DİYALOG MÜZESİ

REYHAN KARAGÖZ ÇETİN İLE



 

493. DİYALOG: Reyhan Karagöz ÇETİN İLE


-Merhaba

Gerçekleştirmek istediğiniz projelerinizden bahsetmek ister misiniz?



Merhaba. Yerel basından bir kaç gazeteye  yazıyorum. Yazmak güzel. Özel bir hedefim olmasa da hayalim gezi  yazılarında, hikayelerde iz bırakmak.


-Gezi Yazılarının özellikleri nelerdir?


Önçalışma yapmadan, ansiklopesik bilgilere dayanmadan yazdığım yazılar var. Gittiğim yerleri sayfa arkadaşlarıma anlatmayı seviyorum. Onlar da okuyup bana teşekkür ediyor seninle adım adım gezmiş gibi  oluyoruz diyorlar. O tarz yazılar. Doğaçlama. Tabi bu bol gezmekle oluyor. Basın kartı olanların işi daha kolay oluyor. Şimdilik kendi imkanlarımla yazıyor, tanıtıyorum.


-Gezip gördüğünüz en etkileyici yerler nerelerdi, neden?


Moskova Petersburg gezim var mesela. Rus klasiklerinden pek çok eser okumuştum. Tarih derslerinden de Deli Petro, Kraliçe Katerina, sosyalist devrim aşina olduğum bilgilerdi. Gezi boyunca çok donanımlı bir rehber eşlik etti bize. Öyle olunca  Moskova caddelerini Rus çarlar, Rus yazarlarlar, tarihe adını yazdıran Rus sanatçılarla gezdik adeta. Adım başı ya bir yazarın heykeli vardı Moskova caddelerinde ya sanatçılarının. Ünlüler mezarlığı da öyle. Nazım Hikmet'in mezarını ziyaret ettik büyük bir hüzünle. Sonrasında yazarlardan  Çehov, Gogol, Prokofiev, büyük Rus şairi Mayakovski'nin mezarı. 


Bir mezar daha vardı dikkatimizi çeken. Rehber, bizim Kemal Sunalımız gibi düşünün demişti Yuri Nikulin için. Rus halkının çok sevdiği sinema ve sirk sanatçısıymış. Elinde sigarası bir bankta oturuyor, hemen bir kaç adım ilerde köpeği uyuyor, her yan çiçek dolu. Sanki bir heykel değil de kendisi oturuyordu mezar yerinde.


Çarlık döneminde kışlık saray olarak kullanılan Eterminaj Müzesi de çok etkilemişti beni. Özellikle tavan ve döşemeler. Rehberimizin anlattığına göre yüz altı renk ağaç çeşidi adeta kilim dokunur gibi dokunmuş. Tavana alçıyla yapılan desenlerin, motiflerin aynısı  döşemeye de ağaç parkeler ile işlenmiş. Dünyanın her yerinden pek çok sanatçının eseri burada sergileniyor. Bir kaç günde ancak gezilebilecek zenginlikte eserler var. Picasso'dan Osman Hamdi Bey'e kadar yağlı boya tablolar, heykeller, saatler. 1917'de yapılan Moskova metrosuna da hayran kaldım. Yeraltından çıkmadan pek çok merkeze ulaşım sağlayan metro hattı yedi kat. Her katta istasyonlar var. Her bir istasyon bir müze donanımında. İstasyonların birinde heykeller sergilenirken bir başka istasyonda dev yağlıboya tablolar, bir diğerinde vitray eserler. İnsan yolculuk için değilse bile bu istasyonları gezmek için gidebilir metro hattına. Beş saatlik hızlı tren yolculuğundan sonra da Petersburg'a varmıştık. 1703 yılında kurulan şehir beni büyüledi. Tarih derslerinde Deli Petro  diye andığımız, kendisi hakkında pek de bilgi sahibi olmadığımız Çar 1.Petronun kurduğu muhteşem şehir hala dimdik ayakta ve harika bir düzen içinde. Daha o yıllarda yolları geniş tutun demiş Petro, bir gün buralara uçan arabalar inecek. Sahiden uçak pisti gibi yollar. Adriyatik kıyılarındaki yazlık saray ve bahçesi de muhteşemdi. Oradaki eserleri görünce Osmanlının son derce mütevazı bir hayat yaşadığını düşündüm. Saray bahçesindeki havuzlar, akan sular, altın işlemeli çeşmeler, fıskiyeler; üzerlerindeki altın kaplama heykeller şaşaanın ve zevkin kalıcı itirafıydı adeta.


Gezi deyince böyleyim işte. Dubai gezim, Paris ve Venedik gezilerim de harika deneyimlerle dolu. Yurt içinde de heyecanım daha az değil. Bir kaç yıldır tatil yaptığım Datça'nın aşığıyım. Özellike Nisan ayında mor salkımlar coşmuşken, adam boyu papatyalar, tarlalar dolusu gelincikler, yol boyu mimozalar varken. Bahçesinde asırlık zeytin ağaçları, karabiber ağaçları olan bir tatil sitesinde  yapıyorum tatilimi. Tavuşkuşlarıyla, tavşanlarla dolaşıyoruz bahçede. Alabildiğine deniz, kum. Eski Datça aşığıyım aynı zamanda. Bütün sokaklarına defalarca girip çıkıyorum. Çayımı Can Yücel'in arkadaşı Orhan Baba'nın çay bahçesinde içiyorum, Orhan baba ve Eski Datça sakinlerinden yedi sekiz kişilik bir grupla beraber. Onlardan geçmişte yaşananları dinlemek çok hoş. Bir de Geyve aşkım, Geyve yazılarım elbet. Doğduğum topraklar. Yeşil vadi. Sakaryanın incisi. Baba ocağı da orada olunca anlatmakla bitmiyor elbet.


-Venedik, özellikle dikkatimizi ve ilgimizi çeker. Rica etsek özellikle Turistik Venediği anlatır mısınız?


Venedik rehbersiz bir geziydi ama yazabilirim. 


-Venediği kimin, neden ve ne zaman kurduğundan bahsetmemişsiniz ayrıca tarihteki yeri, buradaki teşkilatmaların farkı, Rönesans' a etkisi, sanatçıları, buradan yayılan kültürler, Aydınlanma Hareketinde etkisi, Avrupalılık bilinci, Avrupa milletlerinin oluşumuna etkileri, Vatikan'la ilişkileri, kilise düzeninine karşı tutumu, Venedik Ruhu denilen şeyin ne olduğu, Venedikli tüccarların, gemilerin, mühendislerin dünya gezileri ve oluşturdukları ağlar, hepsinden önemlisi Türk Tarihinde Venediğin Yeri... Tümünü araştırıp, zihninizde kalan gezi anılarıyla birlikte yanıtlamak ister misiniz?


Venedik, ilk yurtdışı gezim oldu. Yaptığım işte başarılı olmuş, ödül olarak da Venedik gezisi kazanmıştım. Venedik hakkında çok az bilgi sahibiydim. Sulara her yıl biraz daha gömüldüğünü, şehirde gondollarla gezildiğini, bir gün görünmez olacağını, önemli bir turizm merkezi olduğunu biliyordum. Osmanlı Devleti zamanında ticaret yaptığımız önemli bir merkez olduğunu da biliyordum. Sahi bir de Venedik Taciri var. Shakespear'ın ünlü eseri. 


Eserin 1596-1597 yıllarında yazıldığı sanılıyor. Hukuk  kurallarıyla dünyaya ün salan Venedik, on altıncı yüzyılın en özgürlükçü ve güçlü şehir devletlerinden biriymiş. Orada yaşayan Yahudiler azınlıktaymış; mülk edinmeleri ve meslek gruplarında yer almaları da yasakmış. Onlar da faizle borç alıp vermeye başlamış. Çoğu Hristiyan olan topluma göre ise bu harammış  ve karşı çıkmak da dinsizlikmiş; işte böyle bir düzen içinde meydana çıkmış eser. Bir asilzade paraya sıkışıyor ve Yahudi bir tefeciden para alıyor. Ne yazık ki günü geldiğinde borcunu ödeyemiyor ve mahkemelik oluyorlar. Borç anlaşmasının maddelerinden birinde adam borcunu ödeyemezse alacaklıya vücudundan yarım kilo et verecektir. Shakespear bu trajikomik eserle hem kendi adını hem de Venedik adını bir şekilde ölümsüzleştirmeyi başarmış. 

    

Mayıs ayındaydı gezimiz. Uçaktan inip otobüslerle yol aldıktan sonra otelimize gitmek için motorlara bindik. Eski dönemlerden kalma, ağaçlar, bahçeler, kalın duvarlar içinde yer alan otelimize geldik. Nereye gitmek istesek motora binmemiz gerekiyordu. İstanbul'da yaşayan biri olarak vapurlara, deniz motorlarına, sandallara alışkınım aslında . Bizde kocaman kuru yük gemileri, boğazın sularından rahatça geçer. Burada ise deniz motorlarının yol alabilmesi için oldukça masraflı bir düzenek kurmuş, sürekli suyun altındaki kumu temizliyorlar. 

     

Motorla yol alırken şehri daha güzel görüyor insan. Şehir, Adriyatik Denizinin ucunda, bir lagünün içinde  çok sayıda adadan kurulmuş. Ulaşım sayısı yüz altmışı bulan kanallardan sağlanıyor. Büyük Kanal şehri S gibi ortadan bölüyor. 

San Marko Meydanı en çok gezilen yerlerden biri ve aynı zamanda şehrin sosyal, dini ve politik merkezi. 1271- 1295 yılları arasında Venedikli tüccar Marko Polo ilk defa Avrupa'dan yola çıkarak ve İpek Yolunu izleyerek Çin'e ulaştı. Moğol kağanı Kubilay hanın huzuruna vardı ve bu yol süresince yaşadığı maceraları bir kitapta topladı. İşte bu sözü edilen Marko Polo'nun yaşadığı ev de bu meydanda. Bu meydan bin yılı aşkın bir süredir Venedik'in kalbi olmuş. İncil'in derleyicilerinden  Aziz Markos'un mezarı burada. Aziz Marko Bazilikası ruhani bir değere sahip. Dükler Sarayı ve Torre dell'orologio isimli saat kulesi gibi önemli tarihi binaların yer aldığı bu meydanda, önceki yıllarda çok sayıda gösteri, kutlama, festival, protesto ve idamlara sahne olmuş.

     

Festival deyince Venedik Festivali şehre renk katmaya devam ediyor ama biz festival dönemine denk gelemedik. Şehrin sokaklarında açılan tezgahlarda, mağazalarda satılan rengarenk maskeler bizim de ilgi odağımız oldu. Dünyanın en çok turist alan şehrinde tenha zamanı bulmak zor sanırım. Her an bir Japon kafilesiyle veya Türk kafilesiyle karşılaşmak mümkün. Belki bir arkadaşınız, komşunuzla karşılaşmanız bile. Sınıfça geziye gelen küçük öğrencilerin ipten merdiven ile birbirlerine bağlı şekilde şehri geziyor olmaları bize komik gelmişti ama o kalabalığın içinde bir an için de olsa kaybolmak bir çocuğu dehşete düşürür. 


Küçücük dükkanlar, iki kişinin yan yana zor geçtiği sokaklar bize tuhaf geldi. Ne kadar geniş mekanlarda, geniş arazilerde yaşadığımızı oraya gidince daha çok anladım. 

    

Meşhur Rialto Köprüsü ve meydanı en kalabalık yerlerden. Fotoğraf çekebilmek için sırada beklemek gerekiyor. Hintli bir film ekibinin çalışmalarına da tanık olduk burada. Burada mezarlar ayrı bir adada. Çocuğa bırakılan en kıymetli miras bir mezar yeriymiş. Yakılan ölülerin külleri yan yana üst üste çekmecelerde saklanıyor. Normal mezarlarda var elbette. Yakınından geçtiğimiz ada yemyeşildi, bizdeki mezarlıklar gibi.

    

Murano Adasına da kanallar yoluyla, deniz motoruyla ulaştık. Burada çok sayıda cam atölyesi ve sevimli küçük evler var. Küçük binalarda en çok dikkatimizi çeken evlerin rengarenk boyanmasıydı. Her renk bir aileyi temsil ediyormuş. Tek binada, dört ayrı renkte badanalı duvarlar görüyorsak o binada dört ailenin yaşadığını anlamalıymışız. Burada cam işçiliği çok kıymetliymiş. Uzun yıllar adaya yabancı girip çıkması yasaklanmış çünkü işçiliğin sırrı çözülsün istenmiyormuş. Bir cam atölyesinde üretim sahnesine tanık olduk; bir avuç cam eriyik gözlerimizin önünde şahane bir ata dönüştü. Kuyruktan başlayan şekillenmenin atın yelelerinde son bulması bizler için inanılmaz bir başarıydı. Zaten böyle bir ustalık için neredeyse koca bir ömür emek veriyormuş ustalar. 

      

Burano Adası ise balıkçıların adası diye anılıyor.  Balıkçı aileler yaşarmış burada. Kocası denize açılan, balıklarını satmak için uzak yola çıkan kadınlar adada zaman geçirmek için bol bol dantel yapar, uzak diyarlara giden kocalarına bu dantelleri verip satmalarını isterlermiş. Bizim dantel tarzımıza benzemiyor bu danteller ama gözümüz aşinaydı doğrusu bu işlere. İstanbul Kapalı Çarşı'da yok yok ki. Bu dantellerden bulmak da hiç zor değildi tabi. Kadınlar bu dantel işlerinde çok başarılı olmuş ve ürünleri dünyanın dört bir yanına dağılmış. İngiliz kraliçesinin gelinliğinde bu dantellerden kullanıldığı söyleniyor. Küçücük adada mis gibi tertemiz evler var. Tek çöp kutusu çok meydanda. Çöp de yok elbette. Bizdeki gibi dantel perdeler, sardunyalı pencereler duygulanmamıza, kendi ülkemizi özlememize sebep oldu. 

       

Venedik'in olmazsa olmazlarından biri de gondol sefası elbette. Şehrin belli bir kısmı bu şekilde gezilmiş oluyor. Keyifli anların, bol gülüşlerin, müzik ile coşmanın adresiydi gondollar. Venedik'in hafızalara kazınan sahnelerinden birinde yer almak gibiydi. 

      

Yeşilliğin bol olacağını düşündüğümüz bu gezide kereviz sapı, havuç dilimleri ve kuşkonmazlar sebze olarak imdadımıza yetişti. Makarna ve pizzadan üç günde bıkacağımız aklımıza gelmezdi. Tabağımıza konan kanlı biftekler de bizim damak zevkimize uymuyordu ama nazik garsonlar götürüp bir parça daha pişirme konusunda hiç de nazlanmıyordu. Gala gecesine  maskeli balo diye diye başlasak da halaylarla bitirmeme konusunda direnç gösteremedik. İnsan nereye giderse gitsin kültürüyle, alışkanlıklarıyla gidiyor. 

       

Bu tür gezilerin güzel bir yanı var. Başta çok bilgi sahibi olmasa da sonradan bir farkındalık oluşuyor ve insan bu konudaki bilgilere daha bir dikkatle bakıyor. Benim için de öyle oldu elbet. Venedik ne zaman kuruldu, bizlerle ilgisi var mı deyince Büyük Hun İmparatorluğuna, Avrupa Hun İmparatorluğuna, Atilla'ya kadar gittim. 


Babası Beda ve kardeşi ölünce Avrupa Hun İmparatorluğunun başına geçen Atilla, dış politika gereği Batı Roma İmparatorluğu ile iyi geçinmiş. Doğu Roma'yı egemenliği altına alan Atilla sonra Batı Roma ve Sasaniler devletini egemenliği altına almak istemiş. Seferler düzenlemiş. 3. Valentinianus, Papa 1. Leo'ya paha biçilmez ganimetler yollamış ve seferi durdurmasını istemiş. Batı Romayı da vergiye bağlayan Atilla seferleri durdurmuş, kendisine papaya diz çöktüren hükümdar denmiş. Hristiyanlar kendilerine kök söktüren Atilla'ya Tanrının Kılıcı demiş. Hz İsa yaşarken Hristiyan olmadık diye Tanrı bize Attila'yı ceza olarak yolladı demişler. 


Venedik'le ilgisine gelince: "Venedik yıllıklarından 1285'te yazan Macar tarihçi Simon Kazai'nin Gesta Hungarorum'unda bahsedilir. Aquileia vardı hedefte. Atilla sonunda Split'ten ayrıldı ve denizdeki, dağlardaki pek çok şehri ele geçirdi. Şehrin büyüklüğünden dehşete düştü ve burayı zapt edemezse sorun yaşayacağını düşündü.  Atilla ve Hunların egemenliğinde yaşamayı reddeden Panonyalı Lombardlardan pek çok kimsenin bu şehre sığınmasına çok öfkelendi. Şehirdeki bu kimseleri teslim edin diye ulaklar yolladı. Reddedilince şehri kuşattı. Tam bir buçuk yıl süren kuşatmadan artık vaz geçeceği sırada Leyleklerin kale içinden dışarıya taşındığını fark etti. Kötü bir şey olacağını sezen leyleklerin tersine göçü kalenin düşmek üzere olduğuna dair bir işaret olmalıydı. Bir İskit oyunuyla bir milyon kişiden bir milyon semer istedi. Kalenin duvarlarına dayadığı semerleri yakınca,  surlar, kuleler ufalanıp dökülmeye başladı. Bunu gören halk şehri terk ederek denizdeki bir adaya kaçtı. Artık orada yaşamaya karar vermişlerdi ama hala Atilla'dan korktukları için Rialto'daki bataklığa taşındılar. Bugün hala orada yaşamaktalar 


Aquileia'dan kalanların Venedik kentsel alanının kurulmasına sağladığı katkı aşikardır. Venedik'in ortaya çıkışında Atilla'nın Roma seferinin önemi büyüktür.  

    

Karısı tarafından zehirlenerek öldürüldüğü söylenen Atilla'ın ölümüyle Ortaçağ başladı. Venedik başlangıçta Bizans İmparatorluğunun başkentiydi. 7. yüz yılda bağımsız oldu. Ortaçağın ortalarında büyük bir deniz filosu kurarak Akdeniz ülkeleriyle yaptığı ticaret sonrası zengin bir ülke oldu. Haçlı savaşlarında Konstantinapolis'i (İstanbul'u) talan eden Venedik Girit Adasını aldı. Osmanlı'nın Sırbistan, Bosna Hersek, Arnavutluk'u fethiyle kara komşusu olan iki devlet sık sık karşı karşıya geldi. 


15. ve 16. yüz yılda Venedik Cumhuriyeti, İtalya yarımadasındaki Floransa, Cenova gibi kent devletleriyle  birlikte önemli bir kent oldu. 1797de Napolyon tarafından kuşatılan kent Avusturyaya devredildi ve 1100 yıl sonra bağımsızlığı kaybetmiş oldu. 1866 yılında da İtalya'nın bir parçası haline geldi. 


Devletler de insanlar gibi bir doğuyor bir ölüyor sanki.

Çok güzel. Bu haliyle bile anlaşılır. İlerde daha da gelişecektir. St Petersburg ve Venediği yazdıktan sonra "Şehirler ve Sanat" gibi bir başlık atsak neler yazılabilir?

Şehirler ve sanat derken konumuz gezi yazıları olduğu için konuyu o açıdan ele alacağım  ama yaşamak başlıbaşına sanat zaten. O yüzden insan elinin değdiği, emek verilen, kendinden izler taşıyan, kültürünü yansıtan her şey benim için sanat. 

Gezerken özgün yerler arıyoruz, bizden farklı, bize benzemeyen. Kendimizi geliştirmek adına mı yoksa insanın neler başardığını, nasıl yaşadığını görmek adına mı bilemiyorum. 

    

İzlediklerimden, okuduklarımdan pek çok örnek verebilirim ama gezdiğim yerlerden örnek vermek istiyorum. Paris'i Paris yapan belli değerler var. Aşıklar şehri dediğimiz kentin özgün hali hiç bozulmadan saklanmış ve gelişen yeni Paris, şehrin dışında tutulmuş. Atmosfer bozulmamış böylece. Amerika'daki Özgürlük Anıtının yapımı için kurulan dev iskele, nasıl kaldıralım düşünceleri ve biraz da çaresizlik yüzünden kalıcı olmuş ama bu iskele bile bugün bir sanat eseri gibi şehrin sembolü. Eyfel Kulesi ilk gezilecek yerlerin başında. Gotik mimari eserlerin süslediği şehir adeta açık hava müzesi gibi. Opera binası, kilise ve katedraller, çeşmeler ve surlar, meydanlarla, pembe beyaz çiçek açan akasya ağaçlarıyla bezenmiş. Sayısız kıymetli eserin  sergilendiği Louvre Müzesini gezmek için bile gidilebilir kente. Santa Crüe Katedrali sonradan yapılmış olsa da mimari değere kıymet verilmiş. Çevresine yerleşen çok sayıda ressam eserlerini üretmeye ve oraya renk katmaya devam ediyor. 

    

Moskova, köklü bir kültürün başkenti. Zamanında zaruri ihtiyaçtan kurulan konutlar, komünizm günlerinin tanığı olarak korunmakta. Bir devrin izlerini taşıyor, insan yüzündeki kırışıklar gibi aynı. Görkemli meydanları, meydanları süsleyen heykelleri; ki bu heykeller ya bir Rus sanatçıya ya da devlet adamına ait; sanat müzeleri, cami ve kiliseleri ile kendine has bir doku oluşturuyor. Çarlık  Rusyasının da komünizm devrinin izleri de tüm canlılığı ile korunuyor. Aslında kültürünü korumayı başarmak, yaşadığı çağ ile modernize olurken özünden çok uzaklaşmamak işin pratiği gibi.

    

Sanat ve şehir deyince İstanbul'u anmazsak olmaz. Osmanlının dünya coğrafyasına bıraktığı tarihsel izler olmasa İstanbul'da yer alan saraylar, camiler turistler üzerinde ne kadar etkili olur bilemiyorum. Siyasi manevralar, kazanılan zaferler,  harem hayatına dair kültürün gizemleri, girişilen taht kavgaları değil mi bizi Topkapı müzesine çeken. Filmlere, romanlara, şarkı ve şiirlere ne kadar konu olursa o kadar anlam ve güç kazanıyor yapısal eserler. Sanat eserini yine bir başka sanat eseri yüceltiyor. Galata Kulesinin, Kız Kulesinin mimari özelliği kadar, hikayeleri ve onlar için yazılan şiirler de etken onların değerini yükseltmede, merak uyandırmada. Hazerfen Ahmet Çelebinin uçma aşkı  ne zaman Galata Kulesine baksak aklımıza gelir. Ne zaman Kız Kulesine baksak aklımıza aşk gelir. Bedri Rahmi Eyüboğlu ne güzel söylüyor bir şiirinde.


İstanbul deyince aklıma kuleler gelir

Ne zaman birinin resmini yapsam öteki kıskanır

Ama şu Kız Kulesinin aklı olsa

Galata Kulesine varır

Bir sürü çocukları olur. 


Sanatçı bakışla anlam bulur örülen taş duvarlar, çıkılan merdivenler, açılan pencereler, dikilen ağaç ve çiçekler. Balıkçı tekneleri bile denize birer fırça darbesi gibi yayılır. Mezar taşları onlara verilen mana ve değerle birer sanat eseri olabilir. Sanatın ve sanatçının korunduğu şehirlerde estetik, kültür, tarih ve bir varoluş gösterir kendini. O yüzden kıymetlidir Şanzelize'de kahve içmek, İstiklalde kestane yemek, Beyoğlu'nda  volta atmak, Galata Köprüsünde balık yemek, Kapalıçarşı'da gümüş bakmak, Mısır Çarşısından köri almak. Beyazıtta nargile fokurdatmak. 

Hikayesini bidiğimiz yapıları seviyoruz, aynı hikayesini bildiğimiz insanları sevdiğimiz gibi. Bir şehri tanımak belki bir ömür zaman istiyor. Süleymaniye Cami  sakladığı kutsal emanetler olmadan eksik. Mihrimah Sultan Cami o yüzden bir aşk hikayesi ile süslü. Şehri süsleyen surlar bir zamanlar koruduğu Bizans'ı sembolize ettiği için anlamlı. 

Turistik geziler çoğu zaman yüzeysel, çabuk unutulmaya mahkum. Hikayesini bilmediğimiz eserler bir yerden sonra hep birbirine benziyor. 

   

Victor Hugo Notre Dame'ın Kamburunu yazmasa eksik kalırdı Notr Dame Kilisesi. 1345'de yapımı tamamlanan kilise 1831 yılında Victor Hugo eseri ile taçlanmış, yangından kurtulamayınca da bir romanın sayfalarında nefes almaya mahkum olmuş. Kuasimodo ve Esmeralda ile beraber yaşayacak eser ortada kalmayana, unutulana kadar. En sağlam duvarlar bazen bir fırça darbesi, bazen sayfalara dizilen kelimeler, bazen kulağımıza dokunan notalar kadar uzun süreli yaşayamıyor. Sanatçı yaşamı ve üretilen her şeyi anlamlı kılıyor, şehirleri, ülkeleri anlamlı kıldığı gibi.

Sanatın bu denli derinlere işleyen ve derinlerden gelen etkisi ile oluşan şehirler, şehirleşme, medeniyet derken; tüm gezip gördükleriniz ve duyumsadıklarınızdan sonra sizce medeniyet nedir ve sanatın medeniyetlere etkileri nelerdir? 

Bana göre sanat ve insan beraber doğmuştur. Biri diğerinden önce değil. İnsan da yaşamak eylemi de baştan sona bir sanat eseri. Güzel ve hoş görünme çabamız, yaşadığımız yerleri rahat, huzurlu ve estetik yapma çabamız  sanat eserleri görme, sanat icra etme isteğimizden. 

Milattan önce 385'de doğan Aristoteles'ten beri sanat kavramı yerine oturmuş ve bir poetika oluşmuş aslında. Şiirin, hikayenin temelleri atılmış, insan hayatındaki yeri belirlenmiş. Hâlâ M.Ö. belirlenen çizgilerle sanat yapıyor ve sanatı yaşam içinde kullanıyoruz. 

Hikaye yazma tekniğinde o zamanlarda belirlenen konu, kahramanlar, olay örgüsü, kaos, hangi matematik düzen içinde verilmişse; şiir hangi estetik duruşu gerektirdiyse yine aynı kurallarla yazıyoruz. Şiir, müzik, hikaye ve resim sanatı uygarlığın ilerlemesinde önemli roller üstlenmiş. İyi ve güzel, doğru ve yanlış, günah ve sevap en kolay sanat yoluyla anlatılmış. Dini metinler şiir halinde olunca ezberlenmesi, akılda kalması kolaymış. Resmedilen olaylar da hafızaya çok daha kolay yerleşmiş. 

İnsanlar öğrenmek ve öğretmekle uğraşırken hedef sosyal yaşamı, toplum hayatını düzene sokmak değil midir? M.Ö 400'lü yıllarda yazılan Yunan Tragedyalarına baktığımızda yaşamın bu günlerden çok da farklı olmadığını görüyoruz. Eserler bir erdem üzerinden yola çıkılarak yazılmış. Kötüyle savaş, iyiliği yüceltiş, kahramana övgü var. Sophocles günümüzden 2500 yıl önce Oidipus adlı eserini yazdığında kahramanın üzerinden bizlere pek çok mesaj veriyor. Kaderinden kaçmaya çalışan Oidipus,  güzel düzgün yapacağım derken bir anlık öfkesi yüzünden bir anlık taht hevesi yüzünden aldığı tek bir yanlış karar yüzünden bir dizi felakete sebep olmuş kaçtığı kaderin kurbanı olmuştu. 

1600'de İngiliz sanatçı Shakespeare tarafından yazılan Hamlet'te ise Danimarka prensi Hamlet, babasının ölümünden sonra bunalıma girer. Babasının acısı daha dinmeden görür ki annesi ve amcası evlenmiş. Hamlet amcasının yaptığı hain planı anlar ve bu yalanı, cinayeti ortaya çıkarmak için bir tiyatro oyunu sergiler. Sonunda babasının katilini bulur, cezasını verir. 

Sanat, etik değerler üzerinden, evrensel konular üzerinden ilerliyor. Notalar, dinleyen herkeste nasıl farklı çağrışımlar yapıyor ise yazılı edebi eserler de insandan insana değişik duygu çağrışımları, mantık yürütmeleri, bilinç akımı sağlıyor. Düşünmeyi, sorgulamayı, aramayı, çözüm üretmeyi, yaşananlar üzerinden düşünüp bir adım ileriye gitmeyi sağlıyor. Bu kadar eskiye gitmeyelim günümüze gelelim dediğimizde de gördüğümüz şu: Yine aynı düzen içinde yaratılıyor eserler. Etkilemek, yol göstermek, insanoğluna yalnız değilsin demek… Savaşın, göçün, direnişin, acıların sesi çıkıyor daha çok. Haksızlığı duyurarak mazluma arka çıkmak, güç vermek istiyor bazı eserler. Bazen de bizlere bir fikri empoze etmek için kullanılıyor sanat. Tarihi yanılsamalar, haksızı haklı göstermeler, direnişe veya suskunluğa  yönlendirmeler. Her şey gibi ne yazık ki sanat da kötüye kullanılabiliyor. Savaşa, lükse, tembelliğe özendirme gibi. İncelikten, duygusallıktan, maneviyattan uzaklaştırıp kültürel bir yozlaşmaya maruz bırakılmak gibi. Bugün televizyon kanallarında bize yapılmak istenenler gibi. Tartışma programları kavga etmek, suç bastırmak, iftira atmak, kamuoyunu yanıltmak için yapılıyor adeta. Oysa tartışma da edebi sanatların bir koludur. Hedef farklı doğruların arasından en pratik, en değerli yolu, yöntemi seçmektir. Oysa program sonunda çamur at izi kalsın diyenlerin yarattığı çirkin duygu ve düşüncelerin kucağında buluyoruz kendimizi. 

Televizyon dizilerinde izlediğimiz havuzlu şık villalar, lüx arabalar, güzel ve bakımlı kızlar, yakışıklı genç erkekler, aşk ilişkisinde bir türlü aradığını bulamayanlar, tuzaklar, entrikalar, kaçamaklar, ihanetler tabi ki belli bir amaç için kullanılıyor. Onlar zengin ama başlarından dert eksilmiyor, göründükleri gibi mutlu değiller, sizden iyisi yok, "azıcık aşım, ağrısız başım" deyip siz şükredin deniyor bizlere. 

Sanat da medeniyetler üzerinde bıçak gibi ateş gibi farklı etkiler yapabiliyor. Sanat yapan kadar sanattan anlayanın da ahlaki duruşu önemli. Mermeri, ağacı, taşı dantel gibi işleyenler; bir ney sesiyle, bir kemanın, sazın, yada saksafonun sesiyle bizi diyar diyar gezdirenler; beyaz  bir kağıda döşediği kelimelerin peşi sıra bizi kah bir savaşın, kah bir aşkın, kah bir cümbüşün orta yerine atanlar, birer sanatçı. 

Medeniyetlerin ilerlemesinde de yok olmasında da sanatçının rolü çok. Düzgün bir toplumdan düzgün sanatçılar mı çıkar diyelim yoksa düzgün sanatçıların bol olduğu yerde topluluklar da düzgün mü olur diyelim bilmem ki. Düzgünlük kavramı bile çokça tartışılabilir aslında ama yine de biliyoruz ki  medeniyet dediğimiz toplumsal göstergemiz. Manevi değerlerimiz. Yaşadığımız yaşattığımız öz kültürümüz. Öz zenginliklerimiz.

Kendi kültür köklerinizden bahsetmek ister misiniz; doğup büyüdüğünüz ortam, oradaki kültür/kültürler, ailenizin kökleri, evde konuşulan dil, insan ilişkileri, sorunların çözüm yolları, idare biçimi, ailede iş bölümleri, diğerleri ile ilişkiler, ziyafetler, toplandılar, düğün ölüm merasimleri ve sizce bu coğrafyanın adı neden Türkiye' dir? 

 

Sakarya'nın Geyve ilçesinde doğmuşum. Yıl 1963... O yıllarda evlenen her gencin kendine ait bir evi olamıyordu. Biz de dedem ve anneannemle beraber yaşıyorduk. Sonraki yıllarda amcam evlenmiş, bir oda da onlara verilmişti. Evde kasa da söz de dedeme aitti. Babam berber, amcam öğretmen olsa da kazançlar tek kasada birikirdi. 

 

O yıllarda Geyve nüfusu beş bin kadar. Ahırda yirmi kadar büyükbaş hayvan çoban tarafından meraya gider, babam berber dükkanına, dedem ve anneannem bağa bahçeye gider annem de süt güğümleri, yoğurt tencereleri, yayıklı, sepetli bir evde iş bitirmeye çalışırmış. Çocukluk çok güzel. Pek çok yorgunluktan, gerginlikten uzak her çeşit meyve, sebze ve çiçeğin bulunduğu kocaman bahçeli bir evde; buzağılar, kuzular, keçi yavruları, civcivler, tavşanlar arasında, türlü yaramazlığın peşinde yaşar giderdim. 

    

Kışın okul, yazın kuran kurslarında öğrenciydik. Şimdiki gibi ellerde telefon olmayınca küçük yaşta elişi yapmayı da öğrendik, bol bol kitap okuma zamanı da bulduk. 

    

Evleninceye kadar mahallemizdeki kızlı erkekli arkadaş grubumuzla voleybol oynadık, kitap alışverişi yaptık, bol bol sohbet etme zamanı bulduk. Mahalle arkadaşlarımızla okul arkadaşlarımız aynıydı. Lise yıllarımda Türk edebiyatı ve Dünya Klasiklerinden pek çok eser okudum. Arkadaşlarım da çok okurdu. Evlerde buzdolapları, televizyonlar,  yeni yeni yaygınlaşmaya başlamıştı. Fırınlı ocak ise hala yoktu. 

   

Okullarda modern hayatlara, özgürlükçü düşüncelere, mutlu yarınlara hazırlanırken; ailelerimizin  mahalle baskıları, hurafeler, yanlış din öğretileriyle kararan hayatlarına bir parça ışık, birazcık umut olacakken karşılaştığımız seksen darbesiyle tekrar karanlığa mahkum edilmiştik. Bizden önceki nesilde nikahsız evliliklerin, kuma hayatının, başlık parasının sancıları bitmemişti henüz. Duygu Asena'nın kitap adı gibi, kadının adı yoktu sahiden. 

   

Devlet kutsaldı yaşadığım çevrede. Asker, öğretmen, doktor da devletin kutsal emanetleriydi. Saygıda sevgide kusur edilmez, mağdur edilmezlerdi.  İtaatkar, temiz, dürüst, çalışkan insanlardan oluşmuştu yöremiz. Dini öğretiler de sabretmeyi, şükretmeyi öğretmişti. Sorgulayan, suçlayan, daha iyisini arayan azdı çevremde. Sanırım korumacı aile yapısı, bereketli topraklar sayesinde hemen herkesin kolayca karın doyurması sayesindeydi bu biraz da… Çok çocuklu aile de pek yoktu yöremizde. İnsandık hepimiz. Komşularımız arasında Türk, Kürt, Laz, Alevi diye ayırım yapıldığını, aleyhte konuşulduğunu duymazdık hiç. Oysa dede evinden çıkıp kiralık bir eve yerleştiğimizde bizim gibi iki odalı evlerde yaşayan her kesimden komşumuzla iç içe yaşıyorduk. Acılar da, mutluluk da paylaşılıyordu. Aradan geçen bunca zamana karşı hayat yine öyle devam ediyor Geyve'de. Cenazeler, dualar, kalabalık. Hastaya da cenazeye de, acılı kalana da destek olunuyor. Lüks salon düğünleri yapan da var eski usul köy düğünü yapan da. Yaz akşamları kapı önlerinde yapılan düğünlerin tadına doyulmuyor. Canlı müzik eşliğinde piste fırlayanların sayısı bazen yüz yüz elli kişiyi buluyordu. Her yaştan genç eğleniyor burada. Sosyal yaşam zaten düğünler ve dualarla sınırlı. O yüzden hiç kimse nazlanmaz piste fırlarken. Düğün yemekleri kazanlarla pişer, tüm gün, gelen herkes karnını doyurur. Düğün sahibinin hayrı, şanıdır bu. 

   

Küçük yerlerin yaşadığı pek çok mutluluğun yanında sıkıntılı yanlar da var elbet. Bir söz vardır bizde: "Kardeş kardeşin ne olduğunu ister ne öldüğünü". Herkes kardeştir buralarda. Ne zarara uğrayıp ölmeni isterler ne de sınırlarından çıkmanı, sıra dışı olmanı. Belli kuralları vardır. Ortalamaya uymalı ve aykırı olmamalısın. Sır saklanmaz buralarda. Kabuğuna çekilmene, azıcık düşünmene fırsat bulamazsın pek. Belki de iyi olan budur, kim bilir.

     

Türkiye Coğrafyasının verimli topraklarında, sevilip korunduğum bir ortamda, mutluluk içinde yaşadım hep. Zaman zaman olumsuzlukları görüp üzülsem de, haksızlığa isyan edip başkalarının acısıyla paramparça olsam da kendi hayatımla ilgili sorunum olmadı hiç. Bu topraklarda olmaktan mutlu ve gururluyum. İnsanların da ağaçlar gibi kökleri olduğuna ama bizim bunları göremediğimize inanıyorum. O yüzden hiç kimse yerinden yurdundan olmamalı. Hiç kimse sürgüne vaya göçe zorlanmamalı. 

     

Zaman dediğimiz su misali. Hala çocukluğumdan bahsederken aslında bir anneanneyim. Yıllardır yaşayarak, okuyarak biriktirdiklerimi şimdi yazarak mutlu oluyorum. İnsan ne için hazırlandığını bilemiyor hiç. Yaşamın en güzel yanı bu olsa gerek, sürekli bilinmeze gebe. Yaşanan hiçbir şeyin izi silinmiyor, salyangoz misali izler bırakarak ilerliyoruz. 

 

Anılardan, içinde olduğum kültürden bahsetmek kolay. Bu coğrafyanın adı neden Türkiye diye sorarak bana da araştırma fırsat verdiniz, çok teşekkür ederim.

 

Türk adı Göktürkler zamanında, Orhun Abidelerinde (25 Kasım 734) de yer almış. Türk kelimesini Türk Devleti'nin resmi adı şeklinde ilk kullanan siyasi teşekkülün Kök Türk Kağanlığı olduğunu biliyoruz. Kök Türklerin dışında, Türk adıyla tarihte kurulmuş ikinci devlet ise Türkiye Cumhuriyeti'dir. 

Her iki devlette de Türk milli kimliği en üst düzeyde tutulmuştur. Elbette ki Kök Türk birliğinin içersinde Oğuz, Karluk, Uygur, Kırgız, Türgiş vs. gibi Türk boyları bulunuyordu. Bunun benzeri olarak Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda da halkın esas kütlesi Türklerin Türkmen - Oğuz boyu olmakla birlikte, sınırlar dahilinde Türkmenlerin haricindeki Türk gruplarına rastlamak da mümkündü. Büyük Atatürk isteseydi yeni kurulan bu devletin adını  Türkmen Cumhuriyeti olarak da verebilirdi, ancak o da tıpkı Kök Türk atalarımız gibi devletin içinde yer alan hiç kimsenin yadırgamayacağı ve aynı soydan gelenlerin kabulleneceği bir siyasi adı yani Türk'ü seçmiştir. 

 

Bütün bunlar günümüz itibarıyla Türk isminin belirli bir toprağa mahsus etnik bir ad değil, kendilerini aynı köken ve kültürde birleştiren insanlara ait siyasi bir isim olduğunu ortaya koymaktadır. Kök Türk Kağanlığının kuruluşundan itibaren  önce Börülü sülalesinin, daha sonra kağanlığa bağlı, kendi özel isimleriyle anılan diğer Türklerin ortak ismi olmuş, zamanla Türk soyuna mensup bütün toplulukları ifade etmek için milli ad seviyesine yükselmiştir. Ayrıca Türk milletinin yurdu demek olan Türkiye adı ilk defa 6. yüzyıla ait Bizans kaynaklarında Orta Asya ve Türkistan; 9-10.asırlarda İdil'den Orta Avrupa'ya kadarki bölge; 12. yüzyılda Anadolu, 13. asırda Mısır ve Suriye ile yine Türkistan için kullanılmıştır. 

(Kaynak: Prof. Dr. Saadettin Yağmur Gömeç)

 

-Türk Kültür Yumağından böylece bahsetmişken, gezip gördüğünüz tüm yerlerdeki diğer kültürlerle de kıyasladopınızda farkında olarak veya olmayarak insanların içinde yaşadıkları toplumun etkilerinden inceden inceye pay aldıklarını, oluştuklarını, dünyanın neresine giderlerse gitsinler o titreşimin, ritmin farklı hissettirdiğini de anlıyoruz. Bu durumda evrensel sanat dediğimizde en üst perdeden, tüm insanları kapsayıp kuşatan en üst titreşimleri ne olarak buldunuz, ortak insanlık diye bir şey var mıdır? 

 

İnsan yaşamında her şey iç içe. Sanat, kültür, medeniyet,  yaşadığımız coğrafyaya göre farklı melodiler, farklı şekillerle karşımıza çıksa da insanoğlu hep estetik duygusuyla hareket etmiş. Çevresini güzel, yaşamı renkli kılmaya çalışmış. Bunu yapmaya çalışırken bir yandan da canını korumaya, güven içinde yaşamaya çalışmış. Şimdilerde katıldığımız turistik gezilerde büyük keyifle gezdiğimiz kale şehirleri bunlara örnek. Kocaman surların, sayısız taş duvarın ardında insanlar eşkiyadan, korsanlardan, komşu devletlerden canını malını korumaya çalışmış. 

     

Bir de yeraltı şehirleri var. Bunun en güzel örneğini  Kapadokya'da gezdim. Kapadokya binlerce yıllık geçmişinde sık sık saldırılara maruz kaldığı için hemen her evin altında, tehlike anında gizlenecek odalar ve gizli geçitler bulunuyor. Bu da yer üstündeki köyleri yer altına taşıyarak zamanla yeraltı köyleri, bunların birbirine bağlanmasıyla da yeraltı şehirlerini oluşturmuş. Buralarda binlerce insanın hiç dışarıya çıkmadan uzun süre barınmasını sağlayan erzak depoları, su kuyuları, kesintisiz havalandırma sağlayan bacalar, tuvaletler, ibadethaneler bulunuyor. 

     

Yunanlı tarihçi Ksenephon Anabasis Onbinlerin Dönüşü kitabında, M.Ö 4000 yıllarında İran kralı Artakserkses' e karşı sefer düzenleyen Isparta ordusunun yorulup burada konakladığını yazıyor. M.Ö 2000 yıllarında kurulan Hitit medeniyetine ait sayısız kabartma da şehrin ne denli eski tarihlere dayandığını kanıtlıyor. 

 

Alman asıllı tarihçi Martin Urban ise şehirlerin yaşının M.Ö  7-8. yüzyıllara kadar dayandığını söylüyor. Derinkuyu ve Kaymaklı adında iki şehir var yörede, bu şehirler arasında da bağlantı olduğu zannediliyor ama henüz kazılar tamamlanmamış. 

     

1963 yılında bulunan Derinkuyu yeraltı şehri 1967 yılından beri ziyaret ediliyor. Şimdilik derine inilen sadece 50 metre ama 85 metreye kadar inilebileceği söyleniyor. 2.5 km alana yayılan şehirde 52 su kuyusu var. Bu kuyular aynı zamanda havalandırma görevini de karşılıyor. Şehri gezerken beni en çok etkileyen tehlike anında ileri geri hareketlerle bölümleri kapayan dev değirmen taşlarına benzeyen, kapı görevi gören düzeneklerdi. Onlar oraya nasıl sokuldu veya nasıl yapıldı akıl erer gibi değil. Şehri UFO' lar yaptı söylentisi insana hiç de saçma gelmiyor. Şehirde misyonerler okulu ve kilise inşaatı da ihmal edilmemiş.

 

Şartlar böylesi zor işlere zorluyor insanları. Dinlerin yayılma süreci, yaşanan zorluklar, yasaklar, bazen kayaların üstlerinde bazen dağ başlarında bazen de yer altında yerleşim alanları kurdurtmuş. 

      

Dubai gezimizde de çölün insan aklı, zevk ve güçle ne kadar işlevsel bir hal aldığını görebildim. Jiplerle yaptığımız safari, deve üzerinde gezinti, çöl ortasında gerçekleşen eğlence, yemek, dans… İnsanoğlu nerede yaşarsa yaşasın,  yaşadığı yerlere sihirli dokunuşlar yapıyor. Bunun en güzel örneklerini Dubai'de gördüm. Çöle rağmen kayak merkezi, okyanusa kurulan Palmiye Adaları, karada yapılan büyük sitelerin arasına sandalla gezilen suni göl. İnsanlar heyecan peşinde.  Elinde olmayanı, farklı olanı özleyip istiyor. Yaşamı renkli ve güzel kılan da bu bence. 

    

Gezerken en çok şöyle dua ederim: İyi ki de hepimiz birbirimizden farklıyız. Farklı zihin yapılarımız, farklı zevklerimiz, farklı becerilerimiz, farklı alışkanlık ve ihtiyaçlarımız var. Ya hepimiz aynı inançta, aynı doğruda, aynı güzellikte olsaydık, ne sıkıcı olurdu dünya. Ya herkese eşit güzellikte pay düşseydi dünyadan. Herkese bir avuç deniz, biraz çöl, biraz buzul, biraz toprak. Ne yapardık onlarla? Ya tek tip çiçekle donansaydı dünya, tek ağaç çeşidi donatsaydı ormanları! 

 

Ben gezilerimden şu sonucu çıkarıyorum, insan her yerde aynı. Yaşam coşkusuyla dolu herkes. Herkes için can çok tatlı. Korunmak, güven duymak, anlaşılmak, sevmek, sevilmek istiyor. İnsanlığın arzusu, ihtiyacı, beklentisi hep aynı. Zevk almak, renk katmak, güzel de izler bırakmak istiyor geçip gittiği dünya üstünde. Bir teşekkür, bir tebessüm, bir tatlı söz çoğu zaman umulan. Bir güvenebilse insan insana ne sınır kapıları, ne yeraltı şehirleri, ne kale şehirleri, ne zindanlar, ne darağacı kalır dünyada. Hiç kimse ölmek istemez.

 

-Ortak yaşam arzusuna ulaştıktan sonra elindeki imkanları değerlendiremeyen veya hiç imkanı olmayan insanlara önerileriniz neler olabilir, yaşamdan zevk almak daha önemlisi yaşamın farkına varmak için ne yapmalılar? 

 

Yaşamdan zevk almak, mutlu olmak,  hep dilimizde olsa da yaşananlardan görüyoruz ki mutluluk diye bir şey yok veya şöyle diyelim, tam anlamıyla mutlu insan yok. Bir arayış içinde yitip giden hayatlar var sadece. Kime sorsan ya umuttan bahsediyor ya da geçmiş günlerin güzelliğinden. An dediğimiz şeyin kıymetini de ne aradığımızı da pek bilemiyoruz. 

 

Aşk var, büyülü bir bahçe ama o da ya hayal kırıklıklarıyla sonuçlanıyor ya da kavuşmanın ardından yanılgılar, alışkanlıklar, mecburiyetler derken bitip gidiyor. Yaşam felsefesini anlayamıyoruz, ne aradığımızı, ne olması gerektiğini bilemiyoruz. Hep bir adım sonraya takılı kalıyor düşünceler. Dinginlik  bizlere uzak… Zamanla hep bir yarış var aramızda. Gün kısa geliyor, haftalar, aylar, yıllar birbirini kovalıyor ve bizler kederleniyoruz ömür bitiyor diye. 

 

Aslında zamanın yavaş ilerlediği yerler de var. Kalabalıktan uzak yerlerde, kendimizle başbaşa kaldığımızda, yetiştirmek zorunda olduğumuz bir iş yoksa televizyon, internet yoksa yudum yudum içiyor insan zamanı; günü bitirebilmek, bazen de geceyi sabah edebilmek için iple çekiyor zamanı. 

     

Bir roman okumuştum geçen yıl. Bir Çift Yürek. Yazarı Mario Morgan. Amerikalı bir tıp doktoru olan Marlo Morgan gerçek bir olaya dayanan bu kitabında Avustralya’da yaşadığı ruhsal bir yolculuktan bahsetmektedir. Yazar, göçebe bir kültüre sahip Avustralya yerlileri olan Aborjinler eşliğinde, kabilenin kendilerini adlandırdıkları şekliyle ”gerçek İnsanlarla” birlikte dört ay süren ve çölü boydan boya katettikleri uzun bir yürüyüşe çıkar. Bu süre boyunca, çölün çorak coğrafyasındaki bitkiler ve hayvanlarla uyum içinde yaşamayı öğrenir. Olağandışı insanlardan oluşan bu toplulukla birlikte yaptığı bu yolculukla Morgan, bu insanların 50.000 yıllık kültürlerinin felsefesi ve bilgeliği ile tanışır. 

      

Yolculuğun başında kahramanımızın elindeki banka kartları, telefonu, cüzdanı, saati, kıyafetleri, ayakkabıları güneş gözlükleri ateşe atılır. Onların verdiği basit bir kıyafet, ilkel bir sandalet ile yola çıkar. Tanımadığı iki kişiyle bir yolculuğa çıkmıştır ama ne nereye gideceklerini, ne niçin gittiklerini, ne de ne zaman varacaklarını bilmektedir. Aborjinler ihtiyaçları dışında tek yudum su içmiyor, fazladan tek lokma yemiyor. Avladıkları hayvanlar ile özel bir iletişim kuruyor ve rızasız tek can almıyorlardı.  Ağaçlarla, en küçük otlarla, sıradan böceklerle bile konuşuyor, toprağı dinliyor, doğanın içinde birbirine uyum sağlayarak yaşayan bitki ve hayvan topluluğuna onlar da uyum içinde katılıyorlardı. Bizlerdeki en büyük sorun sanırım uyum sağlamak yerine herkesi veya her şeyi kendi çıkarlarımıza göre yönetmeye çalışmak. 

     

Bu kitabı okuyana kadar içimde büyük bir ölüm korkusu vardı. Çocukluğumdan itibaren ölüme dair duyduğum en önemli şey cennet cehennemdi. Mezara girdiğimizde bedenimizi saracak kurtçuklar, yılanlar.  Abdestimizi ilk onlar bozacaktı. Sorgu melekleri yanıma geldiğinde kalkmaya çalışacak ve mezarda olduğumu anlayacaktım. Ah ben ölmüşüm diyecektim. Sevmekten ziyade korkmayı öğretmişlerdi. Oysa burada ölenler toprağın derinine  gömülmek istemiyordu. Yıllar boyunca doğadan, hayvanlardan beslenen insan, "şimdi de ben onları besleyeceğim" diyordu. Bedenime ulaşmak zor olmasın onlar için diyordu. Doğanın dengesi bundan başka ne olabilirdi ki. Büyük bir zincirin, birbirini besleyen halkalarıydık belli ki. Herkes birbirine muhtaçtı. 

    

Hiçliğimiz ve ben - egomuz arasında hırpalanıyor perişan oluyoruz. Bir taraftan bakıyoruz ki şu koca dünyada bir hiçiz. Evrene baktığımızda, varlığını  bildiğimiz bilmediğimiz diğer gezegenleri de işin içine katarsak yok bile sayılabiliriz. Hele bir de daha önce yaşayanları, bizden sonra da yaşayacakları düşünürsek arada kaynar gideriz, belki de yaşadığımızı tanrı bile hatırlamaz diye düşünebiliriz. O kadar hiçiz, o kadar hiç. Ama diğer taraftan bakarsak ne kadar da önemliyiz. Tanrının yarattığı en muhteşem eser. Bedenimiz muhteşem bir düzen içinde çalışıyor. On beş santimlik böbreğimiz iş görmese onun vazifesini yapan makine neredeyse bir odayı dolduruyor. Mucizevi bir nefes sayesinde bedenimizdeki kan, ter, idrar, dışkı, sümük, gözyaşı, birbirine karışmadan, yolunu şaşırmadan yaşıyor. Yaramaz bir ruh var içimizde, bazen giydiği bedeni yatakta bırakıp diyar diyar dolaşıyor. Kalp ve akıl var, sık sık birbiriyle dalaşıyor. 

     

Hiçliğimizi unutup sık sık egomuzun peşine düşüyoruz. Neyin sahibi olursak olalım yetmiyor. Şahaneyiz. Biraz söz geçirebilsek rüzgarı biz üflemeye, nehirleri biz akıtmaya kalkarız. Güneşe bile emir veririz, bugün doğ, yarın doğma diye. 

     

Bizi en çok üzen ve yoran güvenilmez bir dünyada yaşıyor olmamız. Her yer düşman dolu. Sınırlar çekmişiz ülkeler arasına ve kocaman duvarlar, evlerin dışına. Hayalimiz barış dolu bir dünya ama ne mümkün. 

 

Kıymetli biyoloğumuz Sinan Canan Bey, izlediğim videolarından birinde şöyle diyor. Kendine yetemeyen tek canlı insan. Üzerimize bir bakalım. Ayağımızdaki ayakkabıdan, çoraptan tutun çamaşırlarımıza, ceket pantolonumuza, başımızdaki şapkadan, gözlüğümüze, bindiğimiz arabadan yaşadığımız evimize, ısınmaktan tutun aydınlanmamıza, yiyip içtiklerimize kadar akla gelen her şey başka insanların ürettikleridir. Öylesine muhtacız başkalarına. Doğduğunda yaşam kaynağı olan anne memesini bulamayan, ona gidemeyen tek canlıdır insan evladı. Bunca acizliğimizin yanında başka insanlara tahammülsüz olan tek canlı türü de yine insan olsa gerek. 

    

Bir de mürekkep ve beyaz kağıt örneği veriyor konuşmasında. Beyaz bir kağıda bir damla mürekkep akıtın diyor. Lekeye bakın. Sonra milyon defa yine deneyin. Aynı lekeyi bir kez daha yapmanız mümkün değil. Çünkü kağıt ve mürekkep arasında bir alışveriş var burada. İnsanoğlu da aynı böyle. Bilgi, tecrübe, idrak, zevk, hoşgörü herkeste farklı farklı. Parmak izlerimiz nasıl benzemiyorsa birbirine, nasıl hiç kimsenin yüzü bir diğerinin aynısı değilse, insanların da birbiriyle aynı düşünmesi, aynı tercihlerde buluşması mümkün değil. 

     

Ebedi mutluluk diye bir şey olmadığını bilmemiz gerekiyor bence. Sürekli gülümsüyor olsak ne komik olurduk. Üzülmeden sevincin, ağlamadan gülmenin kıymeti bilinir mi hiç? Bizi hasta eden mikroplardan elde edilmiyor mu aşı? Yılan zehrinde değil mi panzehir? Bazen kuraklık, bazen deprem, bazen çok yağışlar değil mi yeni kaynakların yolunu gösteren? Tüm  dertler dermanı içinde taşıyor. 

    

En güzel Şems söylüyor bu konuda: Başkalarından saygı, ilgi  yada sevgi bekliyorsan, önce sırasıyla kendine borçlusun borçlusun bunları. Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir. Sen kendini sevdiğin halde dünya sana diken yolladı mı sevin. Yakında gül yollayacak demektir.

 

Kendini sevmek konusuna gelmişken; kendini sevmekle egoizm - bencilliğin farkları nelerdir? 

 

İnsanoğlu karşısındaki insanlar için yargıda bulunmaktan çekinmez, üstelik çoğu zaman tek eylem veya birkaç söze dayanarak yapar bunu. Bu güzel, bu suçlu, bu kötü, bu bencil, bu art niyetli, bu çok saf, bu içten pazarlıklı, bu gamsız..... diyebilir birileri için. Hemen herkesi tanır insan ama kendisini asla. Zaman ve şartlar karşısında nasıl tepkiler vereceğimiz, zamanla bazı şeylere nasıl müsamaha  göstereceğiz belli olmayabilir. Özünde çok farklı olmasak bile zaman içinde hiç değişmezsek zaten yaşadıklarımızdan bir şey öğrenmedik demektir. 

      

En samimi halimiz çocukluğumuzda görünür. Kıskançlığımızı, korkularımızı, heveslerimizi çekinmeden sergileriz. Sonra utanmalar, suçluluk hissi, ayıplanma endişesi, kurallar, yasaklar derken bir şeyleri örterek, saklayarak bir kimlik oluştururuz. İlkellikten kurtulmak mıdır bu, doğal olanı kaybetmek mi bilinmez. Çocuk samimiyetiyle yaşasak belki de zor olur kendimizi korumak. Bizi çıplak ve savunmasız bırakan giysilerimizin yokluğu, bedenimizin görünmesi değil, duygu ve düşüncelerimizin çırılçıplak ortaya dökülmesidir, öyle değil mi? 

      

Ego, "ben" demek. Egoist ise "bencil", yani en çok kendisini düşünen. Kendimize kimlik oluşturmaya çalışırken yaşadıklarımız bizi etkiliyor. "Ben" dengede kalır mı, "bencillik" sınırına girer mi, bu zamana ve şartlara göre değişiyor. Eğitim, çevre, kültür, idrak yetimiz bizi ben ile bencillik aradında dolaştırıp duruyor. Ben'i korumadan olmuyor. Ama nasıl koruyacağız onu. Gerektiğinde nasıl frenleyeceğiz bencillik sınırına geçmesin diye. Ben'i tanımıyoruz ki. Korumaya sevmeye değer olup olmadığını bile bilmiyoruz. 

    

Ayna aslında çok güzel bir gereç, ben'i görmek için. Gözlerimizde  ışıltı sevinç varsa, kendimize gülümseyerek bakabiliyorsak, ara sıra şarkılar mırıldanıp bir de kahkahalar atıyorsak mutluyuz diyebiliriz. Ama o da ne? Gördüğümüz ışık da, gülücükler de meğer birinin hediyesiymiş bize. O gitti biz aynada yabancı birini görür gibi olduk. Eski halimizi arıyoruz çaresizce. Güneşi yitiren ay gibi karardı yüzümüz. Ne dersek diyelim başkalarının gözündeki ben'i arıyoruz. Sevilen, sayılan, kutlanan, korunan ben. Sevdiklerimiz tarafından sevilmek istiyoruz. 

    

Kendi özgürlüğümüzü ilan edemiyoruz bir türlü. Elimizi kolumuzu bağlayan şeyleri  bulup onlara engel olamıyoruz. Bizdeki ışığı görüp haber verecek insanlara gereksinim duyuyoruz. Birinin güzelsin demesini, yaptığımız işi başarılı bulmasını, iyi yaptın harikasın demesini, doğru yoldasın deyip enerji vermesini ya da yaptığımız her ne ise bize bir kazanç sağlamasını. Başarıyı  bunlarla ölçüyoruz. Çok para kazanmışsak bizi kutlayan olmasa da başarılıyız diyebiliyoruz. Elimize illaki bir şeyler geçmeli. İllaki kazanmalıyız. Kaybettiklerimizin de bir deneyim bir kazanç olduğunu, bizi tekrar yoğurup şekillendirdiğini, "ben yolunda" donattığını fark edemiyoruz. 

       

Selama karşılık, tebessüme karşılık, ikrama karşılık, sevgiye aşka karşılık bekliyoruz. Yaptıklarımız dağ, aldıklarımız hiç oluyor gözümüzde. Herkesin bakkal defteri gibi bir defteri var aklında. Aldıklarım, verdiklerim. Tutmadım zannettiğimiz bu defter gün gelip dilimizden  kelam olup akıyor. Hiç unutmam bir dost ile muhabbet ediyoruz. Laf lafı açtı. Yaşadıklarımızı, yaptıklarımızı anlatır olduk. Gençlik gitti dedim ben. "Ben" aklıma gelmeden, kendim için pek de bir şey yapmadan geçip gitti nice seneler! Ev alalım, araba alalım, aman çoluk çocuk rahat etsin, güzel okullarda okusunlar, düzgün işlerde çalışsınlar derken geldik bu yaşlara. "Aldığın her şey sana dönmüş. Eşine yardım etmek değil, kendi rahat düzenini sağlamak için değil miydi mücadelen. Çocukların için yaptıkların da aynı değil mi? Onların ayakları üzerinde güvenle durması senin yükünün azalması değil mi? Benim çocuklarım diye sahiplendiğin çocuklar için verdiğin uğraşların hepsi yine kendini korumak, kendini yüceltmek, kendini mutlu etmek adına değil mi?" dedi. Düşündüm, öyleydi elbet. Hep kendi adıma uğraş vermişim, kendi adımaymış mücadelem. 

    

Şimdi bakıyorum da bana güzellik olarak dönmeyen tek uğraşım yok. Bir ağaç diksem bir daha ayak basmayacağım dağ başında, yaşadığım dünyanın ağacı olacak, bana ya nefes yollayacak, ya bir kuş, ya bir avuç yemiş. Bir çocuğun  başını okşasam, nefes aldığım dünya güzel enerjiyle dolacak. Bir şarkı söylesem rüzgara, gidecek toprağa bin tohum saçacak. 

     

Dostumuzu, arkadaşımızı, sevgilimizi severken bile "BEN"i seviyoruz. Kendimizi seviyoruz. Bencil olmadan yaşamamız çok zor. 

 

Bir dost ile mesajlaştık bu akşam, "iyi ki tanıdım sizi" dedi. "Ben de öyle düşünüyorum, iyi ki tanıdım sizi" dedim. Bir bencillik daha yaptım, sevmenin tadını çıkararak şımarttım kendimi. 

 

Sevip sevildikçe anlam buluyor hayat ve ne kadar çok insan seviyorsak, ne kadar çok kalbe dokunabiliyorsak, o kadar güç buluyoruz yaşamak için. Bir yanı güzel dünya, albenili, şatafatlı; diğer yanı bataklık, kuraklık, zindan.  Biz güller dikiyoruz sahibini tanımadığımız bahçelere, tanımadığımız insanlar koklasın diye.  


 

BAZI SORU VE YANITLARI

 

-Özlem AKSOY: Konu gezi olunca yıllar önce okuduğum Heinrich Heine'in dört ciltten oluşan Seyahat Tabloları eserini hatırladım. On dokuzuncu yüz yılda yazılmış turistik gezi anlatımı değil de politik sosyal görüşleriyle iç içe güneşi barındıran ışık saçan değerli bir anlatımı vardı. Sizin kendinizi tamamladığınız bu tarzda bir anlatıcı var mı, varsa kim? 

 

Benim gezi yazılarına yönelmem sadece tesadüfen oldu. Paylaşmayı seviyorum. Gördüğüm bir çiçeği, gezdiğim ormanı, yaylayı, tatil yaptığım beldeyi, ülkeyi, doğduğum kasabayı, büyüdüğüm evi anlatayım derken güzel yazılar birikti. Tabi bu yazıları okuyup beni yüreklendirenler var bir de. "Lütfen sen yaz biz okuyalım, sanki seninle adım adım geziyoruz gittiğin yerleri diyen dostlarım". Burgaz'a gittiğimde Sait Faik Müzesi, Aşiyan'da Tevfik Fikret Müzesi, Bodrum'da Zeki Müren'in müze evi, Makedonya'da Matka Kanyonu, Aksaray'da Ihlara Vadisi derken hem gittiğim yerleri tanıtmayı, hem onlar hakkında daha çok bilgi edinmeyi hem de geleceğe güzel anılar biriktirmeyi düşünüyorum. Yazılar ve fotoğraflar anı sandığının en doğrucu belgeleri.

 

Yazma arzusu nasıl gelişir, düzgün ve etkin yazı için önerileriniz nelerdir?

 

Yazan kişilerin farklı farklı serüvenleri var mutlaka, benimki  bir ihtiyaçtan doğdu. İnsan en güzel örneği kendisinden veriyor. Şiirle başladım yazma serüvenime. Sait Faik'in dediği gibi yazmasam ölürdüm. Sonrasında güncel olaylar beni yazmaya mecbur etti. Yazarken ben varım, buradayım, görüyorum, farkındayım, anlıyorum diyordum. Sosyal medya sayesinde geliştirdim yazılarımı. Yazarak başkalarının düşüncelerine, duygularına tercüman olduğumu fark ettim. Şiir ilk aşkımdı. Samimi, gerçek, abartısız ve içimden geldiği gibi. Sıcacık duygularla ve mert bir şekilde. Kaçmadan, saklanmadan. İnsan kendini ifade etmenin tadına varınca kendini yazmaktan alıkoyamıyor. 

 

Yazmak yeni düşünce yolları açmaktır. Bitirmek değil başlatmaktır. Sonuç değil akla gelecek onlarca soru demektir. Her yazdığım, ardından onlarcasını yazmamı gerektirdi.

 

Aşkla, şiirle başlayan yolculuğum hikayelerle renklendi. Gördüm ki yazılmayı  bekleyen sayısız hikaye var. Doğa, insanlar, hayvanlar derken nesneler de bize hikayelerini anlatıyor. Antika bir saat, kulpu  kırık bir fincan, kenara atılmış bir rahle, bir çift küpe, izbe bir bahçede çürümemek için direnen tahta sandalye...

 

Kulaklarımızı tıkamıyor, gözlerimizi yummuyor, kalbimizi susturmaya çalışmıyorsak her an yazmak için bize bir çağrı yapıldığını fark edebiliyoruz. 

 

Bir de yazarak birinin karanlığına ışık tutuyorsak, güç verebiliyorsak, kederini unutturup sevince çağırıyorsak, neşesine ortak oluyorsak, yazmak bizi kendine esir ediyor. Yazdıkça nefes alıyor, doyuyor insan. Dolmak ve taşmakla ilgili belki.

 

İnsanın ulaştığı bilgileri yayma arzusu ile ilgili. Geç kaldığımız bazı bilgileri paylaşarak başka insanların geç kalmasına seyirci olmamak gibi manevi bir huzur belki. Doğruyu yayma, yanlışı gösterme, haksızlığa direnme şekli belki. 

 

Bir insanın yüzünden, gözlerinden hayatı okumak. Yazdıkça anlamak, yazdıkça anlatmak. Hikayesini dinlediğimiz insanları severmişiz veya en azından onları anlarmışız. O halde ne kadar çok hikaye okursak/yazarsak o kadar insanı anlama/ anlatma, sevme/ sevdirme imkanı buluruz diye inanıyorum.

 

Bir yandan gezip gördüğüm yerleri yazılarımla başkalarına gezdirmek, göstermek, diğer yandan kendisini anladığımı zannettiğim insanlara dil olmak benim yazma arzumu perçinliyor. İlk aşkım olan şiirleri unutmadan yazıyorum. Şimdi şiirin dışına taşan aşk bana her konuda yazmak için ilham veriyor.

 


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol