sanatın kişi odaklı doğumuna sebep olan bir olgudur benim için. Bunu yaparken önce kendimizle yüzleşerek sunumu ilk elden algılamanın hazzı ise paha biçilmez.


Bu değerli yaklaşımla başlayan sanat insanlarımıza sorup cevherlerinden faydalanmaya çalıştığımız soru: Bize yaşam tecrübelerinizden bahseder misiniz oluyor. Genellikle cevap vermek istemiyorlar Yaşadığınız en büyük acı neydi dediğimizde ise tümüyle diyalogdan çıkıyorlar! Sizce sanatçıyı diğer insanlardan farklılaştıran en önemli tecrübeleri nelerdir?


Evet, anladığım kadarıyla; sanatçı acısından ve acıdan beslenir, bu doğru. Ve onu dindirmek adına paylaşmak ister. Paylaştıkça acısını aktarır. Aktardıkça boşalım sağlar. Acısını en saf şekilde aktaran kişi ise sanatın sonsuz icra evreninde özgürleştikçe çeşitli basamakları tırmanır. Böylece, alıcı tarafından hayranlık olgusu burada uyanmaya başlar. Kalabalık önünde sanat olarak seçtiği içsel şubeyi saflığının en yalın haliyle yaşamayı başaran birey, önce güzel sonra ise sanat kavramını aşarak son basamağa ulaşır. Burası, yücenin olduğu evrendir. Bu evrende alıcılar ise; kendilerine olan inanç ve ikilemlerini algılayamaz hale gelerek sadece verileni alır. Aldıkça haz uyanır. Haz uyandıkça kendileriyle tekrar tekrar tanışırlar. Olgu bittiğinde ve geri döndüklerinde ise; iç dünyalarında gelişenleri hisseder ve sanat yapmaya bir adım daha yaklaşırlar.


Aslında diğer insanlar ve sanatçılar aynı evrendeki farklı yıldızlar gibidir. Hepsi kendi sistemleri için birer güneştir.


Dikkat çekmek istediğimiz konu aslında acı ile ifade edilen en belirgin ve etkileyici duygular bütününün aktarılarak toplumu / toplumları acı içinde kıvrandırmak değil de "negatif duyguların aşımı" ile sizin bahsini ettiğiniz "saf duygu" evreninin gösterilmesi. Sanat yapan / yaptıran bu saf duyguya nasıl ulaşılır?


Bu saf duyguya ulaşmak, aslında birikmişliğin ta kendisidir. Bu birikim her zaman duygusal olmak zorunda olmamakla birlikte, hayatı görmek ve işitmekle de alâkalıdır. Bu bağlamda, bir hayvanı bile taklit etmek özünde sanat icrasıdır. Ancak o hayvanı üzgün yada neşeli taklit etme olgusu devreye girdiği anda duygular evreni odak olmaya başlar. O saf duygu tamda burada kendini gösterir. Oraya ulaşmak çaba göstermekle mümkün değildir. O, sizi içine çekerse ulaşmış olursunuz.


Psikologların tespit ettiği doz ve dozun şiddetinden nasıl kurtulabiliriz yani ampül takarken ampül kırılıpta eliniz kesilir ve elektrik çarparsa, elektriğin çarpmasını hissediyor kesiği hissetmiyoruz. Sanat bize bu konuda hangi doğruları, nasıl öğretiyor?


Ampûl "ince" keserse, uzunca yine hissetmeyiz, elektrik çarpmasa da… Sanat bizi iyileştirirken işe yarayabilir. Bkz: Ameliyathanede çalan müzik. Yani, yara iyileştirmek için bir merhem, evet. Nasıl öğrettiği alıcının algısıyla orantılı olarak değişir elbet.


Sanatçının eseri sanki bazı özel duyguları uyarıyor gibi! Burada bizdeki sorun diyaloglarımızı senelerdir yapıp yayımlıyoruz, herkese açık ama okuma dolayısıyla izleme, görme, duyma arzumuzu kaybettik sanki. Sanki daha robot, duygusuz duyarsız bir dünya oluşuyor gibi. Ders geçme amacı olmasa kimse kitap filan okumayacak bu gidişle. Burada sanatın gösterme, duyurma özellikleri nasıl daha anlamlı ve anlaşılır kılınır yani sebepler bilgisi olan felsefe diyalog olmadan sanat ne kadar olabilir?


Sanatın alım kanalları köreliyor gibi görünse de toplumun odak olduğu, yadırgadığımız kanalların  içine sanatı yerleştirebiliriz. Felsefe ve diyalog olgusu ise bireyin içine biriken sanat iletilerinin yoğunlaşması ile kendiliğinden gelişebilir. İleti kanalları ne kadar dar olursa olsun; insan, diyaloğu kendiyle yaşamaya başladıkça felsefe kanalları açılacak ve farkında olmadan içine zerk olan sanatın hissini mutlaka tadacaktır diye düşünmekteyim.


Katkılarınız için teşekkürlerimizi sunarım, saygılarımızla. 

SÜRDÜRMEK DİLEĞİYLE


Ben teşekkür ederim, saygılar sunarım, her zaman görüşürüz.

MEHMET SAİM BİLGE İLE

1029. DİYALOG: KAZANIMLAR

Ben Mehmet Saim Bilge.

Öncelikle Diyalog Sanat söyleşinize davetiniz için teşekkür ederim.

Canlı yayınlardan kazanımlarınızla Diyalog Sanat' ta kazanımlarımızdan bahsederek başlayabiliriz.

Canlı yayınlara başlamam bir tesadüf sonucu oldu. Bundan 7 yıl önce internet ortamında çocuklara yönelik KARİKATÜR yayınımızla başladık. Bu ara pandemiden dolayı ara verdik ancak 8 ay önce de halen canlı yayınlara devam etmekte karikatür ağırlıklı programlar yapmaktayız. Gerek çocuklara yönelik gerek genel izleyiciye yönelik yapmakta  olduğumuz yayınlarımızda ülkemizden ve dünyanın diğer ülkelerinden de konuklar alıyoruz. Yayınlarımız haftada 5 gün devam etmekte. 

Şunu gördük ki karikatür dünyanın ortak dili gerçekten hiç tanımadığınız insanlarla sanki daha önceden tanışıyormuşsunuz gibi çok samimi diyaloglar gerçekleşiyor. Çok ilginç anlıar da oluşuyor zaten programımızın adı da Ortak Dil. 

On sene kadar önce tümüyle amatör başladığımız Diyalog Sanat yayınlarımızda, öncelikle "sen de kimsin kardeşim. Git başımdan. Bi sürü işim gücüm var" demeyerek bizi yüreklendiren ve saçma sapan da olsa sorularımıza yanıt YAZAN sanat insanlarımıza teşekkür etmeliyim. Alışılmışın dışında tümüyle ön hazırlıksız, doğal, spontane gelişen diyaloglarımızda sürekli doğallığı yakalamaya yakalamaya çalıştık. Siz sanat yayını yaparken nelere dikkat edersiniz? 

Ben de doğallıktan yanayım. Programlarımızı tamamen doğal akışına bırakıyoruz. Öyle daha gerçekçi ve illgi çekici oluyor. Bazen, özellikle yurtdışı bağlantılarda sorulabilecek muhtemel soruları göndermek zorunda kalabiliyoruz.  O da yabancı dili zayıf olanların ricası üzerine ama orada bile doğal akışında seyretmekte yayınlarımız. Dikkat ettiğimiz hususlar genel ahlak kuralları. Eğer, uluslararası bir yayın yapıyorsanız o ülkelerin kültürlerini de bilmeniz gerekir. Karikatür her aklına geleni çizmek, hakaret etmek demek değildir. Çocuklara yönelik eğitimlerimizde de özellikle bu hususu vurguluyoruz. Annenizle, babanızla, kardeşinizle, arkadaşınızla bakamayacağınız karikatürleri çizmeyin diye eğitim veriyoruz. 

Bugünler de yoğun tartışılan tahkir / hakaret içerikli sanat veya sanat istismarı konusuna gelmişken, bir önceki karikatür diyaloğumuzda da bahsettiğim; Facebook' ta paylaştığım bir karikatür (Bak Şurdan Sittir Git) nedeniyle 2-4 yıl arası hapis cezası ile yargılanıyorum. Sizce denge nasıl sağlanır, kaş yapayım derken göz çıkarıp sanat üreticilerini iyice kabuklarının içine itmenin zararları nelerdir? 

Daha önce de bahsettiğim gibi  karikatür ahlak işidir. Çizenin karakterini de yansıtır yani bir başkasının hukukunu çiğnediğiniz an karikatür  karikatürlükten çıkar. En son CharlieHebdo örneğinde olduğu gibi, -biliyorsunuz daha önce de yaptılar, tahrik amaçlı çizimler karikatür olamaz. Karikatür aslında öyle ince bir iştir ki size eksiğinizi, hatanızı tebessüm ettirerek hatırlatır, gösterir. O bakımdan karikatüristlerin kıymeti iyi bilinmeli, empati şart… 

Mizah denilince aklımıza ilk gelen veya gelmesi gereken, derin kültür köklerimizde de oldukça faydalı işler yapmış olan Nasrettin Hoca veya Bektaşi mizahını neden kaybettik, yerine neden alay, aşağılama, tahkir gibi aslında mizah olmayan sığ komiklikler geldi, nasıl düzelir? 

Çok önemli bir noktaya temas ettiniz. Maalesef;  çıplaklık ve küfürlü çizimler, hakarete varan çizimler  olmaması gereken olsa da öğrenci - genç kesime hitap eden yayınlarda bunu görüyoruz. Aynı şey televizyon dizilerinde de mevcut. Örf - adet - geleneklerimize ters işler sergileniyor. Bu bir kültür emperyalizminin. Biz yayınlarımızda özellikle çizgi roman çizerleri ile bu konuyu dile getiriyoruz. Bizim tarihi kahramanlarımız dururken elin sahte kahramanlarını niye okuyalım! Anadolu bir hazine hatta Fatih Sultan Mehmet'in çocukluk defterine bakarsanız belki de tarihde ilk karikatüristin o olduğunu bile görürsünüz.  Çizimler harika. O yaşta o çizimler muazzam. Nasreddin Hoca ile ilgili de her yıl Karikatürcüler Derneği tarafından uluslararası yarışmalar yapılmaktadır. Ben faydalı olduğu kanaatindeyim. Bu tür yarışma ve sergiler artırılmalıdır. 

Genel olarak hepimizde özel olarak da sanat camiamızda bulunan eleştiriye tahammülsüzlük veya eleştiriyi hiç kabul etmeme sorunumuzu nasıl aşarız, karikatür sanatı bize burada nasıl yardımcı olur?

Önce kendimizden başlamalıyız. Eleştiri aslında sizi daha da ileriye iyiye götürür. Karikatürün temeli eleştiridir. Tahammülsüzlük bence sınırı aşınca oluyor. O çizgiyi iyi dengelemek gerekir; çuvaldız iğne meselesi.  Mesela, kurumlardaki denetleme heyetlerinin görevi de eleştiridir yani yapılamayanları, eksikleri tespit. Karikatür de bir çeşit denetleme görevi yapıyor yani eksiği bildiriyor ama mizahi olarak. Fark burada, bundan güzel bir şey olabilir mi derseniz bu sorun eğitimle aşılır ancak. Her sorun aslında eğitime dayanmaktadır. 

Diğer sanat dallarının çalışanlarına nazaran karikatüristlerin daha içli dışlı, daha uluslararası ilişki geliştirmede başarılı, daha yoğun dayanışma gösterdiklerini görüyoruz. Bu birlikteliğin sırrı nedir, diğer sanat dalları çalışanları bu birlikteliği nasıl örnek alabilir? 

Evet, bu tespitinize ben de katılıyorum. Karikatürün en büyük özelliği çizgi ile anlatımdır.  Özellikle yazısız karikatürle dünyanın her yerinden insanlarla anlaşabilirsiniz. Eğer, bir dönemde dünyada veya herhangi bir ülkede neler olduğunu anlamak isterseniz, o dönemin karikatürleri size çok şey anlatır. Mesela, şu anda pandemi dönemindeyiz. Pandemi karikatürleri çizilmekte sergiler, yarışmalar yapılmakta. Öyle güzel konular çiziliyor ki bu karikatürlere bakın; dünyada pandemi nasıl başlamış, nasıl seyrediyor, hangi ülkede neler oluyor anlarsınız. Yüz yıl sonra da bakanlar anlayacaklar ve dil bilmeleri gerekmez. Sergilerde ilk defa birbirini gören karikatüristler dil bilmeseler de birbiriyle gayet rahat anlaşabilmekteler. Kağıt, kalem yeter anlaşmak için.  DİĞER SANAT DALLARINDA DA BU BİRLİKTELİKLER OLSA DA, FARK BENCE ÇİZGİ İLE ANLATIMIN DAHA PRATİK OLMASI, EVRENSEL OLMASI… 

Bir diğer önemli konu da "mizahın sanat alanında doldurduğu boşluk". Örneğin yaygın sinema sanatında bile neredeyse korku filmi tarzına kadar işleyen, giren, konulmazsa - eklenmezse eksikliği hissedilen mizah, dolayısıyla karikatüre dönüşen sanatın gücünün ve etkisinin altını daha nasıl çizebiliriz? 

Malum, mizah her alanda mevcuttur. Herhangi bir işi daha anlaşılır ve eğlenceli hale getirmek isterseniz yazılı veya sözlü duruma göre mizah katarsanız daha iyi anlaşılmasını sağlarsınız. Hele karikatür ilk insandan günümüze çocukluğumuzdan yaşlılığımıza kadar her zaman diliminde var; markete gidiyorsunuz alacağınız malzemenin kutusunda bile var yani hayatın her alanında, her zaman diliminde mevcut. Tabi karikatürü çizmek kadar anlamak da önemlidir.  Karikatür çizmek için çok okuma, ülke ve dünya gündemini yakalamanız lazım. Karikatürü anlamak için de en az çizeri kadar okumak, gündemi takip etmek gerekir. 

Bizim daha yoğun takip edip güncelini daha iyi bildiğimiz resim sanatına nazaran; uluslararası sergiler, galeriler, Müzeler, koleksiyonerler diziliminde karikatürün de çok daha kazançlı, değerli (icabında milyonlarca dolarlık iş üretimi) olabilmesi için yapılması gerekenler nelerdir? 

Karikatür çiziyorsanız para kazanamazsınız. Bir ressam gibi sergilere gidin, resim sergilerinde tablolarda "satıldı" ibareleri görebilirsiniz ama karikatür sergilerinde pek rastlamanız mümkün değil. Bana da ilk sordukları soru bu: Para kazanıyor musun, "ne kazanması" diyorum "daha da cebimizden gidiyor. Kağıt, kalem, boya vb". Mesela, uluslararası sanatçıları biz gazetede buluşturuyorup karikatürlerini yayınlıyoruz.  İnanır mısınız bugüne kadar ne Türk ne de yabancı hiçbir karikatürist paranın adını dahi telaffuz etmediler. Karikatüristler mal mülk sahibi pek olamazlar. Çoğunun bir de kedisi vardır Haa, profesyonel çizerler için aynı şeyi söylemek zor. Bu onların ekmek teknesi tabiki kazanacak. Şunu da belirtmek isterim, özellikle çizgiroman çizerlerine devlet destek vermeli ve bizim yukarıda da bahsettiğiniz Nasreddin Hoca gibi kahramanlarımızın daha çok çizgi filmleri, romanları yapılıp dünyaya açılmalı… 

Bu aşamada daha yaygın ve uluslararası, dağıtım ağı ile güçlü sinema sanatı ile dirsek temasnız nasıldır, animasyon desteği ile ülkemizde de bu işte çığır açılabilir mi, ne aşamadayız?

O konuda pek bilgim yok! Ben sadece canlı yayınlarda yabancı karikatüristleri konuk ediyor, gazetede de karikatürlerini yayımlamaktayım. Bu teknoloji sayesinde çok kolay olabilmekte. Tabi, öncesi önemli. Kişisel iletişim, iyi iletişim şart ama yapılmalı derim. 

Böyle bir öneri, proje veya projeler bütünü olursa siz ne gibi katkılarda bulunabilirsiniz, animasyon film yapımı daha yaygın ve kazançlı bir kapı olabilir mi karikatüristler için?

Olabilir. Çok da faydalı bir iş yapılmış olur. Bakın, "karikatür ortak dil" dedik. Bir örnek vereyim: Bir İspanyol bayan karikatürist canlı yayınımızda, verdiğimiz arada bize bir karikatürünü gösterdi. Aman ALLAHI! Felaket karikatür şöyle bir öğretmen yazı tahtası önünde, tahtada bir şeyler yazıyor. Öğrenciler de sıralarda oturmuş dinliyorlar. Yazanlar da en üstte "Ermeni Katliamı, birbuçuk milyon ermeni katledildi". Peşinden Birinci Dünya Savaşı'nda ölen miktar. İkinci Dünya Savaşı v.b. devam ediyor. En altta Corono ve ölen miktar ve Corono diyor ki "ben insanlardan daha cani değilim". Dur dedik, "bidakka ve anlattık durumu". Kadıncağız bizden çok özür diledi, hemen düzelterek yeniden yayımladı ve her yayınımızı ilgiyle takip etmeye başladı. Bunu siz hangi yolla anlatabilirdiniz! Karikatüristler ülkelerinin de temsilcileridir. Eğer, iyi ilişkiler kurarsanız ülkenizi de en iyi şekilde tanıtır, siz de onların ülkesini yakından tanırsınız. Bunun gibi örnekler çok. 

Bence karikatüristlerin kıymet bilinmeli. 

Bence ilk bölümümüzü proje heyecanı ile tamamlayabiliriz Bakalım, arkadaşlarınızdan diyaloğumuzla ilgili ne gibi öneriler gelecek. Daha sonra İkinci Bölüm ile devam ederiz? 

Katkılarınız için teşekkür eder saygılarımızı sunarım. Sürdürmek dileğiyle.  

Ben teşekkür ederim. Çok faydalı  bir diyalog oldu. Tekrar görüşmek üzere. Selamlar… 

FİLİZ KALKIŞIM ÇOLAK İLE 

KENDİNDEN OLMAYANA YAŞAM HAKKI TANIMAYANLAR

Sanat benim için özgürlüğümdür ve özgürlüğü simgeler. Sanat eseri mutlaka insana huzur vermelidir. Kalbinin çırpınışlarını yansıtmalıdır. Kişileri buhrana korkuya sürükleyen eserleri sevmiyorum. Haliyle bu sanatçının ruhsal durumuyla da alakalı. Sanat adı altında verilen bu tip eserleri sevmiyorum. Kısıtlama asla tanımıyorum sanatta. Sanatçı tüm çıplaklığıyla hesapsız kitapsız eserini verebilmelidir, bu cesarete sahip olabilmelidir ki eser öncesinde gerektiği gibi oluşabilsin. Sonrasında hitap ettiği kişiyi kitleyi ya da toplumu vursun. Resim en etkilendiğim dalları arasında olmakla birlikte sanat eserlerinde birinci sırayı müziğin aldığını rahatlıkla söyleyebilirim. Mesela benim için Ay Işığı Sonatı dünyanın en muhteşem eserlerinden biri. Resimde Vladimir Valegov'un eserlerine aşığım diyebilirim.  Sanat benim için özgürlük demiştim ya özgürlükle eşdeğer şunu da söyleyebilirim aykırılık. Ne kadar aykırıysan ne kadar sıradışıysan o kadar sanatçısın, o kadar sanatsal değeri yüksek, olağanüstü eserler verebilirsin.

Sanatçı her koşulda özgün olabilmelidir. İçinde bulunduğu durum kurumsal ya da çevre faktörleri bunu etkilememelidir. Sanat eğitmeni her koşulda tarafsızlık ilkesini gözönünde bulundurmalıdır. Yani inançları hedef alan yücelten ya da yeren fikir ve görüşler beyan etmemelidir. İdeolojik görüşünün etkisiyle eğitim vermemelidir. Örneğin üniversitede ki bir sanatçı akademisyen mümkün olduğunca evrenselliği yakalayabilmeli. Bunu yapmak zor tabi yani ideolojik görüşlerinden kimlik kişilik değerlerinden sıyrılıp tarafsızlık ilkesiyle hareket etmesi kolay değildir sanatçının. Zaten şartlar sanatçının özgürlüğünü baskılar, sanatçıyı  kısıtlar. Ancak her koşulda evrenselliği göz önünde bulundurmalı. Mesela ideolojik fikirleriyle bağdaşan ya da çatışan kişiler çözümlemelerinde örnek olmamalıdır. Özgün eserleri sanatçıları yansıtan örneklemleri sunabilmelidir. Öyle ki her yeni gelecek olan kuşak eserden kendi dönemine ait izler bulmalı. Lakin net olarak şunu söyleyebilirim şartlar, bağlılıklar sanatçıyı kısıtlar, baskılar ve eserde özgünlüğü yakalamasını zorlaştırır… Memursa da eser verirken zorlanır serbest çalışırkende sanatçı. Her şeyden önce demokrat bir yönetim anlayışının olduğu bir ülkede sanatçılar ancak özgür hissedebilir ve özgün eserler verebilirler. Tepenizde baskıcı, dayatmacı bir yönetim anlayışı varken hiç bir şeye bağlı olmasanız da siz her bağlamda eli kolu bağlısınızdır.

Para tabiki araçtır, gereklidir ancak dengeler ideolojik yani fikir ahbaplıkları doğrultusunda kuruluyor. Bizim ülkemizde özetle böyle. Çok iyi bir sanatçı olabilirsin ancak onlarla yürür onaları desteklersen seni aralarına alabilirler. Ayrıca güç dediğimiz şey para da değil bu ülkede. Bu ülkede gerçek sanatçı korunmuyor. Ülkene, kendi milletine ne kadar ters düşersen o kadar pohpohlanıyorsun, reklamın yapılıyor. Medya zaten hain olduğu için kişiyi ön plana çıkartmada üstüne düşenin fazlasını yapıyor. Ne oluyor, kişi isim yapıyor bilemeyen yeni yetişen kuşak örneğin atıyorum ilk okuyacağı kitabı o isimlerden seçiyor. Saçmalıklarla dolu olan sözde bir eser yok satıyor. Ancak evrensellik ilkesiyle hareket eden nadide eserler, sanatçılar arka plana itiliyor ve değerleri bilinemiyor. Birileri sanatçısı oluyorlar aslında arkalarındaki güç dediğimiz şey ülkeyi bölmek isteyen içteki ve dıştaki sömürüleri. Özetle sanatçı olmak zordur. Bu dengeler ancak demokrasiyle değişir. Diğer türlü ne yazık ki gerçek sanatçı yaşarken hakettiği değeri göremez. Şu da bir gerçek ki onlar sanatçı olarak önünde herkesin "efendim onları yıldırmaya dahi çalışanların" saygıyla eğildiği değerledir. Özetle güç dediğimiz şey siyasetle oluyor, maymunluk yapacaksın, her döneme oynayacaksın, nemalanacaksın. Bu bizim ülkemizde böyle. Gerçek sanatçılar hep fakirlik içindeler baskı altındalar. Bu dengelerin değişmesi eğitimle ancak mümkündür. Nesli aileden dahi başlayarak eğitebilirsek eğitim reformaları yapabilirsek o zaman her şey düzelir, demokrasi gelir. Sanat ve sanatçı hakettiği değeri görür.

Biz kapitalizmi Amerika'da, Avrupa'da arıyoruz ya; ha işte bu en büyük hatamız! Çünkü sömürü tepemizde ve kendi halkına nefes aldırmayan bir anlayışta. Haliyle o zenginler efendi, biz köleyiz. Nice üniversite mezunlarını onlara köle ettiler. Asgari ücrete talim. Üstelik ülkede onların varlığı sebebiyle çalışan yoksul denen bir kesim çığ gibi büyüyor. Kanemici soysuzlar, hainler hepsi. Kendinden olamayana yaşama hakkı tanımayan kuduzlar…

İzlenimcilik oldukça etkilendiğim akımların başını çekmekle birlikte sürrealizmi de seviyorum. Nesnelerin bende bıraktığı etkiyi yazmayı seviyorum. Bunları resimde de seviyorum. Picasso'nun Kübizmde ki eserlerini de çok seviyorum, Van Gogh'un empresyonizm anlayışını da… İşte bu evrensellik. Zaten eser özgünse temsil ettiği akım hangisi olursa olsun genel anlamda beni etkiliyor. Şiirde Nazım Hikmet'e aşığım. Örneğin Picasso'nun Avignonlu Kızlar(Genelev) tablosunun o zamanlardan bugüne gelmesinde ki sır çok önemli.  Şiirde örnek aldığım isimler arasında Yahya Kemal Beyat'lı yine en başı çeken isimler arasında. Mesela İzlenimcilik beni çok çekiyor olsa da (Ahmet Haşim eserleri) neoklasizm etkisiyle eserler veren Beyatlı'da benim hayran kaldığım isim. Edebiyatta sadece bir akıma bağlı kalmak ya da bir kaç ismi takip etmek de yetmiyor. Dünyaya açıldığımızda Victor Hugo yine en beğendiğim yazar şairler arasında. Resimde yine Valegov, efendim İtalyan besteci Ennino Morricone'den Joaguin Rodrigo'ya, Farid Farjad'a kadar çok etkisinde kaldığım isimler var. Frida şahane bir filmdi. Yine Sonsuzluğun Kapısında filmi etkileyiciydi.

EMRE AYGEN İLE

1034. DİYALOG: METİN TOKER, ÖRSAN ÖYMEN, UĞUR MUMCU, CÜNEYT ARCAYÜREK VE BEN

Sanat insan yaşamının düşünme katkısını canlı tutmak, daha mutlu bir yaşam içinde olmak, insanlara, toplumlara, ülkelere ve EVRENSEL değerleri korumak ve yükseltmek demektir.

Neden başarısız oluyoruz: Herkesin aşayukarı bir fikri var ama deprem, savaş, propaganda, haberler filan ne var ne yoksa öne geçip, sanat sadece son sayfa veya günde beş dakikalık bir alanı kaplıyor?

Vallahi islamci veya değil. Iktidar ruhu ile müslüman olmaktan daha iyidir herhalde…

İyi takip ederseniz azılı olduğunu görürsünüz. Bunlar için inananlar ve inanmayanlar vardır ve inanmayanları insan bile saymazlar. Klasik kilise kafası.

Mehmet Ali Ağca davasını izliyoruz: Dava bir buçuk ay sürdü. Sonunda Papa efendi biz Türk Gazetecileri kabul edecek. Protokol müdürü Papa efendiyi görünce hafif eğileceksiniz sonra elini tutacaksınız, el öpme falan yok dedi. Ben de en genç Gazeteciyim. Rahmetli Metin Toker, Örsan Öymen, Uğur Mumcu, Cüneyt Arcayürek. Derken sıra bana geldi. Adımı Papaya söylediler. Ben kuralları heyecan ile unutup Papanın elini öptüm ve elini başıma koydum. Polonyalı Papa İstanbul'da da Papazlık yapmış. Türkçe biliyor. Benim şokuma ikinci şoku da o yaptı. "DELIKANLI BENİ MÜSLÜMAN YAPTIN" dedi. Ben de fena mı Papa Edendi, Kurban Bayramına da bekleriz dedim. Gülmüştük ikimiz de.

Onlar (Vatikan) zaten bu işlerin uzmanı Her zaman sorarım, onca kan deryasının üzerinde nasıl durabiliyorlar diye?

M. SEFA ÇAKIR İLE

1035. DİYALOG: KARŞILAŞTIRARAK ANLAYIP DEĞERLENDİRME 

1990 Safranbolu doğumluyum. Safranbolu İMKB Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi Resim Bölümü ile başlayan sanat eğitimim Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Resim- Heykel Öğretmenliği lisans programı ile devam etti. Sonrasında Yeditepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Plastik Sanatlar Yüksek Lisansımı, ‘’Türkiye’de Graffiti ve Sokak Sanatları’’ adlı tez ile bitirdim. Şimdi; Yeditepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Plastik Sanatlar Doktora Programında, ‘’Fotoğraf ve Yeni Teknolojilerin Çağdaş Türk Resminde Figür Kullanımındaki Yansımaları’’ üzerine tez yazmaktayım.

 

2014' yılı itibari ile sergilenmeye başladığım sanat kariyerimde tüm sergiler arasından seçmiş olduğum; Plato Sanat, Gaia Galeri, PG, PG POPUP, Step İstanbul, Galeri Bu Pavillion, Gang Sanayi Project, Genç Türkiye Zirvesi, EEA17-G European Exchange Academy Germany, ODTÜ Sanat,  Cer Modern, Pilevneli Galeri ve Elgiz Müzesi iş birliği ile düzenlenen grup sergileri, son olarak 5 Eylül 2019 tarihinde Labirent Sanatta açılan ilk kişisel sergim ‘’Bütünleşme – Çözülme’’ yer almaktadır. 

 

Üretim Sürecim Üzerine;

 

Geleneksel resim disiplinini; çizim ile resim, yeraltı ve elitist kültür, gösteri ile eleştiri, figür ve soyutlama arasında bir yapıya sahip olan dengede üretim yapıyorum. Kavramsal ve biçimsel bir karmadan oluşan resimleri; hem estetik olarak çekecek, hem de entelektüel olarak doyuracak olmasını, analitik süreci sorgulayarak, bütünlüğün yitirilişini ve yaşanan her türlü etkiyi (düşmeyi- çözülmeyi- yükselmeyi- çökmeyi) bedenlerde ve portrelerde toplamak üzerinde çalışıyorum.

 

Zaman ve mekan hissinden bağımsız olarak düşündüğüm kompozisyonlar, izleyiciyi de figürün ifadesine ve biçimsel karakterine odaklanabilmesine bir davet. Portrelerin alışageldik, klasik portre ve figür çiziminden farklı olarak parçalanma ifadeleri gerçeklik, ekspresyonizm ve soyutlama arasında bir yerde, kendi içinde bir dengede durmaktadır. Figürlerin tenleri ve nesne-objeler asla pürüzsüz  ve kusursuz (canlı-güncel) değildir. Tüm parçalanma ve sıçratmalar son derece rasyonel bir biçimde ve hissiyatın yönü ile yönlendirilmiş (hesaplanmış) şekil ve renk tonlarına dönüşen ifadelerdir. Bu spontanlık dolayısıyla, neticede her şeyin bir yanılsamadan ibaret olduğunu, izleyicinin algısında resmin baskı mı yoksa el mahareti ile mi üretildiği noktasında düşünmesine ve sorgulamasını sağlamaktadır.

 

Seçtiğim malzemeler kağıt ve marker kalemi. Resimlerimde çocuk olgusu üzerinden bir hikaye ve anlatım süreci oluşturmayı planladığım sanat kariyerimde, çocuk olmanın bir süreç değil, tüm sürece (yaşam boyu) ev sahipliği yapan kavram bütünlüğü olduğunu düşünüyorum. Bilinmez ve tarifi her şekil ve durumda  farklılaşan bir enerji (güç-inanç-beklenti) ‘nin canlılar ve doğa üzerinde her zaman olması gerekenin bizim dışımızda olduğu noktasında, içimizdeki çözülme ve bütünleşmeleri irdelediğim bir resimsel meselem var.

 

Bu mesele, güncel ya da bir ‘’an’’ değil. Toplam bir sürecin (yaşam boyu) meselesi. Dolayısıyla bu meselenin  - ifadenin tonları pastel bir etki ve gerçekliğin dokunuşu olan bir etken ile birleşip kağıt – kalem ilişkisi ile gösterime geçmeli. Tercihin eşliği ise, halihazırda doktora tez konuma da şekil vermiş olan dijital destekli – baskı teknikleri ile desteklenmiş bir üretim mi yoksa el mahareti ile üretilmiş bir eser mi sorusunu sordurtmak ve buna cevap olmaktır.

Resimlerin imaj, kompozisyon, renk ve dağılımlarının kararını ağırlıklı olarak önceden karar verdiğim ‘’adlar’’ oluşturmaktadır. Adların canlılar ve tüm geri kalanlar için şiddetli etkiye ve yönlendirici olduğu inancındayım.  Konulmuş bir ad, etkisini- hikayesini güçlendirecek bir görsel ile bir araya geldiğinde (çekilen- kurgulan fotoğraf, anonim fotoğraf, vb.) hissiyatın yönlendirmesi ile geleneksel resim disiplininden (oran-orantı, ışık-gölge, denge, kareleme, vb.) beslenip, sonrasında kendi hikayesine hizmet edecek, doğaçlama tonlamalar ile sürpriz bir sonuçtan tekrar canlanıyor.

 

Bu süreç, yıllardır kendimce geliştirdiğim ve süreklilik, disiplin içerisinde geliştirmek adına çalıştığım stilde yaptığım ‘’mikro parçalar ile makro netliğe giden bir yorumlama‘’ ile devam ediyor. Tüm bu süreci yukarıda bahsetmiş olduğum, geleneksel çizim mantığı ile eskiz yaptığım çalışmayı sonrasında kontör ile kendi içerisinde sınıflandırıyor ve resmin (ad-imaj) hissiyatı ile doğaçlama yaparak marker kalem ile pamuk kağıtlara tonluyorum.

DEĞERLENDİRMEDEN SONRA

Renk olarak değil, materyal olarak. Kalem kullanımı beni çekiyor. Fırça ve yağlı boya ikilisinden ziyade kağıt ve kalem beni çekiyor.

Çizgici olduğunuz söylenebilir mi?

Herkesin pratik denemeleri çok farklı. En önemlisi de eser üretirken yaşadıkları hayat çok önemli. Ekonomik, sağlık, aile ve temel yaşam için gerekli asgari ihtiyaçların karşılanması gibi. Bunları bilmeden birini ve üretimini değerlendirmekten kaçınıyorum. Mutfak kısmı işin en temel yanı ve yeri. Onu anlamadan sonuca varmak yanıltır bence.

Çizgici demek bilmiyorum ama çizgiye gönülden bağlıyım derim. 

Tabii bu kabul ve yaklaşım başından günümüze ve geleceğe tüm sanat görüş ve yaratımınızı da etkiliyor ister istemez. Geleceğin sanatında çizgiyi nerede görürsünüz, buradaki sıkıntı sanat bilimine kafa yoranların "doğada çizgi" olmadığına dair değerlendirmeleri..?

Açıkçası doktora tez konusunda da kendime mesele ettiğim şey: Yeni teknolojilerin kullanımı ile el mahareti nereye gidiyor ne olacak?

Nereye vardınız?

Bu sorunsallar altında yaptığım okuma, araştırma ve mülakatlarda görüyorum ki hatta Avrupa ve Amerika’da yayınlanan satış rakamları ve kalıcı koleksiyonlara dahil olan eserleri de gördüğümde, el mahareti ile üretilmiş eserler asla popülerliğini yitirmez ve ilerleyen yıllarda daha da ön plana çıkacak. 

Teknoloji tüketiminin bu kadar yoğun ve normalleştiği yerde zanaat müthiş ilgi çekecek. 

Geri kafalılık olarak görülecek şeyin nasıl bir dava, nasıl bir vakfetmek olarak teknolojinin ortasından sıyrılacağına inanıyorum. 

El maharetiyle yapılan harika deneysel renkten tona evrilen, sizin de vurguladığınız zamansız mekansız yaratımlar son quantum neutral çığır ile oldukça ilgi çekiyor, ne dersiniz?

İlgi çekmesi çok normal. Zamana ayak uyduracak bir hareket gerekli. Bu noktada iki farklı şeyi bir farklı şey ile özdeşleştirip sonuç çıkartmak her zaman gerekli ve değerli. 

Bu noktada ben tüketilebilir mi yoksa sürdürülebilir mi ona bakarak okumaya çalışıyorum.

Bir diğer takıntı, çok fazla üretimin olduğuna dair. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Şimdi bu aslında hiç bir ahlak ve etik kuralın görünürde olmadığı sanat alanı için üzerine tartışabileceğimiz bir şey değil.

Eğitimimin başlarında özellikle güzel sanatlar lisesinin son sınıfında akademiye hazırlanırken, "sanatçının fiziki olarak ön planda olmasının olumlu olmadığı" söylenirdi (2000' li yıllar) fakat 2020' de "sanatçının ne kadar ön planda olduğu, o kadar ünlü olduğu" anlamına gelen bir noktaya geldi. Bu perspektifte bakıldığında üretiminde çok olması normal olabilir. Bunun olumsuz yanları ya da olumlu okuması tekil olur diye düşünüyorum.

Kadıköy' de ismini vermeyeceğim bir atölyenin bodrumunda tozlanmış bine yakın tablo görmüştüm. Sanatçısı varını yoğunu satıp resim malzemesine yatırmıştı. Heryer o kadar tıkabasa doluydu ki anlatamam. Kimseyi resimlerine yaklaştırmayan sanatçı "resim yapmazsam yaşayamam" demişti. Bildiğim böylesi binlerce atölye var dersem, sanatçılarımıza neler önerebiliriz?

Varolma stratejileri o kadar karışık bir durum ki işin içinden çıkılamıyor. Şu an Türkiye sanat alanında var olma stratejileri üzerine bir yazı dizisi hazırlıyorum. Her gün bir önceki günü çürütür durumda. Alan, otorite, kurumlar ve enflasyon her şeyi ters köşe yapıyor. Sanat olmadan yaşayamamak anlaşılır bir durum. Hayatını bir yöne adamak kişinin tercihi. Diğer yandan çılgınlar gibi üretim kimseye göstermeden saklamak benim altından kalkabileceğim bir şey değil. Çok yakınımda olan bir arkadaşımında tercihi bu yönde. Ben Sefa olarak bu duruma şunu söyleyebilirim, paylaşarak çoğalmak çok öğretici.

Varolma varkalma mevzusuna gelmişken, hızla değişen ve ilerleyen uluslararası sanat -hadi evrensel sanat diyelim ve ülkemizin  ulusallık, milli eser üretimi adına saplandığı çıkmazlar nelerdir, nasıl aşılabilinir?

Saplandığımız çıkmazlar, sanat yücesi olarak görülen bir düzine kişinin değişmiyor olması. Bienaller, fuarlar ve sözüm ona önemli olan sanat alanları bu kişilere yakın ilişkisi olanlar ile çevrilmiş durumda. Seçicilik belli başlı kişileri ve viZyonları taşımak olduğu sürece düzelebilir olacağını sanmam. Aşılması ise, masa başında buluşan sanatçıların aynı dertlerden bir olmuş gibi yapıp sonrasında kimsenin ses çıkarmaması, kimsenin günah keçisi olmaya razı olmaması durumunun artık yeter denilip bir ağızdan yeni Kişiler yeni alanlar diye diretmesi ile çözüm bulabilir. 

Bu durumda teknolojinin de sağladığı yeni olanaklarla uluslararasına açılıp uluslarası sanatçı dayanışmalarına gitmek zor mudur, sanat camialarının tarih boyu oluşan çeperleri nasıl daha şeffaf ve geçirgen olabilir?

Kitle iletişim araçları ile farklı alanlara açılmak ve bilinir olmak çok doğal oldu. Kontrollü ve doğru hamle ile takipçi ve izleyici sayınız korkunç yerlere gelebiliyor. Ya da hiç beklemediğiniz alanlardan iş bağlantıları kurulabiliyor. Bunun olumlu yanları bir gerçek. Fakat uluslararası dayanışma sanıyorum biraz hayal. Çok kritik olaylar olmadığı sürece pek mümkün değil. Şeffaf ve geçirgen olmak Türkiye sanat alanı için şu an konuşulabilir bir durum olabilir ama çözüm olur mu bilemiyorum. Kendi bölgemizde dayanışma ve açıklık kazanmadan bilmediğimiz alanlarda dayanışmak ve açılmak bir kazanç sağlar mı onu da bilemiyorum. Önce kendi kapımızı diyerek başlamak bana sağlıklı geliyor. 

Katkılarınız için teşekkür eder saygılarımızı sunarım.

SÜRDÜRMEK DİLEĞİYLE

EROL BOSTANCI İLE

1036. DİYALOG: 

TÜRK ÇİZGİ ROMANI TARİHİ 

Merhabalar, adım Erol Bostancı. Türk kökenli bir Belçikalıyım, yarım asırdır orada yaşadıyorum. Belçika doğma büyümeyim. Çizgi romanın ülkesi Belçika: Meşhur çizgi roman yazarıyla Hergé, Jan Bucquoy, André Franquin, Edgar P. Jacobs, Bob De Moor, Jean-Michel Charlier, Maurice Tillieux ve Victor Hubinon. Ünlü yayın evleriyle; Casterman, Dupuis, Gordinne ve Le Lombard… 

1963 yılında, babam, Belçika’nın bir kömür ocağında çalışmaya geldi ve 1976 senesine kadar bu maden sahasının kapanmasına kadar çalıştı. Birkaç yıl önce 2015 senesinde, Mons ve La Louvière bölgesindeki Türk madencileri varlığı üzerine bir çalışma yapmıştım; 2014 senesi Belçika'ya Türk işgücü göçünün 50. Yıldönümü. Bu çalışmanın sonucu konferans vermesine, bir kitap basmasına ve sergiler yapmasına neden oldu.

2016' da, Facebook sosyal ağında bir grup kurdum «Culture turque», bu grupta Fransızca, Türk Sanatı ve Kültürü adına makaleler paylaşıyorum (halen devam ediyorum). Aynı senede, Türk Mizah dergileri, karikatürü ve çizgi romanı adına araştırmalara başladım. Niye sorarsanız, ben iki kültürden geliyorum. Bi taraftan çocukluğumdan beri Belçika çizgi romanlarının içindeyim (Tenten, Spiru, Red Kit, Bob et Bobette, Şirinler, Mavi Tünikler…) 

Ayrıca eğlenceli olan şey çizmemem  

Diğer bir taraftan, çocukluğumda beri, her yazları Türkiye'ye gidince, kuzenlerimin çizgi roman albümleri Teksas, Tommiks, Zembla, Kızıl Maske , Mandrake, Yüzbaşı Volkan… Mizah dergileri; Gırgır, Fırt, Çarşaf, Limon ve gazetelerde çizgi romanları; Kara Murat, Karaoğlan, Tolga okurdum. Bu araştırmalara başladığımda, Fransızca yazılı Türk çizgi romanı ve Türk mizahi üzerine 200' er sayfalık yazarım diyordum ama seneler geçtikçe bulduğum bilgiler ve konular çoğaldı ve sonunda aşağı yukarı Türk Çizgi Romanı Tarihi kitabı 1000 sayfalık ve üç bölümlü olacak.

Amerikan çizgi romanları, İtalyan fumettileri, Franco-Belçika çizgi romanları ve Japon mangaları Avrupalı çizgi roman severleri biliyorlar fakat ne yazık ki, Türk çizgi romanı hakkında hiçbir şey bilmiyorlar. Açıkçası, bu nasıl mümkün olabilir! Bu kitap, kitabın amacı; siyasi, eğlenceli, yaratıcı, yetenekli, bazen politik-kültürel bağlamı dışında çevirmek zor ama farklı ve sürekli gelişen bir Türk çizgi romanı dikkati çekiyor.

Histoire de la bande dessinée turque: Tome 1: 1890 – 1954 (Türk Çizgi Roman Tarihi : Cilt 1 : 1890 - 1954, önsözü (Ah bon, il y a une bande dessinée turque? Yah, Türk Çizgi Roman var mı?) yazan Didier Pasamonik ve 336 sayfalık) şubat 2019 bastırdım. Bu kitabı okumak aynı zamanda biraz Türkiye'nin tarihini de anlamaktır. Mesela içinde, Amerikan çizgi romanı Flash Gordon ne zaman ilk sefer Türkiye'de yayınlandığını öğreniyorsunuz. Bu kitapta, tabiki Belçika çizgi romanlarından bahsediyorum: Red Kit ve Tenten (misal, normalde Tenten 23 resmi maceraları vardır ama Türkiye'de 34 tane var! Örneğin "Tenten Uzayda", "Tenten İstanbul'da", "Tintin ve İsyancılar"...

Kitabın bir kaç özeti: Cemal Nadir Güler, Osmanlı İmparatorluğu'ndan günümüze çocuk dergilerinin tarihi, Ramiz Gökçe, Çocuk Sesi haftalık dergisi, Orhan Halil Tolon, Afacan haftalık dergisi, Mandrake,  Ratip Tahir Burak, ünlü dergi 1001 ROMAN, Ayhan Erer, Çocuk Haftası dergisi, Selma Emiroğlu Aykan, Samim Utkun, Haftalık dergi Resimli Perşembe. Türk Çizgi Roman Tarihi: Cilt 2 1955 – 1975; önsözü Çizgi Roman Yazmak Ne Menem Bir İştir, yazan Özgür Kurtuluş, şubat 2020'da (Türk Çizgi Romanlarının Altın Çağı) ve Türk Çizgi Roman Tarihi Cilt 3; 1976 – 2018, şubat 2021 yayınlanacaklar. Türk Mizah ve Karikatür Tarihi; cilt 1, 1852 -1919, kitabı şubat 2022 bastırmayı düşünüyorum.

Birincisi ve en önemlisi, arşivlerini ve uzun tarihçeyle ilgili bilgilerini birçok sosyal ağda büyük bir zevkle paylaşan tüm Türk çizgi roman sevenlerine derin şükranlarımı sunarım (çizgi roman platformu: Çizgi Diyarı, Ahmet Yılmaz, Kolibri adlı blogu ve çizgi romancı, koleksiyoner ve Türk çizgi romanların büyük uzmanı, Facebook sayfasında bilgisini paylaşan Mustafa Afşin Gürler).

Aynı zamanda, büyük bir ilham kaynağı olan 9. Türk Sanatı hakkında makale ve kitap yayınlayanlar, Türkiye'de Hakan Alpin "Çizgiroman Ansiklopedisi" ve Levent Cantek "Türkiye'de Çizgi Roman" ve Avrupa'da Alain Servantie "Images et stéréotypes des turcs dans les bandes dessinées", Didier Pasamonik "Lucky Luke à Istanbul" ve Canan Maraşlıgil "Une courte histoire de la BD turque" yoksa aksi takdirde bu kitap doğmuş olamazdı.

Saygılarımla 

Erol Bostancı



455. DİYALOG (DİYALOG TÜR İKİ, SAYI: 38)
TESÂDÜF VE KAÇINILMAZ



"Tesadüf ve kaçınılmaz" tâbirinden ne anlamalıyız?

Selda Konvur: Tesadüfün; yapılan seçimlerin, karşılaşılan sonuçları olabileceğini düşünürüm.
O halde kaçınılmaza sürükleniyoruz..?

Bunlar bazan kaçınılabilir, bazan da kaçınılamaz olabilirler..

Selmaertuna Çelebioğlu: Kader işte tam bu ?

Esma Ak:  Tevafuk: Tesadüfü aşan uygunluklar manasına gelen kelime. Kabaca kader gibi. Her şeyin bir zamanı olduğu görüşündeyim ve eğer olan, olacaksa bundan zaten kaçınılamaz. Uygunluk burda.

O halde, gelecek planlarımızı hangi kriterlere göre yaparız?

Esma Ak: Kişiliğimiz, isteklerimiz, olan - olmuş olanları göz önünde bulundurarak ve içine bi parça hayal tozu ve umut katarak, somut verilerden yararlanıp analojiyle akıl - mantık çerçevesinde... (İnançlı bir insan olarak, ben elimden geleni yapar sonra da tevekkül ederim

Tevekkül de neticede topu başka yere atmak anlamına gelmiyor mu, şu kısacık hayatımızın tüm kontrolünü kendi elimize alamaz mıyız?

Esma Ak: Tüm kontrolü kendi elimize almamız mümkün mü sizce, birçok çevresel etken varken..?

Bence mümkün. Planlı yaşamdan bunu anlarım. Siz ne anlarsınız?

Esma Ak: Kaba basit bir örnekle; gelecek planlarınızı yaptınız diyelim biletinizi, kalacak yerinizi dahi ayarladınız ve yurt dışına yerleşiyorsunuz. Birden çok sevdiğiniz ve çok yakınınız olan biri ameliyat oldu ve sizden başka bakacak kimsesi yok. Planınızı çöpe mi atarsınız, devam mı edersiniz kaldığınız yerden?

Çevresel etkenden kastım biraz budur. Hesapsız karşımıza çıkanlar...

Hmm, onları planın içindeki "esnekliğe" yerleştiremez miyiz, hayırsa planlarımız matematiksel midir, sanatsal mı?

Esma Ak: Esneklik uygun ama yeni plan yapmak gerekir çünkü kımıldayamıyorsunuz o durumda... Planlarımız matematikse değişkenler olmalı, sanatsa ben yapacağımı yaparım, gerisi tevekkül...

Kime tevekkül veya neye ve neden?

Esma Ak: Olacak olanı en fazla öngörebiliriz bir ego oyuncusu olarak ben, en fazla 5 hamle sonrasını hesaplayabiliyorum. Daha fazlasını öngöremediğim için her şeyin benim kontrolümde olmadığını biliyorum ve aşırı kontrol sıkıcı sanki.

Rahat bırakıp hayatın getirdikleriyle harman olmak daha eğlenceli. Aşırı kontrol biraz da hasta eder insanı

Yaşamı neden bir satranç oyunu gibi görürüz!
Sahip olduklarımızla başlayıp geliştirmek zor mudur?


Esma Ak: Yaşam bi simülasyonsa oyun olarak görmek normal bana. Zor değil, değişkenler hesabı bozar.
Yaşam matematik değildir, sanat daha yakışıklı.

Teşekkür ederim.

Esma Ak Ben teşekkür ederim.

Sabiha Çeri: Kaçma olayı zor olan. İstençdışı ve istence bağlı olmayan durumlarda karşımıza rast gelen, rasrlayan kurtarıcı tesadüflerdir. İkisi bir arada denge oluşturur, düşüncesindenim.

Gül Zeynep Karadut:  Sanat açısından bakalım dersek; sanatsal oluşumlar sürecinde, planlama dışı gelişimlerdir tesadüfler. Hiç yoktan karşımıza çıkan bizde merak duygusu da uyandırır. Kaçınılmaz olan ise mutlak olandır. Yapılması gereken, olmazsa olmazdır. Yani bu süreçte mutlaka karşılaşılacak bir oluşumdan çok, süreç içinde olması gerekeni belirtir bence ve yine sanatsal kavramlar içinde kullandığımızda, belli kuralları ve sonuçlarını ifade eder.

Tesadüfler de bu kaçınılmazların içinden meydana gelen yeni ve ani keşiflerdir. Zaten heyecan yaratan, sanatçıya yeni dönemeçlere gòtüren, yolundan döndüren veya sancılar çektiren , tam da bu deģil midir?

Sanat açısından mutlağı da göreceli kabul edersek kişiye göre keşifler mutlağın sınırlarını nasıl belirlemelidir, bir sanat eseri nasıl milyonlarca dolar veya paha biçilemez olur?

Gül Zeynep Karadut: Sanatçı eserini meydana getirirken kaçınılmaz olanla başlar işe fakat süreç tesadüflerle dolu olacaktır yani tesadüfler de kaçınılmazdır. Burada sanatçının bu tesadüflere bakış açısı ve değerlendirme yeteneği (yada öngörüsü de denebilir) devreye girer.

Tesadüfün devam etmesi ve sonuca ulaşması için , yeni bir aşamaya ihtiyacı vardır. O da sanatçının kararı ve inancı. Ben tam da burda sanat eserinin ortaya çıktığını dúşünüyorum.

İçsesini dinleyen sanatçı bu tesadüfü değerlendirme yolunu seçerse milyonlarca dolarlık eserler çıkabilir fakat bu her tesadüf ve değerlendirme ićin geçerli değildir. İşte hissiyat, öngörü, tinsellik dediģimiz kavramlara ait taşlar yerli yerine oturuyorsa "BINGOOOO" ama tam tersi olma ihtimali de aynı orandadır.

Mehmet Kar: Bengi dönüş: Tesedufler farkedildi günde, tesadüf diyoruz onlara. Etrafımızdaki her şeye tesadüf denilebilecek bir rastlantıya sahibiz... her şey ama. Sonsuz döngü bunun tesadüf olmadığını gösterir ve sizin belirttiğiniz bir kaçınılmazlıktır.

Su kuyusu kazarken define bulan adamın define bulması tesadüf ve kaçınılmazdır.

Bile bile tongaya basmak tabiri ise çok zor bir soru benim için. Cevap veremedim. Eleştirisinde doğrusunu yapmaya çalıştığında bu sefer her şey gene mahvoluyor.
Bundan sonrası için hep sanat... Ben Instagram'da aktifim daha cok.

Serap Gürcan: Tesadüf dediğimiz zaten kaçınılmaz olandır bence.
Deriz ya ?: Tesadüfler zinciri sonunda...



 

 

LEVENT KAÇAR İLE

1039. DİYALOG: ÜÇ PROJEM VAR


Merhaba, 

Ben sinema öğretmeni, yönetmen ve senaristim. Zaman zaman da internet gazetelerinde ve dergilerde yazılar yazarım. Bunun yanısıra internet tv. ve sosyal medyada programlar yaparım. 


Öykü, şiir, makale ve senaryolarım var. Politik dünyanın bir şekilde içinde olmaya çalışıyorum. Film projelerim var. Bazen de sinema atölyeleri düzenliyorum. Yurtiçi ve yurtdışı panellerde sunumlar yapıyorum. Bütün bunlar ne kadar sanat onu da bilmiyorum. Çok da umursamıyorum. Tek derdim sevdiklerime, dostlarıma ve ilgilenenlere hoş bir esinti bırakmak. 


Sevgi ve selamlar.


Sinema öğretmeni denilince ne anlamalıyız?


İki buçuk yıl Marmara Ünv. GSF Sinema-TV’de senaryo, yönetim, stv grafiği dersleri verdim. Kadrom siyasi kimliğim nedeniyle verilmedi. Şimdi İÜ AUZEF’te çalışmaya devam ediyorum. Orada da Öğretim Görevlisi kadrom açığa alındı.


Siyasete bulaşmadan sanat yapılamaz mı, akademinin sağ sol dengesi nasıl çalışıyor?


Siyaset hayatın kendisi, hayata bulaşmamak mümkün mü! Sanat çatışmadan beslenir. Çatışma eylem demektir, eylem de dramaturjinin kendisidir. Gel de bulaşma hadi.???


Akademik sürece gelince, bugünkü resmi ideolojinin eğitim müfredatı politik zaten. Bilimsellikten ve liyakatten uzak bir eğitim. "Alternatif akademi" savunduğum projeler arasında.


Sanatçı bu işi kendi disiplini içinde dışarıdan yapsa daha mantıklı değil mi, neticede siyasete bulaşınca ister istemez muhalifleriniz de olacak, öğrencilerinize not verirken siyasi görüşünüze göre mi değerlendirirsiniz?


Hayır, asla. Siyasi düşüncelerinin önemi yok. Ben, benim gibi düşünenlerden çok "farklı bir pencere ve bakış açısı arıyorum". Bunun için en uzağımdaki düşünceyi daha çok merak ediyorum. Not meselesine gelince bende kalma yok, taban notum o zamanlar yüz üzerinden 60' idi. İsteyen ve ihtiyacı olan gelip istediği notu kendi yazardı. Benden 60' alan 0' almış gibi düşünürdü. Devam ve derse girme zorunlu değildi. "Ama ilgili öğrencilerin setinde bile çalıştım". Oyuncu, set elemanı, yapımcı her branşta çalıştığım birçok öğrenci projesi var… 


Ben, sanatçılıktan önce iyi bir öğrenci ve öğretmenim. En mutlu olduğum alan burası. Sonra diğer uğraşlar geliyor. Siyasete gelince o benim yaşamım. Hiçbir zaman siyaset yapmak için özel bir çabam olmadı. Ben seçmedim siyaseti, içine doğdum ve böyle yaşamaktan çok mutluyum.


Anlamaya çalışıyorum: Aynı sizin gibi düşünüp tavır alan değerli akademisyenlerimizin sanat bilgi ve tecrübelerini aktarır eser, öğrenci yetiştirir veya yaparken; sanatın o bitmez tükenmez enerjisi ne yönde ve nasıl harcanıyor? Başarılı senaryo ile ilgili bilgiyi ve yönetmen - senarist düğümünü açmanızı isteriz.


Senaryo bir filmin ceninidir. O olmadan bir filmin gerçekleşmesi mümkün değildir. Mesela Yılmaz Güney bazı filmlerini senaryo yazmadan çekmiş. Ama senaryolarını yaşamından damıttığı için böyle bir yöntem izlemiş. Senaryo kafasındaymış yani. 


Başarılı bir senaryoya gelince, matematiksel bir puzzle gibi düşünün senaryoyu. Gereksiz tek bir kelime bile senaryoda sırıtır ama gerekli her görsel anlatım senaryonun olmazsa olmazıdır. Geliştirilmiş insan matematiğidir senaryo.


Türkiye'de karşılığı en az olan alan seneryo ne yazık ki. O yüzden başarılı senarist neredeyse yok! 


Tam burada, ezberler konusuna gelmek isterim: Bilinen, öğretilen veya standart senaryo kalıpları nasıl değişip ilerletilir, tabi önce senaristin güçlendirilmesi gerekiyor kanımca?


Elbette. Yeşilçam’dan kalma bir senaryo kalıbımız var; sayfa ikiye bölünür, bir tarafta diyaloglar, diğer tarafta aksiyon ve atmosfer. Bu hâlâ sinemada kullanılan ana akım senaryo yazım tarzı. Bir de Sovyetler'de ve Hollywood’da kullanılan doğruya daha yakın senaryo formatı var, öykü senaryo. O tarzın da zamanla ilgili sorunları var. Halen geniş ve geçmiş zamanda yazılan senaryolar o kadar çok ki. Gerçek senaryo zamanı şimdiki zaman benim fikrime göre. Bir de dramaturji ve konsept problemimiz var. Çoğu senaryolarımız ya uyarlama, ya devşirme ya da çalıntı. Orijinal senaryo çok az.


Üç proje var. 


İlki üç adet çekmek istediğim (ikisinin senaryosu neredeyse bitmiş) film projem var. 


İkincisi ÇERÇİ İsimli gezici yazlık sinema, interaktif sokak tiyatrosu, köy hekimliği, veterinerlik ve ziraat hizmeti içeren daha çok köylerde ve kıyı varoşlarda uygulanması amaçlanan gezici bir proje. 


Üçüncüsü çocuk oyunları festivali; unutulan çocuk oyunlarını geniş bir açık alanda uygulanabilecek, her sene festival şeklinde yinelenebilecek unutulan sokak oyunlarının en ilgi çeken yirmi tanesini seçerek oyun koçları ve pedagoglar eşliğinde düzenlenmiş parkurlarda hayata geçirmek. 


Bu üç projenin de bir yapım maliyeti var. Bütçe bulunabilirse hayata geçirmek için hiç bir engel kalmaz. Bunun yanında iki alanda da "alternatif akademi ve müze fikri" var. Bu daha bir uzun erimli ve bütçeli projeler. Dönüşüm Akademisi ve Atölyesi için girişim ve yazışmalar başladı diyebilirim.


Şimdilik kısaca söyleyebileceklerim bunlar. Daha detaylı çalışma için ben varım.

ÖZLEM ŞAHİNLER İLE

1040. DİYALOG: TİN & TEN

1994 Edirne doğumluyum. Sanat eğitimim Lüleburgaz T.E.K Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi / Resim Bölümü ile başladı.

2019'da Marmara Üniversitesi G.S.F / Geleneksel Türk Sanatları Lisans programını tamamladım. Lisans boyunca heykel bölümünden de dersler alarak yoğunlaştığım ilgi alanlarını genişlettim. 

Eylül 2014 / Ocak 2016 tarihleri arasında ''Yerden Yüksek'' adındaki grupla çocuk, oyun, sanat ve mimarlık üzerine atölyeler gerçekleştirdik. Temel sanat derslerinde sorgulanan ''sanat, saflık ve içtenlik '' gibi kavramları, asıl kaynağı olan çocuklar ile birlikte süreç odaklı atölyelerle deneyimleyerek sergiler düzenledik. 15 Haziran / 1 Temmuz 2015 tarihleri arasında farklı kültür ve coğrafyadaki çocuklarla Türkiye'nin farklı bölgelerindeki on bir ilinde ’’Domino Turu'' adı altında atölyeler düzenledik. Ocak 2015'de Uljin / Karadağ'da çocuklar ile birlikte rüyaların katmanları üzerine ''Sessizlikte Kaybolma’’ adı altında atölye çalışmaları düzenledik. 

Aldığım disiplinler arası eğitim ve deneysel uygulama süreci doğrultusunda ürettiğim yapıtlar, 2019 Mamut Art Project kapsamında ''Tin ve Ten'' adını verdiğim bir seri ile sergilendi. Serinin bir parçası Mustafa Taviloğlu Koleksiyonu'na eklendi. 

‘’Tin ve Ten‘’ olarak adlandırdığım dizide, insan bedeninin varlığı ve ruhsallığı üzerine düşündürtmeyi amaçladım. İnsan bedenindeki kıl ve koyunda bulunan yün elyafı... Biri insan diğeri ise koyun. Fiziken değişik yapıda olsalar da kimyalarında birbiriyle aynı özü taşımaktalar. İki farklı gibi gözüken ama aynı kimyada olan bu parçalar, algı dünyamda oluşturduğum görsel ve duyusal bedenle de bağlantı kurmama olanak sağlardı. Duyusal ve görsel kurduğum bu bedende, ‘’tin ve ten’’i, yani gözüken ve gözükmeyen arasındaki bağı oluşturdum zamanla. Bu noktada tenin işlevi kadar gözün işlevi de çok önemli benim için. Dışarısı ve içerisi ile bağlantı kuran göz, izleyici ve izlediklerini sindiren bir aracı olarak tin ve ten arasındaki bağı sağlamlaştıran bir etmendi çünkü. Göz ve ten , içerisi ve dışarısı arasında bir perde, bazen de gördüklerini sindirerek tinselliğimizi yansıtmada bir aracı, çevresiyle kurduğu iletişimde ise bir süzgeç olduğunu düşünmekteyim. 

Şu an dokuma ve keçe üzerine deneme ve çalışmalar yapmaktayım. Yaratım sürecim, temel olarak ‘’sezgi ve sinkronite’’ kavramları etrafında şekillenmekte. 

‘’Sikronistik" ten kast edilen, Carl Jung'un da bahsettiği gibi ‘’yaşamımızdaki bazı tesadüflerin anlamı olduğu’’. Jung, buna kısaca ’’anlamlı tesadüfler’’ der. Sinkronite, olguların rastlaşmasını şanstan daha fazla bir şeyin anlamı olarak ele alır. Bu durum öznel yani psişik durumların arasındaki özel bir karşılıklı bağımlılığın olduğunu kabul etmektedir. Sinkronisitenin tek ölçütü, gözlemcinin kanısından geçer. Gözlemcinin ve çevrenin etkileşimiyle dönüşen bu güçler yapıtların var oluşunu yani diri tinini oluşturur. 

İçimdeki ruhsal ve düşünsel gerilimi, üç boyutlu ve doğrudan fiziki ilişki kurabileceğim malzemelerle yansıtmak bana her zaman daha cazip gelmekte. Ürettiğim yapıtların hikayelerinde, dilimle ve görüntümle fark edilmesini istemeyip örttüğüm uyumsuzluğun, kaygının ve korkunun yansımalarını görmekteyim. Bunu, çok sonraları yaptığım üretimlere bakıp üzerinde düşünürken fark ettim. Dilimiz ve zihnimiz biz farkında olmasak da kendini korumak istiyor ve bazı şeyleri dışa vuramıyor. Fakat yaptığımız üretimle o kapalılık ve aldatma yok oluveriyor. Bilinçaltımız sansürsüz bir şekilde hissettiriyor kendini çünkü. Belki fark edemediğimiz ama yansıttığımız birçok his var bu şekilde…


TAMER ERSOY İLE

1037. DİYALOG: HEYKEL EV, ATÖLYE VEYA MÜZE PROJESİ

Çalışıyordum  şu an. Ben resim heykel hocasıyım.  Yaklaşık 23 yıldır DEU' da hocayım. Daha sonra hocam beni Torbalı MYO'  na sürdü ama bana iyilik yapmış meğer. Yirmi yıldır bu okulda Temel Sanat Eğitimi derslerenine  katılıyorum. Geçen seneye kadar yaklaşık on yıl boyunca Buca Eğitim Fak. Resim Bölümü'nde Anasanat Resim ve Heykel atölyelerinde derslere girdim. 

Wunsiedel bizim  kardeş okulumuzun bulundugu şehir Almanya' da. Yaklaşık 6-7 senedir  bu okulla ögrenci değişim programı yapıyoruz. Bir haftalık taş yontu kurslarına katılıyor ögrencilerimiz.  Ben de başlarında gidiyorum. Şuan İzmir'deyim. 

Hocayla  3 yıl kadar çalıştım. Ben gelenekselciydim. O daha modern  çalışmalar yapma yanlısıydı. Anlaşamadık. Ögretmenlikten üniversiteye geçmiştim  sonra Torbalı MYO' yla yolumuz KESİŞTİ. Burada mutluyum, 20 yıldır. 

Bu aralar kumtaşı oyuyorum. Almanya' da ciddi kumtaşı heykel kültürü var. Oradaki kiliseler veya eski binaların hepsi kumtaşından yapılmış. Almanya serüveninden sonra kumtaşı bende cazip bir malzemeye dönüştü. 

Heykelde,  geleneksel olanı öğrenmeden  çağdaş olanı yapmak, akademik olarak çok anlamlı değildir, bizim açımızdan. Türkiye'de haddinden fazla çağdaş sanatçı var zaten! Ben de bu durumu kolaycılık olarak gördüm hep, uzun zaman uzak durdum.

Çağdaş sanatçıları biz neden göremiyoruz veya uluslararası tanınmış kaçı var?

Ben başkaları açısından  pek konuşmayı sevmiyorum. Türkiye geneli için pek bir şey söyleyemeyeceğim. Kişisel olarak gördüğüm "bu işin  cılkının çıktıgı" ama akademik sanatın "tırnak içinde geleneksel olanın" yeterince hakkının verilmediğini görüyorum. Türkiye' deki  park ve bahçelerdeki heykellerin akademik kalitesine bakarak anlayabilirsiniz. Bunu sıradan bir vatandaş bile görebilir. Benim de şahsi tavrım  "eğer herkes aynı yöne yöneliyorsa bu durumda bi terslik olduğu yönünde". En azından bir üniversite hocasının akademik tarafının güçlü olması taraftarıyım. Bu demek değil ki  "hiç çağdaş işlerim yok, yada yapmıyorum" elbette benim de soyut - çagdaş işerim var ama her zaman bir tarafım sürekli akademik olanı bırakmama arzusunda.

Şimdi bir başka sorunla karşı karşıyayız, aynı zamanda muhalif bir akademisyemizle de diyalogdayız. Siyasete bulaşma konusu sordum: "Siyaset hayatın kendisi, hayata bulaşmamak mümkün mü? Sanat çatışmadan beslenir, çatışma eylem demektir. Eylem de dramaturjinin kendisidir. Gel de bulaşma hadi.?" dedi. Bu durumda nasıl sanat yapılır?

Ben  kendi adıma sanatla siyaseti bir arada kullanmadım.  Bana çekici gelmiyor sanatla siyaset… 

Ben daha çok anlatım dili yakalama  peşindeyim bir sanatçı olarak yani herkes bir elma resmi yapabilir  ama benim açımdan önemli olan o elmayı ben nasıl resmediyorum "nekadar benim elmam" oldugu önemli. VanGogh'un resimlerinin nasıl dünyada eşi benzeri  yoksa benim de resimlerimde ve heykellerimde aradığım şey öncelikle "çok özgün bir anlatım dili yakalayabilmektir".

Ben hem resim hem  heykel yapıyorum. Resimle heykelin  malzemesi ve anlatım dilleri farklıdır. Heykelde malzemeyle düşünüyorsunuz; resimde renk, çizgi,  ritm, ışık, gölge... Dolayısıyle ikisi için ayrı ayrı bir mantıkla yaklaşmak gerekiyor. Resim açısından bir kaç kelimeyle ne yapmak isityorum  diye sorarsanız, çok özetle "geleneksel olanla çağdaş olanı, hacimle yüzeyseli bir renkçi anlatım diliyle bir araya getirmeye çalışıyorum". Özellikle  kalıplaşmış formlarım yok! Bir natürmortla başlayıp arka fonda çağdaş bir dille resmi tamamlayabiliyorum bazen. Bazen de bir portreyle başlayıp başka serüvenlerle  tamamlayabiliyorum resmi. Bence bir ressam her şeyin resmini yapabilir. Önemli olan neyin resminin yapıldığı değil nasıl yapıldığı, nasıl ifade edildiği. Benim için en önemli olan şey bu olmuştur. 

Heykel açısından ne söyleyebilirim  diye düşünüyorum. Heykel hayatboyu öğrenilen bir sanattır,  bir açıdan. Heykelde izlediğim bir yol; bir yandan sürekli öğrenmeye, akademik olarak kendimi  geliştirmeye çalışıyorum. Nedir bu? Figür olarak heykeli öğrenmek çok uzun zaman alan bir eğitim.  Fiğür dilini geliştirmeye çalışıyorum kendimce. Diğer taraftan bir takım soyut form denemeleri yapıyorum. Çalıstıgım okul  Doğal Yapı Taşları Bölümü oldugu için elimizde her cins, tip ve boyutta taşlar var. Bir yandan taşı tanımak, onun biçimlendirilebilme,   şekilleri ve neler yapılabileceği üzerine çalışıyorum.

Şu şıralar  küp blokları  bir lego mantığıyla  değişik amorf formlar şeklinde yontarak   bir "lego heykel serisi" yapmaya başladım.  Bu heykeller 3 yada 10 - 15 parçadan oluşabiliyor. "Lego heykellerin" geleneksel  heykelden bir farkı, seyirciyi içerisine dahil etmesi. Özellikle çocuklar bu lego heykellerle oynama, onların yerlerini değiştirip yeni varyasyonlar yapmaya bayılıyorlar. İnsanlar bu heykelleri görünce onlarla oynama isteği duyuyorlar. Oysa diğer  geleneksel heykellerde seyirci pasif bir durumda sadece seyredip bir iki dakika zaman harcayıp geçiyor.

Anıtlaşan sanat eserleri örneği ile devam edersek, önünden geçen herkesin azçok anlayacağı hatta kendi bilgilerinde olanı hatırlayacakları kalıcı eserlerden hareketle, bir de gelecekte olabileceği tahmin edilen dünya, yaşam, değerler tercih edilirken içsellik, içten gelen, duyumsanan nasıl yerli yerine yerleştirilir, tercihler nasıl yönleniyor?

Benim bu lego serim aslında uzun soluklu bir proje. Asıl yapmak istediğim şey bu lego  prototip formlardan bir ev yapmak. Böylece kendisi heykel olan bir ev yapmayı düşünüyorum. Heykel özellikle Türkiye'de çok alınıp satılan bir  öge değil. Benim de bir sanatçı olarak bu heykellerin uzun vadede korunması ve işlevssel bir fonksiyonu olması acısından yapmak istediğim şey  bir "Heykel Ev yada Atölye" Projesi. 

Benim  yapmak istediğim her sanatçının   bu dünyadan göçtükten sonra eserlerinin güvenle sergilenebilecegi   bir mekana kavuşması. Burasının herkesce ziyaret edilmesi, korunması, sonraki nesillere kalmasıdır. Kendi adıma yapmak istediğim şeyde  "ev atölye -müze" düşünce ama bu mekan aynı zamanda heykelle, sanatla uğraşmak isteyen insanların da bir buluşma noktası olabilmesi açısından önemli. Elimde şu an  100 -150 parça yontularak yapılmış taş heykel -rölyefler var. Böyle bir mekan yapacağım. Türkiye'de ilk olacak. Belki de aynı zamanda hem sergi salonu, hem atölye, hem turistik bir mekan… Mimari açıdan da ilginç bir örnek olacak,  şahsım adına. Umarım yapabilirim. 

Katkılarınız için teşekkür eder, başarı dilerim. 

SÜRDÜRMEK DİLEĞİYLE

İyi günler, görüşmek üzere…

ŞEFKAT İŞLEGEN İLE

1041. DİYALOG: ÖZGÜVEN, TECRÜBE, DIŞAVURUM, AŞIRI ÇABA, İNAT

Sefkat İşlegen Izmir doğumludur ve Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Enstitüsü Grafik Bölümü'nden mezun olan   Sanatçının Yağlıboya, akrilik, monoprint ve linol çalışmaları ağırlıkta olan İşlegen, özellikle baskı çalışmalarında metal ve linol kullanmayı tercih etmektedir. Bugüne kadar 35 kişisel sergi açan İşlegen'in eserleri, birçok yerli ve uluslararası özel koleksiyonlarda bulunmaktadır ve tüm dünyada pek çok ülkede müzeler, galeriler ve sanat festivallerinde sergilenmiştir.

Uluslararası kişisel sergiler:

2017 RİGA Dome art gallery LETONYA

2017 OSTEN Bienalle  SKOPIE 

2016 BOSTON Turkısh Festıval USA

2016 C.A.M  MUSEUM Napoli İTALY

2016 Roma Yunus Emre culturel centre ITALY

2016 Bologna Art Expo İTALY

2014 JAIPUR ART FESTIVAL   Jaıpur INDIA

2014 Daira Gallery - Hyderabad, INDİA

2014 Loft Gallery - Mumbai, INDIA

2012 Nahcevan Painters Art Gallery - Azerbaijan

2012 Erlin Gallery - Budapest, Hungary

2011 Quendra Art Gallery - Pristina, Kosova

2011 Autumn saloon Art Gallery - Gjilan, Kosova

2011 Turkish Embassy - Washington, USA

2011 International Art Expo - Washington, USA

2010 International Art Bienal - Beijing, CHİNA

2010 Magrie Art Festival - Toulouse, FRANCE 

2010 Turkish Consulate General  New York, USA

2009 World Art Foundation - LA, USA

2009 Manhattan Fashion Show - NY, USA

2009 Broadway Gallery - NY, USA

2007 Scope Art Fair - Miami, USA

2007 Turkish Consulate General- New York, USA

2005 Turkish Embassy - Tokio, JAPAN

2004 Turkish Embassy - Stockholm, SWEDEN

2004 Gallery Riddaren - Stockholm, SWEDEN

2002 Caterina de Medic  Contest - Florence, ITALY 

2001 Gent Community Exhibition Hall - BELGİUM

2001 Is Bank Art Gallery - Köln, GERMANY

1999 Turkish Research Center - Essen, GERMANY

1999 Community Gallery - Bremen, GERMANY

1998 Elele Gallery

Sizce sanat nedir ve gücünü nereden alıyor?

Sanatın sanat olabılmesı için daha önce hiç yapılmamış,  denenmemiş olması gerekir. Gücünü duygular, yaşanmışlıklar ve yetenekten alır.

Sanat tecrübenize dayanarak, insan duygu ve bedenini anlayıp anlamlandırırken sanattan nasıl yararlanıyorsunuz?

Öncelikle hissetmek. Aynı şeyleri paylaşmak. Bu  yolu izleyerek teknik ve beceri ile sonuç ortaya çıkıyor. Ben her yaşadığım an resim yapıyorum. Resim yapmaya oturduğumda o zaten sonuçlanmış oluyor.

-Örneğin hiçbir sanat bilgisi olmayan ama özel bazı duyguların varlığını hisseden bir insana; yaşadığının değerli olduğunu, o duyguyu yitirmemesi gerektiğini hatta mümkünse bir şekilde kayıt altına almasının çok önemli olduğunu nasıl anlatabiliriz?

Öncelikle özgüveni olup kendine inanması gerekir. Bu kişilik yapısıyla ilgili olduğu gibi yeteneğini dışavurabilme ortamının yaratılmasıyla da ilgilidir. 

Burada gerçekleştirdiğimiz pekçok diyalogda "yaşamak nedir" sorusunu sorduğumuzda kendi yaşadığının farkında olmayan pekçok insanımızla da karşılaştık malesef. Bahsini ettiğiniz özgüven eksikliği veya meşguliyet kaynaklı sorunlar yaşıyoruz. Sanat insanı nasıl diriliyor, diri tutuyor?

Sanat bir yaşam biçimidir sözünü birçok kez duymuşuzdur fakat gerçekte de sanatın hayatımıza girdiğini hissettiğimiz andan itibaren biz de farkında olmadan değişiriz. Bu kararlarımızı, kelimelerimizi etkiler ve içimize süzülür. Biz ona zaten mani olamayız. Bunu hissettiğimiz anda ise zaten o yaşamımıza hakim olmuştur. Benım için de böyle olmuştu…

Sanatçıyı böylesine etkileyip değiştirebilen sanat, insan olmamız hasebiyle de tüm insanlığı da değiştirebilir diyoruz. Bir başka ciddi tespit, mevcut dünyadan hiç kimsenin memnun olmaması. Sanatın önündeki engeller nasıl kaldırılır?

İnsanlık var olduğu sürece her konuda olduguy gibi bu engeller de olacaktır ancak bunu azaltmamız mümkün olursa ne mutlu. Bunun başında da inanmak ve bu yolda yürümek duruyor. Desteğimiz birey olarak az da olsa günün birinde mutlaka farkedilecek ve katkımız olduğu meydana çıkacaktır.

Yurtdışı sergilerime öncelik tanımaya çalışıyorum çünkü ülkemi sanatçı olarak görünümüm, yaptığım röportajlar ve sunumlarımla temsil etmem çok önemli. Son olarak Ankara'da sanat fuarında da sunduğum "Sanatta Özgurluk ve Kadının Sanattaki Yerini" hazırladım, görsel olarak da anlatmaya çalışıyorum. 

Yurtdışının standartları, sanatınızın ve tekniğinizin yeterliliğine göre seçiyorlar. Benım tekniğim az uygulanır ve zor olduğu için gösterilmek istendi. Geçen yıl Boston Masachuses Üniversıtesi'nde masterclass öğrencilerine dersler vermiştim, bölüm dekanının daveti üzerine. 

Geçilmesi zor gibi görünen veya duran uluslararası sanat camiaları ile ilişkilerimiz genel olarak sizce nasıldır, yeterince başarı gösterebiliyor muyuz?

Maalesef, çok yeterlı değil. Ben 42 yıldır sanatın içindeyim. Kişisel olarak aşırı çaba ve inat göstererek bu düzeye gelebildim. 

Katkılarınız için teşekkür eder, başarılarınızın devamını dilerim.

Saygılarımızla

SÜRDÜRMEK DİLEĞİYLE

Çok teşekkür ederim, sanat ve kendi adıma.

1070. DİYALOG: NELERLE UĞRAŞIYORUZ

Günaydın

Günün Sorusu: Çin bugün yapay güneşini başarıyla hayata geçirirken biz nelerle uğraşıyoruz sorusunun yanıtı sizde nedir?

Xinhua ajansının haberine göre, Çin Ulusal Nükleer Kurumu (CNNC), Çin'in en büyük ve en gelişmiş nükleer füzyon deneysel araştırma cihazı HL-2M Tokamak'ın, hidrojen ve ağır hidrojen gazlarını kullanarak Güneş'te meydana gelen doğal tepkimelerin benzerlerini elde etmek için tasarlandığını açıkladı. 

Bilim insanlarının güçlü bir temiz enerji kaynağının kilidini açma potansiyeline sahip olduğunu ümit ettiği HL-2M Tokamak'ın başarıyla çalıştırıldığı belirtildi.

People's Daily gazetesi de Siçuan bölgesinde bulunan HL-2M Tokamak'ın sıcak plazmayı füzyonlamak için güçlü manyetik alan kullandığını ve 150 milyon derecenin üzerinde sıcaklığa ulaşabildiğini yazdı.

ALİ FİDAN:

Muhtemelen epey can sıkıcı şeylerdir, Katar'lılara daha fazla mal ve hizmet satıp eğitim harcamalarının %80'ini İmam Hatiplere harcamak gibi -

:) Çıkmaz Sokak nedir?

Kendi çapımızda müzik yaptığımız gruba o ismi vermiştik, sonra değiştirmedik kaldı öyle

Kendi çapımızda vurgusuna neden gerek duydunuz?

Bir adet yayınlanmamış beste var, demosunu kaydettiğimiz. Onun dışında yıllarca hep cover yaptık, bu yüzden belirtmek istedim. 

Yıllarca deyince uzun zaman ayırdığınız anlaşılıyor. Sanatın sizin yaşamınıza katkıları nelerdir? (Nerden nereye geldik değil mi

:) 

Müzik benim için hiç bir zaman 'hobi' olmadı. Her zaman en çok keyif aldığım kavram oldu. Müzik üretmek de (cover dahi olsa) en büyük motivasyon kaynaklarımdan biridir. 

Bu performans da güzelmiş. Komşular rahatsız olmuyor mu?

PERFORMANS

Teşekkür ederim. Komşuları rahatsız etme sınırının tam eşiğindeki desibel ?

Gürültü ile müziğin farkları nelerdir?

Oldukça göreceli, epey geniş bi kavram açıkçası. Bir konservatuvar hocası muhtemelen bunu 'herhangi bir müzikal dize/skala içine oturan frekanslar müziktir' gibi yanıtladı. İnsana belli bir duygu hissettiren, çağrışımlar yaptıran melodi bana göre müziktir. 

Çukur dizisini izliyor musunuz?

Hayır. 

Sevdiğiniz filmler hangileri, sinema ile aranız nasıl?

Sinemadan çok hoşlanırım. 

Büyülü bir şey, insanı içine çekiyor. 

Kült sayılan hemen hemen bütün filmleri izlemişimdir. Türk yapımı filmlerde genellikle Zeki Demirkubuz severim.

Dün bir film girdi Mank, Citizen Kane kültünün yapım aşamasını anlatmış GaryOldman, izlediniz mi?

Sanırım bunu Facebook'ta birkaç kişinin paylaşımından görmüştüm. 

Şimdiden Oscar'a aday deniyor, SB

Ben öğle saatlerinde tekrar döneceğim, döndüğümde müsait olursanız sohbete devam edelim

Ok. Görüşmek üzere. 

Görüşmek üzere. 

GEZEN BİLİR

GEZGİN

Bize zerre faydası olmayacak, boş tartışmalar maalesef! Biz boş boş tartışırken atı alan Üsküdar'ı geçiyor, haberimiz yok. Sürü psikolojisi. Birleşmek lazım. Bağımsız, menfaat gözetmeksizin çalışacak sivil toplum örgütleri. Emek, cesaret…

Gezip gördüğünüz yerleri anlatmak ister misiniz, en etkilendiğiniz yerler nerelerdi?

Anlatırım elbette ama benden çok daha güzel anlatanlar var. Boşuna geliyor. 

Fakir olsalar da insan öncelikli bir yönetim olan, doğaya ve tarihe önem veren doğu bloğu ülkeler en çok etkilendiğim yerlerden. Portekiz, İspanya, İtalya inanılmaz turistik güzelliklere sahip. Mısır neredeyse tarihin başlangıcı. Uzak Doğu, çok ilginç bir kültür ve inanılmaz eğlenceli. ABD' da ne ararsan var, her eyalet sanki ayrı bir devlet vs. Ben her yeri bir başka seviyorum.

Sizce iyi bir gezi planı nasıl yapılmalıdır?

Ben en çok plan yapmadan yaptığım gezilerden zevk aldım, harika keşiflerim oldu ama yalnız değilseniz ve zamanınız kısıtlı ise mutlaka iyi bir plan gerekir. Bol araştırmak ve GEZGİN'lerden tavsiye almak iyi bir planın olmazsa olmazı.

Kültür Sanat gezileri desem nasıl bir sıralama yaparsınız, ölmeden görülmesi ve orada yaşanması gereken yerler nerelerdir?

İtalya, Mısır, Moskova, Fransa, İran, Brezilya, Ukrayna ilk aklıma gelenler. 

NEŞE ÜNLÜ

NEŞELİ MASALCI

Sıraya geçip kobay olmak için sabırsızlanıyoruz...

Günaydın!  

Sanat hayatımızın güzel bir tonu. Sinema, tiyatro, şiir, müzik... nese. unlu instgram adresim. Sorunuzun cevabı olacaktır. Facebook sayfamda da bir kaç tane çalışmam var. Şiir seslendiriyorum. İyi bir izleyici olmaya çalışıyorum. Çocuklara masal anlatıyorum. Seslendiriyorum…

Neşeli Masalcı ne demek?

Çocuklara neşeli masallar anlatıyorum. Adım Neşe. Hayata neşeli bakıyorum. Yaşamsever, çocuksever, doğasever, insansever, hayvansever. Bu durumda Neşeli Masalcı oluyor muyum?

MÜ'MİNLER LİNÇEDER DİYE İSMİNİ VERMEK İSTEMEYEN BİR KATILIMCI

MÜ' MİNLERİN AKILKÖRLÜĞÜ 

Bir kaç yıl önce bir karikatür görmüştüm: Savaş yıkıntıları arasında baba ve küçük kızı. Kız soruyordu babasına, "baba barış, kardeşlik, özgürlük ne demek" diye. "Kızım, biz müslümanız ne bilelim bunları" diyordu  

Tek seferde yanıtlarsanız sevinirim! Mü'minler neden geri kaldı?  

Nihat Nakitoğlu' na her yıl aynı soruları sorarız, öğrenemedik 1500 yıldır, neyin orucu bozduğunu! Akılları emanettir. Kendileri kullanmamıştır. Kullanılmayan şeyde körelir. Akılsal körlük var mümünlerde. 

Mü'minlerin Akılkörlüğü' nü yazalım.

İnternet sitemizde yayınlıyoruz

Ne düşünüyorsam okuduklarımdan, yaşayarak gördüklerimden sentezlerimdir. 

Müminler 1400 yıldır düşünmediler, akla yabancılaştılar hatta bir sözümüz var "ayağını sıcak tut, başını serin, kendine bir iş bul düşünme derin" diye. Düşünmeyi bir çeşit kafir icadı gibi gördüler. Okumadan inadılar kitaplarına. Okumaya ihtiyaç duymadılar bile. Okuyanlarda önkabulleri yüzünden ne olduğunu içindekileri hiç anlamaya çalışmadan "rabbimiz ne güzel buyurmuş" dediler. 

Kitaplarında sıklıkla "akletmiyor musunuz" derken nasıl bir kandırmaca kurmuş olabilirler?

Orada akletmiyor musunuz sözü aslında bir kalıp, sadece benim dediklerime iman edin diyor, aklınızı kendiniz kullanın denilmiyor. Hani başka bir ayette "böyle sorular sormayın" da deniliyor hoşuna gitmeyen sorular olunca. "Sizden öncekiler de böyle sorular sordular onları helak ettim" diyor. Gazali var akıl düşmanı, felsefeyle bilimle uğraşanları mürtetlikle suçlayıp katli vaciptir diyor. Ölüleri bile, müslüman mezarlığındaysa çıkarılmalıdır diye fetva veriyor. Müslüman toplumarında bir korku rüzgarı esiyor. insanlar korkuyor. Sanırım, 5 yıl kadar önceydi kabe imamı "dinden dönenleri öldürmeseydik günümüzde hiç müslüman kalmazdı" demişti.

"Ben olmasaydım alemler yaratılmazdı. Bana inanın. İnanmayanları da ya inandırın yada öldürün" diyen bir kişi normal mi sizce?

Günümüzde yaşasaydı Amerika'da bile hapsedilirdi. 43 milyar ışık yılı çapında evren yaratan bir güç varsa  bizim Samanyolu galaksimiz bile evrenle kıyaslandığında şikesiz maça namuslu haken yönetiminde çıkan Fenerli futbolcudan bile daha önemsizken dünyamızı düşünün yani  

Burada yarattığı (!) bir milyar tür içinde  bir türün bir ferdi için mi yaratmış bir trilyon galaksiyi ve sayısız yıldızı ve bu türün dişisinin saçını, tuvalete hangi ayakla gireceğimiz önemsemiş? İşte bunlara inanan insanlar aklını kullanıyor olabilir mi sizce? Kullanılmayan organlarımız köreliyor denilir ya kullanılmayan yetilerimizde köreliyor. Bu yüzden mü'minlerde akıl körlüğü var denebilir.

Genel olarak dinlerin özelde ise din adamlarının kadın düşmanlığının sebepleri nelerdir, bir de "cennet anaların ayaklarının altında" filan derler?

Onu diyen yada dediği söylenilenin kaç kadınla evlendiği, nikahlı ya da nikahsız ilişkiler toplamına bakmak gerek. Hadisler tartışılmalı ayrı ama Nur/ 33' e bakarsak kadınlara ne kadar önem verdiklerini görürüz. Ayetin muhatabı peygamber ve arkadaşlardır yani sahabeler. Genel olarak Kuran felsefesine göre öyle olmalı çünkü hep öyle derler 23 yılda indi ki bir olay - yapılan yanlışı düzeltsinler diye.

Sadece İslam değil Budizm dahil tüm dinlerde kadına karşı özel bir baskı olmasının sebepleri nelerdir?

Erkeklerin kendilerine olan güvensizliğinin başkalaşımı olabilir ama insan tür olarak böyledir, dünyaya kadınlar egemen olsa sadece tersine dönerdi kurallar belkide.

Kadın neden Tarih boyu bu zorbalıkla başedemedi?

Doğada savaşım önünde sonunda fiziksel güçlerin savaşına dönüyor. Kadın erkekle kıyaslandığında kas gücü açısından zayıftır. Bu yüzden olmalı, o da erkeği kontrol etmek için çeşitli entrikalar geliştiriyor işte… 

Siz geleceği nasıl görüyorsunuz, örneğin kız çocuk veya torunlarınızın mutlaka bilmesi gereken şeyler nelerdir?

Geleceği görebilirmiyiz ki ama yine de yaşıyoruz işte. Dünyanın sorunlarını  ayrı tutarsak ülkemizde durum felaket. Üretemiyoruz. Üretmeden tüketen toplumların sonunu Osmanlı'dan biliyoruz. Önceleri sattılar bir şeyleri ama satacak şeyler tükenir. Üretmiyorsanız ve dostlarınız sizden alacakları bir şey kalmayınca  gülerken gösterdikleri dişlerini sizi yemek için gösterirler. Duyuni Umumiler artık uluslararası tahkim adıyla iş görüyorlar. Kendi içimizdekilerin cehaleti ve hiç bir konuda hiçbir şey bilmeyenlerin çoğunlukta olduklarını farketmeleriyle kazandıkları özgüven bilenlerin suskunluğu,  bizim felaketmiz olacak gibi görünüyor bakalım. Bilinçli olarak değiştirilen demografik yapımız da tüy dikiyor tabi ki.

Bu toplumu düzeltmek olanaklı mıdır bilemem ama kızlar kendilerini kurtarmanın yolunu bulmalılar. Yurt dışında bir ülkede yaşayacak bilgi, beceri ve erdemler kazanmalılar. Koca bulmaya harcadıkları zamanı kendilerini geliştirmeye harcamalılar ve örgütlenebilmeliler ama baskıcı rejimlerde hukuk kuralları kağıt üzerinde kaldığından örgütsel mücadelenin ancak bir yere kadar olduğunuda unutmamalılar.

Birey olarak bir kız çocuğu doğumundan kendini farkettiği ana geçen süreden sonra sürecini kendi eline alabilmesi için olmazsa olmaz, onu yaşam boyu diri, canlı, güçlü kılacak ve sapasağlam yaşamasını sağlayacak şey nedir?

Güzel bir soru ama doğru bir cevabı var mı bilemiyorum çünkü toplumu yenemezsiniz. Hypatia' yı linç ettiler, bilgiliydi güçlüydü ama bu böyledir diye direnmeden teslim olalım anlamı çıkmamalı. Kimseye muhtaç olmamalı. Hem ekonomik açıdan hem de duygusal açıdan birine muhtaçsanız onun baskısına tahammül etmeniz gerekir.

Onun gibi milyonlarcasının tek eksiği kas güçlerinin az olması mı, bugün vücut geliştirme yapsa kadınlar bu ciddi haksızlık son bulacak mı?

O, güç değil ki şişirilmiş kas, bir süre sonra bakın nasıl çöktüklerini görürsünüz.  Kas gücündeki eksikliklerini bilgi ve oyunlarla giderebilmeli yani kas gücüne sahip olanları yönetmeyi bilmeli ki kadın rahat edebilsin.

Dünya varlığının sadece %1'inin kadınlara ait olduğunu biliyor muydunuz, bu senior-junior düzeni nasıl yıkılır, babadan oğula miras hâlâ sürüyor?

Bilmiyordum tabi ki oranı. Batıda sanki daha fazla gibi geliyordu ama Çin ve Hindistan gibi kadınların hala seslerini çıkaramadıkları toplumlar oranı düşürmüş olabilir. Nüfus olarak dünyanın neredeyse yarısını oluşturuyorlardır, bir de müslüman toplumları eklersek. Erkek soyadını taşıyanı kendi soyu sayıyor hala. Kız çocuğudan geleni damadın soyu sayıyor bu anlayış dinler varoldukça yıkılır mı bilemiyorum ama çok zor görünüyor. Atatürk bir 15 yıl daha yaşasaydı ülkemizde bir çok şey kökünden değişmiş olurdu. Daha sonrakiler ya çapsızdı ya da hain.

İSMAİL ERFINDIK

BİR SÜRÜ SORU BİR İRONİ

Aslında bu sorunun çok uzun bir cevabı var, ciltler dolusu kitap olacak cevaplar. Elhamdülillah müslümanız da camilere harcadığımız parayı okul ve eğitim hizmetleri için harcadık mi? Ülkemizde kaç cami ve kaç okul vardır, bunun karşılaştırması yapılmış mıdır? Devleti yönetenler Atatürk zamanı hariç halkın seviyesine göre nasıl bir yaşam sürmüşlerdir? Şimdi yönetenler hangi yaşam seviyesine sahiptir? Öğretmen maaşı ile milletvekili maaşı arasında ne fark vardır? Halk seçtiği vekillerden ne kadar aşağı seviyede yaşar? Asıl olan halk mıdır yoksa vekili midir? 

"Camileri disco yapalım hiç olmazsa eğlensin millet" ironisi yapmıştım, taşa tuttular, "bu adamı Tokat'ta nasıl barındırıyorsunuz" dediler

Ben camilere karşı değilim, aynı hassasiyeti okula eğitime verilmemesine üzülüyorum. Ateist ya da putperest Japonya dünyanın en önde gelen ülkelerinden olacak, benim ülkem bilmem hangi dış finans kaynaklarından borç arayacak! Aklım erdi ereli cari açık var ve gittikçe büyüyor, bir türlü dış ticaret dengesi sağlanamamış. Enerji açığı malûm, bizde güneş ve rüzgar bol, niye petrol ve doğalgaz alıyoruz? Dahi insan gücümüz yurtdışında, onları neden ülkede tutamıyoruz? Dahası var da bu günlük bu kadar yeter selam ve sevgiler.

NewYork'tan bir arkadaş da "coğrafyanın kaderi, biz geçmişi buluyoruz" demiş?

Kader ile ilgisi yok, bütün suç bizde. Önce şöyle, adamakıllı bir özeleştiri yapmalıyız. Neyi yanlış yaptık? Ne yapmalıyız? 

KUZEY VEDAT KORKMAZ

BABAMMIŞ

Günaydın, 

Burada biz eğer ülke olarak biz isek, bize gösterilen koltuğa oturmuş, çeşitli senaryolardan işimize geleni seçmiş, Netflix eşliğinde ucuz bilgilerimizi pazarlıyoruz. 

Ben ise "bakalım kahramanımızı bu bölümde neler bekliyor" 'un heyecanı ile uyanarak yarım kalan bir hikayem var ona devam edeceğim.

Kahramanınızı ne bekliyor?

Buradaki kahraman benim ve eğer sanırım bunu biliyor olsaydım bu kadar heyecanlı olmazdım.

Örneğin dün ne olmuştu, ne bulmuştunuz?

Bu pek günlük bir durum değil, dönemsel diyelim. Bulunanlar da durumlara göre çeşitlilik gösterebiliyor. Maddi yada manevi… Mesela, geçenlerde bir hareket yapmaya çalışırken zorlandım. Düşmekten korkuyordum ama sonra farkettiğim düşmek değil "babammış". Düşersem babam kızar diye yapamıyormuşum. Daha sonra çok kolay oldu. İnanın bunu farketmek büyük bir olay.

İlginç. Günlük bulduklarınızı kaydettiğiniz olur mu, unutmamak amacıyla?

Kaydetmekten ziyade üstüne giderim. Denerim, bir çok kez denerim. Farklı şekillerde denerim. Sonunda unutulmaz olur zaten.

YOUTUBE

Vücuda kaydetmeyi tercih edenlerdensiniz sanırım. Bazısı da sürekli beynine kaydeder bildiğiniz gibi. Sizce neden kaydediyoruz; düzenli, doğru, yararlı kayıt için önerileriniz nelerdir? (Bazen kayıt bolluğundan zihin de tıkanabiliyor)

Sadece zihne kaydedersek tıkanır diye düşünüyorum. Dans hakkında sürekli okuyun, sorun, öğrenin, biriktirin zihninizde ama dans etmiyorsanız bildikleriniz bir hiç. 

Bu müzik içinde böyle, resim için de. Bazı şeyleri refleks haline getirmek gerekiyor. O zaman unutmanızın imkanı yok çünkü sizden bir şey oluyor, zihnimize sıkışmak zorunda kalmıyor, bize katılarak bizi büyütüyor.

SOLTAN SOLTANLI 

Demek böyle: Geleceği kazanmak gerek. Geçmişin kuyruğundan tutmakla bir yere ulaşmak olmaz. 

Mesela, Türk ulusu Türkiye'de ve Azerbaycan'da bin illerdir (yıl) Arapların eteğinden yapışarak geleceğe gitmek istiyor. Ama gelecekte dinin yeri yok, ilmin ve düşüncenin olacak.

Maksad şu olmalı: Geleceği elde etmeli, edinmeli!

Elimizdeki, ayağımızdaki, zihninizdeki, çevremizdeki bu zincirleri, prangaları nasıl kıracağız?

ALİ KÜRKÇÜ

MURATGİLİN DAMI

Günaydın, bu yılın başında sokak mikrofonunda iki kız konuşmuştu: kapalı kız "biz daha Muratgilin damında atlayamadık" dedi. İşin özeti bu. 

Uğraştığımız şeyler boş şeyler. Bir ülkenin kalkınmasının temel taşı üretmekten, ürettiğini satmaktan, geçiyor. Geçmişte Çin' den önce dünya için Türkiye bir Çin'di. Üretim ve işçilik açısından müsait ve ucuz işçilikle... Avrupa' da kalitesiz mal diye Türkiye ürünlerinin rağbet görmediği yıllardan geçti sonra Türkiye malları belli bir kaliteye ulaştı, marka olmaya başladı. Sonra Çin üretim yeri oldu. Biz Türkiye olarak kendimize bakmadık, Çin mallarını eleştirdik, ucuz ve kalitesiz diye. Şimdilerde Çin' de kalitesiz de var çok kaliteli marka ve ürünler de var.  Biz o kalitesiz üretimden kaliteli üretime geçtiğimizde Türkiye' de siyaset değişti, ekonomik altyapı taşları yerinden oynatıldı, üretim ve kalite dediğimiz yerler boşaltıldı, etkisizleştirildi. Üretim yerine laf ve boş siyasi laflar ürettik yani kısacacı "biz murat'gilin damından atlayamadık hatta düştük" ...




Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol