DİYALOG MÜZESİ

ASUMAN ATAKUMAN


 
 

498. DİYALOG: ASUMAN ATAKUMAN İLE

BİLAL MESELESİ


Sınıf öğretmenliğinden geliyorum ve her şeyi Bilal’e anlatma gibi bir alışkanlığım var.


Bilal'den bol bir şey yok. 


Haklısınız.


Kurgunuzu merak ederim. Neyi, nereye koyuyor, nasıl sıralıyorsunuz..?


Son dört yıldır sadece sanat yapıtı okuması yazıyorum. Daha önce kısa öyküler de yazıyordum. Bıraktım sonra onu.


Saman Arabası Tablosu (1) tabi mevcut birikim, üretim, elde var'la izah edilebilirken hayali varlıklardan ziyade zaten var olan insan itiş kakışları resmedilmiş olabilir. Burada ilgi çekici olan; oluşturulan kalıbın kim ve kimler tarafından, nasıl oluşturulduğu! Sizin de tuhafınıza gitmez mi İsrailoğullarının bu kurgularının hangi biçimiyle olursa olsun insanlığa egemen olması..?


İsrailoğullarından çok daha öncesi var bu işin. Avcılık ve toplayıcılıktan çıkıp, ilk yerleşik düzene geçtiğimizde birileri din diye bir fikir atıyor ortaya.


Bütün inanç sistemleri aslında insan  tarafından oluşturuluyor; çok tanrılı dinler, semavi dinler. Ben hepsinin "sermayeyi tek elde tutmak ve yönetmek" adına ortaya atıldığına inanıyorum. Hepsi derken de Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyetin aslında aynı mitoloji olduğunu biliyoruz.


Sermayeyi tek elde tutma genellemesi Bilal için olağan gibi duruyor olsa da, müesses nizama dönüşen işin "kitabını yazma" fikri İsrailoğullarına ait Onca karmaşa içinden bu düzeni nasıl kurup, işletip hatta daha tuhafı "düşman kardeşler" formunda iki daha büyük müesses din nizamının değişmez / değiştirilemez kitaplarına kaynak olmuşlar?


Megaron dediğimiz yığma, tavansız evleri yapan Çatalhöyüklüler, Ellerini toprak boyaya batırıp evlerinin duvarlarına basmışlar. “Burası benim mülküm” anlamında. El koymak deyiminin bile buradan geldiğini ileri sürenler var. 


Daha akıllıca olanlar, doğadan gelen her türlü felaketi tanrıların gazabına bağlayıp, onlar adına haraç toplamaya başlamışlar. Düşünün tekerleğin icadından, jet uçağına geçiş gibi ama jette hala tekerlek var. Din de böyle... 


Bir sonra gelen bir öncekinden bir adım ilerde. Bakıyoruz ki heykellerle, taşla toprakla yönetemiyoruz insanları... Musa görünmeyen bir Tanrıyla korkutmayı denemiş ve bu iş tutmuş. Hala tutuyor. Ne zaman insanlar bu görünmeyen tanrıdan da vazgeçecekler işte o zaman, İsrailoğulları egemenliği biter... 


Yine de Muhammed’in Musa ve İsa’ dan daha kurnaz olduğunu kabul etmek gerek. “Ben son peygamberim” diyerek noktalamayı unutmamış.


İsrailoğulları dininin beş bin yılı atlattığını sanıyorum. İçinden kardeş iki din çıkararak... İsa'nın henüz iki bininci, Muhammet’in bin beş yüzüncü yıllarındayız. Bilemeyiz ki bu dinlerin beş bininci yıllarında hangi aşamaya geleceklerini! 


Üç Kardeşin en özünde bahsettiğiniz İsa'nın dini bütün insanlara mal'etmesi ve Muhammed'in son noktayı koyması doğrularına rağman; bu insanlar ve inananları gerçekten de inanıyorlar bu işe Bir tanrının varolduğuna, onun peygamberlerine ve emirlerine ciddi ciddi inanıyorlar. Ona ulaşmak için çabalıyorlar. Çoğu aklını yitiriyor ama yine de inanmaya devam ediyorlar hatta öyle bir noktaya geliyor ki tüm insanları "inananlar ve inanmayanlar" diye ikiye ayırıyorlar. Daha ileri gidip inanmayanlarla savaşılması gereğini arzuyla istiyorlar. Bütün evrenleri bu kurgu üzerine dönüp duruyor. Şimdi Bilal bunu sorgulamaya zaten kalkamaz fakat soru şu: "Nasıl oldu da bu kadar etkin ve yaygın bir hal aldı, karşıtları neden ciddi bir varlık gösteremediler?"


Çünkü görmediğimizden korkuyoruz. 


İlk cümlelerinizden birinde belirttiğiniz gibi zeka seviyemiz zaten düşük. İnanmanın rahatlatıcı bir yönü var. Ben de inanırdım bir zamanlar. Düşünün, yatarken Kuran’ dan üç sure okuyorsunuz ve ertesi gün uyandığınızda her şeyin yoluna gireceğine inanıp gönül ferahlığıyla uyuyorsunuz. Ne konfor ama. O günlerimi özlemiyorum dersem yalan.  


Yalnız günümüzde durum değişik. Gerçekten inananların inanmayıp da inanır gibi görünenlerin yanında azınlıkta kaldığını görüyorum.


İnanmıyorlar...


Bir Ramazan günü, Emine Hanım Beyaz Saray’ da Michele Obama ile kahvaltı etti. Tamam kadınların oruç tutmayabileceği günleri var ama bizim geleneğimizde o günlerde de saklı gizli yenir öğünler. Benim kırılma noktalarımdan biri o gün oldu. Saçının bir telini göstermiyor ama...


Devlet yöneticilerimizin tamamına yakınının çok iyi bir İmam - Hatip, İlahiyat eğitimi var. Bu eğitimin içinde bu sırra vardılar. “DİN DİYE BİR ŞEY YOK” ama inanır gibi görünmekte büyük fayda var.


Anadolu’da “iti, ite kırdırmak” diye bir deyim vardır bilirsiniz. Şimdi insanları inananlar, inanmayanlar, Aleviler , Sünniler, Şiiler, Türkler, Kürtler diye ayırıp, birbirlerine karşı kışkırtmak, savaştırmak; savaştırırken, silah, uyuşturucu, fuhuş, insan kaçakçılığından da kazanç sağlamak… Yönetenler için iyi bir kazanç kapısı. Diğer yandan toplum olarak her birimizde -var biraz eyyamcılık, umursamazlık, işimize geldiğinde, çıkarcılık riyakarlık. Tembeliz de.


Biz iyi destekliyoruz yani sistemi.


Yine toplumumuz özelinde yaptığınız "kitleleri birbirine düşman etme" özü, görüsüne rağmen bireyin uyanarak hatta silkinerek bu çarkları kabul etmemesi, dağıtması, boşa çıkarması için yapması gerekenler nelerdir, başka kitleler oluşturup yangına körükle gitmek çözüm olabilir mi?


“Başka kitleler oluşturup yangına körükle gitmek” mi? Daha neler...

Tabi ki çözüm yeni kitleler oluşturmak olamaz. Belki kitleleri aralarındaki farklılıklara rağmen birbirini kabul edecek şekilde eğitmek daha doğru olabilir. 


Yere göğe koyamadığımız eşitlik inancı, insanları benzeştirme, birbirinin içinde eritme düşüncesine bırakıyor çoğu zaman yerini. Mesela inanç özgürlüğünü savunulurken, inanmama özgürlüğünün de bunun diğer yarısı olduğu kimsenin aklına gelmiyor. Bireylerin tek tek bir çarkın içinde öğütüldüğünü fark etmesi, bu çarktan kaçmayı istemesi bunun için çözüm üretmesi şart. Ama herkes birilerinin gelip kendini kurtarmasını bekliyor.


Eğitim sistemimiz de maalesef müfredat programları açısından uygun değildi. Şimdi hiç mi hiç değil.


Ezberci, hazırcı bir toplum olduk.


Yarımız, bütün zorlukları Allah’ın izniyle aşma umudunda, diğer yaramız Godoth’ un gelmeyeceğini biliyor.


Bizi kurtaracak tek şey, eğitimlerden, ünvanlardan, makamlardan sıyrılıp, hepimizin sadece insan olduğunu kabullenerek birbirimizi anlamaya çalışmak olabilir. Toplumun katmanları arasında güveni oluşturmak lazım yeniden.


Yalta Konferansı'ndan beri günümüz dünyasını çekip çeviren ve ülkelerin kılcal damarlarına kadar işleyen, ikiye bölünmüş dünya ve o sürtüşmeden çıkacağı düşünülen sinerjinin oldukça fazla acıya sebep olmasına rağmen hâlâ sürmesinin sebebi nedir, alternatif uluslararası hukuk nasıl inşa edilebilir?


Bu konuda çok umutsuzum. İnsanın kişilik yapısıyla ilgili bir umutsuzluk bu. Sadece dini yapının değil, politik yapıların da daima bir kitlenin, başka bir kitleye egemenliği üzerine kurulduğunu düşünüyorum. Her politik sistem kendi egemenini yaratıyor...


Egemen de egemenliğinden asla vazgeçmek istemiyor.


İnsanlığın güzel düşleri var ama hepsi ütopya seviyesinde kalıyor. Alternatif uluslararası hukuk olamaz bence. Sınırlar varsa devletler varsa, görüş ayrılıkları, maddi manevi sömürü mutlaka var. 


Burada şunu göz ardı edemeyiz, dünyadaki kapitalin %90' ı seçkin %10 tarafından yönetiliyorsa. Ne ulusal, ne uluslararası hukuk zaten hiç olmamış demektir.


Miras hukuku, Senior - Junior saltanat düzeni, kadının adının olmaması, iyi ve iyiliğin sürekli istismarı, süregelen kan davaları ve bilinen daha pek çok ciddi sorunla birlikte sanat ne ile meşgul, üzerine hiç alınmaması gereken bütün bu yanlışlıklarla birlikte ne yapıyor, ne yapmak istiyor?


Şurada bir gerçeği belirtmek isterim: Okumayı öğrendiğim günden beri, kese kağıtlarını bile açıp okurdum. Hayatımın büyük bölümünde tek ve en büyük hobim okumaktı. Sadece ilkokul öğretmenliği yapmış, emekli olunca her ilkokul öğretmeni gibi çok şey bilip, hiçbir şeyi iyi bilmeyen biri olmaktan rahatsızlık duyup, bir şeyi iyi bilen biri olmak amacıyla güzel sanatlar resim bölümü okumuş biriyim.


Acı olan şey bu üniversite eğitiminin bana hiç kimsenin hiç bir şeyi çok iyi bilemeyeceğini öğretmiş olması! Yine de çok istediğim bir şeydi, kendimi bir nebze tamamlanmış hissettim. En azından dünyaya bakış açım genişledi.


Sözü şuraya getirmek isterim...

Bütün bu anlattıklarım birer iddia değil kişisel düşüncelerim. Yanılgılara, yanlışlıklara açık olabileceğini okurların da kabul etmesi gerekir...


Miras hukukumuz, kağıt üzerindeki haliyle bence yeterli ve güven verici. En güzel yanı, kadına ve erkeğe eşit haklar tanıması. Benim gibi, şu an 65+ olduğum halde dedelerimin bile Cumhuriyeti tanıyıp özümsediği saygı duyduğu bir aileden de gelince, kişisel sorunlarım olmadı. Genele bakarsak, bu kağıt üzerindeki güzel yasaların Anadolu’da pek de uygulanmadığını görüyoruz, duyuyoruz...


Aile baskısı, mahalle baskısı, din baskısı ortaya çıkıyor ve kadınlar feragat etmek zorunda bırakılıyor. Yani şer’i hükümler hala yürüyor kadının üstüne.


Dediğim gibi görece aydın, cumhuriyeti benimsemiş bir aileden geldiğimiz için o “kadının adı yok” durumunu çok yaşamadım. Kişisel olarak da isyankar biriyimdir. Kendim de hiç inanmadım bir erkeğin benden üstün olacağına. Babam da annem de okumamız, meslek edinmemiz, için çırpındılar hatta benden öyle umutsuzdular ki, resim yapmamdan, şiir yazmamdan korkup, paketleyip yatılıya gönderdiler. “Bari öğretmen” olayım diye... Bu da ruhumda derin yaralar açan bir hikaye, ben adam olacaktım ama meslek seçimi aileye ait...?


Bizim demokratik yapımız da buraya kadar demek. Kadının adı var, seçim babaya ait.

İyilik sürekli ve tek taraflıysa sömürüdür zaten. Birine bir yardımda bulundunuz, durum düzelmedi, bir daha bulundunuz yine düzelmedi. Artık üçüncüde oralı olmamak lazım. O insana yardım edemezsiniz, sizi kendi batağına çekebilir de. Kızlarımı da bu öğretiyle yetiştirdim. İyi niyet başkadır, aptallık başka...


Kan davaları azalmıştır belki biraz. İslam'daki Kısas kavramının bir karşılığı gibi görebilir miyiz bilmiyorum. Filmlerde dizilerde devam ediyor ama canımı en çok yakan çocuk istismarları.


Ailelerin kayıtsızlığı, Sayın Bakanın bile “Bir kereden bir şey olmaz” diyebilmesi. Bazen “daha cehennemin de mi var Allah’ım” noktasına geliyorum.


Sanat konusuna gelince...


Ben galiba biraz tutucuyum. Hem kendi işlerime baktığımda hem de çağdaş sanata baktığımda. Yazdığım yazıda da, yaptığım resimde de adres belli olsun istiyorum.


Soyut sanatı da seviyorum.


Rothko ile ilgili metinden (2) anlamışsınızdır. Sanatın çok çeşitli işlevleri var hepimizin bildiği gibi. Düşündürtmek, sorgulatmak, irkiltmek, tiksindirmek, korkutmak, haz vermek, öğretmek, yeni bakış açıları uyandırmak gibi daha çoğaltılabilir. Örneklerini de devir devir görüyoruz.  Sanatın kaynağı da din. Görsel Sanatlarda kişisel düşüncelerin bir ifade yolu olarak kullanılması anca endüstri devrimi sonrası kişisel servetlerin artışıyla geliyor.


Bir yandan, ülkelerin, kralların, hizmetine yani ideolojilerin hizmetine girmeye başlıyor. İsyankar sanatçılar ortaya çıkmaya başlıyor tek tük. Goya, De Lacroix hatırladıklarım. Mesela 1917' de ressamlara Ekim Devriminin propagandası için baskı yapılıyor, o dönem emeği yücelten, ellerin ve ayakların özellikle büyük yapıldığı anıtsal resimler moda oluyor. Bunların etkilerini bizde Neşet Günal ve öğrencisi Neşe Erdok’ta görürüz.


Başkaldırıp batıya kaçanlar yeni akımlar başlatıp, Avrupa sanatını da çok etkiliyorlar. Sonuçta sanatçının özgür iradesidir bir ideolojinin, inancın hizmetine girip girmemek. Onların da çok güzel eserlerini hayranlıkla izliyoruz. Ama günümüzün "b.." kumu bile satarım düşüncesiyle şımarmış, hakikaten kavanozda pazarlamış sanatçısıyla, buna alıcı olan “sanatsever”i anlamakta zorlanıyorum.


Kendi işlerime gelince...


Zaten plazalarda, beton bloklarda her an işini kaybetme korkusuyla depresif, hayat pahalılığı ile yorgun, asgari ücretin altında çökmüş, trafikten bunalmış insana çözüm üretemeyeceğim sorunlarını bir de ben göstermek istemiyorum. Ben onlara, rüzgarda uçuşan bulutları, gölgeli serin ormanları, köpüklü dalgaları, nazenin kır çiçeklerini anımsatıp ferah bir nefes aldırmak istiyorum.


Son olarak bu ilk bölümümüzü "sanatı yaşamak nedir" sorumuzla tamamlamak istiyorum. Katkılarınız için teşekkür eder, saygılarımızı sunarım.


Sanatı yaşamak insanın doğuştan getirdiği bir ayrıcalıktır. Ayrıksılıktır aynı zamanda. Öğretmenlik gözlemlerinden de biliyorum, sonradan sanata yönelecek çocuklar bir değişiktir daima. Daha duygusaldırlar, incedirler. Aşırı içe dönük, ya da aşırı coşkuludurlar. Belki ben de öyleydim. Kimileri çok okur. Ben de hatırlıyorum, verdiği harçlıkla şeker bisküvi almak yerine her zaman kitap aldığım için dedemin öfkelenip arkamdan takunya fırlattığını... 


Resim yapmak, yazar olmak isterken yirmi yedi yıl öğretmenlik yaptım, birilerinin eşi, annesi, bakıma muhtaç annenin kızı olduğum günlerde de okumayı hiç bırakmadım. İlk fark ettiğim günlerden başlayarak sanat dergilerini takip ettim. O zamanlar Milliyet Sanat, Hürriyet Gösteri vardı. Fotoğraf dergilerini takip ederdim, ama yıllarca iki kuruşu bir araya getirip bir fotoğraf makinası edinemedim. 


Kentimizde açılan her resim sergisine giderdim. Şimdi İstanbul'daki önemli sergileri de izliyorum. Düzenli çalışabilen biri değilim ama yazmaya başlayınca da durduramam kendimi, resim yapmaya başlayınca da. O an yapmıyorsam da kafam hep bunlarla doludur. Elimdeki çay fincanı kesik konidir mesela sapı boyunun üçte ikisi kadardır. Ya da karşısında oturduğum manzara bir ışık, yansıma, açık leke, koyu leke, soğuk ya da sıcak renkler topluluğudur. İnsanları uzun süre dinleyemem. Bazen kafam öyle doludur ki olağanüstü dalgın olurum. 


Asla normal bir durum değil yani sanatla yaşamak. Normalle hiç barışmıyor.


İKİNCİ BÖLÜM 

İNCELEME


Resim okuma, inceleme, analizi yaparken klasik dönemlerin ince zevkleri, mekanlar, yine kurgular, kılık kıyafetler, ışığın kullanımı, malzeme, tarz, hareket ve durağanlığı gibi yüzlerce eleman değerlendirilebilirken çağdaş resim incelemelerinin farkları nelerdir?


Klasik dönemlerin ince zevkleri, mekanlar kurgular kılık kıyafet, ışık gerçekten muhteşemdir çünkü bu resimlerin büyük bölümü zaten zenginliği sergilemek için yapılır. Daha önce de yazdığım gibi, resim ve heykel sanatı, dinin hizmetinden çıkıp sarayların, soyluların ve yeni türemeye başlayan burjuvanın hizmetine girdiğinde, o dönemde henüz bulunmamış ya da yaygın kullanımı olmayan fotoğraf makinasının işini yapmaktaydılar. Şimdi sosyal medyada muhteşem mobilyalarımızı güzel giysilerimizi arabalarımızı ya da beden güzelliğimizi paylaşıp duruyoruz ya, bu hastalığın kökeni o günlerden geliyor.


Geinsbrough resimlerini hatırlayalım...

Muhteşem çayırlarda gösterişli malikaneler, harika giysiler içinde aile üyeleri ve inanılmaz güzellikte köpekler. Paylaşılmayan servet hala servettir ama gösterişi yapılmayan servet servet sayılmaz ne yazık ki.


O zenginliğin içinde, tabi o mekanlar öyle güzel, kurgu mükemmel, mekan içlerinde henüz elektrik olmadığı için mum ışığının büyülü parlaklığı. Ressam da elindeki bütün hüneri gösterip, işini en iyi şekilde yapacak ki, yeni işler alabilsin. Yani başka bir resim türü yok zaten, yoksulun resme bakmaya bile vakti yok. 


O dönemin sanatçısı da usta çırak ilişkisi ile yetiştiği için ve hayatında sadece resim olduğu için çok becerikli olmak zorunda.  Mesela Arnolfini’ nin Evliliği resminde, bir yandan evlenen iki insanın ağır giysilerini görürüz. Adamın başında şapkası ve içi kürklü ceketi vardır. Kadının uzun kuyruklu, büzgülerle zenginleştirilmiş, kadife  benzeri kumaştan ağır mı ağır bir elbisesi var. Pencerede adamın portakal alabilecek kadar zengin olduğunu gösteren bir portakal ama içerdeki ortama inat pencereden çiçeğe durmuş bir kiraz ağacı görürüz. Burada mantık aramak çok doğru değil, amaç zenginliği göstermek...


Sonra fotoğraf makinası yaygınlaşıyor, ve sanatçılar artık bire bir gördüğünü göstermek yerine yorum katmaya başlıyorlar. Artık görünenden çok bilinenin, duyguların düşüncelerin resmi yapılmaya başlıyor. Klasik resmi incelerken, daha çok ve yoğun araştırma yapmak gerekiyor.  Dönemin tarihine, toplum bilimine, ekonomisine kadar her şeyi araştırıyorsunuz. (Kendi adıma çok seviyorum çünkü çok şey öğretiyor bana)


Çağdaş resimde de aynı aslında, burada sanatçının yaşam öyküsünden hareketle, zaten çoğu toplumsal hareketi paralel biçimde yaşadığınız için daha kolay anlayabiliyorsunuz. Klasik resimde bire bir ip uçları verilip öznel yorumunuza çok gerek kalmadığı için daha kolay oluyor. Çağdaş resimde o resmin sizde uyandırdığı intiba ağır basıyor. Merak, tahmin gücü, biraz empati gayreti sizi bir yerlere götürüyor. Bu sanatçının resmi yaptığı andaki duygu ve düşünceleriyle bire bir örtüşür mü bilmiyorum. Buna gerek de yok bence çağdaş sanatın amacı bu. Sanatçının özgürlüğü kadar izleyenin özgürlüğü de önemli. 


İzleyen sayısınca değişip, dönüşmesi lazım. Değil mi?


Siz nasıl bakarsınız çağdaş resim çalışmalarına kriterleriniz var mıdır; renk, ışık, ton, tual, derinlik, öncelik sonralık, olabilirlikler, muadilleri, çığır, farklar, hitap şekli, kompozisyon, eksikler, acele, malzeme... vs?


Resim konusunda biraz tutucu olduğumu söyledim ve kaba sayılabilecek bir örnek de verdim. Ama bu çağdaş sanatı sevmiyorum, izleyicisi değilim demek değil...


Benim ilk ölçütüm kalıcılık...


Bir bantla tuvale yapıştırılmış ve belirli sürelerde değiştirilmesi gereken muza ben sanat diyemiyorum. Ama bir bantla bir zemine yapıştırılmış muzun yağlıboya/ suluboya/ karakalem/ vb malzemelerle çalışılmasına itiraz etmem. Ve bunu baskılanmış cinsel dürtülerin dışa vurumu kabul edip sanat nesnesi sayabilirim. 


Çağdaş resmin en büyük sorunu klasik resmi bilmeden, yeterli kültürel alt yapısı olmadan, soyutlamayı kolay lokma gibi görenler...


Bilirsiniz Picasso birden bire o kübist resimleri yapmamıştır. Binlerce klasik deseni, resmi vardır. Bütün büyük çağdaş ressamların zengin kültürel birikimleri vardır. Ne yaptığını, neden yaptığını bilir.

Ve baktığınızda, hiç bir şey rastlantısal değildir. O düzensizliğin içinde anlatılmak istenen tokat gibi çarpar suratınıza. Yok gibi görünür ama kompozisyon mutlaka vardır. Renk seçimi yok, çok rastgele diye düşünürsünüz ama vardır. 


Renk, ışık, ton, önemli tabi etki yaratmakta... “Acele” yapıtın üretim süresi ile ilgiliyse bu biraz kişilikle ilgili bir şey. Ve göreceli. İzleyiciye sunmakta ya da yok etme konusunda aceleci olmamak lazım. Fark olmazsa olmaz bir şey... Tek olmayan şey sanat yapıtı olabilir mi?


Malzeme, konu sanatçının özgürlüğü. Böyle bir sınırlama getiremeyiz. Çok yanlış... Bu arada çoğu sanat galerisinin “nü istemiyoruz” yaklaşımını da kınayalım. Sanat sınırlar koymak için değil, sınırları kaldırmak için var. Bakın o verdiğim kaba örnekte de olmamalı demedim. “Anlayamıyorum” dedim.


Şu “muadil” sözcüğüne takıldım şimdi yazdığınızı okuyunca...

Ben size sorayım; olgun bir sanat yapıtının muadilleri olabilir mi?


Örneğin ton yoğun bir inceleme yapıyoruz diyelim - alışkanlıktan veya bize verilen görev gereği; aynı ton dizilişlerini, kurgu düzenlerini, öncelik sıralarını, hafiflik veya yoğunluğunu, irilik veya detaylarını... Birbiriyle alakasız coğrafyalarda farklı eğitim  ve kültüre sahip sanatçıların nasıl olupta - birbirlerinden hiç habersizken aşayukarı aynı şeyleri veya çok yakınını boyadığını görünce hayretler içinde kalıyor ve insan duygularının ne kadar benzeşik olduğunu keşfediyorsunuz. Muadillikten kastettiğim buydu. Tıpkı veya aynı anlamında değil ama çok benzer.

İlerlemenin iki ucunu takip ederken; makro ve mikro gözlüklerinizi taktığımızda siz incelemelerinizi daha çok hangi yönde yaparsınız?


Renk teorisi, ışığın yansıması, sıcak ve soğuk renkler, zıt renkler uyumu, yakın renkler uyumu, kompozisyonda altın oran, ritim, doku, açık koyu dengeleri evrensel değerler. 


Dünyanın neresine giderseniz gidin aynı beden, aynı beyin yapısına ve sinir sistemine sahip bir yaratık yapıyor sanatı. Dolayısıyla, Avusturalyalı içinde yaşadığı parlak ışığı, güneşin sıcağını ve ritim duygusunu yansıtıyor, resimlerinde. Hemen hemen aynı şartlara sahip Afrikalı da parlak renk kullanımı ve tekrarlardan gelen benzer resmi yapıyor. Bunda şaşılacak bir şey yok.


Üzerinde çalışılmış, emek verilmiş resimleri seviyorum ben. Kendimde o sabır asla yok ama. Bir renk uyumu arıyorum, rengi seviyorum ama curcuna haline gelmesine tahammülüm yok. Belki bir düzen takıntım da var bu yüzden Picasso’ dan çok Braque çekiyor beni. Düzensizlik içinde bir düzen uyumsuzluk içinde bir uyum arıyorum. Belki imkansızı arıyorum, ve kişisel becerilerim bu iş için yetersiz ama ne yapalım, sanat bu işte. İmkansızın peşinde koşmak.


Hikayeden çok hikayeyi meydana getiren "ortak öz"e doğru incelemelerini derinleştiren çağdaş sanat resimde de aynı mantığı işletip en derinde ne vardı, insan zihninin ilki veya ilkleri nelerdi ki bu tür ürünler çıkarıyor babında sorulara yanıt arıyor. Kimi ışık, kimi kıvılcım, kimi zerre dese de bir arayış sürüp gidiyor. Atomu ve hikayesini biliyoruz ama o hikayenin daha içinde ne var bunu araştırıp duruyor ve trilyon dolar bütçe koyuyoruz.

Başlarda da geçen ezberci tıkanıklık ile öğrendiğini çalakalem yapmak ile yaratım farkı nedir, incelerken bunu nasıl görebiliriz?


Pek çok yazar, pek çok ressam belki yayın evleri, galeriler zorladığı için, belki adlarını gündemde tutmak için sürekli üretiyorlar. Geçenlerde bir şair arkadaşım yakınıyordu “bir hafta bir şey yazamadım” diye. Bir hafta nedir ki! Dedim ki “fabrikada montaj işçisi misin? Sıktığın vida başına para mı alıyorsun? Bırak, içinden gelirse geldiği kadar yaz!”


Sürekli yazma, resim yapma zorlaması kaçınılmaz olarak tekrarlara düşürüp, aynı kalıpları evirip çevirip, yeniden yeniden sunmaya sürüklüyor insanı. Mesela Devrim Erbil’ in ne zaman yeni bir resmini gördük?

Ergin İnan’ın..? (İşlerine asla kötü demiyorum, haddim değil) Ama gerçekten yeni, bir bakışta onlar tarafından yapılmış olduğunu ele vermeyecek kadar! Çünkü onlarda bir doymuşluk var. Adı marka olmuş, satıyor. Bu yüzden hep aynı resmi yapıyorlar. Bu yüzden sanatçının durup bir mola vermesi lazım. Bi kendini resetlemesi mi diyelim, fabrika ayarlarına dönmek mi diyelim?


Bu yüzden belki sanatçının ya çok varlıklı olması lazım -“ben istediğim resmi istediğim gibi yaparım, satılsa da olur, satılmasa da” diyebilecek kadar. Ya da yoksulluktan kurtulmaması lazım ki hep yeni arayışlar içinde olsun.


Size profil bağlantısını gönderdiğim, Giacometti'ye benzettiğiniz  Antoine Josse'nin profiline gözatma imkanınız oldu mu, ne gördünüz, sanatçının geleceği var mı?


Baktım, bazı resimlerinde kendimden bir parça buldum sanki, inanılmaz sevdim. Heykellerinde gerçekte Giacometti havası var. Yanılmadığımı düşünüyorum. Ama bu geleceği olduğu anlamına gelmez. Biliyorsunuz gelecek artık parlak PR kampanyaları, güçlü galeriler, acayip ilişkilerden geçiyor.


Bu konularda da çok başarılı olmak lazım.


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 

ZEKAYI AÇMAK…


Ne kadar açmak? 

Herkesin bir sınırı var var, anca kendi sınırına getirebiliriz. Önemli olan o sınırın nerede olduğunu doğru belirlemek.

Elli yıl öncesinin eğitbilimsel formasyonuyla donanmış biri olarak eğer fiziki bir nedene dayanmıyorsa zekayı açmanın her zaman mümkün olduğuna inanmışımdır. 

Genetik olarak getirdiğimiz şartları yok saymak ne yazık ki mümkün değil.

Çok başarısız ve acı, çok başarılı ve mutlu bir yığın anı biriktirdim bu konuda. Bırakın öğrencilerimi, kendi çocuklarımda gözlemişliğim var.

Bu gün içime acı veren tek şey bütün o yıllarda bu günkü donanımıma sahip olmayışım. Ve öğrencilerime, çocuklarıma bu nedenle yeterince yararlı olamayışım. 

İyi niyetliydim evet, ama iyi niyetin yararı bir yere kadar.

Zaten öğretmen okulundan 5,5 not ortalamasıyla kendimden çok öğretmenlerimin gayretiyle mezun edilmiş bir öğrenciydim. “Öyle ya; parasız yatılı... Demek yoksul bir aileden. Hırsızlığı arsızlığı yok, mezun edelim, çalışırken öğrenir” düşüncesinin bir ürünüyüm herhalde.

Ne yanılgı ama...

Sonra yolsuz elektriksiz bir köyün iki sınıflı okulunda zekayı açmanın ilk yolunun motivasyon olduğunu fark ettim. Nüfusta on dört yaşında görünen aslında çok daha büyük olan bir öğrencimiz dördüncü, beşinci sınıfları okutacak öğretmenin ne kadar güzel olduğunu görünce okula döndü. Ama nişanlı olan arkadaşımız o yaz evlenip başka yere tayin olunca okulu terk etti.?

İşin şakası bir yana... Okula ilk geldiği gün çok önemlidir çocuğun. 

Ya sevdirirsiniz eğitimi, merak duygusunu alabildiğine kışkırtırsınız, ya nefret ettirirsiniz, bu nefret öğretmenden nefretle paralel de gidebilir.

Zeka, eğitimle paralel ilerler. Benim inandığım budur.

Önemli bir nokta zeki çocukların uyum sorunudur. Ve bu uyum sorunu genellikle geri zekalılıkla karıştırılır. Acı deneyimlerim de bunlardır. Sınıfta bırakılmış, bir üst sınıfa geçemediği için eğitimin bir kısmında sınıfıma kalmış öğrencilerimdir. İki kızımı ve oğlumu içim yanarak hatırlıyorum. Kızlarımdan birinin şahane bir müzik kulağı ve sesi vardı. Diğeri sessiz, içine kapanık bir çocuktu, şiir yazar çok kitap okurdu.

Oğlumla bu gün hala görüşüyoruz. Emekliliği gelmiş, ama ikinci üniversitesini okuyor.

Demek zekayı açmanın bir şartı da doğru eğitici...

Ama bir aşamadan sonra kendi yolunu kendin çizeceksin, kendi zekana kendin sahip çıkacaksın, başkalarını rakip edileceğine kendini rakip edineceksin kendine...

Bu muyum ben, bu kadar mıyım, bütün yapabileceğim bu mu?

Bak o zaman, nasıl da “Ben ne yapabilirim ki” den “ Yapamayacağım bir şey var mı acaba şu hayatta” düşüncesine geliyorsun.

Çocuk tek başına çok zeki olabilir, ama rastlantılar, karşılaşılan kişiler, bulunulan ortamlar hepsi çok önemli. 

Düşünün “okuyun, okuyun, okuyun…” diye beynini yediğiniz çocuk ne evde anne babasını görür kitap okurken, ne okulda öğretmenini. Okul kitaplıklarının sefaleti ayrı bir konu, toz tutuyor diye evde fazla kitap istemeyen veliler ayrı.


Resim yapma, kitap okuma, ders çalış… Şiir de ne, roman okuma…Diye sınırlayıp duruyoruz çocukları.

Ezber yeteneği müthiş çocuklar var. Hafıza toplam zekanın çok büyük bir parçası ama sadece din eğitimi yararlanıyor bundan. Ezberi kötü ilan edeceğimize bu çocukları dil öğrenmeye yöneltsek ne dilbilimciler kazanırdık.

Çevre şartları zekayı çok belirler...

İlk çalıştığım yolsuz elektriksiz dağ köyünün anne baba, üç beş yakın akraba komşudan başkasını bilmeyen çocuklarıyla televizyonun yaygınlaşmasından sonra doğanları bunlarla da bilgisayar çağının çocuklarını karşılaştırmak hiç adil olmaz.

Üniversite mezunu anne babanın çocuğu ile ilkokuldan sonra oto sanayide kaportacıda çalışan çocuğun zekasını karşılaştıramazsınız.

Ama elimizde ne varsa, şartlarımız neye yetiyorsa;  o insanı daha zeki yapmanın yolu sevildiğine inandırmak, kendine inandırmak, ve elimizden geldiğince yolunun üstündeki dikenleri temizlemektir. Hedefler önüne aşama aşama konmalıdır. Birden zirveyi gösterirseniz korkar, geri çekilir.

Engelleri gösterirseniz geri çekilir… 

En başa dönelim o zaman…

Herkesi kendi sınırının en uç noktasına getirebiliriz. Tabi sistem buna açıksa. Zekası açık bireyi gerçekten istiyorsak. 


Baskı ve baskıyla baş etme yöntemlerine gelince…

Cinsel ilişkiyle başlıyor baskı, düşünün milyonlarca spermin sadece biri, nadiren ikisi üçü, çok çok beşi kazanıyor yumurtayı dölleme yarışını ve dünyaya merhaba dediğimiz anda gizli ve açık bir yığın baskıyla başbaşa kalıyoruz.

Yeterince ilgi görme, görmeme, beslenme, beslenememe, iyi ve kötü ebeveynler, eğitim, eğitimsizlik her biri ayrı baskı nedenleri ve yaşamımız boyu bunlara maruz kalıp duruyoruz.

Her şey bizim kişisel kabulümüzle ilgili. Bir taraftan kapitalist dünyanın nimet gibi önümüze sunduğu bir yağın baskı unsurunu bağrımıza basıp; bilinçli ya da bilinçsiz biz de çevremizdekiler için yeni baskı unsurları üretmeye devam ediyoruz.

Bu baskıların bir kısmı seçtiğimiz yaşam tarzının olmazsa olmazı…

İyi bir ev, şık mobilyalar, kapıda araba, kıyıda yazlık, iskelede tekne, dağda köşk… Ucu bucağı, sınırı yok.

Bunlara sahip olma hırsının yarattığı baskı kadar koruma ve elimizde tutma baskısını da taşıyoruz omuzlarımızda. Kaybetme korkusu Demokles’in kılıcı gibi tepemizde. Durup bir an düşünmüyoruz, ne kadarı gerçek ihtiyacımız?

Ama toplumun baskısı bu yönde; ne kadar varlık, o kadar saygınlık. Durup onu da düşünmüyoruz; kimin nazarında saygınlık, neye lazım? 

Sevdiklerimizi kaybetme korkusu, onlara kötü bir şey olabileceği korkusu,  beğenilme korkusu…

Biliyoruz bunlar; açlık/susuzluk, cinsellik, toplumda yer edinme, onaylanma temel güdülerimiz. Önüne geçemeyiz, geçmemiz gerekmiyor, sonuçta aldığımız hazlar yaşanılır kılıyor hayatı. Ama hangi noktada yük olup sırtımıza biniyorlar?

İşte o yükün katlanılmaz olduğu anı ayrımsadığımızda baskı unsurlarını birer birer atmaya başlıyoruz sırtımızdan.

Sevdiklerimizi kaybetmek kaçınılmaz bir şey, ölüm zaten alıyor onları elinden, anne, baba gidiyor, eş gidiyor, arkadaşların gidiyor birer ikişer, kedin gidiyor.

Evlatların senin tamam da, malın değiller. Kendi yaşamlarını kuruyorlar, kedin ölüyor. 

Önüne geçemeyeceğin şeylerle dertlenip, savaşmaya çalışacağına kabullenip içselleştirmeye çalışırsan baskıyı (yok edemiyorsun) etkili biçimde azaltıyorsun.

Sahip olmak için çalıştığın şeyleri ne kadar azaltırsan, o kadar az efendin olur.

Aile baskısı, toplum baskısı da çok önemli unsurlar.

Anneler biliyorum, evladını kaybettiğinde “Bana kim bakacak” diye dövünen. Evlatlarının yaşamı boyunca her tür duygusal baskıyla kene gibi kanını emmiştiler oysa.

Toplum baskısı mahalle baskısı faslına gelince…

Bence biz kabullenip içselleştirdiğimiz için var. Biraz bunu biz kendimizi fazla önemsediğimiz için var. “El alem, ne der” diye içimiz içimizi yiyor ya…

Elalem bizi o kadar önemsemiyor, önemsiyorsa da bizim umurumuzda olmadıklarını fark ettiklerinde vaz geçiyorlar. Ya öylece kabulleniyorlar; etmiyorlarsa da kendileri bilirler.

Yani baskıyı azaltmanın, kendimizi özgür bırakmanın yolu, yaşantımızı maddi anlamda yalınlaştırıp, manevi anlamda zenginleştirmekten geçiyor. Bu zenginlikten kendi adıma bilgi ve sanatın ışığıyla donanmayı, doğa ve insan sevgisini alıyorum. Başkalarına yardım adına sınırsız vericiliği asla onaylamıyorum ama elimden geleni yapıyorum.Çünkü bizim de başka sırtlara yük, yüreklere baskı olmama sorumluluğumuz var. 

Elinizden geleni yapmış olma duygusu, doğru yolda ilerlediğinizi bilme duygusu, özgüven onaylanma ihtiyacınızı azaltıp baskıdan azat ediyor sizi.

Dolayısıyla her ne üretiyorsanız başarı yolları açılıyor..


Ek: 1

OT YIĞININDAN PAYIMIZA NE DÜŞER?



Saman Arabası 

Hieronymus Bosch 

1.35X 1.90 cm

Prado Müzesi Madrid 1500- 1502


Gençlik ne güzel şeydir sevgili okur, hayallerimiz ne kadar sınırsızsa umutlarımız da o kadar sınırsızdır, tabii yanılgılarımız da. Orta yaşı çoktan geride bırakmış biri olarak zaman zaman dönüp geçmişi gözden geçiririm ve başarılarımı mutlulukla sahiplenirken; başarısızlıklarımı kadere, kısmete yüklerim. Ya siz? Ne bekliyordunuz hayatlarınızdan, umduklarınız ve bulduklarınız uydu mu birbirine, büyük başarılara imza attınız mı, yoksa sizi de bir türlü güldürmedi mi kader? Hırslarınızın elinde oyuncak olup, doğru yoldan saptığınız oldu mu, yoksa umduklarınız için dua edip beklemeyi mi seçtiniz?


Yukarıdaki resim rönesans döneminde yapılmış olmasına karşın, ressamı çoğu kaynaklarda gerçek üstücülüğün babası olarak tanımlanan Hieronymus Bosch. Resimlerindeki doğa üstü yaratıklar, şeytanlar, cinler beş yüz yıl sonrasının gerçeküstücü resimlerinden geriye gelmiş izlenimi uyandırıyor. Dergimizin bu sayısında ressamın “Saman Arabası” adlı resmini inceliyoruz.

Hollandalı ressam Jheronimus Van Aken 1453 yılında S’Hertogenbosch’ da doğdu. Aachen kökenli olduğu sanılan orta halli bir ailenin çocuğuydu. Soyadını doğduğu yerden almıştır. Dedesi ve babası da ressamdı. 1478 de aristokrat bir kızla evlenen Bosch, para sıkıntısından kurtuldu ve daha avantajlı bir toplumsal duruma geçti. 1486 dan sonra Meryem Ana Kardeşlik Birliği üyesi olarak adının geçtiğini biliyoruz

Eserleri konusunda fazla bilgi yoktur ve kendisine yapması için sipariş edilmiş az sayıda eserle bilinir. Genellikle dünyanın zevklerine kapılıp, ahireti unutan ve günah içinde boğulan insanı anlatır. Ona göre dünya son hızla cehenneme giden bir aptallar gemisidir. 

Bosch, 1516 yılında S’Hertogenbosch ta öldü. Biyografisini ilk yazanlar, Bosch’ un kişiliği, yetişmesi ve eserleri konusunda kesin bilgi vermezler. 

Saman Arabası, İspanya kralı II. Felipe’nin satın aldığı yapıtlardan biri olup,  üçleme Hieronymus Van Aeken Bosch’un yapıtlarında sıkça karşılaşılan günah ve günahın cezalandırılması temasını işlemektedir.

Resim tarihlendirilmemiştir, fakat Bosch uzmanlarınca 1485- 90 yılları arasında yapıldığı tahmin edilir.

S’ Hortegenbosch kasabasının tarihi de diğer orta çağ Hollanda kasabalarının tarihlerinden çok ayrı düşmez. Kapitalist sistem yavaş yavaş varolmaya başlamıştı. Buğday en değerli ticari mal; çok üretim, çok vergi yükselen değerdi.

O günlerde aynı zamanda otuz yılı aşkın bir süredir Lüther’ in desteklediği Protestan kiliseleri Katolik kiliselerdeki yozlaşmayı ve çürümeyi ortaya koymaya başlamıştı. Protestanlar kiliselerin zenginleşmesine karşıydılar. Kiliseler ve manastırlar gittikçe değer kazanan arazilere ve çoğalan gelirlere sahiptiler. Papalar ve din adamları çok zenginleşmişlerdi, şımarık prensler gibi davranıyorlardı. Ayrıca her türlü ahlaksızlık ve seks düşkünlüğü zirvedeydi

Panel 1.35X 100 cm. ölçülerindeki bir üçlemenin orta parçasıdır. Sol kanat cenneti; Adem’in, Havva'nın yaradılışını ve cennetten kovulmayı anlatır. Sanatçı burada yalnızca cenneti betimlemekle kalmaz, aynı zamanda şu vahyi de açıklamak ister. “Şeytan da dünyaya meleklerle birlikte inmiştir.” Vahiyler şeytanı her zaman dünyayı aldatan biri olarak tanımlar. Sağ kanat cehennemdir. Dünyada ahiretin varlığını unutup, dünyevi zevklere dalmış, para hırsıyla günah işlemiş kullar, cezalandırılmak üzere yine garip ve acımasız yaratıklar tarafından ateşe götürülmektedir. Artık orada kaçmaya çalışmak anlamsızdır. Sonsuz ateş kendini besleyecek günahkarları iştahla beklemektedir. Bosch’ un resimlerinde aç gözlü insanlar daima şeytana kanarak cehenneme giderler. Bu resimde de şeytanın yarı insan, yarı hayvan, yarı bitki gibi resmedildiğini görüyoruz. Biri kukuletalı bir adamdır ve arkasında kol gibi dalları vardır. Diğeri balık gövdeli, insan ayaklı ve fare suratlıdır. Tanrı' nın emrine karşı gelmektedirler. Bu garip yaratıkları yalnızca metinlerde ve resimlerde değil, gotik katedrallerde "gargoyle” denilen bir mimari öğe olarak da görürüz.


Panele ilk bakışta hayli kalabalık nesnelerin ve figürlerin birbirleriyle küçük ilişkiler kuracak şekilde yerleştirildiğini görüyoruz. Resmin ortasında, saman yığınının üstünde nasılsa büyümüş bir çalılık var. Çalının önünde oturmuş müzik yapan üç kişi ve hemen yanlarında yine gerçekçi üslupla boyanmış bir melek ve şeytan figürü görüyoruz. Aynı zamanda burada tasvir edilen ortam, resmin alt yarısında görülen çöplüğe ve kıraç araziye hiç benzememektedir. Aşağıda arabanın hemen ardında atlı bir kral ve papa figürü var. Sanki bu saman yığını ile ilgili kesin kurallı bir töreni yönetiyor gibiler. Saman arabası kendisinden büyük miktarlarda saman almaya çalışan ve bu sırada birbirleriyle de savaşmakta olan, tekerleklerin arasına sıkışmış, altında kalmış insanların arasında ilerlemekte zorlanmaktadır.

Arabayı çekip yürütmeye çalışanlar da garip yaratıklardır. Bir cin, yarı balık yarı insan bir varlık…

Bunların ardında bir grup insan bir höyükten içeri açılan tahta kapıdan telaşla akmaktadır.

Saman arabası ve onun izleyicileri, masumiyetin çayırlarından bütün günahların cezasını bulduğu kaçınılmaz sona yol almaktadır. 

Resmin üst kısmında doğal olarak çarmıha gerilmiş İsa yer almaktadır. Aşağıda tanık olduğumuz bütün o itiş kakış ve rezillikten ayrı tutulmuştur.

Saman arabasına yüklenmiş ot dünya nimetlerinin bir sembolüdür. Arabanın yöneldiği taraf da önemlidir. Ortaçağ insanlarını ahiret korkusu yönetirdi. Hristiyan öğretisine göre insan tek bir hedefe yönelmelidir. Ölümden sonra yaşam, yargılanma ve kutsanmış sonsuz hayat. Tanrı'nın tahtı önünde herkes bu telaşlı ve karmaşık ilk hayatının hesabını verecektir


Bir Hollanda atasözü der ki  “Dünya bir saman yığınıdır ve herkes eline geçirebildiği kadarıyla payını alır”  Tanrı nimetlerini kullarına adilce dağıtır. Yalnızca aptallar beklemeyi bilmez ve hırslarına kapılıp taşıyabileceklerinden çok daha fazla almaya çalışırlar.


Samanın sembolik anlamı şudur: Kötüler için üzülme. Onlar yakında sararıp, solacaklar. Ressam bu panoda samanla aç gözlülüğe ve kısa ömre bir gönderme yapar. Çünkü ona göre açgözlülük, yetersizlik ve yapılanmakta olan kapitalist yaklaşım dünyanın sonunu getirecekti.

Bosch’ un kendisinin de böyle bir inancı olduğuna dair yazılı dökümanlara da  sahibiz.


Resmin alt yarısı boyunca hırslarına kapılan yalancılar ve hırsızlar canlandırılmıştır. Sol alt yarıda dünyayı gezen siyah giysili bir sihirbaz görüyoruz. Belki şapkasının içinde çalınmış bir çocuk saklıdır. Yanında bir çingene çocuğu eteğinden çekiştirirken bir başka kadınla konuşmaktadır. Biraz sağında kadın hastasını iyileştirmeye çalışan şarlatan bir doktor vardır.


Şeytan kılığına girmiş bir rahibe başında bir boruyla durmaktadır ki, bu erkeklik organının simgesidir. Diğer rahibeler, elinde bardak tutan bir keşişin büyük çuvalına saman doldurmaktadır. Onlar yeminlerinin aksine kiliselerini kandırmaktadır. Saman arabasının yakınında bu sırada cinayet ve ölüm kol gezmektedir.

  

Bosch günümüzde yaşasaydı aynı tema üzerine eserler vermeye sorunsuzca devam edebilirdi. Buğday; küresel ısınma, artan nüfus, tükenen su kaynakları karşısında değerini artırmaya devam ediyor. Biz sıradan kullar dünya nimetlerinden gittikçe küçülmekte olan payımızı daha büyük zorluklarla alıyoruz,  paylarımız için saman arabasının tekerlekleri altında telef olurken sırtını dine dayayanlar, ve dindar görünenler arsızca zenginleşiyorlar. Bizi iyiye, doğruya, güzele götüreceğine bütün varlığımızla inandığımız din bir kazanç kapısı oldu. 


Din adına cinayet, yalan, talan, tecavüz sıradan olaylar haline geldi.


Resmi incelerken ister istemez önemli mi önemsiz mi olduğunu bilemediğim sorular üşüştü aklıma.

Dünyada yönetenler ve yönetilenler gibi iki grup varken; din yönetenlerin elinde bir araçken gerçek cehennemlikler kimlerdir? Dünya nimetlerinden Tanrı'nın verdiği kadarını az bulup, nasibini artırma peşinde koşanlar mı; yoksa gözümüzü cehennemle korkutup, saman arabasının tamamına el koyanlar mı?


Asuman Atakuman

Temmuz 2017

İzmit.

Kaynaklar: What Great Paintings Say, Volum1 Rosetta Marie & Rainer Hagen (Taschen 2003)

                     Çirkinliğin Tarihi, hazırlayan: Umberto Eco (Doğan Kitap, 2015)

                      Sanatın Gizli Dili, Sarah Carr – Gomm (İnkilap 2014)


Ek: 2

Bu da bir başkası... İncelemeye alınan resim uçmuş gitmiş kaynaktan ama bulunabilir. İçine kendimi en çok kattığım yazılardan biridir daha nesnel olmaya çalışırım genellikle.



YENİ ÇAĞA YENİ MASALLAR


Mark Rothko

Kırmızı ve Turuncu

Tuval üzerine yağlıboya

175.5 X 141,5 cm.


Yukarıdaki resme büyük bir merakla baktığınızı görür gibiyim sevgili okuyanlar. Belki benim ekranda gördüğüm yakın iki renk arasındaki geçişleri de göremiyorsunuz siyah beyaz baskıda. Büyük boyutlu, kırmızı- turuncu arasında yatay geçişler olan bir resim bu. Soyut dışavurumculuğun ustalarından Mark Rothko’ ya ait...


Bu yaz dünyanın ünlü resimlerini görmek amacıyla kısa bir Londra gezisi planlamıştım. Kardeşim Afitap da bana katıldı. İlk bir kaç gün klasikleri ve klasiklerden çok uzaklaşmamış eserleri gördük. O da ilgiyle, merakla izledi. Bildiğim kadarıyla resimler hakkında bilgiler verdim. Akşamları otelimizde adını ve ressamlarını not aldığım resimler hakkında internetten araştırmalar yaptık. Tarihi binaları gezdik. Sık sık “Bana bir kültür şoku yaşattığının farkında mısın?” diye sızlandı. 


Ama işte o gün...

Tate Modern’ e gittiğimizde çağdaş sanat ürünlerinin her birinin önünde hayret nidaları atar, bazılarını ilgiyle fotoğraflarken ki; sanat eğitimi almış olmama rağmen beni de çok şaşırtan işler gördüm. Mark Rothko’ya ayrılmış bir salona girdik. Büyük boyutlu dört tuval üzerinde neredeyse aynı ton yeşil zeminlere gelişi güzel çizilmiş kırmızı büyük dörtgenlere merakla ve anlam vermeye çalışarak bakıyorduk ki; Japon'lar geldi salona. Saygı dolu bir sessizlikten sonra “wwoaw!..” çekti biri. Bir an secdeye de kapanır mı bunlar diye düşünürken ben, kardeşim fısıldadı: “Kültür şokumun tavan yaptığı an bu an.”


New York Okulu ressamlarından Mark Rothko 1903 doğumlu. Yahudiler üzerindeki baskıdan yılan ailesi 1913 te Rusya’ dan ABD’ ye göçer. Rothkolar kültürlü ve eğitime önem veren bir ailedir. O da Yale Üniversitesinde, fen bilimleri ve felsefe okumuştur. Fakat sonradan içindeki resim sevgisinin sesine kapılıp mezun olmadan NewYork yollarına düşer. Öğrenci olarak başladığı Art Students League de öğretim görevlisi olarak kalır. 1933te ilk resim sergisini açar. 


Yoksulluk içinde geçen çocukluk ve gençlik yıllarından sonra New York’un en lüks restoranlarından biri olan Four Season 1959 daki açılışı için Rothko’ya 35.000$ tutarında resim siparişi verilir. Bu güne kıyaslarsak iki buçuk milyon dolara karşılık gelen bir bedel bu. Fakat o, restoranın zengin müşterilerinin resimlerini anlayamayacağını düşünerek teklifi reddeder.


1950 lerden sonra iç içe geçmiş dörtgenler, farklı yönlerde birbirinin içine geçmiş renkler imzası haline gelir. Büyük boyutlu eserlerinin mekanla iletişimini, bütünlüğünü vurgulayabilmek için çerçeveyle sınırlandırmayı istemez.


Dışardan bakanların soyut dışavurumcu, minimalist, renk alancı diye niteledikleri Rothko, bu nitelemelerin hiç birini kabul etmez. Kendini “ruhani” bir ressam olarak tanımlar.


Entellektüel açıdan kendini sürekli geliştirme çabasında olan Rothko Yunan trajedilerinden ve Nietzche’den çok etkilenmiş, sanat anlayışını dile getiren metinler yazmıştır. Resimlerinde duyguları renk, ışık etkileşiminden hareketle anlatmaya çalışmıştır. Ona göre resimde, düşünsel ve toplumsal gelişim birbiriyle iç içedir ve bu kişisel duruşunun da başlıca ilkesidir.


Bu durağan gibi görünen resimlerde her zaman hareketten bahsetmiştir. Renklerin dinamizmini her zaman ön plana çıkarmış ve bir ufuk çizgisi mutlaka oluşturmuştur. Siyahtan hep korkmuş, kırmızıyı kendisinin tüketeceğini düşünmüştür.

“Soyutlamacı değilim” der, “renk ve biçim ilişkisi ile ilgilenmiyorum...” 

“Sadece trajedi, zevk, ölüm ve bunun gibi temel insan duygularının ifadeleri ile ilgileniyorum.”


1963 te, o dönemde Amerika’nın medicileri sayılan Menil Ailesi bütün inançları kucaklayacak bir şapel yaptırmak isterler. Rothko, Mimar Philip Johnson ile birlikte sekizgen biçimli bir bina tasarlar. İç tasarım tamamen kendine aittir. Soyut anlatımın uç noktası sayılabilecek tek renk büyük boyutlu tuvaller aynı zamanda mimariyle de bütünleşecektir. Rothko daha sonra bu resimleri “operadaki sesler” olarak adlandırır. 1967 de bu çalışmaları bitirir. 


Şapel’in 1971 deki açılışından bir yıl önce, Şubat 1970 te stüdyosunda ölü bulunur. Sağ kol atardamarını kesmeden önce zaten kendisini öldürmeye yetecek kadar ilaç aldığı anlaşılır.


Rothko resim çalışmaları süresince dört ayrı dönemden geçmiştir. Kırklı yılların ortalarına kadar coşkulu biçimler, geçirgen sınırlar kullanmış, ellilere kadar yüzeyde nesnelerin öne çıktığı düzenlemeler yapmış, ellilerde lirik boya kullanımının öne çıkarmış ve altmışlarda tek renk kullanımına geçmiştir.


Burada görülebilen, dokunulabilen bir nesnenin değil, düşüncenin, duygunun resmiyle karşı karşıyayız.


Sanatçı bu yapıtı ellili yaşlarında hayata geçiriyor... O ellili yaşlar ki altın yıllarımızdır; her şeyi bilebilecek kadar yaşlı, yapabilecek kadar genç olduğumuz... Hırslarımızdan arındığımız, sınırların ve sınırsızlığın bilincine vardığımız, hayatı bütün acıları ve güzellikleriyle tanıyıp kabullendiğimiz yıllar...


Bu resim o dengeleri, kabullenişleri, belki bir ölçüde minneti önümüze seriyor. Kırmızının simgeledikleri çok bilindik. Tehlike, aşk, tutku, kan, kalp, cehennem ateşi...


Bu kavramları alıp tuvalin ortasına yerleştirip, sarıya daha yakın bir turuncuyla çerçeveliyor ressam. Tuvalin geri kalanı kenarlara doğru koyulaşarak yeniden kırmızıya yaklaşan bir turuncuyla kaplıdır. Bakalım sarıyla kırmızının karışımı olan turuncu bizi nerelere götürür?


Sarı, altın, parlaklık, aydınlanma ve güneşle özdeşleştirilir. Çoğu bahar çiçeği sarı olduğundan taze hayatla da ilişkilendirilmiştir. Hadi kırmızıyla sarının simgelediklerinin toplamına bir göz atalım şimdi.


Kırmızı ve sarının karışımı olan turuncu bu renklerin sembolik anlamlarının bazılarını paylaşır. Kırmızının tutkusuyla sarının ruhaniliği arasında bir denge olabileceği gibi iki uca da yönelebilir. Lüks ve görkem kadar, dünyevi zevklerden vazgeçiş anlamına da gelebilir... Kırmızımsı turuncu sadakatin simgesidir.


Şimdi anlıyoruzki resmin ortasına yerleştirilip turuncuyla çevrelenen kırmızı leke artık geride bırakılmak istenen tutkuları, acı veren aşkları, kahreden yoksulluğu ve belki de aileyi Amerika’ya kadar sürükleyen yahudi düşmanlığını simgeliyor. Sanatçının bir daha yaşamak istemediği ama bir türlü içinden atamadıkları... Hepsi orada. 


Turuncu alan daha dengeli bir Rothko’yu temsil ediyor. Hırslardan arındığı, acıları, öfkeyi, korkuyu, yoksulluğu geride bıraktığı, yeterince kazandığı zamanlardadır. Henüz ulaşamadıysa da huzura dair umutları var. Hayaller gerçeğe dönüyor. O halde tuvalde kalan alanı dengenin rengi turuncuya boyayabilir. Bundan böyle yaşamın düğümlerinin çözüldüğü, maddenin yerini maneviyata yavaşça bıraktığı bir huzurun arayışında çünkü.


Belki Rothko yaşıyor olsa karşı koyar bu yorumlara “ bireysel değil, toplumsal yaklaşımlarla yaptım bu resmi” diyerek.


O zaman şöyle de yaklaşmak mümkün...

Kırmızı alan dünyanın o yıllarda ardında bıraktığı soykırım, savaş, ekonomik bunalım, yoksulluk, işsizlik gibi olumsuzlukları simgeler.

Turuncu alan barışla gelen umudu, iç huzurunu, dünyanın kavuşacağı dengeleri... Ama turuncu yok mu; o kahrolası, yine de yakındır işte kırmızıya, her an dönebilir.


Klasik resmin karşısında modern resmi anlamlandırmak ve sevmek kolay değil. Bilindik bir formla, biçimle çıkmaz karşımıza. Her zaman şaşırır, anlam yüklemekte zorlanırız. Bundan önceki üç sayı boyunca da gördüğümüz gibi klasik resimler de öylece gözümüzün önüne serdiklerinden daha fazla anlam yüklüdürler. Baktığımız her tuval renklerin ve formun ötesinde o sanatçının hayatından, duygusal-düşünsel dünyasından, dönemin toplumsal, kültürel ve ekonomik yapısından önemli bilgiler sunar bizlere. Deşifre etmesi görece kolay bilgilerdir bunlar. Ama soyut resim çok katmanlı edebi metinler gibidir. İzleyen sayısınca anlam kazanır, izleyeni içine alır, yeniden ve yeniden; sonsuza kadar, ve sonsuz sayıda şekillenir.


Asuman Atakuman 

Aralık 2016


Kaynaklar

SANAT, Sanatın Gizli Dili Sara Carr- Gomm 2014 İnkilap Kitabevi

Sanatı Değiştiren 100 Fikir Micheal Bird 2016 Literatür yayınları.



 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol