DİYALOG MÜZESİ

SABAHATTİN ŞEN İLE




487. DİYALOG
SABAHATTİN ŞEN İLE


Diyaloğun Adı: SABAHATTİN ŞEN İLE
Başlangıç Tarihi: 31 OCAK 2020
Yeri: Köln / Almanya
Diyalog Sayı: 487
Kelime Sayısı: 61.180
Karakter Sayısı: 509.103
Resim Sayısı: 180
Soru Gönderenleri:
Hamid ALİOĞLU 
Sibel OKUMUŞ TOROS 
Fatih BALCI
Nazan ÇOKER
Halide OKUMUŞ 
Eklenecek Bölümler
KAYNAKÇA
SÖZLÜK
RESİMLER
 
DİĞERYAZILARI
KİTAPLARI
ALBÜMÜ
LİNKLER
Bunker
Projeleri:
-Genç Sanatçı Adaylarını Destekleme Fonu
-Sabahattin Şen Sanat Evleri
-YouTube' Kanalı Açılarak Diyaloğun Seslendirilmesi.
-Box Katalog Sabahattin Şen
-Sanat Sonsuzdur Projesi 
-Işığın Yaşamı
-Tümce Sanattır
-Hüseyin Bilgin Müzesi
-Artıktan Sanat
-Hikayeler Bütününün Senaryosu
-Diyaloğun Tiyatrosu
-Gülümsemelerin Karikatürleri
-Yanıtların Resmedilmesi
-Sanat Eğitim Kurumlarının Özerkliği
Sponsorları:
-(ArtCRİTİCS) 
Server Adresi: webme GmbH
Son Güncelleme Tarihi: 26 NİSAN 2020 




Ö N S Ö Z


Özellikle yaptığım resim çalışmalarıma ilişkin bir öykü oluşturacak, o resmin ne anlama geldiğini belirten, çalışırken neleri düşündüğümü anlatan, duygularımı sergileyen, buna benzer açıklamalar yapmadım ve yapılmasına da karşı çıktım. Kişinin kendi çalışmasını övmesi gibi gelir bana ve hiç hoş karşılamıyorum. Bir ara kendimi çok zor günler olarak düşündüğüm bir günde bir çalışma yaparken duygularımı da yazma kararı aldım. O an, resim çalışırken içimden geçenleri belli bir ölçüde dile getirerek ortaya çıkan resmin evreleridir, yazdıklarım. Bir belge olsun ve çalışırken nelerin yaşandığı da bilinsin istedim. Çalışmanın hiçbir biçimde açıklaması değil. Bir çalışma oluşurken onunla birlikte yaşananlar, duygular ve iç benliği saran karmaşıklıklar önemliydi.

   

Sanat bir başkaldırının güzelliklerle var edilmiş üst düzeydeki yaratıcı dilidir. Ben de böyle bir çalışmaya sorunlardan kaynaklanan bir başkaldırıyla başladım. Sanatsal bir çalışma eğlencenin bir parçası değildir. İçsel birikimlerin yarattığı duygusal sıkıştırmalarla ortaya konulan yaratıcı çalışmalardır. 

   

2010 yılında bir ameliyat sonrası Kasım ayında ameliyat sonrası sağaltım dediğimiz küre (sağlık tesisi) gönderildim. Oldukça sıkıntılı ve yaşamsal belirsizlikleri kapsayan bir dönemdi. Her anın umutsuzluğa kaydığı ince bir çizgi üzerinde olumsuzlukları yok etme yorgunluğu içerisinde bulunulan bir dönem. Almanya’nın Wuppertal kentine bağlı çok büyük bir yerdi. Çok sayıda ve çok farklı sağlık nedenleriyle gelenlerle doluydu. Orada beş hafta kalmam kararlaştırıldı. Tek bir odada yalnız kalıyordum. Olanakları oldukça çok olan ve koşulları da çok iyi olan bir yerdi. Bu süre içerisinde resim de çalışabileceğimi düşündüm. Buna göre hazırlıklı gittim. Resimler yapabilme olanağı buldum. Yaşamımın bir gün kaldığını da bilsem umudum ve yaşamı değerlendirme gücümün yok olmasını istemem. Ameliyat sonrası bir sağaltımı yaşadığım için onun etkisini de içeren duyguları yaşamaktaydım. Bir çalışma anımı yazarak her şeyden önce kendi kendimin belgesi olmak istedim. Yazdıklarım bir çalışmamın sanatsal değerlendirmesi değil. Başkaldırıların çizgi ver renklere bürünmüş bir bölümü diyebiliriz.


Çalışma yaparken beni alıp götüren sayısız dalga ve dalgalanmalardır, çalışmayı taşıyıp bir sonuca ulaştıran… Çalışmalarımda duygulara ve dalgalanmalara dayalı her an değişimler yerini almaya çalışır. Nerdeyse nereye doğru gittiğimi gerçekten bilemem. Sanırım çalışmanın en gizemli ve bilinmesi gereken özelliği budur.  Bu resimde beni anlatıma zorlayan duygularımın baskısını aşmak istediysem de bastıramadım. Burada bir resmi anlatmaktan çok onun iç baskısı üzerinde durmayı yeğledim. Elbette buraya gelişin önemli nedenlerinin kaldırılamayacak ağırlıktaki baskısı yeni bir boyutun dayanılmaz oluşumunun kaçınılmaz sonucuyla karşı karşıya kaldığınızı anlıyorsunuz.  Beyninizdeki mantıkla birlikte olmadığınız böyle bir anda yeni bir yapılanmanın kaçınılmaz bir yerleşim gücünün gerçekleştiğini duyumsuyor insan. Kür denilen bir sağaltım yerinde kendi başınıza bir odadasınız. Çevresi ormanlık, ağaçlık ve tepelerin derelere indiği yükseltilerin doğasındasınız. Oda tertemiz ve bakımlı. İstediğiniz an açıp izleyeceğiniz bir televizyon, banyo ve tuvalet, dolaplar. Dışarıya bakan, balkonlu aydınlık bir oda… Böyle bir ortamda bir resim oluşurken bir resim yapmayı aşan duyguların etkisi altındasınızdır. Yürüyüş yapmanız ilk hafta yirmi dakikayla sınırlı. Daha sonraki haftalarda  onar dakika onar dakika arttırılıyor. Bu da beni sanatın içinden aşırı derecede dışa vurarak fırlayan duygularımın başka bir anlatım boyutuna ulaşan etkisi altında bırakıyordu. Bir anlatıma zorlayan gerçekle karşı karşıya bırakan dalgalardı. Her ne denli anlamanın çok uzağında olsam da benliğimin içinden duyguların cımbızıyla çekebildiklerimin ne derece yeterli olacağını bilemiyorum. Kimi zaman uyuşturulmadan kerpetenle çekilen bir dişin verdiği gibi acılarla dolu olacağını duyumsayabiliyorum. O resme baktıkça böyle bir acıyla doluyor her yanım. Neremin dayanılmaz acılarla boğuştuğunuda saptayamıyorum. Sorun, bir resim yapmaktan başka hiçbir şey istemediğim  bir anın dürtüsüydü.


Çok özel, kendine özgü bir bilinmezliğin içinden geçtiğim kavram beni bir çıkışa zorladı. Yazıya dökerek de yazı yoluyla sanatsal bir resim oluşturmanın örnek olması açısından sakıncasız bir deneyimdi. Bilinen anlatımlardan uzak ve her zamanki gibi benim de sınırlarımın ötesine giden bir anlatımla, özgürlüğün karşı olduğu sınırlamalara, sözcüklerle engel olabileceğim kanısına vardım. Öykülerle yazarın bizi bilinmezliklerle belirsiz duygularımıza sürüklemesi gerçeğini yaşarız. Sanatın dili ister görsel, ister yazınsal isterse işitsel olsun varılan yer bilinmezliklerde duyguların yeniden görünmezliğe giden gizemli biçimlendirilmesidir. Onu nasıl böyle bir duruma getirdiğinizi bilemezsiniz. Bu bağlamda en azından çalışma anlayışıma uygun bir örnek oluşturulmasını istedim. Yaşarken kendi ağzımdan ve düşünceme dayalı bir belgenin kendi gerçeğimin daha iyi anlaşılacağını ve anlaşılan bir yeri nasıl bulup bulamadığı üzerinde iyi bir çalışma olacağını düşündüm. Gerçek anlamda bunu oluşturan çalışma sürecinin anlaşılır yerini bulacağı gerçeğini de göz ardı etmeme gereğini duydum. Hem görsel hem yazınsallık bir arada.  Bir ayrıcalığın, özel bir konumun yaşam için çok büyük bir önem taşıdığını biliyorum. Bu nedenle bu ayrıcalığı kullanmak çok şey kazandırabilir. Çok şey de yitirilebilir. İlkeleri aşan bir yerde olunmadığının bilincinin yitiklere olanak vermeyeceğini biliyorum. 

   

Öncelikle sözünü ettiğim bu resimdeki güzelduyu anlayışındaki sanat değeri açısından ele alındığında yaptığım diğer resimlerdeki gibi sanatsal değerlerden hiçbir ödün verilmemiştir. Renklerin yüklendiği anlamlar var olsa da orada olan kırmızı her şeyden önce resmin içinde bir renktir. Bir rengin sağladığı anlatım olanakların anlatıma katkısının ne olması gerekiyorsa dengesi ve ilişkileri uyumlu bir dilin öğesi olmuştur. Sıcak renk olma özelliğiyle anlatıma kattığı güç onunla birlikte olan diğer renklerle bir yer edinme duygusuyla etkileyiciliğin içinde bir dengeyi oluşturmaktadır. Diğer renklerin tümün sanatsal değerlerin anlatımını güçlendiren alanlarda yer almaları ölçüsünde bölünmelere, kaynaşmalara, erimelere uğramıştır. Anlatımın zorladığı konular, düşünceler içeriğe yeğlenmemiş ve harcanmamıştır çünkü duyguların yaratıcı öğelerle birleşmesi her şeyi gözle görünenin dışında görünmez boyutlarda sınırlamalara o sonsuzlukta engel olmaktadır. Yaşamdan kaynaklanan acıların, öfkelerin, kinlerin, öç alma duygularının yok olmasını, çirkinlikten evrensel güzelliğe ulaşması ancak evrensel değerlerle uyum sağlamasıyla elde edilebilir. Geriye duyguların sözle dökülmesinin yaşama sürüklenmesi kalır. Çirkinliklerin, hainliklerin, iğrençliklerin, bölünmüşlüğün, kişilik bozulmuşluğun iç içe girdiği bir dünyada duyguların gücü resim olarak karşımıza çıkar. Kırmızı sıcak bir renk olma özelliğinden canlılığı, yaşamın temizliğine, ezilmişliğin, aşağılanmanın, kirletilmek istemenin boyutuyla duygularımızda bizi kıskıvrak bağlayarak her kişiye özgü boyutlarda sınırsızlaşır. Kendinizle hesaplaşarak sanatla bir çözüme ulaşırsınız. 


Anlatımın en etkili bölümünü oluşturan köşegen koyu bir leke yaşamın iyi ve kötü yönünü birleştirerek sıcak ve soğuk renkler arasında dışa vurucu çarpıcı bir alana dönüşür. Renklerle yaşam bağlantısı kırmızıyı yakıcı yok edici diye düşünene karşın orada var gücüyle yaşamsal bir anlatımın akışıyla bağlantı kurmaya çalışmıştır. Yanan bir insan mı, yıkılan bir kötülük mü, kendini kirlilikten uzaklaştırmaya çalışan bir renk mi? Neden kırmızı ve sıcak bir renk? Duygulara ve sanatsal taslara bakıldığında belki hiç biri değil. Resim dilindeyse hepsi olabilir. İşte bu resmin kendi içindeki sarmal varsıllığı da burada. Kim bilir, yaşam dünya ve evren kaç kez turlanmıştır, kesinlikle bilinmez. Diğer resimlerimdeki sarmallıktan ne ileride ne de geridedir. Bir an, bir çıkmazın yanardağ gibi basınç oluşturmasıyla dile getirmeyi bir patlama olarak görmemden başka bir durum yok ortada. İnsandaki kişilik bozulmalarının, dengesizliklerinin, duyarsızlıklarının yarattığı sorunlar öyle bir anda patlayacak noktaya ulaşıyor ki insanın dayanacak gücünü aşıyor. Duygular hepsine kafa tutuyor. Kapaklar açılıveriyor. Bir resimle de onun etkileri çizgilere, renklere, biçimlerin derinlikte yoğunlaşmasına, içten dışa dıştan içe giden karmaşık duyguların burgacında nereye gittiğini belli etmeyen sanatsal bir görüntüye bürünüyor. 


Bu patlamaya yol açan etmenlerin dile getirilmesiyle o basıncın itici gücünün neden dayanılmaz noktaya ulaştığı da anlaşılır. 

Benim yapmak istediğim de bu. 

Yaşamın yanardağ ağzı. 

Cennet, cehennem karışımı…


G İ R İ Ş


Grafik çalışmalarının iç içe girmiş sarmal yaşamından her insan kendine göre birçok anlamlar çıkarabiliyor. Kafasında sorular ve çözümler oluşuyor. Duygularıyla bir başına kalıyor. Onunla oynaşmayla, dertleşmeyle, duygularıyla yüz yüze gelmeyle o an kendini yaşıyor. Kendisi olmaya çalışarak yalınlaşmayla iç içelik başlıyor. Kişi kendisiyle yoğunlaştıkça yoğunlaşıyor. Her çizgide binlerce resim anlarla, anılarla buluşuyor. Yalnız başınıza bulunduğunuz bir oda ve geçmişinizi de birlikte getirdiğiniz bir yaşamla başbaşasınız. Bulunduğunuz konumda insanlaşamamış insanların seni patlama noktasına getiren korkunçluğuna bir çözüm aramakla karşı karşıya bırakıyor. Ne sonu, ne başı, ne de ortası belli olmayan bir uzamda cehennem sıcağından beter yandığını duyumsuyorsun. Yaşamımda çizgi, çizdiğim kalem ilk kez parmaklarımda kasınç yarattı. Sol elimle açtım parmaklarım. Bir süre çalıştığımın da ayrımında olamadım. Açılmayan parmaklarımın arasında kaldı kalem. Kendimi nasıl unuttuğumu hiç anımsayamıyorum. Bir yığın gel-gitlerle boğuşunca sonradan bunların neler olduğunu toparlama olanağı olmuyor. Bir gerilimden çıkmış gibi…


Düşüncelere nasıl daldım, çalışmaya nasıl başladım ayırımında değilim. Bir resme ilişkin benim yapacağım açıklamalar insanları bu yalınlaşmalardan ve kendi duygularından uzaklaştırarak sanatın vermek istediği duyarlılığı da vermekten uzaklaştırmamalı. Bu nedenle ben resimler ve sanat yapıtlarına ilişkin sanatçıların açıklama yapmalarının anlatılan noktalarda bir yer belirlemesine karşıyım. Yukarıdaki resim gerçekten benim için öylesine özel bir konum, öylesine özel oluşum ve öylesine benim özdeşliğimle çok bireysel bir yoğunluk kazandı ki bu konumu korumanın tek yolunun kendim için kendi adıma açıklama yapmak gibi çok özel bir anın varlığını benden öteye giden akışını yansıtmak zorunluluğunu duydum.  İçinde bulunduğum sıkıntının etkisi olabilir. Kimi zaman bir yazı, bir görsel etki yaratacak sanatsal bir düzeyin kendisi olur. Bu yazı her ne denli resimle özdeşleşse de bir başına görsel bir yapıt olma gücünü de gösterir.


Nasıl desem, nasıl anlatsam deme kolaylığından uzaklaştığım bir günümde o denli çok şey söyleyip o denli çok düşündüm ki bu resme sığdırmamın olanağı yok. Her şeye karşın sığdırılamayanlarla birlikte yürüdü çalışma. Her önüne gelene çarpa çarpa, okşaya okşaya. Resimdekiler resmin dışındaki sonsuzluktan gelip sonsuzluktaki bilinmezliğe giriyor. Kalabalıklar yalnızlaşıyor, yalnızlıklar kalabalıklaşıyor. Alabildiğine özgürce bir sonsuzluk. Gerçekten altından kalkamayacağım birikmiş acılarımın üstündeki yükün yıllardır benden alıp götüremediği, kine, nefrete, öç almaya gitmeden içimde yapılanan sonsuz güzellikteki özgürleşmenin bilinmezliklerindeki tek bir yaprağına zarar verecek her türlü kötü duygulardan arınmışlığın altında kötülüklerin var olmasını hiç bir zaman istemedim. Her şeyi iyi duyguların yüreğine oturtmak gerekiyor. Bunların hiç de kolay olmadığını en başından bilmek ve nerede olduğumu anlamak yetiyor. 


Yaşamınızda çok yitiklere katlanmadan güzelliklere varılamıyor. Her kötülüğün ve değer bilmezliğin altından kendinizdeki özgünlüğünüzün ışıldayan onuru çıkıyor. Yıllarını kine, nefrete, öfkeye ve öç almaya dönüşecek duygulara kaptıranların, yaşamını gereksiz yere zehirleyenlerin yarattığı yıkımlar bir resme dağ oldu, orman oldu, ırmak oldu, gökyüzü oldu, bulut oldu, kurtlar, kuzular, kuşlar oldu. Yer yarıldı, gök katlandı, güneş dört bir yandan doğup battı. Aydınlığın özgüveni çizgilerin oylumlarıyla kaynaştı. Tüm bu duyularla çalışma yapmaya kalkmanın güçlüğü öylesine ağır ki! Bu ağırlığı yok etmeden yaşamında kötülüklere, düşmanlıklara sürükleyen etkilerden kurtulmak ve arınmışlıkla bir resme başlamak değeri bulunmaz bir ayrıcalıktır. Daha önce var etmeye çalıştığım bir insan onuruyla süslenmiş bir dünyayı kurdurmayanların, insanın usu almaz saldırılarının yıkımlarına dayanmak kolay olmasa da dayanmış olmak engellerden korkusunu yok ediyordu. Doğurgan bir dünyaya kavuşuyor avuçlarını, yıkılmaz umutlara dönüşüp çoğalıyorlar. Ucu erinçliğe bağlanan ezgilemsel bir ses kaynıyor.   Renkler ve çizgiler birdenbire iyimserlik döşeniyor çünkü kendi benliğinin kopmaz bir parçası olan sevginin en üst düzeydeki oluşumunun duru sularında her kötülüğe dayanmış ve bir türlü kurutulamamıştı. Kendinizden koparılacak bu derece yaşamsal önemdeki bir güzelliği yıkan ve talan edilecek değer de yoktu. Sonsuzlukta insan yüreğinin acıları, dayanılmaz olumsuzlukların yıkımlarını taşımak sorunuyla karşı karşıya kaldığı açmazların yansıması oldu. Evrensel bir anlatıma dönüşerek tüm umutsuzluklara karşı direnen bir akarsu oluştu. İnsanı ayakta tutan binlerce yıllık uykudan uyanan bir yanardağın binlerce derecelik biriken ateşinin dışa vurumu çıktı ortaya. Duygularımda beni benden çok ötelere alıp götürdüğünü, sonunda gidebileceğim en uç noktanın "ben" olduğumu anladım. Kendimden öteye gidişin olmadığı gerçeğini yaşadım. Kurumuş yapraklar altından yeniden yeşermek gibi. Sağaltımın tasaları umutsuzluğun önünü kıran özgüvene koyuldu. Her şeyin bilinmezliği içinde bir sağaltım da olsa bilinmezlikleri olumsuzluk ve can sıkıcı şeylerden uzaklaştırmaya çalışıyorum. Çizgi ve renklerin bana ve iyimser olmama gereksinimi var. 


Bir yapıtı oluşturan, sanata giden kılcal damarların neler olduğu anlaşılmadıkça yapıta ilişkin söylenenler çok ama çok eksik kalır. Kendi gizeminizde kendinizin gizemisiniz. Elbette o yolun tek yolcusu çalışmayı yapanın kendisidir. Yalnızlıklarda tüm yalnızlığını yitirdiği anlardır. Yaşarken dillendirdiği bir öz benliktir. Duyguların birçok etmenlerden etkilenerek yoğrulması, biçimlenmesi ve özgün bir sanat değerine ulaşmasının geçirdiği aşamalar, duyguların serüvenleri, tüm gücüyle vuran dalgaları, içinde bulunulan koşulları, olanaksızlıkların, umutsuzlukların altında yatan gerçeklerin yakamızdan düşmemesinin yarattığı etmenleri bilmeden yapıtın en derinine inmek olanaklı değil. Sanatsal değerlerin yapısını anlamakla anlatım olanaklarının şaşırtıcılıklarını saptamak yapıtın güzelduyusuna kapılmamıza yetiyor gerçekten. Diğer yandan o yapıtla sanatçının kişiliğini derin duygulara sürükleyen çok küçük bir kıvılcım bir bakarsın deler geçer, param parça eder, ışınlayıp görünmez kılar. Varlıkla yokluk birbirine dolaşır, tüm sesleri susturan bir vınlamayla sersemleştirir. Çığlıklaşır sevinç coşkusuyla, her şey bir anda yıkılır bir sözle. 


Katılıklar böylece kendi içinde yumuşayan parçaların bütünlüğüne dönüşüyor. Bilinmeyen bir yerden bilinmeyen başka bir yere taşınıyorsunuz. Orası neresidir, bilemiyorsunuz. Bildiğiniz tek şey yaşamın sizinle daha ötelere doğru yıkımlara karşı giden adımlarıydı. Çizgilerle kurgulamalar içinde kalıyorsunuz. Neredesiniz, dünya nerede, insanlar ve yaşanmışlıklar neden yabancılaştıran çağrışımlara dönüştürdü? Kim bilir her an yeniden doğuşlarla iç içe bir an. Çizgilerin içinde kendinize başkalaşıyorsunuz. Hiç yaşamamış gibi yaşamın istenmeyenlerinden kopmuş bir parçasınız. 


Klinikteki ortamda kendimle çok uzun bir süre baş başa kalmamın içten içe, derinden derine bana saplanıp saplanıp çıkan bir söz dayanılmaz derecede hiç istemediğim derecede her şeyimi alıp götürecek büyük bir nefretin kapısını çalınca onu durdurmak ve yok etmekle kendimi kurtaracağımı anlamama neden oldu.  Canından çok sevdiğin kişi ve kişilerin yaşamına ve yüreğine verdiklerinin tümünü hiçe sayarcasına ameliyattan sonraki öldürücü sözlerin yok edici etkisini de olması gerekenin çok ötelerinde duyumsuyor insan. Oysa şu an çalışmanın içine can sıkıcılığı sokmakla çalışmayı yok etmek arasında bir fark yok. Güzel söz ve içtenliklerin de değeri olağan zamanınkinin çok üstündedir. Öylesine korkunçluklardan çekip çıkardıklarınıza uzattığınız ellerinizin kimsesiz kalması ağır çekimlerden kurtuluyordu. Bir değer ancak kendine eş bir değerle ölçülür; değersizliklerle değil. “Değerlerde kal” diyor resim. Yerinizi belirlemenin ayakta duruşunu yakalamış oluyorsunuz. Klinikteki o günümde her şeyi çok daha başka bir etki altında duyumsadım.  Haksızlıkları hiç bir zaman içime sindirememenin verdiği acılarla karşı kötü sözlere boğuşacak gücünüz kalmaz. Öylesine çok sayıda kişinin kendini ve iyilik bilmezliklerini yaşadım ki onlara karşı aldırmazlıkla atlatmıştım o saldırıları. Olumlu ya da olumsuz bir yaşanmışlığın boğuşmasını bu kez atlatmak yerine uzaklaştırıyorsunuz. Yakınınızda hiçbir işi yok. Kendi yanlışlarını sana, bana, ona yükleyenlerin çok uzağında olmanız gerektiği kararını daha kolay veriyorsunuz. Zamanla anlaşılır ve düzelir dediklerini çok şeyi darmadağın eden bir söz karşısında elimiz kolumuz bağlı kalabiliyordu. Takılıp da sözün ne olduğunu bile anımsamak istemiyorum. Çalışmanın çizgilerini onun yapısına uygun duyarlılıklarla yönlendirmek gerekmekte. Kızgınlık yaratan hiçbir şeyi etkili kılmamak gerekiyor. Birike birike bu görüntüleme ulaştı yeniden kendime dönmek. Her nedense bir ameliyatın üstüne iyileşme süreci içinde olumsuzluklar daha çok saldırgan oluyordu. Her şeyin geçici olduğu düşüncesi saldırıları sürekli savuşturuyordu ama yorucu da oluyordu. Yorgunluksuz başarı yoktur. 


Yalnızlık, yarışanı olmayan bir koşudur.


Sanata baktığımızda tam anlamıyla bir başına yapılan bir yarıştır. Tüm yarışlardan daha yorucudur çünkü insanın kendisiyle yarıştığı en zor yarış sanattır. Yarışan en güçlü rakiptir. Yeryüzünden bundan daha güçlü bir rakip yoktur. Kendisiyle yarışamayanlarsa sanattan kopmuş olanlardır. Onlardan her türlü kötülük beklenir. Kendi başarısızlıklarının acısını başkalarından çıkarmaya kalkarlar. Çoğu kendisinden olmayan yollara saparlar. Ondan bundan, çalıp çırparak koşanların arasına katılırlar. Oysa hiçbir hızları ve sanat izleri yoktur. Böylece çalışmayı daha da özgünleşen bir yola sürüklüyorum. Kendimle yarış güçleniyor. Tam anlamıyla içine daldığım neredeyse gezindiğim bu çalışma anındaki gel-gitler sarmal çizgilerle her anki duyguları sektirmeden oluşturuyordu. Kimi yerde koyu, kimi yerde açık ve kimi yerdeyse yoğunlaşan biçimler yaşanmışlıktaki parçalananlara ayak uyduruyordu. Nasıl olduğunu bilemediğim derinliklerde tuttuğum kalem parmaklarıma sürekli yapışıyordu. Yapıştığının da ayırımında olmadığımı çalışmaya ara verdiğimde anlıyordum. Hiç zamanım kalmamış gibi çalışmaya bir türlü anlam da veremiyordum. Bugüne dek de sabırsızlığımın yanıtını bulmuş değilim. Kahve içerek çalışmama ortak olur diye düşündüm. Çok sıcaktı kahvem. Çalışmadan gözümü kaldırdığımda hiç içilmeden soğumuş. Bir an varken, bir an birden bire yok oluyorum. Neredeyse yaşadığıma inanamayacağım.

   

Birçok zaman yorgunluğumun geçmeyeceğini düşündüğüm sorunların içine düştüğüm olmuştur. Canım hiçbir şey yapmak istemez, o anlar. Yarışanımı yitirmiş bir yarışçı olurum. Her şeye kızgınlığım varmış gibi olurum. Oysa nasıl oluyorsa oluyor bu kendime karşı bir kızgınlığımdır. Başımı ellerimin arasına alırım. Hiçbir şey düşünmek istemem. Bu kez dalgınlığın bedensel ve zihinsel sanatı başlar. Sanata da kafa tutarım ve tüm kızgınlığımı ona yüklerim, acısını sanattan çıkarmaya çalışırım. “Ben bir daha resim yapmak istemiyorum” diye çığlıklar yollarım beynime. Çözümsüzlüğün tam orta yerinde yaşam bitmişçesine kendi varlığıma da kötü sözler söylerim çünkü insanlık, uygarlık ve sanat yolunda hızlı ilerleyemiyor. Nedenlerine gücüm yetmediğinedir bir bakıma, kızgınlığım. O denli çok sayıda çalışma yaptım ve başka sanatçılar da o denli çok çalışmalar yaptı ki insanlık olması gerekenin çok gerisinde kalıyor. Elden hiçbir şey de gelmiyor. Ağır bir sorumluluk altında ezilen siz oluyorsunuz. Sanat çalışmalarıyla sanatçılar gerekenin çok üzerinde görevlerini yapsa da bir tıkanıklığın olduğunu görüyorlar. Sanatçılar her çağda yanlış giden bir şeyler olduğunun her zaman ayırımında olmuşlardır. 


Binlerce yıldan beri dünyanın yanlış yönetildiğini ve yanlış bir yerde olduğunu bilmekte sanatçılar. Yaşadığım yıllarda da durum değişmiyor. Sanatçıyı düşman bilir kimileri. Özellikle de politikanın önde gelenleri. İkinci Dünya Savaşı’nda savaşı çıkaranların nefret ve yok etmek istediği insanlar sanatçılardı. Düşündükçe bana arada böyle bir bıkkınlık geliveriyor. İnsanlığın mağara devrinde yapılan resimler döneminde kalmasının daha iyi olacağını düşünüyorsunuz. Birden bire Avustralya yerlileri Aborjinleri düşünüyorum. On binlerce yıl mağara dönemindeki insanlar gibi yaşamışlar, doğayla barışık ve birlikte mutlu kalmışlar. İngilizler o toprakları ellerine geçirdiğinde çoluk çocuk, kadın, yaşlı dinlemeden işkencelerle öldürülerek soyları yok edilmeye çalışılmış. İşin en alçakçasıysa bunu uygarlık adına yapmışlar!  On binlerce yıl bu insanların kendi yaşamlarında ve toplumlarında yaptığı kötülüklerin toplamı İngilizlerin bir günde yaptıklarının milyonda biri değildir. Kim bu İngilizlerden uygarlık istedi ki? Kayalara çizdikleri resimlerle uygarlığın erişemeyeceğinden çok üstün bir mutlulukları vardı. Günümüz insanı o mutluluğu bir türlü yakalayamıyor. Bu, ilkel diye nitelenen insanların mutluluğunun yanında bizim uygarlık dediğimiz; insanı köleleştiren, sömüren, kişiliksizleştiren, işine gelmeyenleri de öldüren anlayış uyduruk bir düşünce olarak kalıyor. Çizgilerim kendimize acımayla karışıyor birden bire. Eller kollar kavuşmalara uzanıyor.

   

Sonra Kızılderililere kayıp gidiyorum. Elli milyonu uygarlık ve din adına öldürüldü. Öldürenlere karşı hiçbir suçları yoktu. Tek suçlu onları öldürerek yurtlarına, altınlarına el koymak isteyen canilerdi. O canilik insan içselliğinde duyuncu yok etmişse bir daha onu on binlerce yıllık doğallığına kavuşturma olanağı yok edilmiş olur. Bu nedenledir ki dünya savaşlardan gözünü açamıyor. Yok edilen Aztekler, Mayalar, İnkalar… 


Nereden girdim birden bire buraya? Çizgiler derinleşiyor. Resmin her yanına dağılacak gibi. Resim tekdüzeliğe gidiyor çünkü kafamın içindeki olumsuzluklar beni tekdüzeliğe götürüyor. Oysa ben içinde bulunduğum konumda yaşam için buradayım. Her şeye karşın yaşam ve nefes almanın güzellikleriyleyiz. Kötülüklere egemen olan güzelliklerle yaşamayı gelecek kuşaklara aktarmalıyız. Resim birden yumuşamayla sertleşme arasında kalıyor. Keskinlikler azalarak duyarlılık yapısına doğru yürüyor. Biliyorum ki bu çalışma da diğerleri gibi hiçbir zaman bitmeyecek. Bitmemişlikleri başka çalışmalara aktaracak.


Bildiğim tek bir şey vardır, yaşıyorum ve bu yaşam her koşulda sürmek zorundadır.  Yaşamın dışında bir çözüm düşünülmemektedir. Böylece toparlanıveririm. Çalışmalar kendi özüyle birlikte yürümeye başlar. Kızgınlığım kötülüklere ve insanlık dışı söz ve davranışlaradır, yaşama karşı değildir, kesinlikle… Çalışırken de yaşamın ve yaşamın içinde kopmaz bir parça olurum. Yaşarken bir şeyler yapılır ve yapılacak çok şey vardır. Yaşamaktan bıktığımı hiçbir zaman dememişimdir. Yaşamak nasılsa bir gün benden kopacak. Kendime sanatsal çalışmalarla boşuna bıktığımı anlatacağım. Ölümsüzlükte onunla yarışmış olacağım. Ne denli yaşarsan o denli kendin ve sanat olursun. Yaşamın hakkını vermek, kullanmak gerek. O an o yorgunluğun bir yere bağlanması da gerek. Bu çalışmanın arkası gelecek demektir. Acısını kendimden çıkarmak yerine yorgunluğa yüklediğimi bilirim. Başım ellerimin arasında yorgun düşünce boş durmanın bir şey kazandırmayacağını anlarım. Elimi görüntüleme sürmeyeceğim sözünü etmemişim gibi birdenbire kendimi resim uğraşı içinde bulurum. Resim mi yapıyorum, kendimle kavga mı ediyorum? Nereden geldim çizerken, elimde kalem ve boyayla..? Kafam bu tür sorunlarla uğraşırken ne zaman döndüm ben bu çalışmaya? Zamana öylesine bilinmezlikler girmiş ki zamanın dışına nasıl çıktığımı, içine nasıl girdiğimi bilemiyorum. Dinlenmek için müzik dinliyordum. Kahve koydum yeniden kendime. Birden bire müzik yok olmuş. Kahve yine soğumuş. Kahveyi ağzıma bir yudum alır almaz resim beni kendine çekiyor. Eksiklikler zaman vermiyor, anında giderilmek istiyor. Varlık yokluk duygusu yine beliriveriyor. Zamanın neresindeyim? Her zaman hep de böyle oluyor. Kendim olduğumu da anlamam, şaşırırım.     Neyi yaptığımın ayırımında da değilim. Salt çalışıyorum, boyuyorum ve çiziyorum... 


Ben çizgilerin arkasından gitmiyorum. Çizgiler bir şeyin arkasından gidiyor. O an belirleyemiyorum. Düşünceleri çizgilerle mi yoğuruyorum? Benden öte bir şey… Kafamın ellerimin arasında neden yorulduğunu anlarım. Oysa dinlenecektim. Beni yoran dış dünyaya sanatı da sokmaya çalışmanın hiçbir etkisinin olmadığı ortaya çıkar. Kendimi toparlarsam resim yitik olur. Başımın yorgunluğu kendime dönmek için yeni yaratımların içine ayırımına varmadan gömülmüş olmamdandır. Düşünmeye gerek kalmadan yeni çalışmalara dalış yapmam yaratımların dayanılmaz baskısından başka bir şey değildir. Gülerim kendi durumuma, alay ederim kendimle… Tam bu anlarda ya bağlamayı ya da gitarı alırım elime. Daha birkaç şey çalmadan çalışmanın bir yeri kendine çeker beni. Barışırım yorgunluğumla.


İnsan için her şeyden önce en önemlisi yaşam ve yaşam hakkının birlikteliğidir. “Yaşam olmazsa sanat olmaz, yaşam varken sanatsız olmaz”. Bizleri sanata götüren, sanata taşıyan yaşamdır. Yaşamım ve insan olabilmenin bilinmezliklerini ortaya çıkaran inceliklerdir. Bir yapıtın ortaya çıkışını sağlayan yaşam içindeki duygu birikimlerinin insandan insana değişen kendine özgü soyut bir süzgeçten geçerek yeni bir anlatıma dönüşümüdür. Her insan içindeki duygularını anlatım dillerinden birini kullanarak anlatabilme yeteneğinde değildir. Benim anlatma istediğim resim salt resmin boyutları içinde kalarak anlatıldığında onu oluşturan etmenleri yok saymış olur. Onun kendine özgü derinliğini görmezlikten gelemeyiz. Gerçekleri oluşturan içyapıdır. Bir çiçeği köksüz ve gövdesiz düşünemezsiniz. Çiçek açan, meyve veren ağaçları da öyle… Kendime göre bir anlatım söz konusu olunca kendi yaptığım bir çalışmayı tüm boyutları ve duygularıyla ele almayı doğru buluyorum. Yine de tümünü anlatabilmenin olanaksızlığını unutmamak gerek. Böyle bir açıklama birçok önemli noktalardan biri bence. Ne denli uzun sürerse sürsün anlatabileceğim denli anlatmayı yeğliyorum. Beğenilsin ya da beğenilmesin, yeter ki sanatsal bir sorun olmasın. Benim açımdan benden sanata ilişkin bir anlatım kalacak, geleceğe… Kalıp kalmayacağını da bilmiyorum. İyi gitmeyen çok şey var. Dünya insan olanlarla değil, insanlıktan çıkmış acımasızlarca yönetiliyor. 


Çalışma sanata ilişkin vurgulamalarla kendi kendini de eleştirip yönlendiriyor. Sanata daha da sımsıkı sarılmaktan kurtuluş yok. Bunlar geleceğe kalmasa ne olur? Böylece sanatla bir özdeşleşme varlığını ortaya koyuyor. Çıkarsız ve bencil duygulardan temizlenmiş. Kendi açımdan hiçbir şey olmaz. Yaşamanın değerini sanatsal çalışmalarla ortaya koymuş olmak yeter. Olan şeyin tüm bunlarla sen olduğunu anlarsın. Bunları resmin dışında düşünüp duyumsadığımı sanarak başıboş olduğumu düşünürken çalışmayı sürdürdüğümün ayırımına varıyorum.  Özgünlükteki öz benlik sınırsızca özgürleşiyor. Sanatsal anlatımımın dışında hiçbir şeye bağlı ve sorumlu olmadan çalışma sürüyor. Kendime var olmayı sürdürüyorum. Her sanatçı yaşamı boyunca kendine yapar sanatını. Onun kendi varlığının temeli budur. Var gücüyle sanatı kendi özüyle bağdaştırmış olması bir yaşama değer. Öldükten sonraysa her yapıt toplumun malıdır. İster alır, ister atar…

   

Başımı kaldırdığımda bu kez resimle konuşuyorum. Her şeyi gözden geçiriyorum. Bir varmış, bir yokmuş. 


Bir rengin sağladığı anlatım olanaklarının anlatıma katkısının ne olması gerekiyorsa dengesi ve ilişkileri uyumlu bir dilin sanatsal yapısı o öğelerle gerçekleştirilmiştir. Resmi ikiye bölen koyu leke başlangıçta hiç düşünülmemişti. İnsanın zorlandığı bir anda saniyelerle ölçülemeyecek bir zaman diliminin yaşandığının ayrımına çok sonraları varıyorsunuz. Bir an yapılan iyiliklerin kötülüksüz kalmadığı bir düşünce çemberine takılıyorum. En yakınındakinin başkalarının da acımasızca arkadan vurmuş olması resme bir koyuluğun girmesine neden oluyor. Çabuk uyanıyorum ve oradan uzaklaşıyorum. Her ne olduysa oldu, o koyuluk gerekiyordu. Aydınlık olması gerekenleri aydınlatıyordu. Kötülüklere orada yapıcı bir görev yüklüyorum. Anlatımı güçlendirecek bir çözümün yarattığı doğaçlamanın arkasında yaşanan beyinsel kargaşanın bilinmeyen düşünsel boyutunda gelip geçen binlerce olgunun duygulara boyun eğmesi sonucunda birden bire oluşan anlatımla karşı karşıya kalıyorsunuz. Beklenmedik anda beklenmedik bir soyut güce dönüşüyor. Anlatılamayacak derinliklerde anlatımlar oluşuyor. Bir saniyeyi bile doldurmayan sürede kendinize geldiğinizde nelerin kafanızda yeniden yaşayıp sizi bir anlatıma ulaştırdığını yıllar boyunca düşünseniz sonunu bulamazsınız. Ne olup bittiğini ne ben çözebiliyorum ne us, ne de mantık çözebilir. 


Bir sanat yapıtının ortaya çıkmasından başka bir çözümün olmadığını yapılanı görünce anlıyorsunuz. Nedenini, niçinini kendinize sorduğunuzda o an çalışamıyorsunuz, her şey birdenbire kalakalıyor. Duygular mantıkla yer değiştiriyor. Çalışamıyorsunuz. Somutlaştığınızın ayırımına varıyorsunuz. Sanatsal bir anlatımdan ayrıldığınızı duyumsuyorsunuz. O kırmızı neden oraya konuldu sorusuna yanıt aradığınızda bulamıyorsunuz. Onun sıcak renk olma özelliğiyle anlatıma kattığı güç onunla birlikte olan diğer renklerle bir yer edinme duygusuyla etkileyiciliğin içinde bir dengeyi oluşturup oluşturmadığından öteye gidemiyorsunuz. “Ne yaptığımı bilseydim, yapmazdım” noktasındasınız çünkü baştan hiçbir şey oluşturmadan bir çalışmanın içine girerek kendinizi aşma yarışı başlatmış oluyorsunuz. Çalışmanın başlangıcına uzanıyorum. Başlarken bir tasarım oluşturup oluşturmadığıma dönüyorum. Başlangıçta bir tasarım oluşturduğumda o tasarımı çalışmaya aktarmıyorum. Oluşan zaten oluşmuş. Çalışmaya aktardığımda hiçbir ilginçliği, coşkusu, duyarlılığı ve özgünlüğü kalmıyor. Bu nedenle bir hiçliğin oluşması duygusuyla çalışma ilerliyor. Böylece özgür ve özgünlük engelsiz yol alıyor. Diğer yandan bir tasarım söz konusu olduğunda tasarımı aktaran bir hamal olarak görüyorum kendimi. Bana, kişinin kendi kendine, kendinin kölesi oluyormuş gibi geliyor. Kimi zaman belli bir yerden başladığımda sorun yaşamayacağımı da biliyorum. Çalışırken her an beni çalkalayan oradan oraya savuran gel-gitler hiç beklenmeyen bir yerden çıkış yapacaktır. Çalışma her zaman başlı başına büyük bir serüvene dönüşür. Yeni ve bilinmeyen yerlerde olmak istiyorum. Bir bakarsınız renklerin tümün sanatsal değerlerin anlatımını güçlendiren alanlarda yer almaları ölçüsünde bölünmelere, kaynaşmalara, erimelere, öne çıkmalar ve gerilemelere uğramıştır. Anlatımın zorladığı konuların, düşüncelerin içeriğine yeğlenmemiş ve harcanmamıştır çünkü duyguların yaratıcı öğelerle birleşmesi her şeyi gözle görünenin dışında görünmez boyutlarda sınırlamalara,  o sonsuzlukta engel olmaktadır. 


Sorunların olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Tüm bu sorunlar belli zaman ve yerlerde herkese ulaşmaktadır. Başkaları gibi ben de bunlardan payını alanlardanım. Yaşamdan kaynaklanan acıların, öfkelerin, kinlerin, öç alma duygularının yok olmasını, kötülüklerden ve çirkinlikten evrensel güzelliğe ulaşması ancak evrensel değerlerlerle uyum sağlamasıyla elde edilebilir. Yaşama mutluluğunu kötülükleri eritmeye çalışmakla bulabiliyorsunuz. Bir sanat yapıtı her türlü kötülükten arınmış yüce bir değerdir. Boşboğazlık yapa yapa kötü bir çalışmanın içindeki kötülükleri yok edemezsiniz. Bir yapıt yalan söylemez. Boşboğazlık yapanlar yalan söyler. Bunun anlamanın en kestirme yolu bana göre sanatın kendisidir. Düşüncenizin karşılığını alsanız da nasıl alındığını bir türlü açıklayamıyor olsanız da derinde bir mutluluğun yattığını sezinleyebiliyorsunuz. Böylesine içinden çıkılmaz karma karışıklığından sizi sanata ulaştıran duygularınızın her şeyi nasıl süzgeçten geçirdiğini çalışma sonuca varınca anlıyorsunuz. Çoğu zaman bir ses patlar yüreğinizin bilinmedik yerlerinde: “Bunu ben mi yaptım? Niye yaptım? Nasıl yaptım anlayamıyorum!…” Birden bire erinçleşen bedeninizde geriye duyguların sözle dökülmesinin yaşama sürüklenmesi kalır. Çirkinliklerin, hainliklerin, iyilik bilmezliğin, kötülüklerin, iğrençliklerin, kişilik bölünmüşlüğünün, bozulmuşluğunun, parçalanmışlığının, ruhsal dengesizliklerin, acımasızlığın, katliamların, anlama ve algılama yetersizliğinin, bencilliğin,  iç içe girdiği sorunlar yaratan korkunçluklar karşımıza çıkar. Kafanızda nasıl yoğunlaştığını bilemediğiniz sorunların çözümünü aramak, onların bulaşmasından sakınmanın sizi nereye sürükleyeceğini de bilemezsiniz. Güzel olan ne varsa toplamaya çalışırsınız. Bunlar yaşamın öz benliğindeki yapı harçlarıdır. Bildiğiniz anlamında somutlaştığınızda her şey kaskatı kesilir. Beyninizin sağ yanında akışını sürdüren duygular devinimsiz kalır. Aradığınız soyut yoklara karışır. Beynin sağ yanı zamanı, biçimi, her şeyin birbirine bağlı mantıklı özelliğini, boyutları, ölçüleri yerli yerine gerçek boyutlarını oluşturmaz. İmgesel bir yaratıcı yaşam biçimidir. Çok güzel kokan bir çiçeğin kokusunu kesinlikle betimleyemezsiniz. Onun size verdiği kokunun yarattığı bir etkiyi yaşarsınız. Sanatın da kullandığı böyle bir dildir. Sözün tamamını hiç bir zaman söylemez.


Etkiler, her şeyi bilinenden çok başka biçim ve boyutlara dönüştürür. Orada her şey duyguların egemenliği altındadır. Bu nedenle ne, nereye, nasıl gidiyor daha neler yapmalı gibi sorulara yanıt bulamazsınız. Bulmak istediğinizde sağ beyin devreden çıkar, sol beyine geçer. Orada da sanatın uzağında kalakalırsınız çünkü sol beyin biçimlendiremediği her şeyi sağ beyine anında atarak kendinden uzaklaştırır ve yük edinmez. Sol beynin biçimleyici, mantıkla açıklayıcı, matematiksel, bilimsel kavrama gücüyle sanatsal duyarlılığa yanıt veremez. Sağ beyin tüm gerçekleri karma karışık düşlere, düşlemlere dönüştüren bir güçtür. Ön lob da son karar yeri… 


Karabasandan tutun da mutluluk veren her şey bir dolanımın içindedir. Uçları açık ve devinimli. Düşler akıl ve mantığın değil, duyguların karmaşıklığıdır. Her an birbiriyle kaynak yapabilir. Acılarla tatlılar gibi çelişkilerin, zıtlıkların, mantık dışılıkların gerçek dışı birlikteliği kaçınılmazdır. Burada zaman, yer, boyut ve biçimlendirme kavramlarının mantık tarayıcılığıyla işe yaramadığı görülür. Sizi zorlayan ezici duygunun çekirdeği sağ beyindedir, kısacık ve sonsuzlaşmanın özüyle.  Çalışma kendi içinde tam bir uyum sağlama aşaması içine girmemiş oldu. Düşüncelere gömülü beyinsel bir yoğunluk ele aldığı hiçbir şeyi yansıtmaya zorlamaz. Duygularımızın bir nesne oluşturacak sınırları yoktur. Nesnelliklerin sınırlarını yok eder. Kimi yerde oluşan çizgiler beni de aşıyor. Bu noktada erinçleşiyorum… Kendimi bilmediğim bir yaratıcılıkta ilerliyor görüyorum. Başarmaksa daha da ileri gitmekten kaynaklanıyor. Kopmaya zaman ayıramıyorum. Kahvem yine soğuyor.   


Kırmızı sıcak bir renk olma özelliğinden canlılığı, yaşamın temizliğine, ezilmişliğin, aşağılanmanın, kirletilmek istemenin boyutuyla duygularımızda bizi kıskıvrak bağlayarak her kişiye özgü boyutlarda sınırsızlaşır. Bir yüzeyin tek bir renge boyanması rengi o yüzeyin sınırları içinde tutmaya gücü yetmez. Oraya bakanın o rengi nasıl duyumsayacağı düşünülecek olursa insanın etkilenmesi oranında renk özgürleşir. Her şey gerçek yerini ve gücünü özgürlükte bulur. Gökyüzünün maviliği bir sonsuzluktur bakışlarımızda. Kimi zaman nasıl oluyorsa gökyüzünü kıpkırmızı gördüğümüz de olur. Onu nasıl bir yere yerleştirdiğimizi bilemeyiz. Bir noktaya dönüştürsek de sonsuzluğunu yenemeyiz. Sonsuzluğu küçücük bir noktadan görmeye başlarız. Duyumsamadan uzak bakışlarla gördüğümüz birçok renk, renk bile olmayabilir. Boyanmış bilmem kaç metre karelik bir yüzeydir resimdeki… 


Anlatımın en güçlü bölümünü oluşturan köşegen koyu bir leke yaşamın iyi ve kötü yönünü birleştirerek sıcak ve soğuk renkler arasında dışa vurucu çarpıcı bir alana dönüşür. Hepsi bu mu, diye sorulduğunda başlangıcı bu, derim. Neyi, nasıl, ne derinlikte anlatır? İçindeki çizgilere baktıkça o anki boyutunuzu yitirmeniz hiç de zor olmaz. Ben çizip koyulaştırırken gerçekten sınırı olan bir boyut, bir yüzey düşünmedim. Kaç milyon ışık yılı aldığımı bilebilseydim, ama bilemezdim. Bilmek de istemedim. İstemem de… Anlatımın yaratıcı gücünün önü kesilmemeli. Gidiş, sonsuz olmalı. Varlarla yokların bir çarpışmasını biliyorum o an, az da olsa. Neyi geriye ve ileriye alıyor? O an ne bir ölçüsü ne de bir biçisi vardır. Renklerle yaşam bağlantısında kırmızıyı yakıcı, yok edici diye düşünenlere karşın orada var gücüyle yaşamsal bir anlatımın öne çıkan akışına katılım sağladığı anlaşılmalı. Bir kapı bir başka kapıyı açmaya yönelmeli. Bir iç serüvenin bilinmeyenlerdeki yolculuğu bence. Yanan bir insan mı, yıkılan bir kötülük mü, kendini kirlilikten uzaklaştırmaya çalışan süzgün bir renk mi? Hiçbir zaman somutlaşmayacak koca bir  boşluk…


“Neden kırmızı ve sıcak bir renk"? Yine çalışmaya girişivermişim. Kırmızı nasıl oldu da böyle çekici oldu. Odaklaşmanın devinimcisi oluverdi. Nedenini bilmesem daha iyi. Bilmek istesem de bilemem. Bu daha da iyi. Keçeli kalem boya akıtıyor. Parmaklarıma bulaşıyor. Kâğıt mendille silmeye çalışıyorum kalem ve parmaklarımı… Kâğıt mendil bana yeni şeyler fısıldıyor. 

Günün birinde onu da ele alacağıma söz veriyorum. Duygulara ve sanatsal tasalara bakıldığında anlatmaya çalışılanların belki hiç biri olmadığı bilinmeli. Resim dilinde her şey olabilir. Kâğıt mendildeki boya ve renkler kendiliğinden oylumlaşıveriyor, birden… Resimdeki oylumlaşan çizgilerle bağlantı kuruluveriyor. İşte bu resmin kendi içindeki sarmal varsıllığı da burada. Kendi dışına sıçrayıveriyor. O sarmallığın duygularını yaşadığımı bilsem de belirleyici hiçbir şeyin olmadığını yaşadım. Süreklilik, süreklilik ve hiçbir zaman bitmeyen bir süreklilik, yaratıcılığı besliyor. Devinimsizliği yakalamak istemiyorsunuz, yok etmek istiyorsunuz. Yarı baygınlıktan uyandığınızda kendinizden uzaklaşma endişesi, anlatıma zorluyor. Bitmemişlik duygusu beni bitirinceye dek yol almamı söylüyor. Her bitişin yeni bir başlangıç olduğunu bildiğimden o anın gelmesinden korkmuyorum. Bu resmin de diğer resimdeki sarmallıktan ne ileride ne de geride olmadığını biliyorum. Bir an, bir çıkmazın buhar yoğunluğu gibi basınç oluşturmasıyla bir patlamayı yaşamamdan başka bir durum yok ortada. Patlamanın gücünü ne anladım ne de anlayabilirdim. 


Çalışmayı sürdürüyorum ve kafam durmadan sorgulamada: İnsandaki kişilik bozulmasının, ikiyüzlülüğünün, dengesizliğinin, duyarsızlığın, iyilik bilmezliğin yarattığı sorunlar öyle bir anda patlayacak noktaya ulaşıyor ki insanın dayanacak gücünü baskı altına alarak çözümler üretmeye, kim bilir belki de kurtulmaya zorluyor çünkü sağaltımdaki durumum kötülüklerin yenilmesini istiyor. Bu nedenle henüz düzgün bir gelişmenin başlangıcı içindeki sağlık durumu eğlenceli gelmiyor. Beni o güne dek sımsıkı tutan duygularımın tutulamayacağı ana vardığını, engel olamayacağımı bir anlık sezinlediğimi anımsıyorum. Kapaklar açılıvermiş. Kızgın lavların bendindeki duvarlar ve basınca dayanamadığını kendime gelince belirleyebiliyorum. Acısını resimden çıkarırcasına kaynıyorum. Tüm yaşam boyunca insanlık adına ördüğünüz umut duvarları kötülükler karşısında yıkılıyor, kapaklar dayanmıyor. Kötülükleri, hainliklerin altında ezilen iyilik, güzellik ve insanlığı ezilmekten kurtarmak istiyorsun. Ameliyata girerken narkozun verildiği ana benziyor. Bir anda hiçbir şey yok. Bir gün önce yapıp bitirdiğim resim yansımıştı kafamda. Bir gün önce elim ayağım sağlamken ne olur ne olmaz diye yaşamımın tümünü içeren bir kalıt bırakmak istemiştim geriye. Her türlü olumsuzlukları yıkıp atmıştım. Ameliyatta her ne denli ölüm ve sakatlık binde, milyonda bir diye anlatılsa da omurilikten verilen narkozun sakat bırakma oranın da hiç de tasasız bir oran değildi. Son bir resim yaptığımın ve bitirdiğimin başarısıyla gülücük almıştı dudaklarımı. Beni sıkıntıya boğan her şeyden sıyrılmıştım. O an gidivermişim işte. Öyle bir an gibiydi bendeki kapakların ve duvarların çöküşü bu görüntüleme başlarken. Her resmin kendine özgü ayrıcalığı gibi bu resimdeki kendine özgü ayrıcalığı buradaydı. Ölüp ölüp dirilmek midir, nedir?


Ameliyatla benzerliği şurada: Uyandığımda o an benden neyin alındığını bilsem de eksilenin daha başka neler olduğunu bilmiyordum. Önce ellerim ve ayaklarım yerinde mi diye önce ellerimi oynatmaya çalıştım. Arkasından da ayaklarımı… Bir yanda da şu an çalıştığım bir resim yaşam bulmaya çalışıyor. Narkozdan uyanır gibi. Çok uykum olmasına ve uyumak için kendimi hemen uykuya teslim etmek istememe karşın bir süre direndim. Bilincimi avuçlarımın arasına alırcasına onu sınavdan geçirdim.  Bir gün önce yapıp bitirdiğim resmi düşündüm. Yine gülümsedim. Yeniden bir resim yapıp yapamayacağımın ayrıntılarına indim. Önümdeki resim bunlardan biriydi. Nereye doğru gidiyor, kim bilir? Gülümsemem kesilmemişti ve bir yığın serum ve kan basıcı ölçen gereçle uyumuşum. Her saat kan basıncını ölçen gereç beni uyandırdıkça yaşama çığlıkları atmak kaplıyordu her tarafımı. Yeniden uyuyordum. Bir günüm yoğun bakımda böyle geçti ve yoğun bakımı gerektiren nedenleri bilmesem de her saat uyandıran kan basıncı gereciyle yaşamın varlığı okşuyordu yüreğimi. Bir de beni görmeye gelen ve uyanmamı dört saat bekleyen oğlumun beklemeyi sorun etmemesi ve beni görme sevinci geldi gözlerimin önüne. Burada da gelip gitmeyi beni görmeyi savsaklamayan bir sevgi. Sevdiklerimden en sevdiğimi düşünmeye engel olmadım. Bir çoklarınıysa  kafamdan silip atmamın en iyisi olacağına karar verdim. O an sonsuz acılara dayanamayacağımı sezdim. Düşünmemek için buyrultum işlevini görürse kafamın da eski gücünde olduğu anlaşılacaktı. Başarmak zorunda olduğumu başardım. Sanatsal yaratımlara yönelik yeni tasarımlara döndüm. Kendimi yeniden kendimle buluştururken birçok engelleme ve o birikimin ağırlığı klinikte en son yaptığım bu resimde ortaya çıktı. Yaparken yeniden bir ameliyata yatış ve kalkış gibi çalışmak hiçbir şeyi anımsamamak istercesine bir çalışmayla boğuştum, çabaladım, didindim… 

Anında an olmak ve yenilenmek…


Kalem yine parmaklarıma yapışıyor. Beynim duygularımın gerisinde kalıyor. Her şeyi yeniden yaşıyor gibiyim. Resimdeki orantılara aldırmıyorum. Her şey orantısızlaşsın ve kendi içinde kendisi olan bir anlatıma dönüşsün. Kafamın içinden geçen ameliyat sonrasındaki oluşumların hiçbir oranı yoktu. Yaşamın da gerçek anlamda hiçbir oranı olmadı. Orantısız bir yaşam biçimiydi, insanlık. Ben şimdi neden her şeyi oluşmamış bir yaşamın orantısızlığının dışına götüreyim ki? Kalem elime sıkıntıyla yapışmıştı. Zamanı ve gücümü unutmuştum.


Çalışma anında kendinden geçercesine yaşamla ilişkilerin tümü yok edilmiş gibi belirsizlikler içinde bir kopukluk yaşanıyor. Çizebildiğimce çiziyorum. Yarı baygın, yarı uyanık gibi… Çalışmanın sanatsal değerlerini ne zaman nasıl dengelediğimin de sorusu bir yanıt arıyordu. Ameliyat sonrası yoğun bakımda kollara sırta takılı serum ve her saat kan basıncı ölçen gerecin yaşadığın anımsatırcasına sanatsal değerlerin de böyle aradaki uyanmalarla beslendiğini söyleyebilirim. Yaşayan bir sevgi bahçesi dipdiri dururken yokmuşçasına ne elim ne de dilimin varamadığı bir yerde erişilmezlik boyutundaydı çalışmanın süreci. Her an değişkenlik gösteren, yön değiştiren didinme, bana üzerinde çalıştığım yüzeyin bir milimetre kalınlığını kilometrelerce derinlikte oylumlaştırarak içine çekiyor duygusunu yaşatıyordu, her an. Kendi içimi oyar gibiyim. Öyle bir dalış gerçekleşir ki dibini görebilmek olanaksız. Nereye gidildiği de bu nedenle de belli olmaz. Kimi zaman ölürüm, kimi zaman dirilirim.  Varken yok, yokken var oluyor insan… Varken var etmenin içinde kıvrandığını anlıyorsun sonunda. Sanatın özünde de bu yatar; var olmak için var etmek. Yoklukları var olmanın değerine katmak… Etkisine girdiğiniz hızla geçen yaşam çizgilerini yakalayabilmek olanaksız olsa da onlarla bir arada yönü belirlenmemiş dolaşmalarla çıkışı olmayan çıkışlar arar dururum. Zamanın önüne geçerek gidiş boyutunu yok ettiğim anlardır bu evreler…


Bir resimle de içinden çıkılmaz birçok duyguları sarsan, yerinde tutamayan etkiler çizgilere, renklere biçimlerin derinlikte yoğunlaşmasına, içten dışa, dıştan içe giden karmaşık duyguların burgacında nereye gittiğini belli etmeyen sanatsal bir anlatımla tüm yaşamın temize çıkma görüntüsüne bürünüyor. Olan bitenlerin hiç birinde yanlışınızın olmamasına karşın en ağır bedeli ödemekle, ödetilmekle karşı karşıya kalmalarınızın dayanılmaz yükünün sizi ve sanatı aydınlığa çıkardığını görüyorsunuz. Bu patlamaya yol açan etmenlerin dile getirilmesiyle o basıncın itici gücünün neden dayanılmaz noktaya ulaştığı da anlaşılır. Benim yapmak istediğim de bu… Yaşamın yanardağ ağzı ve en sonunda yakmadan, yıkmadan patlaması.


Resmin en önemli özelliğinin bu olduğunu resim bittikten sonra anladım. İçimin kan gölüne dönüşecek ağlamasını mı durdurdum? Sanırım öyle… Uzun sürecek bir sağaltım sorununa zamana kafa tutmaktı bir bakıma. Yaşama yeniden dört elle sarılmak için bulunduğum iyileştirme kliniğinde yaşamdan yana konulan inatçı bir yaklaşımdı her şeye karşın… Kişinin o an içinde bulunduğu durum birçok şeye denk gelebilir. Kendi canımdan da üstün tuttuğunuz birçok şeyin yıllarca beklemelerde kalmış en olumsuz ve en ağır sonuçları bu zamana denk gelebilir. Sağlam bedenle bile dayanılamayacak sonuçlarının en ağır notada toplanması yaşamı anlamsız kılacak karanlığın içine düşülebilir. Duygularınızı en derin yaraların karanlığında körelmesine neden olabilir. Delirebilirsiniz de… O zaman da ne siz bir şey anlarsınız ne de başkaları sizin yaşanmışlıkta var olduğunuzu. Sanatsa tüm bu yıkımların güzelleştirilmesinin, duygu varsıllığını, yaşama sevincinin, insan özünün odağıdır. Sanatta var etmeye çalıştığım yaşama duygusu, insanı ve yaşamı güzelleştirmenin erimine varması sağaltımdaki bedenimi yaşamdan ve inançlarımdan koparmamanın sağaltımıydır. 


Çok ağır bir sağaltım döneminde ne olduğum ve kim olduğum,   yaşamsal değerlerle anlaşılacaktı. Nasıl ve neyle? Oldukça güçlü ve beni gerçeklerden kişiliğimi oluşturan ilkelerimin ne denli sağlam olduğunu anlamanın tam zamanıydı. Kendi sınavımı kendim yapmayla karşı karşıyaydım. Her zaman bağlandığım bir söz vardı: Yaşamak ve en güç yaşam koşulları altında çıkış yollarının en önemli sağaltımı sanattır.  Kötüler yaşamak için ellerinden gelen her kötülüğü ve her şeyi yapıyorlar. İyiler de her türlü zor koşullarda kötülüğe karşı yaşamak ve kötülükleri yok etmek uğraşını kanının son damlasına dek verebilmek için yaşayabildiğince yaşamakla yükümlüdür. Sanatın ve insanlığın ölümsüzlüğüyle dolmalı yürekler… Ben bu düşünceye her koşulda sanat yapabileceğimi bilerek, yapacak çok şeyimin olduğu bilinciyle yaşadım. Çok ağır koşulları, yalnızlıkları ve bunları yaratanları yenmeye çalışmıştım. Değerinin anlaşılıp anlaşılmaması benim sorunum değil. Anlamayanlar açısından bunun korkunç sorumluluğunu taşıma yükünün verdiği insanlıktan uzaklaşmanın ağırlığını taşıyan kendi suçlarıdır.


Klinikteki koşullar ve durum sanatsal çalışmalarıma hiçbir engel çıkarmıyordu. Sağaltıma ilişkin sorunlar da engel değildi. Eninde sonunda yaralar iyileşecek ve bugün yapabildiğim sanat çalışmalarımı gelecekte de böyle yapabilecektim. Beni eksilten hiçbir şey yoktu. Eksiklerse çoktu. Yapacaklarımın içinde beni kendimden dışarıya sürükleyen basınca dayanamamanın çözümünü de yukarda sözü edilen resimde buldum. Benim yaşamım ve kişilik anlayışımdaki yapım buydu. Karanlıklar ve aydınlıklar arasında yara almış bir bedeni yaralarını sağaltan bir içsellik sarmıştı. Hiçbir şey dünkü gibi değildi ve olmayacaktı da… Önemli olan yaşama olan bağlılığın öne doğru adım atmasıydı. İlk elde olan duyguların akışını bir yapıta ulaştırmaktı. 


Belli bir başlangıç olmamalıydı, olmadı da. Belki de bir acıyı bir başka acıyla yok etmekmiş gibi uğranılan haksızlıkların ağırlaştırdığı ağır koşulların bedeli buymuş gibi bir çalışma çıktı ortaya. Daha önce yapılanlar da bunun yükselme basamaklarıydı. Ortaya konulan her değer insanlık yolunda bir yükselmedir. İnsan kendi iç değerlerini başkalarının yanlışlarından uzak tuttuğu sürece de insanlıkta yerini bulur.


Beğenmeyense kendi derdine yansın!... Böyle düşündükçe yeni çalışmaların da beklemede olduğu anlaşılıyordu. 


Sanat yorulmaz ve tükenmez.


Grafik çalışmalarının iç içe girmiş sarmal yaşamından her insan kendine göre birçok anlamlar çıkarabiliyor. Kafasında sorular ve çözümler oluşuyor. Duygularıyla bir başına kalıyor. Onunla oynaşmayla, dertleşmeyle, duygularıyla yüz yüze gelmeyle o an kendini yaşıyor. Güzel insanlar bunlar… Kendisi olmaya çalışarak yalınlaşmayla iç içelik başlıyor. Sanatın en büyük özelliği yalınlaştırılmış dildir. 


Evrensel bir dil evrensel değerdeki duyguları besliyordu. Kendisiyle yoğunlaştıkça yoğunlaşıyor. Her çizgide binlerce resim anlarla buluşuyor. Bulunduğunuz konum insanlaşamamış kişilerin seni patlama noktasına getiren korkunçluğa bir çözüm aramakla karşı karşıya kalınıyor. Neydi o çocukluk arkadaşım? Her zaman sorunlarını çözmeyi insanca bir duygu olarak görmüştüm. Bir iş edinmesini sağladıktan sonra tüm ilişkilerini koparmıştı. Özellikle zor günlerimde yardım ve para isterim diye korkmuştu. Yıllar sonra yardım da para da isteyen o olmuştu. İnsanlaşma yolunda her an dengeler bozuluyordu. O ne ilkti ne de son. Böylece ne sonu, ne başı, ne de ortası belli olmayan bir uzamda cehennem sıcağından beter yandığını duyumsayabiliyorsun. Ne gereği var bunların? İster istemez bir çağrışım girdi araya. Çalışırken çağrışımların saldırısına uğradığım çok olur ve eksilmez. Bu çalışmayı yaparken yaşamımda çizgi çizdiğim kalem ilk kez parmaklarımda kasınç yarattı. Sol elimle açtım parmaklarımı. Bir süre çalıştığımın da ayrımında olamadım. Açılmayan parmaklarımın arasında kaldı kalem. Bir resme ilişkin benim yapacağım açıklamalar insanları bu yalınlaşmalardan ve kendi duygularından uzaklaştırmak değil, sanatın vermek istediği özel ve özgün duyarlılıklardan da uzaklaştırmamaktı. Bu nedenle ben resimler ve sanat yapıtlarına ilişkin sanatçıların açıklama yapmalarının anlatılan noktalarda bir yer belirlemesine sıcak bakmıyorum. Şu şudur, bu budur olmaz. Oluyorsa sanat da olmaz. Bir yapıt sanatçının da bilemediği, açıklayamadığı bir gizem saklamıyorsa ortada sanat açısından büyük bir sorun var demektir. Yukarıdaki resimde bu bağlamda  gerçekten benim için öylesine özel bir konumun yarattığı duyguları yaşamak istedim. Bu özel oluşum kendi özdeşliğimle bireysel bir yoğunluk kazandı. Bu konumunu korumanın tek yolunun kendim için kendi adıma çalışma evresine ilişkin açıklama yapmaktı. Çok özel bir anın varlığını benden öteye giden akışını yansıtmak zorunluluğunu duydum. Kimi zaman bir yazı, bir görsel etki yaratacak sanatsal bir düzeyin kendisi olur. Bu yazı her ne denli resimle özdeşleşse de bir başına görsel bir yapıt olma gücünü de gösterir.


Nasıl desem, nasıl anlatsam deme kolaylığından uzaklaştığım bir günümde o denli çok şey söyleyip o denli çok düşündüm ki bu görüntüleme sığdırmamın olanağı yok. Resimdekiler resmin dışındaki sonsuzluktan gelip sonsuzluktaki bilinmezliğe gidiyor. Gerçekten altından kalkamayacağım birikmiş acılarımın üstündeki yükün yıllardır benden alıp götüremediği, kine, nefrete, öç almaya gitmeden; içimde yapılanan sonsuz güzellikteki sevginin insanlık anlayışının tek bir yaprağına zarar verecek her türlü kötü duygulardan arınmışlığın altında kötülüklerin var olmasını istemedim. Hiçbir zaman da istemem. Yıllarını kine, nefrete, öfkeye ve öç almayla insanlığa her türlü kötülüğü yapmaktan gözünü kırpmadıkları duygularını, yaşamını gereksiz yere zehirleyenlerin yarattığı yıkımlara karşı sanat; dağ oldu, orman oldu, ırmak oldu, gökyüzü oldu, bulut oldu, kurtlar, kuzular, kuşlar oldu... 


Herkesin bildiği gibi insanca duygularla güzel, yararlı şeyler yapmak isteyenlere engeller de çok. İyiden, insandan ve gerçeklerden yana olanların başarısı da kolay olmuyor. Kurmaya çalıştığınız insanlık dünyasına zarar verenler geçmişten bu yana hiç eksik olmamıştır. Bu tür kişilerin insanın usunun almaz saldırılarının yıkımlarına dayanmak kolay olmasa da kendi açımdan ben de sanat da dayanmıştık. Çünkü kendi benliğinin kopmaz bir parçası olan sevginin ve yaratıcı güzelliğini korumanın en güzel yolu sanattır. Sonsuzlukta insan yüreğinin acıları, dayanılmaz olumsuzlukların yıkımlarını taşımak sorunuyla karşı karşıya kaldığı açmazların yansıması sanat oldu. Sanatla evrensel bir anlatıma dönüşerek tüm umutsuzluklara karşı direnen bir güç oluştu. Böylece insanı ayakta tutan binlerce yıllık uykudan uyanan duyguların dışa vurumu çıktı ortaya. Van Gogh’un yangın yeri olan iç dünyasından renklerin güç yüklü devinimiyle cennet bir dünyayı çıkardı, ortaya. Evrensel bir yaratıcılığın insan yüceliği indi, yüzümüze. 


Kendimizden öteye gidişin olmadığı gerçeğini yaşadım. 


Ben sağaltım için ameliyat sonrası bir sağaltım kliniğinde kalıyordum. Ameliyatın başarılıydı ve bu çok önemliydi. Yan etkilerinin beni sağlıklı bir yaşama katması oldukça uzun bir zamanı gerektiriyordu. Kendimle bir başıma kalmıştım. Bir başıma kaldığım bir oda ve birkaç yüz kişinin de kaldığı bir klinikti. Çoğu kanser nedeniyle ameliyat ve sağaltım sonrası oradaydılar. Yaşlıydılar, yorgundular ve ameliyat sonrasında umut ve umutsuzluklar arasında yaşıyorlardı. Belli etmedikleri, içlerine yüklenmiş olan umutsuzluklarıyla zor anlar yaşayanlar da vardı. Bana söylendiği gibi onlara da hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmamaları söyleniyordu, doktorlarca. Tüm bu umutlarla yaşama katılarak zorlukları taşıyacak güce gereksinimleri vardı. Bir bakıma unutma daha kolaydı, umutsuzluğu unutabilenlere. Umutlarıyla umutsuzlukları yaşayacaklarıyla birleşiyordu. Birçoğu ameliyat öncesi gibi bir yaşam süremeyeceğini bilse de yaşam için geriye kalanla yetinmek gerektiği inancıyla yeniden bağlanıyorlardı yaşama. O güne dek yaşadıklarının bir yaşama bedel olduğunu düşünmeleri gerekiyordu. Kısacası orada bulunanlar yaşamsal anlamda karar verme noktasında kendi başlarına yapayalnızdılar. Binlerce görüşmecileri de olsa yapayalnızdılar. Yaşamın varlığıyla bunu yenmeye çalışarak coşkularını öne çıkarmaya çalışıyordu, birçoğu. Pek azının bitmez tükenmez sızlanmaları ve sıkıntıları sürüyordu. Odanıza çekildiğinizde izleyeceğiniz bir televizyon olsa da yapayalnızdınız. Yalnızlığa dayanamayan üç beş kişi eşini de yanında bulunduruyordu.  Burası Almanya’da Wuppertal kenti yakınlarında bulunan “Helios-Bergisches Land” denilen iyileştirme kliniğiydi. Ben de ameliyattan sonra orada üç haftalık kalma süresi beş haftaya uzatılan biriydim. Çoğu oradaki yalnızlığa dayanacak gücü bulamıyordu kendinde. Üç hafta sonra ayrılmayı yeğliyordu. Bense kalma gücümü sağaltıma daha çok yararlı olacağı düşüncemle korudum. Hazırlıklı gelmiştim. Resimler çalışacak ve yapacak durumdaydım. Hiç kimsenin beni görmeye gelmeyeceğini biliyordum. O denli yardımcı olduğum dost sandığım kişiler vardı ki ne denli yanlış bir iş yaptığımı daha sonra anladım. Altından kalkamayacakları denli yardım ve iyilik yaptığınız kişiler, bu yükün altından kurtuluşu sizlerle bozuşarak kurtulmaya çalışırlar. Oysa değeriniz aşağıya düşmez. Onların değersiz ve birer zavallı olduğu anlaşılır. İyi olmanızın ve iyilik yapmanızın kendi açınızdan alınganlık yapılacak bir yanı yok. Övgüye değer bir insanlık yapmışsınızdır. Ayrıca çok iyi bir olanak, diyerek resimde yoğunlaşmak da zor olmayacaktı. Yalnızlığın anında yok edildiği yerde olmalısınız. Sizi taşıyan sanat gibi bir gücü taşıyorsanız, doğru yerdesinizdir. 


İçsel sorunlarıma ortak olacak, yaşama sevincimi ortaya koyabileceğim sanat benimleydi. Bu nedenle yanıma resim kağıtları dosyasını ve çok sayıda renkli tükenmezlerle, keçeli kalemler aldım. Boş zaman çok olduğunu daha önceden biliyordum. Kendi başıma kaldığımda bol bol resim çalışacaktım. Çalışabileceğimden de kuşkum yoktu. Gerçekten de çok sayıda çalışma yaptım. Yukarıdaki resim, klinikte yaptığım son resimdi. Ameliyata girmeden önceki 22 Kasım 2010 günü milyonda, binde bir olsa da ölümle sonuçlanmasından tutun da beklenmeyen sakatlıkların insanı nerden vuracağı da belli değildi. Tek düşüncem o gün de bir resim yaparak tüm yaşantımın sanattan kopmaz parçasının kalıtını ortaya koymaktı. Ölüm korkusu yaşamadım. Resim bittiğinde büyük bir erinçlik duygusuyla ameliyata girdim. O resim benim o güne dek yaşadığımın, benden geriye kalan sanatsal bir yaşamın toplamıydı. Her zamanki gibi yaşam iki kere iki eşittir beşti bana göre. Ölüm de bunu kanıtlıyordu. 


Grafik çalışmaların içeriği ve derinliği klinikteki yalnızlıkta beni büyük bir dağılmanın yarattığı sorunlar içine gömünce bu resim tüm olup bitenleri de içine çekiverdi, ister istemez. O denli yakıcı bir nokta ki onun tüm sıcaklığını ve öldürücülüğünü bir yerde toplamak gerekiyordu. Karşı bir yanıt mıydı, tüm kötülüklerden kaçmanın bir umarı mıydı yoksa yaşadığım, koruduğum tüm güzelliklere leke sürmemenin çabaları mıydı, tüm içtenliğimi ve duygularımı ortaya koymanın kanıtı mıydı yoksa yıkımın altından kalkamayışımın derinlerdeki sonsuzluğa gömülen, bitmeyen, kimsenin hiç kimsenin işitemediği  çığlığım miydi..? Sonunda bunun derinlere doğru giden sessiz bir çığlık olduğunu anladım. Her çizgide binlerce kez gidip gelen düşüncelerin çığlığını yaşadım bu resimde. Kendime kızsam mı, kendimle alay mı etsem, alçaltsam mı kendimi, yoksa yüceltsem mi? Bunların tümünün içindeydim ama hiç birinde odaklaşmamıştım. Ben uzun süreli bir arkadan vurulmanın yarattığı cehennem kuyusunun içinden çıkmaya çalışıyordum açıkçası. Zor günlerde daha önce yaşanan zorluklar üşüşüyordu. 


Sanat benin başkahramanımdı. Tüm sorunların bir noktadan dağılımıydı belki de. Bilemiyorum, şu an da bilemiyorum açıkçası. Bilseydim sanatı ortak etmezdim. İçimdeki sonsuz bir güç olan sanatın yok edilmesine direniyordum ve direncimin gerçekten zaman içinde yıkılmaz bir yere gelerek güçlendiğini daha iyi anlayabiliyorum. Yaşadıkça o gücü hiç kimsenin hiçbir zaman yok edemeyeceği bilinmez bir erincin verdiği onurla çiziyordum. Sanatla direnmek, her türlü kötülüğün üzerinde yükselen bir yaşam ağacıdır.  Yaşamda var olunduğu sürece her an, her zaman kötülükler ve kötü durumlar eksik olmaz. Bu yaşamın yapısındaki doğallıkta ilk insandan beri vardır. Ne denli iyi olursanız olun soğukta donup ölebilirsiniz, vahşi hayvanlara yem olabilirsiniz… 


Doğanın koşulları yaşam açısından çok ağırdır.


Hastalığın ve iyileşmenin ağır, bıktırıcı olacağını bildiğin bir günde henüz iyileşmenin başlarında olduğu bir dönemde, umut etme aşamasındadır, insan. Destek vermesi gerekenlerin yakın olmasına gereksinim duyulan zor günlerdir, içinde bulunduğunuz durum. Böyle günlerde destek verip korumuş olduklarınızı düşünürsünüz. İyi gün, kötü gün dostlarını daha iyi belirlersiniz. Oysa geçmişte yapılan tüm dayanışma ve yardımlaşmanın olmamış gibi olsa da öz duyguların insanca yapısını yitirmeyenlerden olduğunu bilirsin. Yaşamı yenilemek gibi bir örgüye takılabilmektir en iyisi… Her nefes alış verişi de yaşam için ayakta kalmaya kullanmak gerekiyor. İçine çekildiğin kötümserliğin baskısından kurtulmak sağaltımın gereği. Kimi zaman boşluğa düşüyorsun bir an. Buradan uzaklaşmak her türlü kötülüğü yenmektir. Yılları da sürüklüyorsun birlikte ve güzelleştiriyor, duruluyorsun. Bir yapıtla geçmişi gelecekle yeniliyorsun. 


Elbette o yanardağ bir gün patlayacaktı insanlık adına. Bir gün bir resim bin bir gece masalları gibi bin bir resim olacaktı. Yaşamın doğal duyarlılıklarıydı, bir yere varamamak. Kime, ne için ne denli yaşamsal değerlerle neler yapmışın hiç ama hiç önemi yoktu. İnsanın içindeki duyguların yücelmesinin sonuçlarının doğal bir yapısıydı sezebildiğimce. 


İşte bu nedenle bu resimde susuzluğu yok eden değerlerin tümünü bir araya toplayarak kendi yanlışlarının içinde boğulmamanın gerektiğinin nedenlerini anlıyorsun. 


Yıllar önceki kopmalarımın noktasına dönüyorum yeniden. Binlerce kilometre uzaklıktan çalışmanın başına oturuyorum. Aylarca çekilen büyük sıkıntılardan sonra bir sevgiliye kavuşma günü gibi geliyor. Ayrılık günlerinde kendinizden binlerce yıl uzaklaşmış duygusuna kapıldığınızı anlıyorsunuz. Ağır bir hastalıktan geçtiği gerçeğine dayanarak onu bağrınıza basmakla, her türlü sıkıntısına en küçük bir sızlanmaya yer vermeden onun mutlulukların en büyüğüne dönüştürebiliyorsunuz.  Birden bire sağlık sorununun ağır bir kötümserliğin çemberini kırmak isteği engellenemez bir güçle öne çıkıyor. Tüm kötümserlikler vurgun yiyor. Öldürücü bir karanlığın aydınlığa dönüşü yayılıyor her yana. Karanlığı ezip geçiyorsunuz. İyileşme sürecine can katıyorsunuz. Neyi, neden çizdiğinizi anlatamayacağınız bir noktada sizi yeni çalışmaların beklediğini görüyorsunuz. Bu denli duyguların bilinmezliğindeki dansıyla o bilinmezliği çalışmalarınızda da yaşamak istiyorsunuz.


Bu çalışmanın sürecinde diğer çalışmalarda olduğu gibi içimden geçen bir yığın düşünceler, uslamlamalar ve çoğunu anlatamadığım karmaşıklarla birlikte o an içinde bulunduğum durumla doğrudan bağlantıyla bir uzam oluşuyor. Tüm bunları bir alana sığdırmaya çalışırken derinlik ve devinimleriyle bu alan da duyguların yarattığı sonsuzluğun bir parçası oluyor. Şurası açık ki bu tür çalışmalarımın tümü öylesine karmaşık bir yaşam ve düşünce kurgusunun içine düşüyorum ki binlerce kitap yazmış gibi oluyorum. Bu tür çalışmalarımı görenler kısa bir süre bakıp geçebiliyor. Konusunun ne olduğunu soranlar oluyor. Oysa bu çalışmalar ne bir kısa süre bakıp geçmeyi ne de konusunun ne olduğunu içeren bir sınırlamanın içine sığmıyor. Kendi başlarına çok derin yalnızlıkların yazılar yazmaya sığmayan yaşamsal duygu ve duyarlılıkların sonsuzluklarını içeriyor. Sanat gerçek bir yalnızlığın oluşturduğu gerçek bir varsıllığın dünyasıdır.


Aydınlık bir gölgeye dönüşüyorsunuz. 


Sabahattin ŞEN





-Merhaba

Sanata dair hikayeler toplayan bir yayıncıya ayıracak zamanınız varsa, sizi de bekleriz.

Öykü olarak yazdığım bir sey yok. Anılar simdilik kafamda duruyor ve yazmayada sanat çalışmaları nedeniyle zaman bulamadım. Belki yakında başlarım. Sizler yoluyla bu anlamda ne yapabilirim diye düşünüyorum..?

Sanatın gerçeği adına bir kavga çıkarsa karışmam. Sanatçı olamayıp usta ve büyük sanatçı diye geçinen yapaylarımız çok ve sürekli bunun kavgasini verenlerdenim. Onlar da benimle kavgalıdır çünkü sanat onlarla kavgalı! Bu nedenle benimle kavgalı olmaları çok olağan. Ne ben ne de sanat üstümüze alınmayız- Kötü ağızlar kişinin kendi pis kokusudur. Türkiye sanat adına bu pis kokuların dayanılmaz lağım çukuruna düştü bence.

-Webimizi nasıl buldunuz, sanat adına idealize ettiğiniz amaca uygun bir çalışma örneği olabilir mi, bize biraz mücadele hikayelerinizden bahsedin lütfen..?

Şimdilik çok şey belirgin değil. Birçok kişi düşüncelerini aktarmış. Bu da belli bir derinlik sağlamıyor henüz. Sanatın gerceklerine dokunmalar simdilik zayıf. Bunları olumsuz örneklerle derinlere taşımak ve bu olumsuzluğu yaratanlarla kiyasıya gerçeklerin ne olduğunu göstermek gerekiyor. Henüz böyle bir ilerleme yok.


Kendi başıma verdiğim uğraşlar korkunç boyutta. Ben dayanıyorum ve dünya sanatının yanında yer alıyorum. Dünya sanatını ve gerçek sanatı anlamaktan uzak olanlar her zaman "Avrupa' da sanat öldü, güneş doğudan dogar..." diyerek soytarılık yapmayı sürdürüyor. Karşı çıkınca da bana "sanat kim, sen kim" diye iyice namussuzluk yapanlar oluyor. Neyse ki namussuz olan ben değilim. Çok şey var çok... Örnegin Sanat Fakülteleri, en başta Güzel Sanatlar Akademisi' nin yoz ve yobaz sanat anlayışıyla ülkenin gerilere doğru dibe varması. Gençleri öne çıkaralım diyerek çözüm arayanların gençlere ne verildiğini anlamadan bir şey biliyormulukları... 
Daha neler, neler...
Bunları bu sayfa kaldırır mı?
Çok geç kaldık bunları ayıklamaya. Kötülük çöreklenmis.

-İfade biçiminizin tepki çekeceğini bilerek sanat gibi incelikli bir alanda bu denli keskin veya sert kritik (eleştiri bizde yanlış anlaşıldığından) sanat sever çevrenizi nasıl etkiledi, sizce en başta bu işler nasıl düzenlenmeye başlamalı?

BLOG
 
Özellikle ülkemizdeki sanata ve sanatçıya bakış açımızı değiştirmeliyiz. Sanat ve sanatçı kimdir, bilmeliyiz. Sanatçı diye yüceltilenlerin, sözlerine başlarken "ben bir sanatçı olarak...“ söylemini kullananlarından uzaklaşabildiğimizce uzaklaşmalıyız. Sanatın yoğurduğu bir insan ve gerçek bir sanatçı kendini böyle tanımlamaktan kaçar. Sanatcı diye dansöz, sarkıcı, türkücü, popcuların nitelenmesi de sanat adına bir yüz karasıdır. Bir türkücü böylesine güzel bir müzik alanında yer almaktan utanıp kendisine "türkücü“ denmesini aşağılık bir şeymiş gibi düşünmeleri gercekten müzik adına kötüdür. Geçmiş yıllarda bu tür icraacılara icracı, türkücü, sarkıcı diye doğru niteleme yapılırdı. Sarkıcılığından, türkücülüğünden utanıp kendi kendilerini sanatcı diye nitelendiren bu kimselerin sanatla yakından ve uzaktan bir bağları yok.
Zeki Müren' e bir televizyon proğramında büyük sanatçı nitelemesi yapılınca şöyle karşı çıktı: "Aman efendim estağfurullah, sanatçı kim ben kimim“. Hiç mi bu insandan ders almadılar. Sanat adına kavramları ve nitelikleri cıvıklaştırdılar. Önce bu noktada anlaşalım. Kendi kendini ben bir sanatçı olarak yamamaya çalışanları, ressamları, yontucuları, şarkıcı, türkücü gibilerinin kavramı cıvıtmasını görmek ve işitmek istemiyorum. En önemlisiyse: Sanat = Uygarlık = İnsanlık bağlantısının bilinmesi gerekiyor.

-Kavramların bizimki gibi ülkelerde kasıtlı karıştırıldığı izlenimine kapıldığınız olur mu, zihin dünyası karma karışık insanlardan düzenli ve doğru düşünmeyi ve sanatı bekleyebilir miyiz?

Kasırlı karıştırıldığı izlenimine kapılmadım. Kesinlikle bile bile karıştırıldığı apaçık ortada. İzlenim söz konusu değil. Doğru kavramlar edinmekten de uzak olduğumuz için her şeyi işimize geldiği kılığa sokabiliyoruz çünkü geri kalmış üçüncü dünya sınıflandırılması içinde yer alıyoruz. Hiçbir alanda bilimsel gelişme sağlanmayan bir yerde hazırcılık, ordan burdan çalıp çırpma, gerçek anlamda gelişmeye yönelik üretimden uzak olunması her alanda temelsizliği, kavramsızlık ve gerçeklerin çarpıltılması görülür. Bunun sanata bulaştırılmaması gerekiyordu.


Ülkenin olanakları ve durumu iyi olmayabilir. Sanat tüm bu olumsuzlukların dışında tutulmalıydı. Picasso' nun yedi göbek nal toplayıcısına "Usta Sanatçı" yutturmacası yaparsanız gerçek sanatın ve sanatçıların, gençlerin önünü kesersiniz. Böylesine çarpıklıkta sanat eğitimi de çarpılır. Gençleri de çarpık sanat anlayışının çarpık eğitimiyle çarpırtırsınız. Sanat diye "fıttırık" bir sanatsızlık yayılır. Bundan kurtulmanın bedelini birkaç kuşak öder çünkü zihin dünyası karmakarışık insanlardan düzenli ve doğru düşünmeyi ve sanatı bekleyemeyiz.

Her sey karmakarışık bir duruma bilerek getirildi. İşlerine öyle geldi. Sanata ilişkin kurumlar da buna uydu. Adam gibi kaç galeri ve müze ve eğitim kurumu var? Sanat eğitimindeki bozukluğun başını İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi çekmistir. Eğri cetvelle doğru çizmeye kalkıştılar ve dopru çizgi diye bugünkü kıvrımlar yumağı ortaya çıktı.

-Resim sanatı özelinde Güzel Sanatlar Akademilerini eleştirirken genel olarak tüm akademiyi eleştirdiğimizde, bizdeki geri kalmış devletçi memur zihniyetin egemen olduğunu ve yıkılması zorunlu duvarlar inşaa ettiklerini biliyoruz. Bu zorluğu aşmanın yolları nelerdir, yaşam tecrübenizden örnekler verir misiniz?

Ben tüm dünya adına şunu düşünüyorum: Dünyanın her yerinden sanatçı çıkar. İster gelişmiş olsun ister olmasın. Yeter ki insan, insan olsun ve duygu ve duyarlılıklarını canlı tutsun. Geriye doğru bir sanat eğitimi sanattaki verimi cok hızlı bir biçimde artırır. Kötü eğitimse öldürür. Afrika geçmiştede bugün de geri kalmış bir anakaradır. Oysa buradaki ülkelerden dünya sanatçısı olarak çok sayıda sanatçılar çıkmakta. Kongo Blues (bakınız, 13. ile 19. resimlere kadar) adındaki bir sanatçıyla ilgili 2018 yılında Almanya' nın en ünlü sanat dergisi "ART' DA" yer aldı. Onun yaşamı ve sanatı anlatılıyordu. Yoksul bir insan ve Belçika sömürgesi altında bir ülke. Belçikalı bir sanat epitimcisi orada Kongo Blues' le ilgileniyor. Belçika' daki sanat okullarına gönderiyor. Öyle ya da böyle Kono Blues doğru sanat eğitimi ile Belçikalı sanat eğiticileriyle besleniyor. Rastlantı olsa da dopru eğitim alıyor.


Birçok Afrika ülkesindeki sanatçıarın çoğu Fransa ve diger Avrupa ülkelerinde yetişti. Oradaki akademilerde sanat öğrendiler. Biz de gitsinler öğrensinler diye gönderdik ama yeteneksiz eğitimciler yeteneksizleri seçmeyi çok iyi becerdikleri için sanat konuşmaya çalışan gevezelerimiz oldu. Sanati da becerdiler! Onlar da hocalarının yanında devlet memuru kafasıyla koyunun bulunmadığı yerde Abdurrahman Çelebi oldular. Şu an durum daha da kötü. Artık okullar hiçbir zaman bunu başaramayacak derecede çok geri.


Güney Kore' de bu konu devlet sorunu oldu. Elli yıldan fazla bir zamandır öğrencileri Avrupa akademilerine gönderiyorlar. Güney Kore çağdaş sanattaki yerini dünyada sağlamlaştırdı. Bizlerse iki sittin senedir merdivenin alt basamaklarında kaldık.


Benim tanıdık birinin sınıfında - Düsseldorf Güzel Sanatlar Akademisi' nde 5 ögrenci vardı. Diğer sınıflarda da buna benzer bir sayı bulunuyordu. Bu yıl da bunları göreceğim. Bu subat ayının (2020) 5 - 9' unda her yıl olduğu gibi akademi öğrencilerinin sergisi var. Her yıl gezerim ve çok sayıda Güney Kore ögrencisiyle karşılaşırım. Bizden yok. Var olan birkaç kişi de Almanya' da yaşayanlarımızdan... Meral Alma bunlardan biri. Bu okulu 2018' de bitirdi ama çok hızlı bir yükselişte. Kimi Almanlar söyleniyordu: "Bu nasıl böyle hızlı yükseldi“ diyerek kıskanma belirtileri gösterenler de oldu. Çok sevenlerinin sayısı çok. Akademi, okulu 2018' de bitirenleri izlemeye aldı. Kırk kişinin üstünde bir sayının kısa sürede dünya sanatı içinde yer aldığını gördü. Meral Alma' da içlerindeydi. Okul bitiminden altı ay sonra geçen yıl şubat ayında özel bir sergi açıldı. Bu sayı bizim eğitim kurumlarının yerin dibinde olduğunu gösteriyor. Yanlışların yanlış sanat anlayışı ve devlet memuru kafasi...


Ne yapmalıya karşılık her şeyi sil bastan yenilemeli. Müzeler baştan aşağı gerçek sanat yapıtlarıyla doldurulmalı. Bizdeki sanat eğiticileri arasında çok az sayıda yeterli olanlarımız var. Ya yurtdışına çok sayıda öğrenci gönderecegiz ya da sanat eğitiminin çağdaş anlamda yapıldığı ülkelerden öğretici sağlayacagız.


Futbol çok mu önemli? Bir yere dek evet. Onca paralara karşın en ünlü takımlarımızda Türkiye'nden futbolcu yok. Paraya gelince sel gibi. Bunu sanat için de başarmalıyız. O zaman futboldan farklı bir durum ortaya çıkar. Türkiye' den çok sayıda sanatçı çıkar.

-Piyasa dediğimiz günümüz gerçekliği penceresinden baktığımızda ülke ve sanat piyasaları ile ilgili belirtmek istedikleriniz nelerdir, New York veya Londra sanat camiasıyla bizimkiler kıyaslanabilir mi?

Sanat açısından piyasalar benim ilgimin dışında. Sanatla uğraşanlar da bundan uzak durmalı. Yapacakları en önemli şey sanatsal çalışmalarını gün yüzüne çıkarmaktır. Çalışmalarını piyasaya bakarak, piyasada yer almasını düşünerek yapanlar yapıt değil satılık resim, yontu v.b. çalışmaları ortaya koymuş olurlar. Piyasaya göre satılsın diye allayıp pullayacaktır. Bunu yapanlar hem kendilerini hem de sanattaki özgünlügünü yitirir.


Piyasada neler olduğu ilgilenmesek de az çok karşımıza çıkıyor. Özellikle bizdeki durum korkunç derecede sanatsal bilincin dışında kalmış. Sanatçı diye sanatçı olmayanlar şişirilmiş. Çalışmaların ederi de beş para etmemesine karşın yükseltilmiş. Bu hem sanata hem de gerçek anlamda sanata yüreğini vermek isteyen gençlere zarar vermekte. Ülkede sanat gelişimine engel olmakta. Sanati tüm varlığıyla başarılı olarak sürdürenler arasında da bir bıkkınlık ve küskünlük yaratıyor. Olmaması gerek ve sanatçılar piyasaya aldırmadan sanatın kendi benlikleri olduğu bilinciyle sürdürmeleridir, doğru olanı...


Daha da kötüsü şu: Sabun köpügü gibi şişirilenler şişirilmiş ederlerle alıcı bulabiliyor. Sanatı hiçbir zaman yaşamamış ülkemizde alıcılar da kolay aldatılmış oluyor. Bir anlamda bu anlayış gercek sanat ve sanatçılara karşı bir yıldırma baskısı da oluşturuyor. Piyasa kendi gelirine bakıyor. Sanat diye yapılan yatırımlar ve harcamalar ne yazık ki sanatsızlığa gidiyor. Gerçek sanat ve sanatçılardan yoksun bir ülke yaratılıyor.


New York ve Londra sanat piyasası da elbette ne kazanacağını düşünüyor. Düşünüyor ama başına geleceği de düşünüyor. Sanat diye ederi yüksek tutulan çalışmaların sanatsal niteliği de çok önemli. Bu yerlerde sanatın niteliğini düşünür herkes. Bir süre sonra o yüksek değerler para etmezse kazan patlıyor ve ortalık karışıyor. Almanya' da 1985' de böyle bir patlama oldu. Galericiler bundan ders aldı. Sanat uzmanlarıyla çalışmaya başladılar. Bizde de sözüm ona uzmanları vardır ama sanat uzmanlıkları yoktur. Herkes bu nedenle aklını başına almak zorunda. En önemlisi de Avrupa ve Amerika' da sanatçı diye nitelenenlerden hiçbiri yapay sanatçı konumuna düşmemiştir çünkü bu konuda sanatın ve sanatçının gerçeğini ortaya geregi gibi koyan sanat uzmanları var. Bir süre tartışılsa da sonuçta taş yerine oturuyor.


Bizdeyse sanatın ve sanatçılığın gerçeğini, niteliğini ortaya koyabilecek tek bir eleştirmen ve uzman yok. Var olanlar varsa da kimse dinlemez. Sanat değil, para konuşur. Ne diyorlar? "Burası Türkiye...“ Anladım anlamasına da, Türkiye' de insan yaşamıyor mu?

-Gayrimeşru aleme hiç dalmadan; basit bir takım resim malzemesinin on binlerce lira ettiği, sanat yapmanın pahalı bir uğraş olduğu ve %50 gibi paylarla çalışan galeri sarmalında sanatçı kendi başına neler yapabilir, özellikle genç sanatçı adaylarına bu işlerin kirine bulaşmadan kendi ayaklarının üzerinde durup kendi piyasalarını oluşturabilmeleri için önerileriniz nelerdir, örneklendirir misiniz?

Öncelikle sanata bakıştaki eğri cetvel yerine doğru cetvel kullanılmalı. Sanat niçin yapılır sorusunun yanıtının "sanat hiçbir şey icin yapılır“ olduğunu bilmek gerekir. Bireyseldir, özgündür ve uğraşların en yücesidir. Bu değerler sanat yapmak için yeterlidir. En vurucu biçimde söylenecek söz sudur: ''Sanat ölümüne yapılır“. Böyle bir gücü olan, sanat yapsın. Yoksa sanat yapıyorum diye ortalığı bulandırmasın. Neden mi? Türkiye' de gençlerle konuştum. Güzel Sanatlar Fakültelerinde seminerler de verdim. Hiç bir seminerden beş kuruş da almadım. Her harcamayı kendim yaptım. Gençler ve sanat öğrencileriyle konuştuğumda ilk soruları lu oluyor: "Biz nasıl geçinecegiz?" Sorunun nedeni burada yatıyor. Kafalarda sanat yok, nasıl geçinileceği tasası var. Yanıt olarak da: ''Sanat ölümüne yapılır.“ diyorum.


Almanya' daki hiç bir sanat öğrencisinden "ben nasıl geçineceğim“ sorusunu işitmedim. Daha okuldayken sanatın nasıl ölümüne yapıldığını öğreniyor. Işine gelmezse okulun dış kapısı açık. Onları tutan da yok. Hiçbiri bu kapıyı kullanmıyor ve gerçekten okula ve sanata tutunuyorlar. Çok büyük işler de yapıyorlar ve çok para da tutuyor. Altından kalkmaları olanaksız. Canavar gibi koşturup para desteği veren ŞİRKETLERİN katkısını sağlıyorlar. Okulun dış kapısına bakmıyorlar.


Sanat yapmak için çok harcamaya da gerek yok. Elbette büyük tasarımların durumu balka. Bunun dışında çok harcamayı gerektirmeyen çok sayıda yollar var. Ben coğu zaman ev eşyaları atımından malzeme toplardım. Bugün geldipim nokta kendi kuramım olan "Antimateryal Sanat“...


Bizdeki Güzel Sanatlar Fakültesinin birinde verdiğim seminerden sonra resim çalışmasına geçtik. Bir yığın boya, firça ve buna benzer malzemeleri kendim Almanya' dan yüklenip getirmiştim. Okul da tuvaller sağlamıştı.Özellikle yığılı boyalar öğrencilerin dikkatini çekti. ''Bizim hayatta bu kadar boyamız olmaz...“ dediler. Durumu anladım ve içimden bir değerlendirme yaptım. Kedi gibi pusuya yattım. Bir yandan da resim çalışmasını boyalara acımadan yapıyordum. En sonunda biri dayanamadı: ''Hocam bizde de bu kadar boya olsa bizler de balarılı olurduk“ dedi. Beklediğim an buydu. Oysa ben Almanya' da malzeme ve nitelikli boya olmamasına karşın çok nitelikli çalışmalar yaptım. Bir Alman, yaptığım çalışmayı pahalı bir malzemeyle yaptıpımı sanmış. Gerceği öğrenince çok şaşırmıştı. Bu anlamda da yaratıcı olmak zorundasınız.


''Hocam bizde de bu kadar boya olsa bizler de başarılı olurduk“ diyen öğrenciyi masaya çağırdım. Bol bir tuval verdim. Boyaları ve malzemeleri gösterek "al sana malzeme, istediğin gibi bol bol kullan". Büyük bir hevesle çalışmaya koyuldu. Söyleşilerimiz arkadaşça olduğu için gerilim de yoktu. Şakayla karışık bir ortamımız vardı. Çalışan öğrencinin durumu gittikçe ciddileşiyordu. Oflama, poflama başladı. Onbeş dakika sonra ''olmuyor hucam“ dedi. Ne demek istediğinizi çok iyi anladım? Ben kağıtlar istedim. Kağıtları öprencinin çalışmasının üstüne yaydım. Onlar üzerinde az boya kullanarak çalıştım. Çalışma bitince sordum: ''Bu çalışma kaça mal oldu?“ Bir daha malzemesizlikten şikayetçi olmayacaklarını söylediler.


Ayrıca %50 gibi paylarla çalışan galeri sarmalında sanatçı kendi başına neler yapabilir, özellikle genç sanatçı adaylarına bu işlerin kirine bulaşmadan kendi ayaklarının üzerinde durup kendi piyasalarını oluşturabilmeleri için önerileriniz nelerdir, örneklendirir misiniz? Önerilerim yazdıklarımla belli oldu. Örnekledim de…

-Azerbaycan' da sanat eğitimi alıp Ankara' ya yerleşerek sanat yaşamını burada sürdürmeye çalışan genç sanatçı örneklerinden Hamid Alioğlu' nun; burada yaşadığı sıkıntılarla ilgili bir sorusu vardı: Kendisini ve yapıp etmeye çalıştığı sanatını anlatamayan, anlatmaktan aciz olan, "ne anladıysan o" kurnazlığıyla işin için sıyrılan açıkgözlerle ne yapacağız?

''Bir yapıtta anlaşılmaz bir gizemlilik yoksa anahtar sanatın kilidine uymuyor demektir".


Her sanatçının her yapıtında kendisinin de açıklayamayacağı gizemlilikler vardır. Bunları açıklayacak gücü olsa binlerce sayfaya sığmaz. İllede açıklamak istiyorsa resim yapmasına gerek yok, otursun roman yazsın. En başta Picasso kendi çalışmalarına ilişkin hemen hemen hiç açıklama yapmamış ve özellikle de açıklamalardan kaçınmıştır. Sanata ilişkin sözlerini biliyoruz. Örnegin "aramıyorum, buluyorum“ gibi. Ayrıca soyut konusunda anlama zorluğu çekenlere bülbülün sesini örnek vermiştir. Picasso da mı açıkgözler arasına giriyor!


Bir sanatçıyı, yapıtını ve sanatını açıklamıyor, açıklayamıyor diye eleştiremeyiz. Ben her zaman şunu söylerim: ''Bir çalılmayı açıklarken çok sayıda yalanlar söylenebilir. Şunu bilmeliyiz ki insanlar yalan söyler. Oysa yapıtlar kesinlikle yalan söylemez". Bu bağlamda açıklamalar her zaman kuşkuludur. Bir şey söylemeyip ''ne anliyorsanız odur...“ diyerek gözü açıklık yapanlar olacaktır kulkusuz. Minareyi çalan kılıfını da hazırlar. Çalışma ortada ve sanatsal değeri konusunda yalan söylemez. Yapıta bakmalı, söze degil.

-Sıklıkla örneği verilen Picasso' dan devam edersek; insanlığın sanat tarihi sürecinde geçtiği aşamaları itibariyle, geçmişten örnekler verirken günümüz gelişimini gözden kaçırmadan nasıl uyum sağlamalıyız ve tekrar, taklit, yorum, kopyadan sıyrılıp yeni yaratımlara nasıl ulaşacağız?

Bu konu gündeme geldigi zaman ben hemen Leonardo' ya dönüyorum. Önce Leonardo' nun anlaşılıp anlaşılmadığını soruyorum. Sanat bilgiçliği taslayanlar bu konuda sürekli eveleyip geveliyorlar. Mona Lisa' nın kaşlarının neden olmadığı sorusuna sürekli kalıplaşmış yanıtlar alıyorum. Demek ki daha sanata başlayamamışlar bile. Sanat Tarihinin bu en önemli noktasından doğru başlamak gerekiyor. Bu noktadan sonra uyum çok kolay sağlanıyor. Yüksek okul öğrencisiyken Sanat Tarihi ögreticisyle sürekli çatışma içindeydim. Sanat ve sanatçılarla ilgili aktardıkları okuduğu bir kitaptandı. Birgün kalkıp : ''Ben o kitabı okudum“ dedim. Çok bozuldu. Ölünceye dek düşmanlığı sürdü. Çünkü konu Picasso' da tam anlamıyla, iyice gülünçleşti. Paris' e gitmilmiş. Picasso sergisini gezmişmiş, filan... Picasso' nun 1960 yılına dek çalışmalarını anlamış ama sonrasını anlayamamış. Ben de: ''Picasso'nnun 1960 yılı öncesini anlayan 1960 dan sonrasını da anlar“ deyince araya savaş buzları girdi ve hiç erimedi. Kalıplarını da kıramadı. Bizler kalıp malıp dinlemedik tabi.


Söz Picasso'ndan açılmışken Leonardo' dan başlamak gerekiyor. Özellikle Rambrandt ve El Greco ölçü taşlarıdır. Bildiğimiz gibi Picasso' nun mavi dönemi El Greco etkisindedir. El Greco 300 yıl sonra doğru anlaşıldı. Bosch da öyle... Ne güzeldir ki Avrupalı anlamadı diye yok etmemil. Van Gogh' un kendi yolunda inadı da inatmış Örnek bir sanatçı.


Sanat çalışmaları yapanların bir başka sanatcının etkisinde kalması gayet doğaldır. Picasso' nun mavi dönemden pembe döneme geçişi evrensel bir ögretidir. Çoğu sanatçı bu kadarını kendine yeterli bulabilirdi. Picasso sanatın özünü kavradıkça, sanat kavramında derinlere indikce sanat oluşumunun gerceğine vardı. Kendi özüyle birleştirince Kübizm devrimini yaptı. Sanatta herkes eninde sonunda kendisidir. Ekspesyonizm birçok sanatçıyı derinden etkilerken sanatçılar birbirindan de etkilendi. Bakın Paul Gauguin' e, Van Gogh' dan etkilendiği resimleri vardır. Oskar Kokoschka, Van Gogh' la Rembrand' in harmanlamasıdır. Her sanatçı bu etkilenmelerden kurtularak özgünlüğüne varabilmiştir.


Kübizm o kadar sanatçıyı etkiledi ki derinlere inenler bir başkasının benzeri olmadan özgünce kübist yapıtlar verdiler. Sanatçılığın gereklerini Leonardo' dan sonrasını özümleyerek cağdaşlaşabildiler. Biz ne yaptık? İşin kolayına kaçmayı yeğledik. Elbette bunun ülke dışında neler olup bittiğini anlayamadan, müzeleri ve sergileri gezme olanakları da olmadığı için kolayı neyse onu yaptılar. İyi bir sanat eğitimleri de yoktu. Birçok kişi Paris' e gönderildi. Bence Paris' de yeniden bir sanat eğitiminden geçmeliydiler. Kapağı birer sanatçının atölyelerine atmaları yanlıştı. Sanki o sanatçının ruhuyla kendininki birmiş gibi... Özgünleşme böyle olmuyor ve olmadı da... Dostlar alış - verişte görsün oldu. Paris' teki meyhane öyküleriyle döndüler. Ülkeye de dert oldular.


Günümüzde internet çok daha yararlı oluyor. Ancak şu var ki bakmayla öğrenilmiyor. Onların ne ve neler olduğunu gösteren doğru bilgiler gerekiyor. Profesörlerimiz çoğaldı ama doğru ve temel bilgi boşlukta. Bu açığı bu kadroyla kapatamayız. Bir adım bile ileri gidemeyiz.


Kavramsal sanat, Beuys' la şaşkınlıklar yaratan bir yapıya ulaşmıştır. Başlangıçta Almanlar Beuys' u şarlatan olarak nitelemiştir. Sonradan da "deyip diyeceklerine" pişman oldular.
Sanatta durum Kavramsal Sanatla çok daha karmaşık bir sorunmul gibi görünüyor. Oysa Leonardo'ndan bu yana sanat kendi temellerinin dışına taşmamıştır. Ülkemizde Ne yazık ki Kavramsal Sanat açıklamaları saçma sapan yerlere taşınmakta….

-Zihinsel olana dönüp dolaşıp dayandığımızda önce ne vardı sorusuyla karşılaşıyoruz. Leonardo' nun ve öncesinde Venedik' in etkisini iyice görüp derinlerde hissetmek için kültür ve tarih bilgisi de gerekiyor. Günümüzde basmakalıp; sergilerde ondan bundan duyduğunu veya bir sanat yazısında yazılanı kendi düşüncesiymiş gibi yutturmaya çalışanları tekrarlarından dolayı hemen anlayabiliyoruz. Oysa Dali' nin bir tablosu hakkında belki milyonlarca yazı yazılmıştır. Acaba sanatçıyı yaşarken yakalayıp eseri / eserleri hakkında ilk elden bilgi almak, almaya çalışmak daha akıllıca değil mi? Evet, tarihte o insanları bulup konuşmak ve cümlelerini olduğu gibi aktarmak çok zordu ama bugün anlık paylaşımlar mümkün. Neden günün gerçekleriyle yüzleşme ve faydalanma sorunu yaşıyoruz?

Günümüzdeki teknolojik olanaklara, iletişimdeki yakınlaştırmalara bakıldığında neredeyse bir insanın her saniyesini kayıt altına almak geleceğe ve gelecek kuşaklara aktarmak çocuk oyuncağı. Geçmişteki sanatçıları, insana yol gösteren düsünürleri, gercek bilim insanlarını böylesi olanaklarla günümüze taşıyabilseydik hiçbir şey salt sözlerde ve yorumlarda kalmazdı. Gerçeğiyle tanışmış olurduk. Picasso' yla ilgili çekimler bizlere o günkü teknik olanaklarla siyah - beyaz olarak ulaştı. Onun çalışmalarını o zamanki duruma göre izlemek büyük coşku veriyor. Bolca söyleşiler olabilseydi, bizlere aracısız kişinin kendisi doğrudan seslenecekti. Sesiyle, görüntüsüyle, yasayış biçimiyle daha da yakın olabilecektik.

Sanat dünyası açısından böylesi belgelerin öyle çok önemi var ki milyon kere anlatmak bunun yerini tutmaz. Bunu da çok kez dile getirdim. Kişinin kendi sesi, görüntüsü ve çalışmasını ondan daha iyi kim dile getirebilir?

Bizler ne yapıyoruz? Ha bire öne geçme, kıskanma, öç alma, yok etme gibi kötü duygularla barbarlaşmaktan bir türlü çıkamıyoruz. Oysa yaşamın her anı, her insan için başkasınınki kadar önemlidir. Her yaşam bir diğerine ulanarak değerlenir. Deneyim ve bilgiler yol gösterir. İnsanların en yüce etkinliği de sanattır. Geleceğe çok yönlü olarak kalması, ulaştırılması, insan gelişimi açısından da çok önemlidir.


Çok yakın bir arkadaşa da söylemiştim. TRT' de çalışıyordu. Beş yıllığına Almanya' ya geldi. Gelmişken sanatçılardan belgesel derlemesini söyledim. ''Sen de kendini çok önemsiyorsun“ demez mi! Kafa kafa degil ki! O an her türlü arkadaşlığım bitti. Ona ne mi oldu? TRT' den emekli oldu. Sap gibi ortada kaldı. Herkesi küstürmüştü.

Baktım ki düşüncem kendim için bir şeyler yapılsın isteği biçiminde yorumlanıyor, ben de aldırmadan sanatla neysem öyle kalmayı sürdürdüm. Kişinin kendisi neyse kendisi olmaya gücü yetmeli. Başkalarının ağız kokusu da onlara kalsın diyerek benim sanattan geçinmem değil, sanatın benden geçinmesine çalışıyorum. Bunun semeresi ortaya konulanlardır. Geleceğe kalıp kalmamasını da düşünmüyorum. Sanat adına evrensel bir yerde olduğun kesinleşmişse bu yeter. Yok abartılıymış, yok uydurmaymış... ne biçim ağız kokuları bunlar!
Asalaklar dalamış her yani.

-Sibel OKUMUŞ TOROS: Hocam bir soru; sanatçıların birbiriyle yarıştırılması çok yanlış degil mi? Sonuçta her biri sanatçı olarak kabul görmüşse kendi özgünlüğü ile görmüştür. Nasıl yarıştırılabilir? Bu konuda düşüncelerinizi az çok biliyorum ama biraz daha detaylı yanıt alabilirsem harika olacak. Sevgilerimle…

İlk önce temel olan bir düşünceyi belirteyim: Sanatçılar arasında yarıştırma kesinlikle çok yanlıştır. Sanatçıları yarıştırsan da yanlıştır, yarıştırmaktan uzaklaştırmak da...
Sanatçıdaki yarışın anlamı doğrudan kendisiyle bağlantılıdır. Yarış denilince her sanatçı ömrünün sonuna dek kendisiyle yarış içindedir. Gerçek sanatçıysa bu durum değişmez. Başkasıyla yarışmaya kalkan sanatçılığını sorgulamak zorundadır çünkü karşısındaki de bir sanatçıdır. Sanat yaşamında kişinin kendisinin sanatçı olması yeterlidir. Başka bir sanatçıya şapka çıkarmak bir sanatçının, sanatçılığının gerektirdiği büyük bir saygıdır. Hiç kimse saygı duymasa da her sanatçı bu saygıyı hak eder. Sıradan kişiler bunu bilmeyebilir. Her türlü saygısızlığı yapabilecek bir geriliktedirler. Bir sanatçının başka bir sanatçıyı kendinden küçük düşürmeye çalışması bir baskasının da kendisine benzerini yapmasına olanak veren ortam yaratır. Bu nedenledir ki sanat sanattır, sanatçı sanatçıdır. Kişilerin kendi duygularına yakın olan sanatçılar arasından seçim yapması doğaldır. . Diğerlerini de dışlaması insanlık ve sanat düşmanlığıdır derim.

Sanatçı kendisiyle yarışıyorken onu bu yarışmadan alıkoymak çok yanlıştır. Yarışma denilince sanatçının kendisiyle yarışması olarak algılanmalı. Hiçbir sanatçı kendisiyle yarışacak dürtüyü yok edecek bir biçimde şımartımamalı, küçültmemeli de... Bu arada her sanatçı şımartılmayı da haketmiştir. Sanatçı kendi açısından bunun hakkından gelmesini, kendi kendini şımartmaması gerektiğini bilmelidir.
Sanat ölümüne başlar, ölümüne sürer. Sanatçı öldüğünde ölümsüzleşir.

Yarışma ve yarıştırmalar iki uçlu bir değnektir. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık Var olan bir gerçek, bu konudaki yanlışlıkları da arkasından sürüklüyor. Ünlü olan sanatçıların kat kat üstünde, sayamayacağımız denli sayıda aynı güç ve değerde sanatçı yaşar. Ünlü olmamaları hiçbir şey ve değer değiştirmez. Ne var ki ünlü olmayanların sanatsal çalışmalarından toplumların uzak kalması sanatsal değerlerden insanların yararlanamaması da büyük bir yaradır. Zaman ve diyalektigin geregi olarak sürekli yeni ve genç sanatçılar doğmaktadır. Hiçbir biçimde tanınmamış olmaları da bağışlanamaz. Bunlar arasında sanatın dışında beklentisi olmayanlar da vardır. Toplumu bu sanatçılara yaklaştıran bir düzlemin olması gerekir. Bu sanatçıları yarıştırmak değildir. Buna başka bir çözüm bulunmalı. Çoğu zaman bu tür yarıştırmalar belli bir konu ve kavrama dayanır. Bu gerçekten, buna uygun bir seçim olarak görülse de belli derecelendirmeyi de gerekmektedir.

Yarışmalar bu anlamda balarılı mı dersek, değil. Kimilerinin kendi adamlarını seçmesinin önü her zaman açık. Özellikle ülkemizdeki acı gercek şu: Bugüne dek büyüklü küçüklü yüzlerce yarışma yapıldı. Yüzlerce birincilik ödülleri verildi. Yüzlerce kişi sanatçı diye göklere yükseltildi. Hepsi boşa gitti çünkü bunlar arasında evrensel sanatın dünyası içinde bir kişi bile yer alamadı! Sanatçılık nitelikleri yok. Ödül ve para var. Sanat adına olsaydı ayağımızı denk almayı bilirdik. Ona, buna, tanıdığa, akrabaya ve birbirlerine bol bol ödül verilmedi. Paraysa kazandırdılar. Körler, sağırlar oyunu oynandı. Yarışmaların ne denli yararının dokunmadığının en iyi örneğini ülkemiz verdi.

Yine de konu ve kavramlara ilişkin yapılmak istenen yarışmaların seçim yapma anlamındaki sanatçı belirlemelerine bir şey diyemeyiz. Her şey gereği gibi mi yapılıyor, buna diyecek çok sey var.
Sanatçı yarıştırmanın yanlışlığına karşı hiçbir şey mi yapılmamalı? Elbette tanınmamış, bilinmemiş genç sanatçılar için yapılmalı ki toplum ve insanlar daha çok sayıda sanatçıyı tanıyıp sanatsal duyarlıkta yükselsinler. Bunun için yarışma yerine sanatçıları topluma kazandırma etkinlikleri ve seçimlerine yer verilmelidir. Bir sanat etkinliğinde birincilik, ikincilik yerine elli sanatçıyı seçmek gibi bir yaygınlığa yer vermelidir.

Bu arada cok acı olan bir gerçek de şu: Bizim ülkemiz bu olgunluğun henüz ballangıcında bile değil. Gerçek sanatçıların bir çoğunu dışlamış, bir çoğunu da dışlamakta. Sanat adına bu bir yüz karasıdır. 
Ben bu konuda bir ön ve temel çalışmayı bir tasarım olarak hazırladım. Kimi yerlere ve kişilere de gönderdim. Yanıt vereceklerini de düşünmedim. Yanıt da gelmedi. Baştan aşağı delice bir taslak: Temelinde yatanı değill de başlarına geleceği anladılar. Kurulan yarışma düzemlerinin tümü tepe taklak alaşağı gidiyordu. Düzem değiştirmeye kalkışmak kolay değil. Gerçekleşmeyecek de… Bu tasarıyı bir sergide özgünleştirip sergileyeceğim. Yapabileceğim son iş bu. Başkaları bir gün gerçekleştirir belki.

-Sanatçının kendi ortamını yaratması ve kendiyle / sanatla ilgili olmayan ortamlardan uzak durması, aksi halde hem yanlış anlaşılmalar hem manipülasyon ve provokasyonlara maruz kalabileceği endişesinden dolayı, sanat gibi aslında herkesin ona övkündüğü bir alan için de gerekli değil midir, sanatçı yalnız kalmaktan korkar mı?

Sanatçı dediğimiz kişiler insandan kopmuş bir parça değildir. Onlar da herkes gibi insanlar arasından birileridir. Onun yalnızlıktan, korkması ve korkmaması gibi her insan da olduğu gibi sorunlar olabilir. Sanatçının özel koruyucu bir zırhı yoktur. Kimi zaman kalabalıklara karışır, kimi zaman uzaklaşır. Her insanda kendine ve deneyimlerine göre nasıl bir ayrı özellik varsa sanatçıda da vardır. Başkalarından ayrılan yanı; yaşamı güzelleştirmeyi yaratıcı özgün bir dile çevirmesidir.

Yalnızlıktan korkan da olur, korkmayan da... Sanatçı da bunlardan biridir. O her şeyin özünü, kullandığı sanatsal dille anlatır. Korkularını, endilelerini, sevinçleri, korkunç acıları… Herkes bir kez ölür, o bin kez. Tüm canlılar sanatçı için kutsaldır çünkü tüm insanlar açısından da kutsaldır. Bu değerleri ve daha nice duyguları dile getirir sanatçı. Bir bakmışsınız tertemiz bir firça ve bembeyaz bir tuval. Onu öylece birakır, hiçbir şey yapmadan da çok sey yapmış olur. Suskunluğun yüce değerlerinde dolaştırır bizleri. Diğer yandan herkes gibi biridir; yorulur, üzülür, düş kırıklığına uğrar, sevgilerle coşar… Neyi, ne zaman, nasıl bir görüntüye çevireceğini bilemeyiz.

Özellikle savaşlarda ölüm ve yıkımlar karşısında dipdiri resimler, yontular yapar. İnsanlığın ölmediğini, dünyanın en güçlü sesiyle haykırır. Ölenlerin, yaralananların seslerini böylece bir araya toplar. Daha sonra kendisi de öldürülür.

Savaşta ve can pazarında genç bir kadın, Charlotte Salamon. Bir yandan kaçıyor, bir yandan sürekli resimler yapıyor. Resim yapmazsa kaçmanın da anlamı kalmayacak. Savaş resim yapmasını ve ruhundaki insanlık bunu zorunlu kılıyor. Yakalanınca öldürülecepini biliyor. Savaşa karşı resimlerle saval veriyor. Yalnızlıkların en korkuncunu yaşıyor. Yalnızlık korkunçluğun en korkuncluğu! O yalnızlıklarını sanatla büyütüyor. O yalnızlığını da savaşa karşı resim yaparak yenmeye çalışıyor. Yakalandığında karnında çocugu vardı ve kendisi 27 yaşındaydı. Birçok sanatçı gibi o da öldürüldü. Resimleri 2012' yılında Kassel Documenta' da bir araya, özel bir odada getirildi.

Günümüzde sanat yapma olanağı ve yeterli kaynağın olmadığından yakınanlarla bu ölümü hep karşılaştırırım. Sanat yapmak için tüm olanaksızlıklar yeterlidir. Esin beklemek, havaya girmek gibi…
Her sanatçının olapan yaşam sürecinde yapmak istediklerini daha verimli yapabilmek için belirli ortamlara gereksinimi vardır. Genel anlamda söyleyecek olursak bir sanatçı kendi ortamını yaratamadığı durumlarda her ortamda kendi koşullarını ortama göre yaratır.

Joseph Beuys' un tuvalette çiziktirdiği çok sayıda çalışmaları var. Ölümünden sonra büyük bir sergi olarak Düsseldorf Sanat Salonu' nda sergilendi. Buna bakarak Beuys' un hep tuvalette resim yaptığını düşünemeyiz. Belki de en güzel yalnızlığı orada bulmuştur. Bir sanatçı kalabalıkta da çalışmalar yapar. Bunun çok örnekleri var. Biz buna sanatsal gösteri demekteyiz. Yalnız çalışmak istediği durumlar da vardır. O zaman kimseyi yanında istemez. İnsanların doğal olarak bir günü diğer gününe benzemez. Sanatçının da öyle. İllede yalnız kalmak isteyen sanatçılar da vardır. Buda insan olmanın özelliklerinden biridir.

Picasso ''Guernica“ taslaklarını hazırlarken onu izleyen çok kişi vardı. Bir an geldi, hepsini kovdu. "Yok şöyle iyi, yok böyle iyi. Bunlar anlaşılmaz, daha iyi anlaşılan şeyler yapsanız" gibi sözler son damlasını damlatınca yalnız kalmak istedi. Bunun bir düzeneği yoktur. Belki çoğu insanda duyumsamıştır ama dile getiremeyebilir. Sanatçılarsa dile getirebiliyorlar. Onlar kalabalıkta yalnızlaşır, yalnızlıkta kalabalıklaşırlar. En başta da ben. Sanatçılıkla mı, insanlıkla mı ilgili olduğunu bilemem. Çünkü kişinin kendi kendini sanatçı yerine koyması sanatçılığa aykırı, çok çirkin ve kötü bir söylem olarak bilinir.

-Sanat evreninden bahsederken; hayal dünyamızda, evrenlerin herhangi birinin arasında, başkaları tarafından nasıl gidileceği de bilinmeyen bir yerlerde, yine bir patlamayla vücut bulan, kendi iç döngüleri ve sürekli yaratımları olan bir yer... Periyodik cetveldeki tüm elementlerin farklı etkileşimleri gibi ama bazen de hiç umulmadık tepkimelere yol açan, sebep olan, sonuçlandıran işler. Sorulduğu zaman "Sabahattin Şen, Türkiye Sanat Camiasına karşı kin besleyen birisidir" gibi negatif algı yada yargı yayılmış durumda. Yurtdışında olup oradan buraya bakmanın ve diğer sanat camialarıyla karşılaştırmaların neticeleri nelerdir?

Her şeyden önce oluşumları, yaşamsal anlamda duyumsamak gerekiyor. Bunun ötesinde kalan gerçekleri anlayabilmek olanaksız. Bir kişi ne olursa olsun, sanatçıda olsa ortaya koyduğu eylem ve yapıtın özgünlüğü o kişinin kendi gerçeğinde oluşur. Gerçeğin oluşması bir yanardağ gibidir. Yanardağ bu oluşumu nasıl bilemiyorsa insanlar ve sanatçılar da bilemez. Sanatı oluşturan bir gizem olmazsa sanat yapıtı durağan bir nesneye dönüşür. Bu bağlamda her sanatçıyı ayrı ayrı dinlemek ve incelemek gerekir. Her sanatçıdaki başka başka olumşumların nasıl sanata dönüştüğü belli bir oranda da olsa onu anlamamıza yarar. Kimi zaman bir tümce tümüne bedel olabilir.


Bir sanatçıyı anlatan en iyi nokta bilinmeyen yerleridir. Sanatçının kendisinin de ne olduğunu anlamadığı bu yerleri bulmaya çalışması olağanüstü bir çabadır. Buraya gidiş sonsuz bir yoldur. Bu sanatçı bir sonuca ulaşacağını sanarak bu yolda ilerlemeyi sürdürdüğünde kendini tümüyle bu duygunun etkisine bırakır. Yaratımlar burada ortaya çıkar ve yoğunlaşır.

Belli bir bilinç aramanın gereği yoktur. O yaratımın içlerine doğru giden yolda ilerlemek yeterlidir. İlerledikçe sürekli yeni ilerlemelerle karşılaşır. Birden bire bu ilerlemenin durduğu da olur. O zaman sanatçı yeni bir oluşumun içine girmiştir. İlerleme kararı adına yaşadığı bu duraklama yeni bir güçle yol almaya başlar. Günümüzde biçemciliği gereksiz kılan noktalar bunlardır. Sanata yeni bir adım eklenmektedir.

Sanat serüveni öylesine zorluk ve yılgınlıklarla dolu. Bu yolu aşmaya çalışmak çok büyük sorunlar ve açmazlarla barındırıyor. Kendi adıma geçmişimle ilgili değerlendirme yaptığımda benim sanatla bir uğraş içinde olmamam gerekiyordu. Olmamış olmam da baştan aşağıya yanlış bir oluşum olurdu. Hiç beklenmedik, olanaksız dediğimiz koşullardan sıyrılıp kendi gerçeğinin olması gereken yerde bulunmak tümüyle yararlı bir yere saplanan bir kurşun gibiydi. O denli engel ve olanaksızlıklar vardı ki sanat yolunda bir çizgiye varmak bile olağanüstü bir durumdu. Hiç yoktan gelmiş gibi duyumsadığım bir yerde olduğuma çok şaşırıyorum:

Öğretmen olup yaşamımı kurtaracaktım, anne ve babama göre. Babam çocukluğundan çoban, sonradan çoban olan ve daha sonra hepsini satıp savurup kasabaya taşınan, okuma yazması iyi olan bir köylü. Annem de zeki ama okuma yazması yok. Çocuklarını çok seven bir anne. Babanınsa çocuklarını sevmek gibi bir derdi yok. Ben öğretmen olursam evden eksilen biri olacağım. Babam buna sevinir. Annemse ona buna el açmayan bir oğlu olduğunu ana yüreğiyle bağlantılı olarak dülünür. Annesiz babasız geçen ilkokulun birinci sınıfı. Hiç bir çocuğun okuyamayacağı bir yıl ve çocukluğun en çok özen gösterilmesi gereken ilkokul başlangıcı. Kaldığım yerde ne sevgi, ne özen ve ne de destek yok. Olsun! Köydeki mutlu yaşamım her şeyi dengeliyordu. Bu geçici günleri başarıyla ve çok kötü de olsa o kötü renkli kalemlerle geçirdim. Resmin ne olduğunu hiç bilmeden yapıldıktan sonra yok olan resimler yaptım. Yaptıklarımdan da bir şey anlamadım. Renklerle oyalanmaktı alti üstü. Olağanüstü bir durum ve sonuç da yoktu. Dışarıdan gören bunun nasıl bir temel olacağını, nasıl anlayabilir ki! Ben de anlamıyordum. Bilinçaltına kayanlar nelerdir, nasıl bilebiliriz ki etkilerini? Şimdi bile yaptıklarımı düşündükçe diğer çocuklardan daha iyi bir durumda göremiyorum. Göremediğim önemli ve başka şey, bilinçaltı. Nasıl oldu da kin ve nefreti yendim, bilemiyorum. Köydeki çocukluğum gerçek bir çocukluktu. Çocukluğunu yitiren her şeyini yitirir diyorum, bu nedenle: ''Ben çocukluğumda her çocuk kadar resme çok düşkün bir çocuktum, çok sevmiştim. Bu nedenle bugün ressam oldum, diyecegim bir başkalık da yoktu. Gerçek anlamda yoksullukta yaşanan olağan yoklukların geçmiş zamanı"...

Ne oldu da resim ve sanat denilen bir kanalın iöine girdim? DÜZİÇİ İLKÖĞRETMEN OKULU' NUN sınavlarını kazanarak bu okula girdim. Altı yıl sonra öğretmen olacaktım. Ne güzeldi. Yatılı bir okuldu. Babama göre, o masraftan kurtulmuştu. Anneme göreyse çocuk özlemi derinleşti. Ortada bir gel-git vardı. Nasıl anlayabilirdim ki bunu! Duygularsa bağışlamıyor. Yatılı da olsak yoksulluğumuz değişmiyordu. En önemli erim, okulu bitirmekti. Daha ilk sınıftayken aradan birkaç ay geçtikten sonra resimlerim yaşamımda ilk resim ögretmenim olan iİbrahim BAYRAM adındaki öğretmenimin dikkatini çekmişti. Böyle gidersem beni İstanbul İlkögretmen Okulu' nun Resim Semineri Bölümü' ne göndereceğini söyledi. Ben onun dediği gibi, öyle nasıl gidilir bilmeden resimler yaptım. O da beni o okula gönderdi. Öncelikle Istanbul' a o yaşta gitmek beni sevindirdi. Diğer yandan büyük bir tasa ve sorumluluk… Bir iyi bir kötüyü dengeledi.

Babam hop oturup hop kalktı. On beş yaşındaki birinin İstanbul' da ne işi vardı! Engeller oldukça büyümüştü. Ona kalırsa harcaması artacaktı. Ne işimin olduğu bahaneydi çünkü araya iki çocuk daha girmişti. Sayımız artmış ve ben de İstanbul' a. Zor bir durum. Oradan kafamda ne kaldı? Babama söylediğim bir söz ve karşılığını bulamadığı için pes etmesi...
Düştüm böylece bir sanat kanalına...

Bugünkü sanat değerlendirmelerine ve sanatın gerçeklerine baktığımda ülkemizin en iyi bir sanat egitimcisinin eline düştüğümü bilmiyordum. Adı: SELAHATTİN TARAN. Bugüne dek ondan iyisini de görmedi ülkemiz. Yabancılardan ona denk tek kişi, Alman Schlaminger' dir. Onu da barındırmadı ülkemizin çok bilip de hiç bilmediklerini anlayamayan öğreticilerimiz. Selahattin Taran, yüksek okulu bitirinceye dek sanat öğreticiliğinde önderim oldu. Almanya' ya geldiğimde onun ne denli gerçek bir sanat öğreticisi olduğunu daha iyi anladım. Salt onun öğrettikleriyle Türkiye' deki ilerlememin daha nasıl ötelere gitme kolaylıklarını duyumsadım. Beuys' nu anlamakta güçlük çekmedim. Türkiye' deyken dünya ve evrensel çağdaş sanat açısından nerede olduğumu anlamam zordu. Bu nedenle Almanya' ya geldim. Türkiye' deki resimlerimle çağdaş, evrensel dünya sanatı içine girecek düzeyde olmama hem şaşırdım hem de sevindim.

Çok önemli bir nokta; yerini bulmuş ve yapacaklarımla söyleyeceklerim konusunda gerçekçi olmalıydım. Sanatın çizgisini aşmamak kolay olmasa da sanat yolunda ilerlemek kesinlikle zorunluydu. O gün bu gündür bunu yapmaya çalışıyorum. Basarıyorum mu? Evet. Çünkü Türkiye' de benim bilmediğim düşmanlarımın sayısı sanata düşmanlık anlamında da artmış!
Ne olur ki sanatın doğrularını ve gerçeklerini öğrenmeye kalksaydınız? Türkiye açısından gerçekten işin içinden çıkılmaz burgaçlar yaratılmış. Sanatı arasanız da bulasınız! Tüm düşmanlık burada başlıyor. Tilkinin ciğere murdar demesiyle örtüşüyor.

''Sabahattin Sen Türkiye sanat camiasına karsı kin besleyen birisidir“ algısının yayıldığı söyleniyor. Bana, Avrupa ve dünyada sanat camiasının içine cağdaş ve evrensel bir Türkiye Sanat Camiası neden yok sorusunun yanıtını verecek birisi var mı? Dünya sanatının içinde ne adımız ne sanımız yok! Kendi kendimize gelin güvey olmaktan öteye gidemiyoruz. Türkiye' de yaşayanlar bunu göremiyor. Yapanlar da bile bile yapıyor. Sanata ve sanatçıya karşı gerçek anlamda bir kin ve nefret var. Bu nefreti başkasına yüklemek gibi de oyunlara baş vuruyorlar. Gerçeğin ne olduğunu bal gibi biliyorlar. Bu nedenle eleştiri yerine: ''Boğaz çok güzel, raki çok güzel, şiş kebap çok güzel...“ der geçip giderler Oysa Almanlar ve Avrupa, durumun onarılamazlığını çok iyi görüyor. Ben de Almanya' dan durumu çok iyi görüyorum.

Olumsuzlukları görüp olumluluğun yolunu göstermenin düşmanlığı nerede? Kimler uyduruyorsa uyduruyor. Bana kin ve düşmanlıkla ilgili somut bir örnek gösteremezler. Bana haddini aşıyorsun diyen profesör kılıklı birine ''sanat haddini aşmaktır. Gücün yetiyorsa sen de aş" demek mi kincilik? Sanatın doğrusu bu; boş çerçeve konusuna karşı çıkmış olmam mı kin ve düşmanlık? Kopya ve aktarmacılarla sanatın olmayacağını belirtmem mi kin ve düşmanlık? Bunu gibi daha bir yığın uyarmalar yapmam mı..? Benim, Almanya' da bana "neden Türkiye' den sizin gibi sanatçı çıkmıyor" diyen Almanların sözleri karşısında üzülmem mi kin ve düşmanlık? Onlara gerçekten var olan birkaç sanatçımızı göstermem mi kin ve düşmanlık? Türkiye' den sanatçı çıkmaz algısını yıkmak için etimle, tırnağımla hiç kimsenin desteğini ve yardımını almadan bir başıma ülkemizin onurunu korumaya çalışmak mı, çağdaş ve evrensel sanatın içinde yer alarak iyi bir örnek olmam mı kin ve dülmanlık? Türkiye' de olduğum sürece sanat sorunları yaşayanlara yol gösterici olmam mı kin ve düşmanlık. Kimi üniversitelerde örnekleriyle sunduğum günümüz sanatına ilişkin örneklerini anlamalarını istemem mi kin ve düşmanlık? Eskişehir Tıp Fakültesi' nde ''Sanat ve Sağlık“ konulu üç yıl üst üste çalışma yapmam mı kin ve düşmanlık? Üçüncü yılın sonunda gelen yeni rektörün bu etkinliği sürdürmemesi ne derece dostluk? Kin ve düşmanlığımla ilgili bir kanıt göstersinler de göreyim. Sanattaki beceriksizliklerini ve yersizliklerini korumak için çamur atmaları çok kolay. Kanıtlamalarıysa olanaksız. Bir öğretmene, bir ögrecisine ''aklını başına al“ dediği için ceza verilmiş. Ben de bu camiaya ''aklınızı başınıza alın“ diyorum. Sanata ilişkin belgelerimi geçersiz kıldırsınlar da görelim. Elbette, bunlar utanma duygusuyla ilişkili! Sanat dünyası içindekileri ilgilendirmiyor. Almanya' dan sesleniyorum: Nasıl bir kin ve düşmanlıkmış kanıtlasınlar. Bu neye benziyor? Yapılan tüm iyiliklerin kötülüksüz kalmamasına. Hasta bir ruh durumu mu demek gerekiyor? Anlamadım ki! Kendi öz oğlumdan söz edeyim: Yaptığı yanlışlarda uyardım ''eşeklik etme, senin zekan yerinde. Yerinde olmasa ona göre bir mesleğe yönlendiririm. Kendine yazık etmeyesin diye sana eseklik etme" diyorum. Türkiye için de buna benzer sözler söylüyorum: ''Ülkedeki çok yetenekli gençlere kötülük yapmayın. Sanat konusunda doğru şeyleri öğretin. Neyi nasıl öğretiyorsunuz ki sanat konuşamıyorlar? Ama dilleri pabuç gibi bir karış dışarıda. Yazık oluyor bu gençlere. Yazık oluyor Türkiye' ye...“ demem mi kin ve dülmanlık? 137 yıl önce kurulan Güzel Sanatlar Akademisi' nin bugüne dek bir tek dünya sanatçısı yetiştirmediği, öğreticilerinin hiçbirinin dünya sanatı içine giremediğini söylemek mi kin ve düşmanlık? Oğlum konusunda çıkacak olan sorunların çıkmasını öyle ya da böyle engelleyebildim. Almanya' da en yüksek derece denilen bir başarıyla üniversiteyi bitirdi. Daha sonra Almanya' da başarılması çok zor olan doktorasını da en yüksek dereceden başardı. Almanca kitaplar yazdı, dergiler çıkardı. Bu aynı zamanda Türkiye açısından da bir övünç, onur değil midir? Aynı biçimde Almanya ve Avrupa' da yaşayan gerçek sanatçılarımızın başarısı ülkemiz adına büyük bir onurdur. Almanlar, sanatçıları bir ülkenin büyük elçisi olarak nitelendirirler. Bir ülkenin ne düzey sanatçısı varsa o denli saygınlığı vardır. Ne ben, ne de diğer sanatçılar böylesi bir sorumluluğu üstlenmeseler de doğal olarak yabancılar böyle bir sorumluluk gözüyle bakıyorlar. Türkler sanat yapabiliyorlar mı sorusu bir ön yargı, elbette. Bu ön yargıyı Türkiye' dekiler yıllarca pekiştirerek oluşturmuş. Bunun öykülerini anlatmayayım şimdi! Bizler de bu önyargıları yıkmaya çalışıyoruz.

Sorumluluk kendiliğinden Demokles' in kılıcı olarak başımızın üstünde duruyor. Sorumluluk başımızdan aşkın. Bu mu kin ve dülmanlık? Adam olun, adam gibi sanat yapın, yapsanız daha iyi olmuyor mu? Çamur atmalarının nedeni ne? Bunlar özür dilemesini de bilmezler...

Elbette nedeni çok olsa da, küçüklük duygusunu yenememenin dayanılmaz bir parçası. Bu nasıl oluşuyor? Bunun da nedenleri çok. Ancak en etkili etken ülkede yaşayanların içine düştükleri açmazlar sonucundaki durumları. Ülkede yaşayanlar şizofrenik bir çıkmazda. Buna ek olarak iyice psikopatlaşmış bir yapı ortaya çıkıyor karşımıza. Sanat camiası denilenlerin ortada düşmanlık yokken tam tersi yardımcı olacakları, suçsuz yere düşman yaratmaları çünkü sanat camiası denilen gerçek bir sanat camiası oluşamamış.

Türkiye' deyken öğrencileri en çok ödül alan bir resim ögretmeniydim. O çocukların resimlerini bugüne dek saklarım. Geçen aylarda bu resimleri sayfama da koydum. Sezar' ın hakkını Sezar' a verme onurunu taşıyın! Beni kinci ve düşman görenler gitsinler kendilerine gerçek düşman arasınlar. En büyük düşman kendi yeteneksizlikleridir. Ciğere murdar demesinler. Kendilerine baksınlar. Ben gerçek sanatın ve yetiştirmemiz gereken gençlerin yanındayım. Sanal ve uydurukculuktan yana değilim. Bu bir kin ve düşmanlıksa başımda onur tacı olarak taşırım. Pasta küçük, kavga büyük. Pastanızdan da istemiyorum. Sanatın insanlaştırma niteliğinden yanayım. Sanatın gerçeğinden söz edenleri düşman görmenin bir nedeni de pasta. Sanatta başarılı olamayıp da ünlendirilenler, yeni yetenek ve sanatçılarla pastadan uzak kalacaklar. Gözleri açılacak. Korkuları bu ve ben. Nedeni anlaşılmıştır... Düşmanlığın en korkuncu da bu. Pasta söz konusu olduğunda 3. Dünya Savaşı kaçınılmaz olur. Sanata bunu bulaştırmayın!!!

Almanya' da ne sanatla, ne de sanat toplumuyla sorunlar yaşamayız. Herkes birbirine karşı saygılıdır. Almanlar da eğriyle doğruyu söylemekten kaçınmazlar. Eksikleri olanlar teşekkür eder. Bu bakımdan Almanya' da sanat konusunda sorun yaşamayız. Buna karşın çok büyük bir sorunu da yaşarız. Bizleri istemeyen, dışlayan ve kovmak isteyen Yeni Naziler denilen insanlık dışı bir kesim var. Sorunumuz onlarla ve ne tuhaftır ki Türkiye' de de bu sanat kesimiyle! Bu nasıl bir örtüşmedir acaba! Alman Nazileri kendilerinden olmayanları yok etmek istiyor, bizimkilerse kendinden olanları Durum bizde çok daha kötü. Yinede ne kinleniyorum ne de bir düşmanlık güdüyorum. Beni ilgilendiren kendi insanlarımızın sanatta yerini bulması. Sanat, sanatçılık ve insanlık bu ilkelerle vardır. Kin ve düşmanlık varsa sanat, sanatçılık ve insanlık yoktur. Kinci olduğumu söyleyenlerin kinciliği ne sanatla, ne sanatçılıkla, ne de insanlıkla bağdaşmıyor. Nasıl kinci ve düşman olduklarını da belki birgün ortaya koyarım. Şaşıracaklarını da sanmıyorum!

-Bunca yıllık sanat yaşamınız, içinizde büyüyen benim coşku sizin yanardağ dediğiniz enerjiniz, bilinmeyen gizemleri keşfetme süreçleriniz, yaratımlarınız, durarak yeniden başlatan ilerlemeleriniz ve bütün bunlar olup biterken çevrenizde yeniden ve yeniden anlam bulan kavramlar, özellikle sanat kavramları bütünleştiğinde ortaya çıkan muhteşem evrenin eseri nedir, sonsuzluklar içinde ve dışında bu güzel yaşamın anlamını nasıl buluyorsunuz?

İnsan her şeyi kendinde bütünleşmekte buluyor. Her deneyim, her türlü bilgi, değişik duygular, bizi sürükleyen duyarlılıklar evrenselliğin değerlerinin ortaya koyduğu sonuçlarla bağdaşıyorsa insan yaşamının da evrensel yaşam yolu böyle oluşuyor. Yeniden anlamlandırmanıza, anlam yüklemenize de gerek kalmıyor. ''Yasam budur“ diyorsunuz. En yalın biçimine indirgiyorsunuz. Elinizde bir doğum ve bir de ölüm kalıyor. Doğduğunuzu doğarken bilemezsiniz. Yaşadığınızı anladığınızda bilirsiniz. Ölümün ne olduğunu da bilirsiniz. Öldüğünüzüyse hiçbir biçimde öldüğünüzü anlayamazsınız. Elinizde altın bir top gibi parlayan yaşam kalır. Ne ipi vardır ne de uzayıp kısalması. Büyüklüğünü de anlayamayıp yalnızca duyumsadıpınız bir canlılıkla baş başasınız.

İçinde acılar, üzüntüler, SIKINTILAR, umutsuzluklar, zorluklar, tehlikeler, hastalıklar, başarısızlıklar gibi bir yığın olumsuzluklarla birlikte karşıtlıkları da doludur. Baskalarının yaşamına baktığınızda bunları çok kolay görürsünüz. Yaşamın içine nelerin doldurulduğunu da anlarsınız. Birçok şeyin nedeni sizsinizdir. Sizin var olmanızdır. Yaşamın içi istemediklerinizle istediklerinizi; zorla, çalışarak, emek vererek doldurulur. Kendinizi anlama zorunluluğuyla karşı karşıyasınızdır. Herkesin elinde kendine özgü bir yaşam gücü vardır. Bizleri eğri ve doğrulara ulaştıran bu güçtür. Kimi kötülüpe kimiyse iyiliğe daha yatkın bir yol almaya başlar. Yaşamı hiç bitmeyecekmiş gibi düşünenlerin kötülükleri de bitmez. Ölüm yakalarına yapıştığında baştan bilmeleri gereken doğum ve ölüm yalınlığını en sona bıraktıklarını anlarlar. Yaşam onlar açısından her türlü anlamını yitirir. Bunu anlamasalar bile sonuç budur. Bunca kötülüğü yaptı da ne oldu sorusunun karşılığı yok olmaktan başka bir şey değildir.

Sanat öyle bir katkı değeridir ki onu oluşturan değerlerle özdeştiğinizde insan duygularının insana yakışan yönüyle yol aldığında her şeyi güzelleştirdiğini duyumsarsınız. Sanat kimilerini en derinlere çeker. Sonsuz bir derinlik ve ölümsüzlükle örtüşmeye dönüşür. Sanat böylece sanatçılar yoluyla kılcal damarların ötesiyle insanlık arasında bir köprü oluşturur. Sanatçı da bu köprü yoluyla insan ve yaşam güzelliğini oluşturan bağları kurmuş olur. Sanatçı bir köprüdür. Yaşamla bağlantının evrensel değerleri yaşam güzelliğini en iyi biçimde, en derin duyarlılıkla yapıtlara dönültürür. O an, o kapıdan hiçbir kötülük geçemez. En küçük bir çıkar duygusu ve kötülük söz konusu olduğunda sanat kapılarını sanatçıya da kapatır. Bu nedenle herhangi bir çıkar duygusuyla yapılan çalışmalar satılık olarak nitelenir. Bunu yapanlardan kaçmak ve uzaklaşmak gerekir.

Bana göre güzellik ve insanlık duyarlılığının kılcal damarların ötesinde bir yerinin olduğunu ilk bulanlar şamanlardır. Onların da yaptığı köprü görevini yerine getirmek olmuştur. İnsan her yerde ve her cağda insandır. Yeter ki her leyi yalınlaştırıp ölümle yaşam olduğunu bilsin... Ne denli varsıl olsa, malı mülkü, parası olsa; Aşık Veysel' in söyledigi gibi: Uzun ince bir yoldayız!
Hiçbir şeyi ne yanımızda götürebiliriz ne de sonradan bize getiren olur. Geriye, insana özgü kılcal damarların ötesinden kalanların köprüden geçirilip getirilenin yarattığı ölümsüzlük duygusu kalır.

-Özellikle on dokuzuncu yüzyıla baktığımızda bir çırpıda sayamayacağımız kadar çok sanatçının gerçekten çok büyük zorlukları aşarak insanlık tarihinin o en kırılgan döneminde özellikle müthiş işler yaptıklarını ve günümüzde bile sanat adına iftihar vesilesi olduklarını görüp hayretler içinde kalıyoruz. Günümüz koşullarında, sizin de bahsini ettiğiniz "biz her ne kadar sanat diye feryat edip dursakta savaşın yükseldiği" KÖTÜ zamanlarda sanat volkanı yine coşup fışkırıyor mu?

Mağara dönemlerine indiğimizde görüyoruz ki insanlar görsel dili kullanmanın bir yolunu buluyorlar. Henüz tam anlamıyla sözlü bir dil oluşturamış olmalarına karşın görsel dili kullanma zorunluluğu duygusuyla bir anlatım yolu yaratmışlardır. Yaşam, canlı cansız varlıklarla birlikte elle tutulur gözle görülür bir doğallığın içindeydi. Diğer canlılardan farklı bir gelişim gösteren insanları anlatım sorunları zorluyordu. Duygu ve düşüncelerini açıklama gereği duyuyor ve zorlanıyordu. Bir anlamda yetersizliklerini aşma savaşı içindeydiler. Onların bir anlamda ölüm kalım savaşına benzeyen anlatım zorlukları mağaralardaki duvarlara çizilen resimlerle sıkıntılarını azaltmaya yönelik bir patlamaydı. Resim ve çizim konusunda anlatım ve buna uygun etkileyicilik güçlü olmalıydı. Gerçek nesneleri çizerken tam gerçeği yansıtmanın ötesinde onları etkileyen özellikleri öne çıkaran çalışmalar yaptılar. Ernst Fischer' in "Sanatın Gerekliliği“ dedigi nokta burada başlıyor.

Sanatı yaratan korkular, sıkıntılar, endişeler, açlık tehlikesi ve ölümlerdir. En çok da onlar açısından en büyük ölüm tehlikesi yırtıcı hayvanlardı. Sığınanacakları bir yer olmalıydı. Dil de yeterli değildi. Görsel bir dil ve imler gerekliliğin kendisiydi. Anlatmaları, açıklamaları gereken çok şey vardı. Bir anlamda duygularının anlatıma ve yaşama dönüşmesi gerekiyordu. Etkileyici ve daha açık bir anlatımı sağlayan resim yapmak gibi yeni bir saha buldular. Tümüyle duygu ve duyarlılıklarının sonucunda ortaya çıkan bir anlatım biçimiydi. Günlük yaşamda hep kullandılar. Topraklara, taşlara çizdiler. Günlük anlaşma dilinin bir parçası oldu resim yoluyla anlatım. Bize duvarlarda çizdikleri, kayalara oydukları kaldı. Bu dil bir zorlamadan kaynaklanan bir patlamadır.

Günümüzde dil o denli gelişti ki anlatım olanakları sonsuzluğa ulaştı. Konuşma dili buna karşın yine de hiçbir zaman yeterli olacak bir güç sağlayamadı. Mağara döneminden bu yana gelişen görsel dil de gelişimini sürekli olarak geliştirdi. Sözlerle anlatılamayacak olanı, nesnel bir yaşamın var ettigi görüntülerden öteye giden görsel dilin varlığı ve zorunluluğuyla birlikte yol aldı. Neredeyse kullanmadığımız alan yok gibi. Sanatsal anlamdaysa bambaşka gerekliliklerin duygu ve duyarlılığıyla her zamanki gibi insan gelişiminin en üst noktalarındaki güzelliklerin değerini ortaya koydu. İnsan geliştikçe ve güzelliklerin boyutu genişleyip derinleştikçe görsel sanatta olup bitenleri de anlamak güçleşti. Degişmeyen bir şey her zaman değişmeliğini korudu.

İnsanlık ne zaman tehlike içinde olsa, ne zaman bir yıkım yaşasa, ne zaman insan ölümlerini hiçe sayan savaşları yaşasa daha dil bilmeyen insanların anlatım zorluğu çektiği aynı yangının özündeki gerçeklerin içinde o günlerdeki gibi yanar. Yangın yerine dönmüş duygu ve düşüncelerin acısı dayanılmazdır. Her insan için söylenecek çok şey vardır. İstediği gibi dillendirememenin tıkanıklığı onu daha da çökertir. Acıları ve özellikle savaşın yıkımlarını sindiremez. Tüm benliğiyle karşıdır ama anlatamaz. Herkesin içinden geçenleri, duyguları acıların derinliğini sanatçı duyumsar. Yalamın saval gibi korkunç yıkımları onun içindeki yangını da körükler. Çığlığını ve tepkilerini derinleştirir. İnsanlığın içindeki yıkımlardan kaçamaz.
Bir sanatçı karlı ve soğuk bir günde sıcak odasının penceresinden dışarı bakarken ayakları çıplak ve aç birini gördüğünde, sıcak odasında dışarıdakinden daha çok üşüyendir. Savaşlarda savaşın yıkımlarına sessiz kalamayanların başında sanatçı gelir. Özellikle 2. Dünya Savaşı' nda insanlık çok sayıda sanatçısını yitirdi. Çok sayıda sanatçı öldürüldü. İnsanlığın çektiği amansız acılara dayanamayıp canına kıyan sanatçılar oldu. Öldürülecegini bile bile sanat yapmak da önüne geçilemez bir tutkuya dönüştü. Sili' de Pinochet' nin askeri darbesine karşı çıkanlar arasında Victor Jara da vardı. Tutuklanan kendisiyle birlikte olduğu insanlarla, gitarıyla hep bir ağızdan şarkılar söylerken parmakları kesildi ve öldürüldü. İnsanlığın geçmişi buna benzer büyük, küçük tüm acılarını ve yıkımını paylaşan; sesi, yüreği olan sanatçılarların örnekleriyle doludur.

-Yanlış anlamadıysak Charlotte Salomon, Guernica, Victor Jara ve hatta Mona Lisa örneklerini verirken; ideolojoji veya inançlarından ziyade - sanatın başlıbaşına bir disiplin olması, tüm dillerden önce sanat dilinin varolduğu vurgulanmak isteniyor. Devlet, politika, ekonomi, bilim, tarih, coğrafya, din, ideoloji, kültür ve diğer tüm disiplinlerden farklı olarak; sanat disiplinindeki bir kişinin diğer disiplinlerle etkileşimi nasıl belirlenir?

Günümüz sanatçısı her zaman, her yerde bir iletişim içindedir. Son yüzyılda gerek bilimsel, gerek felsefe, gerekse teknoloji alanında öylesine hızlı ve öylesine baş döndürücü bir biçimde ilerleme ve değişim yaşanıyor ki görmemek olanaksız. Bunun insan ve doğa açısından getirileri oldupu denli götürüleri de var. Böylesi bir gelişim ve değişim hızı herkesi neler olup bittiğine çekiyor. Yoksa yaşama ve dünyadaki olup bitene ayak uydurmak olanaksızlaşıyor. Kimse içine kapanık olarak bir yaşam sürdürmüyor. Sanatçılara gelince, sanatçının duygu antenleri herkesinkinden daha çok görev yapıyor. Her yana, herkesten daha çok daha hızlı yayılıyor. Dünyada ve yaşamda neler olup bittiğini, hızlı değişimleri izleyip anlamaya çalışıyor. Etkileşim ister istemez gereklilik doğuruyor.

Neredeyse elli yılı aşkın bir zamadır sanatla iç içe oluşmuş bir yaşanmışlık var. Yaşadıgımca da bu sürecek demektir. Bu süre içinde yemedim, içmedim, gezmedim, görmedim denilen bir yaşam içinde olmadım. Hepsini de yaptım. Elimden geldiğince de yapmaya çalışıyorum. Sanatçı kendini atölyesine kapatan ve dışarıdan yalıtlayan biri değildir. Rönesans Döneminde, o zamanın sanatsal yaratıcılığı - bir anlamda içine kapanık bir evreyi oluşturuyordu. Sanatçı elde ettiği sanat dilini ortaya koyabilmek için atölyesine kapanarak geceli gündüzlü çalışan biri durumundaydı. Çok çalışmayla sonuca ulaşabiliyordu. Bir resim ya da yontu kılı kırk yararcasına ortaya çıkarılabiliyordu. İnceden inceye çalışmaları gerektiren biçem ve sanat anlayışıyla zamanı gerektiren çalışmalardı. Van Gogh gibi dört ayda iki yüz elli çalışmayı yapabilmek olanaksızlığın da ötesinde bir olanaksızlıktı. Işığını, gölgesini, saçının telini... kendi anlatım ögelerine uygun bir duruma getirmek zorundaydılar. Kötü giden çalışmayı bozup üstüne üstlük yeni baştan çalışan sanatçılar vardır. Neredeyse ömrünün tamamı atölyede geçerdi. Dar bir çevreyle iletişim ve etkileşim kurulabiliyordu. Bir çogunun özel yaşamına ilişkin bilgiler çok az. Bir yerden bir yere gitmek kolay değildi. Roma' dan Paris' e, Paris' den Viyana' ya gitmek haftalar ve aylar alıyordu. Yolda hastalık var, ölüm var. Bu koşullar altında sanatçıların iletişimleri kolay değildi. Kendi sınırları içinde kendi gereksinimlerine göre açılabiliyordular. Her şey yavaş ve kolay olmasa da sanatçılar arasında iletişim ve etkileşim yaşanmaktaydı. Bizim bugün bir haftada yaptığımızı onlar bir yılda yapıyordu. Gauguin, ulaşım zor koşullarda da olsa Van Gogh' u görmeye gidebiliyordu. Bu nedenle iletişim sorununa çözüm, sanatçıların belli yerlerde toplanmasıydı. Paris bu konuda önemli bir odaktı. Böylece diğer disiplinlerle olan bağlantılar bir ölçüde kolaylaşıyordu.

Buradan da anlaşılacağı gibi günümüzde sanatçılar etkileşim ve bağlantılarını cok daha hızlı ve çok daha kolay sağlayabiliyorlar. Sağlamak zorundalar mı diye sorsak, sağlamadan olmuyor. Böylece Hindistan' da yaşayan bir sanatçının çalışmaları New York' taki başka sanatçılarla bir koşutluk, anlayış ortaklığı, evrensel dildeki güçlü anlatımların çağdaş ve evrensel ortaklığı görülebilmektedir. Ai Wei, Çinli bir sanatçı. Çin, belli bir zaman öncesine göre sanatta içine kapanıktı. Birden bire, bir değil çok sayıda dünya sanatçılarıyla karşılaşıyoruz. Çin' de yaşamamışlarda Amerika' da yaşamışlar gibi sanatın çağdaşlığı ve evrenselliğiyle iç içe kaynaşmışlar. Bir sanatçının ne konumda olduğunu çağdaş ve evrensel sanatla kaynaşıp kaynaşamadığına bakarak anlayabilirsiniz .

-Deli ve Dahi filminin işlediği konulardan biride "Art" kelimesinin kaynağı nedir sorusuydu. Bizim resim dediğimiz resmetmek, resmetme, resimlemek, olduğu gibi almak ile batılıların painting dediği alt disiplin google' de art' aranınca karşımıza çıkan sonuçların %80' ine yakın bir kısmı kapsıyor. Neden diğer tüm sanat dallarından daha öne çıkıyor ve sizce "resim" kelimesi yenilenmeli mi?

Zaman içerisinde dilin kullanıla, kullanıla belli konu ve alanlarda anlam değişikliklerine uğradığı bilinmektedir. Kimi zaman anlam varsıllığı kimi zaman da darlığı yaratabiliyor. Her zamanki gibi karşımıza yeni sözcükler bulma zorunluluğu doğuyor.

Güzel sanatlar konusunda da bir sorunun olması olağandır. Kendi açımdan da bu sorunu yaşadığımda çözümler aradığım bir gercektir. Özellikle yazı ve sözel anlatımda sözcüklerin vurgulamalarında darliklar oluşuyor. Henüz ne yapılması gerektiğiyle ilgili bir çözüme ulaşılmış değil. Zaman içerisindeki akışına bırakılmış durumda. Resim sözcüpünün yenilenmesi gibi bir gereklilik oluşmadı. Ben bu sözcüğün Türkçe olmadığını bildiğim için yalnızca Türkce nasıl söylenebilir diye düşündüm. "Görüntülem“ sözcüğünü buldum. Bana göre oldukça sağlam bir yere oturmuş görünüyor. ''Müzik“ sözcüğü için de durum aynı. Yabancı bir sözcük. Onun yerine de ''Ezgilem“ sözcüğünü buldum. Benim yaptığım sözcükleri anlam yitimi olmadan Türkçeleştirmekti.

Diğer yandan ''Sanat“ ya da ''ART“ denildiğinde kafalarda genellikle resimden söz ediliyor diye algılanıyor. Oysa sanat ve ART tümüyle sanatın her dalını kapsıyor. Tek bir sanat dalından söz ettiğinizde ''resim“ demek yetmiyor. Sanat niteliğine ilişkin bir sanattan söz etmiyorsunuz. Müziktede, yazında da, tiyatroda da durum bu... Sanatsal bir nitelikten söz edilince bir yada birkaç sözcük eklemek gerekiyor. ''Resim sanatı“, Sanat anlamında "Müzik“, Tiyatro Sanatı“ demek zorunluluğu doğuyor. İlginc olan şu ki ''sanat“ denilince kafalarda ilk oluşan resim oluyor. Nedeni de anlatımın zaman içerisinde başka noktalarda yoğunlaşması... Resim ve yontunun son yüz yıldaki şaşırtıcı ve anlaşılmaz gibi görünen atakları sanatı resim ve yontu üzerinde daha çok konuşulur kıldı. Diğer dallar icin, yazın (edebiyat), roman, öykü, şiir, müzik diye kullanmak kaldı. Buna başka bir sözcük bulmak şu an kimsenin anlamayacağı bir degişiklik olur. Her seye karşın anlatılmak istenen anlatılabiliyor. Biz kendi dilimizde resim ve yontuyu Görsel Sanatlar olarak oturtmuşuz. Ses ve dile dayalı olanlar da keni aralarında ayrıma gitmişler. Yazın alanında roman, öykü, şiir bir başka sözcük mü arayıp bulacak!

Dillerde belli nitelemeler için ön ekler vardır. Ben bunlara niteleme ekleri diyorum. Erkil, dişil ve ikisi de olmayan sözcükleri belirleyen niteleme ön ekleridir. Avrupa dillerinde bu var. Arapçada da var. Muallim - muallim, kamil - kamile gibi ve ayrıca erkil ve dişil kişiyi belirten özellikleri belirleyen sözcükler de var. Türkçede bunların hiçbiri yok. Özellikle üçüncü tekil kişiler ve çogul kişiler için kullandığımız ''o“ ve ''onlar“... Baştan erkil ve dişil olmadığı söylenmediği sürece erkil olandan mı, dişil olandan mı söz ettiğimiz anlaşılmıyor. Dildeki gizemli bir durum bu ve bu dilin kendine özgü gizemleri var. Kalkıp da biz dili ille de erkil ve dişil olsun diye değiştirme yoluna gidecek değiliz. ''Resim“ de yerinde dursun. Kendi akışında gitsin.

-Geleceğin teknolojisi olarak kurulmaya başlanan ve hızla ilerleyen kuantum/quantum işletim sistemleri ile farklı sorulara farklı yanıtlar vererek oluşturduğunuz bu diyaloğun bütününde, çelişki / çatışma yerine bütünlük ve öz vurgusunu; sanatın en başından beri yapmaya çalıştığının altını çizebilir miyiz, sizce bu içinde bulunduğumuz diyalog bütünü bir sanat eseri midir?

Sanat başından beri bir çatışmanın ve çekişmenin ne arkasından gitmiş ne de arkasından gitmeye çalışmıştır. Bunun yerine belirtmiş olduğunuz bütünlük ve öz vurgusuna dayalı bir yolda ilerler. Kendi içindeki bütünlük sanata uymayan uydurmaların da anlaşılmasına kolaylık sağlamaktadır. Yaratıcılığın vurgusuyla uydurukçuluğun kaypaklığı sanatın bütünlük anlayışının yarattığı bakış açısıyla belli olur. Sanatın sanat olmasını belirleyen özellikler çok büyük ve sonsuz olanaklar sağlamaktadır. Bu da sanatın tutarlılığıyla doğrudan bağlantılıdır. Değişiik ve bir yenilik ortaya koyduğunu öne sürenlerin karşısına sanattaki tutarlılıkk ölçü taşıdır. Her değişiiklik ve yeniliğin tutarlı olmadığı sanatın bütünlüğünü sağlayan özelliklerle belli olur.

Her eylem sanatsal bir içerik de taşır. Bize sunulanların sanatsal içerikten mi yoksa başka bir yerden mi olduğunu saptamak gerekiyor. Karşılıklı söyleşi dediğimiz bu yazıların sanatsal bir yapıt olup olmadığına bu açıdan bakmak gerekir. Bu içeriğin dışına taşılmamışsa bir yapıt olarak sunulabilir. Ne derece özgün, ne derece duyarlı, ne derece bilinmezliğin birlikteliğini sağlıyor gibi soruların yanıtları sanatın içeriğine uymalıdır.Bunun da çizgisi bellidir ve bir özgünlük kazanmış olur. Bir başka karşılıklı söyleşinin bu kapsama girmesinin yolu kapanır. Daha değişik bir oluşum yaratmalıdır.

Bonn Müzesi' nde Beus' un bir plağı var. Bir parkta iki sağırın konuşmalarını dinler. Onları orada oturarak kaydeder ve bu kayıt bir saat sürer. İki Alman yaşlı sağır yan yana oturmuş ve konuşuyorlar. Biri sürekli '' Ja, ja, ja, ja ja...“ okunusu: 'ya' dır. Yani evet. Diğeri de ''Ne, ne, ne, ne, ne...“ diye sesler çıkarmaktadır. Halk dilinde, ''hayır“ demektir. Bir saat boyunca iki sağır insanın yalnızca iki sözcükle yarattıkları yaşamsal derinlik ve duygusunu ancak duyumsayabilirsiniz. Bu kayıt bir plağa basılır ve şu an Bonn Müzesi' ndedir. Bundan sonra bu tür bir diyaloğu yapıt olarak sunmak istediğinizde benzerleri için sanatsal özellik taşımaz. Yapılacak olan böylesine özgün yeni duyumsamalar yaratmaktır.

-Okuyucunun daha iyi anlayıp metnin bütünündeki ilişkiden yola çıkarak söyleşinin karşılıklı, yüzyüze değil kilometrelerce uzaktan, her hangi bir planlama ve ön hazırlık yapılmadan "ne geldiyse o saçmalığıyla", doğal diyebileceğimiz bir akışla gerçekleşmiş olmasına rağmen düzenleme özeni bile gösterilmeden yayınlamış olmasıyla her şeyin aslında okuyucuya kalmış, okuyucunun neticede ne kadar veya nereye kadar duyumsadığına mı bırakılmalıdır?

Çözüm zorlaşıyor. Onları kurtarmaya çalışıyoruz.

BAZI ELEŞTİRİLERE YANITLAR


-Akademi eğitimini kıyasıya eleştirdiğinize göre siz nereden eğitim aldınız, iyi veya kötü olduğunu neye göre kıyaslıyorsunuz, ödeneklerden haberiniz var mı? 


Öncelikle akademinin 'eleştirilmez' diye bir dokunulmazlığı yok. Dünya sanatında çok önemli bir yeri ve adı olan akademilerle de karşılaştırma yapılamaz diye de bir ayrıcalığı yoktur. Batı kendi akademilerinde gördükleri ve yanlış uygulamaları kıyasıya eleştirir. Herkes gibi ben de böyle bir hakkımı kullanmış oldum. 


Ben hem Türkiye’ de hem de Almanya’ da sanat eğitimi aldım. Sanatta önemli bir söz söyleyebilmek için kişinin aldığı eğitim ve bu eğitimin nerede yapıldığı yeterli değildir. Kişinin çalışmalarına, aldığı eğitimden sonraki gelişmelerine, çalışmalarına bakmak gerekir. Eğitim sanatın kapılarını açar. O kapıdan girildiğinde her şey kişinin kendisine kalmıştır. Sanat açısından zor bir durum… Özel ve büyük çabaları ve belli bir anlama bilgi ve yeteneğini de gerektirmektedir.  Önemli olan kişinin sanatta kendini kişiden kişiye değişmeyen, sanatın içinde olduğunu kanıtlayacak başarıyı göstermesidir. Bu açıdan kişinin sanat ve sözlerinin tutarlılığına bakmak ve anlayabilmek çok önemlidir. ”Avrupa kabul etmiş ama benim için değeri yok” demek safsatadan öteye gitmez. Kendine yazık olur ve olmasın! Açıkçası her açıdan niteliğin çok önemli olduğunu belirtmeliyim. Bu, elbette herkes için geçerli olduğu gibi benim için de geçerlidir. Gerekli niteliğin oluşmadığı bir konuda düşünce diye sözler söylemek, konuşmak sağlıklı değildir. Bilgi olmadan, düşünce olmaz, diye bir söz vardır. 


Kıyaslama (karşılaştırma) da elbette çok derin ve geniş bir bilgiyle, sağlıklı olur. Ayrıca sanattaki deneyimlerden kaynaklanan birikimler karşılaştırma yapmayı örneklere dayanarak kolaylaştırır. İyi bir araba onarımcısı iyi ve kötüyü neye göre kıyaslıyor, her konuda buna göre kıyaslama yapmak gerekiyor. Ölçü şudur: Kendi alanında ne derece bilgi ve deneyimliyse durumu saptamakta zorluk çekmez. Elde olan ve yapılanın en iyisine göre kıyaslama yapılır. Başkaları ne yapmış ve nasıl bir düzeye, nasıl bir sonuca vardığına bakılır.


Ben de elde olan ve en ilerideki konumlara göre değerlendirme yapıyorum. Böylesi bir çalışmanın, araştırma ve uygulamanın içindeyim. Kırk yıldır Almanya’ da sanatın yoğrulmuşluğunun içindeyim. Sonuçlarını da çağdaşlık ve evrensellik açısından en iyi bir biçimde olumlu olarak onaylatma başarısı da yerini bulduğuna göre değerlendirme yapmamda sorun yok demektir. Geriye "kimler ne derece güçlü bir sanat uğraşısı ve başarısı içindedir" sorusu kalıyor. Bizim akademi 1883' den beri kendi bünyesinden sanatçı çıkaramadı. Okulu bitirenler arasından Avrupa’ ya da gönderdi. Kendilerinden sonra sanat konusunda eksiklerinin tamamlanması istendi. Avrupa bize hiç öğrenci göndermedi. Aradaki düzeyin buna gerek olmadığını biliyorlar. Kendi bünyelerinden doğrudan sanatçı çıkıyor.  Bugüne dek kaç binlerce sanatçı çıkarmış olmaları başarı açısından bir ölçüdür. Bu başarıyı gösteremeyen akademilerse nitelik açısından sanat dünyasında yer alamaz. Çok çarpıcı bir örnek vereyim: Yazdıklarım arasında bunu belirtmiştim ama bir kez daha vurgulamamda yarar var; Düsseldorf Güzel Sanatlar Akademisi’ ni kırk yıldır bilirim ve izlerim. 2018 yılının yaz başlarında okulu bitiren öğrencilerini izlemeye almışlar. Diğer sanat yüksekokullarının da katılımıyla bir süre sonra bir seçim yapmışlar. Seçimi de öğrencilerin ne durumda olduklarını araştırıp sanattaki etkinliklerine göre yapmışlar. Kısa süre içinde etkinlikleriyle altmış öğrencinin dünya sanatı içinde yer aldıklarını saptamışlar. Aradan geçen altı ay sonra bu öğrencilerin karma sergisi yapıldı. Kırktan fazlası Düsseldorf Güzel Sanatlar Akademisi’ ndendi. Biri de kendi yurttaşlarımızdandı.


Karşılaştırmayı neye göre daha nasıl yapılması gerektiğini bu soruyu soranlar gibi kafasında yanıt bekleyenlerin kendileri daha kolay yanıtlayabilirler. Ben yalnızca durumu yansıttım. Gerisi sizlere kalmış. Özellikle ülkemin her alanda daha ileriye gitmesinden ve daha iyi olmasından yanayım. Bu da ancak yanlışların ve eksiklerin üzerine gidilmesiyle sağlanır. Reçeteler acı olabilir ama başka bir çözüm görünmüyor. Eleştiriden ve gerçeklerin dile getirilmesinden kokmamalıdır.


Ödeneklerden haberim olsun ya da olmasın, sorun ödeneklerde yatmıyor. Belki de yoluna girmiş doğru ve yaratıcı bir anlayıştan sonra ele alınması gerekiyorsa ele alınabilir.


Sanatçının yeteneği varsa iyi ya da kötü eğitim farkeder mi, Zeki Müren de Akademi mezunu değil miydi?


Biri sanatçı diye nitelendirildiğinde “sanatçının yeteneği varsa…” diye bir söylem uymuyor. Yeteneği var ki sanatçı olabilmiştir. Sanırım burada sorulmak istenen “bir kişinin yeteneği varsa…” diye düşünülmüş. Ben en azından böyle değerlendiriyorum ve buna göre yanıtlayacağım.


Bir kişinin yeteneği olsun ya da olmasın eğitim her zaman etkilidir. İyi ya da kötü bir eğitim bu bağlamda çok büyük bir önem taşımaktadır. Kişiden kişiye ayrıcalıklar gösterse de iyi bir eğitimin gerekliliğinden şaşmamak gerek. On binlerce kişi arasından her koşulda iyi bir sanatçının çıkması olağanüstü bir durum. Her şey bu durumu genel bir değişikliğe sürüklememeli. Biz her zaman çok ama çok iyi bir eğitimden yana olalım ki ayrıcalıklı özellikte olan birinin de yolu kısalsın. Hele, hele günümüzde gerçek anlamda iyi bir eğitim zorunluluk kazanmıştır. Sanat öylesine büyük bir hızla yol alıyor ki kişi bir başına olup biteni anlayıncaya dek iş işten geçebiliyor.


1800' lü yılların sonrasında yaşananlarla günümüzdeki durum arasında çok büyük farklar var. Güzel Sanatlar Akademileri o yıllarda gelişmelerin gerisinde kalmaya başlamışlardı. Akademileri dinlememiş olan sanatçılar akademilerde nelerin nasıl öğretildiğini biliyorlardı. Hiçbir bağlantıları yok diyemeyiz. Kübizmin yaratıcısı Picasso’ nun babası bir akademisyendi. Picasso akademik yapıyı çok erken öğrendi. Oradaki tıkanmaların nedenini de kolayca öğrenmişti. Büyük bir bocalama dönemi başladı ve yenilikçiler akademilere üstün geldi. Akademilerin direnmesi etkili olamadı. O aralar görsel sanata eğilim gösterenler ustaların yanında çıraklıkla yol aldılar. Bir süre bu işe yaradı ve yararlı oldu. Sanattaki hızlı değişimlerdeki çeşitlemelere atölyeler yetişemez oldu. Sanat için yeterli olamıyordu. Bir kişi neyi ve hangi atölyeyi seçeceğine karar vermekte zorluklar yaşamaya başladı. Kendisine neyin uygun düşeceğini anlaması için uzun bir araştırma yapması söz konusuydu. Bunun en kestirme yolu yine sanat eğitimiydi. Akademiler sanattaki gelişmelere uyan bir eğitim anlayışını benimsedi. Öğrenci bir yandan sanat bilgileri ve bir yandan da değişimlerle çeşitlenen sanat akımlarını ve sanatçıları da öğrenmeye başladı. Akademiler bugüne dek bu yolda çalışmalarını sürdürmektedir. Buna ek olarak açılan çağdaş sanat müzeleri, nitelikli galeriler, binlerce kitap bu öğrencileri okul dışında da besledi.   Buralar iyi bir eğitimin sağlandığı yerlerdi. Çok yetenekli biri neden bu olanaklardan yararlanmasın ki! Yararlanmadığında ya da kötü bir eğitimde ucu belli olmayan tehlikeli bir yolda gitmek ne denliyi bir sonuca çıkar, belli değil.


En mantıklı yol iyi bir eğitim. Hele hele günümüzde başka bir yol hiç de mantıklı değil.


Bana göre Zeki Müren burada benim konuma girmiyor. Onun akademide tekstil okuduğunu biliyorum. Sanırım 17 yaşımdaydım. Beyoğlu’ ndaki Olgunlaşma Enstitüsü Sergi Salonu’ nda tekstile dayalı bir resim sergisi açtı. Sergi kapanacağı güne dek tıklım tıklımdı. Nedeni de, herkes Zeki Müren’ i görmek istiyordu. Ben de resimleri görmek istemiştim. Zeki Müren’in olmadığı bir günü seçtim. Zeki Müren’ in resim çalışmalarını da sürdüreceğini düşündüm ama, sürdürmedi. Her şey orada kaldı.  Zeki Müren en iyi yapacağı ve üstün bir ses güzelliğiyle şarkıcılık yapmayı sürdürdü. Sanatçılık konusunda sanatçı olmak çok daha başka çalışmaları gerektiriyordu. Öyle bir çalışmaya girmedi, girmek de istemedi. Bu nedenle bu konu konservatuarca ele alınacak bir konu…


O yaşlarda benim resimden ne anladığıma gelince hiç de durumum kötü değildi. Ülkemizde, sanat eğitimciliği çok üstün bir resim öğretmenimiz vardı. Bugünkü değerlendirmem de şu: En iyi sanat öğreticisiydi. O yıllarda değerlendirmek biraz erkendi, bilemezdim. Şimdi biliyorum.

Daha on beş yaşımda sanat eğitimine İstanbul’ da sözünü ettiğim öğretmenle başladım. Eğitimin öylesine büyük bir etkisini  ve başarmanın zorluklarını yaşadığımı düşündükçe iyi bir eğitimden yana olmam doğaldır. Avrupa da bu çizgide giderek çağdaş ve evrensel sanatın öncülüğünü elinde tutmaktadır. Bir iki kişi belki başarılı olur diye ipin ucunu bırakmak aptallık olur desem yanlış olmaz.

-Ben sanatçı olarak... demiyorsunuz ama her cümlenizde sanatçı olarak diyorsunuz?

Ülkemizde belli bir oranda sanat çalışmaları ileriye adım atmaya çalışmaktaydı. Bu nedenle de sanatın namusu, sanatın temel söylemleri, törelerini oluşturan incelikler de ele alınmaktaydı. O yıllarda ister Güzel Sanatlar Akademisi isterse diğer yüksek okulların ilk yıllarında bunlara özen gösterilirdi. Halkımızın da sanatı ve sanatçılığı sıradan bir iş olmadığını anlamasına katkı da sağlaması ekinsel anlamda önemli bir bakış açısıydı. Bu bağlamda her şey güzel ve sanat inceliğiyle başlayarak ilerliyordu. Kişinin kendi kendine “ben bir sanatçıyım” ya da “ben bir sanatçı olarak” türünden kendi kendini sanatçı yerine koyan sözler söylenmesi sanat ve insanlığın inceliğiyle bağdaşmayan bir gerçekti. Avrupa sanatçılarının ağzından da bu tür sözlerin çıkması hiç de hoş karşılanmaz, alay konusu olurdu. Gençlik dönemimde çok iyi tanıdığımız Bedri Rahmi Eyüboğlu’ nun da ağzından çıkmadığı gibi çıkaranlar da eleştirilerek sanatın inceliği anımsatılırdı. O zamanki gerek İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi gerekse diğer yüksek sanat okulları böyle bir olgunluğu barındırmaktaydı.

Almanya’ ya geldikten sonra da bu inceliğin daha da ötelerinin yapılaşmış olduğunu gördüm. Almanya’ daki profesörlük hiç de kolay elde edilmez. Özellikle doktora bölümü tam anlamıyla bilimsellik içerir. Başarılması en zor olan bir kariyerdir. Profesör olmak da buradan geçiyor. Gerçekten bu insanları bu zorlukları yendikleri için kutlamak gerek. Ne denli övünseler yeridir. İşin incelikli yanıysa nerede konuşmacı yada görevli olurlarsa olsunlar profesör olduklarından söz etmezler. Sanatın inceliği buralara dek taşmış. Bizdeki gibi daha baştayken profesör olduğunu söylediğinde karşısındakinden sert bir tokadı yer. Bu tokat şu: Beni profesörlüğünüz ilgilendirmiyor. “Beni sizin kişi ve insan olarak ne olduğunuz ilgilendiriyor. Benim açımdan anlatacaklarınızın doğruları önemli” der.

Bir kültür müdürlüğünde toplantıdaydık. Türk olan iki kişiydik. Diğerleri Almandı. Herkes kendini kısaca tanıtmaya başladı. Ben de kısaca tanıttım. Sıra diğer Türk arkadaşa gelince kısaca tanıtım ona yetmedi. Tanıtımı uzadı. Ondan sonraki Alman öylesine kızmış olacak ki yalnızca adını ve soyadını söyledi. Bu kızgınlığın bir tokadıydı. 

Ülkemizde söz konusu sanat olunca yıllar önce yerleştirmeye çalıştığımız sanat inceliğinin yerinde yeller esiyor. Düşünür olanlarımız bunu çok iyi dile getiriyor ve henüz bu incelikli insanların tükenmediğinden mutluluk duyuyorum. Öylesine büyük bir karmaşa ve sanat diye kabalık ve hödüklük içine düştük ki önüne gelen “ben sanatçı olmadan önce, ben bir sanatçı olarak, ben şöyle, böyle bir sanatçıyım, çok duyarlı bir insanım…” diyerek piyasa yapmaya çalışıyor. Sanatçılığın ayrıcalıklı güzelliklerinden yararlanıp odunluğunu incelttiğini sanıyor. Şarkıcısı da sanatçı, türkücüsü de sanatçı, popçusu da sanatçı, terzisi, berberi de sanatçı. Herkes kendi gerçek ve saygın mesleğinden utanıyor. Kendi köylülerime ben "sanatçıyım" desem kim bilir ne anlarlar? Bizdeki televizyon yayınlarına sanatçıyım diye çıkanlardan biri sanacaklardır. Çok saçma bir şey de anlayabilirler. “Acaba erkekliğine bir şey mi oldu” diye düşünmeleri hiç de şaşırtıcı olmaz! “Sanatçılık” ayaklar altı bir düzlemde dolaşıyor. Almanlar da kendi kendilerine “ben sanatçıyım” demez, ben de demem. Türkiye’ de bir şey olur da demek zorunda kalsam da demem. Sanat cıvıklığı içinde neme gerek…

Yıllar önce bu konuda verilen emekler boşa gitti. Yalnız emekler mi? Bu konuda her zaman söylenen söz şu: “Sen kendi kendine ne diye sanatçı diyorsun, bunun en güzeli başkası sana sanatçı demesidir”. En azından böyle bir duyarlılık olmalı. Çünkü bizde olduğu gibi her önüne gelen kolay yoldan sanatçı olur. “Ayağında kundura…”  

Şöyle bir anı var: Bir gün Köln Kültür ve Sanat Müdürlüğü bana çalışmalarım adına bir belge vermek istemiş. Belgeyi almaya gittim. Yazıların arasında “…uluslararası yüksek profesyonel sanatçıdır” sözü geçiyor. İçimden acaba dalga mı geçiyorlar gibi bir düşünce geçmedi değil. Gerçi yaptıklarıma ilişkin Almanlar böyle yazılı dalga geçmezlerse de, bana abartılı geldi.   Ben, “haydi her şeyi anlamış olmaya anlayayım da buradaki ‘yüksek’ sözcüğünü pek anlayamadım” deyince müdür güldü. “Siz anlamasanız da olur ama biz sizi gerçekten bu düzeyde görüyoruz” dedi. Neyse, en azından ben kendi kendime bir şey demedim. Başkası dedi. Beni hiçbir zaman şımartan bir belge değil. Ben bundan sanatsal çalışmalar yaparken nitelikten ödün vermem gerektiği dersini aldım. 

Soruyu soran kişi bana yine kendi kendime sanatçı dediğim sonucunu çıkaracaktır. Başkası ve bu konuda çok yetkili bir kurum çalışmalarıma böyle bir değer veriyorsa en azından sanat yolunda çok doğru çalışmalar yaptığımın mutluluğunu yaşarım. Soruyu soran da bana bunu çok görmesin. Çok görülüyorsa bunun bir başka yönüne baktığında az da olsa gerilimi azaltan bir gerçekle karşılaşacaktır. 

Türkiye ise, beni sanatın hiçbir yerinde görmemekte. Ben de sanatla uğraşımı sanatın istediği yolda yürümekten alıkoymuyorum. Sanatla uğraşmayı bırakmadığım için anlaşamıyoruz. Bırakayım diye “sanat kim, sen kimsin” diyen diyene… Diyenlerin bir kerameti de yok. Olsa, ciddiye almam gerekebilir mi? Sanatta benim mi, Türkiye’nin mi daha çok aydınlanması gerektiği konusunu sanata değer verenlere bırakıyorum. Sanat bana Almanya’ da istediğimden kat, kat fazlasını verdi. Başka ne ister, ne dileyebilirim ki? Ülkemin insanları bundan yoksun kalıyor ya da bırakılıyorsa çok yazık oluyor, derim. Yüzlerce profesyonel sanatçılarımız mı var ve sanattaki açıklık bunlarla mı kapatılıyor? Durum buya ne mutlu derim. Adımı bile anmamak gibi büyük bir sanat inceliği göstermek buna bağlıysa ne yapılabilir ki? Elin adamı değer veriyor; daha ne yapsın? Ben de kötü bir şey mi diyeyim? Ben haydi neyse ne… Ülkemiz, benim bildiğim gerçek sanatçılarımıza da böyle yaparak onları yok saymıştır. Umarım ben de onlardan biriyimdir. Hele yüz yıl daha yaşayayım da, görürüz…

Adam “profesyonel” diyor karşı çıkıyorum. Türkiye ise yok sayıyor ve beni karşı çıkmak gibi bir yükten kurtarıyor. Türkiye bu konuda çok düşünceli, anlaşılan. Sanatseverler de sanat diye zehirlenmekten kurtuluyordur, ne bileyim   Keşke ülkedeki konumuz salt bu olsaydı. Ben dilimi yutardım. Böyle bir belge, Almanya’ da yaşayan yurttaşlarımıza olumsuz gözle bakılmasına karşı Türkiye açısından bir onurdur. Benim için de mutluluktur. Bu benim övüneceğim bir konum değil. İşimi doğru yaptığımı gösteren, verdiğim emeğin boşa gitmediğinin semeresidir. Sanat övünmeyi düşmanlığı, kini, kıskançlığı, kötülüğü, karalamayı, gerçekleri saptırmayı sevmez. Bizden insana yakışan, sevgi ve alçakgönüllülük ister. Bunlarsız sanatla sanatçılıkla bağdaşma, uzlaşma olmaz. Soruyu soran en azından bu açıdan kendimle ilgili yazdıklarımı hoş görsün. Hiçbir biçimde bir övünme payı çıkardığımı düşünmesin. Böyle bir izlenim söz konusuysa “kusura bakmasın” diyorum. Sanattan geçinmek gibi bir derdim yok. Benim derdim, sanatın benden geçinmesi… 

Bana her zaman şu söz uygun düşüyor: “Sanatçı mısınız” diye sorulduğunda; “sanatla uğraşıyorum” derim ve gerçekten de sanatla uğraşıyorum. Buradan kim ne anlam çıkarırsa çıkarsın, özgürlük burada.  Kendi kendime sanatçıyım demediğimi kesinlikle biliyorum. Bundan sonrası gerçek sanat severlerimize düşüyor. 

Selam olsun…


Sadece sanat derken sanatı ve sanata dair her şeyi konuşurken daha dikkatli olunmalıdır. Galerileri eleştirip artık ayak altından çekilmeleri gereken gereksiz çöpler olarak görüyorsanız bile bunu bir galeri sahibine ateşli bir şekilde diretmemelisiniz. Bakın, bu benim işim ve benim işime saygı göstermeyen, hiçleştiren, banalleştiren, inanmayan biriyle laf düellosu yapacak değilim. Gerçekten çok işim var. Siz nasılsa her şeyi en iyi bilensiniz (!). Yeniliklerden bihaberimdir falan filan... 487. Diyalog büyük tecrübe. Bu yolda devam edin. Başarılar diliyorum. Ve hoşçakalın.


Sanata ilişkin herkes gibi görüş ve eleştirilerimi belirtmekten başka bir şey yapmamaya özen gösteriyorum. Yanlışı ya da doğrusuyla değerlendirilerek daha iyi ve daha nasıl başarılı olunur düşüncesini taşımaktayım. Bu bağlamda gerçekten özenli ve saygılı olmanın da gereklerini yerine getirmeye çalışıyorum. Gerçekler karşısında herkesin duyumsaması ve duyarlılığı aynı değildir. Çok ama çok gereksiz alınganlıkların olması da söz konusu, bu da bilinen bir şey. Böyle bir şey var diye eleştiri yapmak ve görüş bildirmemek mi gerekiyor? Yoksa bizler "yanlışlarla doğruları" konuşmaz oluruz, sorunlara da çözüm bulamayız. Bırakalım çözüm aramayı; sorun var mı, yok mu onu da anlayamayız.

   

Ülkemizdeki sanatın içine düştüğü olumsuzlukları dile getiriyorum. Kim ne derse desin günümüz sanat dünyasında adımız, sanımız yok. Bunu başaramadıkça saygınlık da kazanamayız. Başarılı olup saygınlık kazanalım istiyoruz. Bu konudaki çabalarımız kişiler, kurumlar, galeriler, müzeler arasında çözüm arayanların "etkili olacak bir gücü oluşturamadığı" görülüyor. Çorbada tuzum olsun istesem de benim de etkim nereye dek olabilir? Anlayanı var, anlamayanı var! 


Bana ulaşan ve düşüncelerime yönelen yukarıda tepki niteliğindeki değerlendirmeyi her şeyden önce anlayışla karşılıyorum. Ben gerçekten ne demek istenildiğini anlamadım. Tümüyle benim ele aldığım konun dışında bir tepki. Sanki her sözü onun için söylemişim gibi algılanmış. Bunun nedenini de anlamadım. Ben sanatı odak alarak değerlendirme yapıyorum. İsterdim ki bu tepki sanatsal bir düşünceye dayansın. Kendi işinden ve ne denli uzun zamandır bu işte deneyimli olduğundan söz ediyor. Anladığıma göre bir galerici. Şöyle denilmeli, böyle denilmeli gibi öğütlerde bulunuyor. Sanat ne benim sözüme ne de başkasının sözüne bağlı olarak yol almıyor. Bizim sanatın ne dediğini anlamamız gerekir. Çok üzücü olan da şu ki üstüne alınmış gibi görünüyor. Sanatta değersiz olanlar benim gözümde değil, sanatın gözünde çöplüktür. Buna “sanat açısından hiçbir işe yaramaz" demek de aynı kapıya çıkar. Hiç kimseye de bunlar alınmasın, satılmasın da diyemeyiz. Sanatsal açıdan değeri olmayan bir çalışmanın ne denirse densin sanatsal değer taşımadığı gerçek değişmez. Alan alır, satan satar.  Söz konusu sanatsa, sanat bizden herkes kendini sanatın değerlerine göre ayarlamak zorunda olduğunu söyler. Yaşadığım Almanya’ da durum bu. Sanatın değerlerinden uzak çalışmaları sergileyen galeriler göremezsiniz. Ayarlamayanlara da zorla ayarlatılacak diye bir zorbalık söz konusu değil. İşin zorbalığa dönüştüğü yerde sanat yoktur.


Bu kişi kendini ne derece anlatırsa anlatsın şu sorunu çözüp çözmediğine bakılır. Tüm dünyanın sanat açısından bakışı da böyledir. Bunu daha önce de yazdım. Bir galerinin saygınlığı dünya sanatına kattığı sanatçı sayısına göre artar. Hiç tanımadığım bir galeri, galericiyi veya küratörü neden karşıma alayım ki? O kendi kendini bu açıdan çok kolay değerlendirebilir. Böyle bir deneyiminin olduğuna eminim. Bu bağlamda şöyle bir örnek vereyim: Amsterdam’ da tanıdığım bir galeri var. Bu galeri her yıl Uluslararası Köln Sanat Fuarı’ na katılır. Bu o galerinin ve buna benzer galerilerin de sanat bağlamında  ne derece önemli bir yer edindiği bir ölçüdür. Salt bununla da kalmıyor galeriler. Sözünü ettiğim galeri bizden biri olan Cevdet Erek’ i bir dünya sanatçısı düzeyinde tanıttı ve bugün kendisi ünlü bir dünya sanatçısıdır. Salt Cevdet Erek’ i değil daha birçok sanatçıyı bu düzeyde dünya sanatına kazandırmıştır. Almanya’ daki birçok galeri salt bir ülke galerisi olmanın ötesinde bir görevi yerine getiriyor. Bu konumda olan çok sayıda galerileri Almanya’ da bulabilirsiniz.

   

Değerlendirmemi kendime göre değil, dünya sanatı içinde olup biten gerçeklere göre dile getiriyorum. Eleştiren kişi de değerlendirmesini bana göre değil belirttiğim dünya ölçüsündeki değerlere göre yapmalıdır. Sonuçta beni karşısına değil, düşünce anlamında yanına alırdı.


Bana göre çok eksik, çok yanlış bir anlama olmuş. Onun nasıl ve kimlerle çalıştığını bilemem. Yaptıklarının değersiz olduğunu çağdaş ve evrensel sanat kabul etmiyorsa hesaplaşması gereken de çağdaş ve evrensel sanattır.


Umarım kendisi de bu konuda söyleneceklere ilişkin erimi belirlemede benden daha dikkatli ve gerçek bir sanat dostu olur. 


Ben sanatsal çalışmalarımı evrensel ve çağdaş sanatın kapsamı içinde yaparak sanatsal bir başarı elde edildiğine inanırım. Buna göre çalışırım. Odağım çağdaş ve evrensel sanattır. Başaramamış olsaydım yaptıklarımın hepsini yok ederdim. Bana en sevdiğin çalışma hangisidir, diye sorulduğunda: “Böyle bir ayrıcalık olsaydı, diğerlerini yok ederdim” diyorum. Bu yanlış mı, suç mu?


-Çallı Kuşağı' ndan neden bahsetmiyorsunuz? 


Bu konu daha çok Sanat Tarihi kapsamına girmektedir. Sanat Tarihi’ nde kimler var, kimler yok diye bakılınca orada yanıtı bulunur. Ben sanatın güncel değerleri ve çağdaş anlayışına yönelik yapmamız gerekenlerin üzerinde duruyorum. Böyle bir sorunun neyi erimlediğini gerçekten bilmiyorum. Yanıt olsun diye ele almak yerine soruya açıklama olması açısından bir değerlendirme yapacağım.


Sanat Tarihi açısından da söylenmesi gerekenleri söylerim. Şimdilik bu bizim alanımızın dışına çıkıyor. Alanın dışına çıkarak konuyu dağıtmak istemem doğrusu… Bir işe yaramaz.


Çallı Kuşağı denilince onun yaşadığı zaman dilimi içerisinde birliktelik sağlayan bir ressamlar birlikteliği oluşturulmaya çalışıldı. "Türk İzlenimcileri" diye adlandırılan bu ressamların bir bölümü Namık İsmail, Hüseyin Avni Lifij, Nazmi Ziya Güran isimli ressamlardır. Kendi olanaklarıyla Paris’ e gidenlerden oluşuyor. İbrahim Çallı devlet bursuyla gönderildi. Birinci dünya savaşı çıkınca yurda geri döndüler. Dönem Osmanlı dönemi. Bu kuşağın başlıca üyeleri, İbrahim Çallı, Ruhi Arel, Feyhaman Duran, Hikmet Onat, Hüseyin Avni Lifij, Nazmi Ziya Gürkan, Namık İsmail, Sami Yetik, Ali Sami Boyar ve Hasan Sami Bereketlioğlu’ dur. Bu ressamlar için daha çok 1914 kuşağı denilmektedir. 


Bu sanatçılar Avrupa’ dan döndüklerinden sonra izlenimciliğe benzer bir anlayışı  ülkeye taşıyarak resim ve yontu konusunda öncülük yapmak istediler. Çünkü o dönemde halkımız resim ve yontudan çok uzaklardaydı. Cumhuriyet Dönemine girilince sanat konusunda da bir aydınlanma dönemi başladı. Halkımızın Avrupa’ da nelerin olup bittiğinden hiç haberi yoktu. Okuma-yazma oranı yüzde beşlerde kalan, Osmanlı halkı için resim ve yontu çok uzaktaydı ve bu konu üzerinde hiçbir bilgisi ve deneyimi yoktu. Bir Akademi vardı ama halkın ilgisinden uzaktı. Osman Hamdi olsun, Şeker Ahmet Paşa olsun belli bir alanın dışında tanınmıyordu. Bu nedenle 1914 Kuşağı Ressamları halkı sanata ısındırmak ve alıştırmak için halka açılarak özel bir yol izlediler. O dönemde Avrupa’ da figüratif çalışmaların yerini soyut biçimlerle düzenlenen resimlere dönüşmüştü. Halkın daha çok yakınlık duyacağı ve seveceği anlayışta çalışmalar yaptılar. Yaptıkları o günün çağdaş sanat anlayışının gerisinde kalıyordu.    


Çalışmaların konuları daha çok doğa görünümlerine dayanıyordu. Başlıca kaynakları İstanbul’ un görünümleriydi.  Bol bol da portre çalışmaktaydılar. Bağımsızlık savaşından sonra savaşla ilgili insanlı resimlere ağılık verilen resimler yapıldı. Halka daha çok yakın olsun diye köy yaşamına ve oradaki geleneksel çalışma yaşamına ilişkin çalışmalara da ağırlık verildi. Özellikle Namık İsmail’ in harman ve hasat resimleri dikkat toplayan resimler oldu. Harmanda başına su testisini dikip su içen birinin resmedildiği çalışma çoğu insanın bildiği bir resimdir. Hikmet Hikmet Onat’ ın İstanbul’un çeşitli bölgelerini konu alan çalışmaları resim sanatına olan ilgiyi arttıran çalışmalar oldu..


Bu bağlamda sanat açısından o dönemin çağdaşlığı içinde yer alan özgürlük ve özgünlüklerinden söz edilemez.  Herkese resmi sevdirmek ve ilgiyi arttırarak resim yapmaya heveslendirme gibi bir görevi üstlenmiş anlayışına yakın çalıştılar. O günkü koşullara bakıldığında ülkemiz için gerçekten bir yenilikti. Avrupa ve çağdaşlık açısından ilgi çekmiyordu. Bir anlamda ileride çağdaş sanatı yakalamak için bir başlangıç dönemiydi. Bizi ileriki yıllarda hızla çağdaş sanata ulaştırabileceği düşüncesindeydik. Çabalarımız ve çalışmalarımız bu yönde ilerledi. Avrupa’ da sanat öylesine büyük atılımlar yapıyordu ki istenildiği gibi eş değerde bir düzey elde edemedik. Bu günlere bakıldığında belli sayıdaki sanatçılarımızın başarısı yeterli olmadı çünkü onları anlayabilmemiz çok zordu.


Çallı dönemi sanatçılarının çalışmaları kendi içimize kapanık, kapalı bir kutuda durur gibi durdu. Bunun nedeni de halkımıza sanatı sevdirmek gibi bir tasadan kaynaklanıyor. Halkın daha çok seveceği çalışmalara  öncelik tanınınca çağdaşlıkla ilgili sorunlar geriye bırakıldı. Bu nedenle bu dönemin ressamlarının yaptıkları çalışmalar kendi ülke sınırlarımız içerisinde kalarak Sanat Tarihi içinde yer alamadı. Picasso’ ya bakıldığında aradaki düzey daha iyi belli oluyor.


Cumhuriyet Dönemine girildiğinde Avrupa vardığı yerde durmayarak sürekli daha ileri aşamalarla adım, adım ilerliyordu. Çallı dönemi ressamlarımızın sanat diye ortaya koydukları gerçekten Avrupa’ nın epeyce gerisindeydi. Biz bir geçiş dönemi yaşıyorduk ve bunu olağan görmek gerekir. Çağdaşlık açısından daha gerilerden yol almak zorunda kalındı. Böyle olunca da çağdaşlıkta yer alma olanağı olmadı. Ülkemize özgü bir durumdu. Cumhuriyetin başlangıç dönemleri ve daha sonrası çok büyük sorunlarımızın olduğu yıllardır. Bunu her ne denli gözardı etmesek de sanat açısından istenilen başarıya el vermiyordu. Sanatta istenilen yerde değildik. Alın yazısı gibi bir dönem. Bir özveri denilebilir de… Sanat konusunda çağdaş düzeyde istenilen yere gelinmemiş olması belki de bu nedenledir. Haklarını yemiş olmak istemem…


Yetersizlik kendini açıktan açığa belli edince 1940 yıllarında Avrupa’ya öğrenciler gönderdik. 


Sonuç olarak bu çalışmalar Avrupa’ nın hiçbir müzesinde yer almıyor. Bu konuda biz bize ve dünyadan kopuk durumdayız. Cumhuriyet Döneminde Avrupa’ da etkili olan sanatçılar kimlerdi? Karşılaştırıp değerlendirilmesini sizlere bırakıyorum:

O dönemin sanatçıları; Modigliani Matisse, Picasso, Gris, Kandinsky, Dali, Braque, Chagal, Deleunay, Leger Kirchner, Rottluff, Macke, Nolde, Miro, Franz Marc, Bacconi, Jawlensky…


Bizden hiç kimse yok… 

-Tarzı olmayan neye inanacak?


Bu soru oldukça boşlukta duruyor. Tarz demekle biçem denmek isteniyor, sanırım. Bunun üzerinde daha önce bir soru yönelten kişiye oldukça uzun açıklamalar yaptığım için yeniden bir yineleme olsun istemiyorum. (Bkz: Fatih BALCI' NIN "bir üslubunuz var mı" sorusunun yanıtına). Ayrıca soru anlayabileceğim bir açıklıkta olmayınca nasıl bir yanıt vermem gerektiğini de saptayamıyorum.  Umarım bu bağlamda kusuruma bakılmaz. Biçemle inancı yan yana getirince kolayca bir yere bağlayamıyorum. 


Biçem olmayınca bunu bir boşluk olarak algılamak doğaldır. Öncelikle sanatın söz konusu olduğunu düşünecek olursak yapılan her işin sanatla buluşması gerekmektedir. Günümüzde ille de biçemle oluşturulması gerekir diye bir zorunluluk da yok. Kavramsal Sanatla birlikte biçem konusu eskiden olduğu gibi gereklilik sınırlarının dışında kaldı. Bu bağlamda neye inanılması gerektiği düşünülüyorsa sanata inanmak gerek. Sanatı oluşturan değerlerle biçeme gerek görülmeden ortaya sanatsal bir yapıt ya da yapıtlar çıkıyorsa  sanat açısından bir sorun yok demektir. İnsan kendi duygu ve duyarlılığıyla her an değişimler yaşar. Bu çeşitliliği sanatsal bir dile çevirmiş olması, yapıtlara ve eylemlere dönüştürmesi sanatın gerekliliğinin yerine getirmesi için yeterlidir.


Bu anlamda çalışmalar yapabilmek için yeterli sanat bilgi, birikim ve deneyimlerin olması gerekiyor. Yoksa karşımıza “ben yaptım oldu” türünden hiçbir şeye benzemeyen sonuçlar çıkar.


En başta Beys’ un incelenmesi çok yararlı olacaktır. Ayrıca yontularında önemli bir biçem anlayışı sağlayan Tony Cagg kavramsal anlamda da çok değişken çalışmalar gerçekleştirmiştir. Gerhard Richter' de sürekli değişimler yaratan bir sanatçıdır. Hiperrealizmden tutun da  çok renkliliğin yanında tek bir renge dek indirgenen çalışmalar gerçekleştirmiştir. Şu an bile daha yeni neler yapmaktadır diye de düşünüyorum. Bir ara atölyesine gidip neler yaptığı merakımı da gidermeyi düşünüyorum. Atölyesi oturduğum kentte. 

Kişi her şeyden önce kendine inanmalıdır. Bu inanç sonucunda sanatın kendisine inanmasını sağladığında sorun kalmaz.

Kaç sanatçı kendi eserine fiyat koyabilir?


Bu durumda karşımıza “Sanatçı piyasadan ne anlar, hangi ressam eserinin fiyatını belirleyebilir ki“ diye bir soru da çıkıyor. Bunu, sıradan resim yapanlar değil,  sanatsal resimler yapan sanatçılar olarak anlamalıyız.


Kaç insan kendi öz çocuğuna bir eder koyabilir ve kaç insan kendi çocuğuna bir başkasının bir eder koymasına göz yumabilir? Sanatçının da kendi yapıtları konusundaki durumu bundan ayrı düşünülemez. Her yapıtın onun öz çocuğuymuş gibi düşünülmesi gerektiği bilinmelidir. Çocuğunu korur ve kötü yollara düşmesini diğer ana-babalar gibi kesinlikle istemez. Hiçbir yapıtın gerçek ederi hiçbir zaman belirlenemez, belirlenememiştir.  Belirlenen tüm ederler sanaldır ve yanlıştır. Bunu ne sanatçının kendisi ne de başkaları kesinlikle belirleyemez. Sanatın değeri konusundaki gerçek budur. Gerçek bir yapıtın ne değer biçileceğini en iyi bilen kişi yine sanatçının kendisidir. Bu bağlamda sanatçı diye sözü edilenlerin ve sanatçılık kapsamına girenlerin özelliğinin açıklanmasında yarar var.


Bir sanatçının tanımını da yapmak olanaksızdır. Özgünlüğü, özgürlüğü ve sanattan ödün vermemesi çok önemli özelliklerindendir. Bunun gibi birçok özelliğini, sürekli olarak ekleyebiliriz. Zaman içerisinde de söylenecek özellikler çoğalabilir. Günümüzde bir sanatçının sanatçılıktaki yerini sanatta ödün verip vermediği belirler. En küçük bir ödünde sanatçılıkta edinmiş olduğu yerden düşer. Sanatçılık   konumunu yitirir. En başta Van Gogh’ u düşünelim. Belli zamanlarda kuşkular içine düşse de yapması gerekenin sanatçılığa yakışanının ödün vermemekle direnmiştir. Kimimizin düşüncesine El Greco’ nun ödün veren sanatçıların başında geldiği gelebilir. Ben başkalarını da düşünebiliyorum. Bunun bir biçimde doğru açıklanması gerekmektedir. Soru şu: Gerçekten ödün verdiler mi yoksa anlamamız gereken başka bir gerçek mi vardır?


Bildiğimiz gibi Picasso’ nun “Mavi Dönemi” El Greco’ nun etkilerini taşır. Üç yüz yıldır adından söz edilmeyen El Greco birden bire Picasso’ yla ortaya çıkar. El Greco’ yu en iyi anlayan Pıcaso’ dur. Birden bire El Greco’ nun çalışmaları çok para etmeye başlar. Herkes El Greco’ nun resimlerinin peşine düşer. Bir gün biri eline El Greco’ dan bir resim geçirmiştir. Picasso’ ya göstererek gerçek anlamda bir El Greco olup olmadığını öğrenmek ister. Picasso da “Evet, bu çalışmayı El Greco’ nun kendisi yapmıştır. Bu çalışmaya bakınca şunu bilmemiz gerekiyor. Onun yaşadığı dönemde ondan resim isteyenler Meryem Ana’ nın gözlerinden akan yaşlara bir iki damla daha eklediğinde daha çok para ödeyeceklerini söyleselerdi El Greco o damlaları da eklerdi. Bu çalışma da böyle bir değerde. Açıkçası değersiz” der. Benim baştan dediğim ödün vermeme konusuna uymayan bir durum ortaya çıkıyor. Ayrıca anlaşılması kolay olmayan, çok ama çok ince bir çizgiyle de karşılaşıyoruz. Sanat Tarihi aynı zamanda sanatçılar açısından bir deneme ve sınamanın yaşadığı süreçlerle de doludur. Bu durum da böylesi sanatçıların kendilerine ders çıkaracakları bir süreçtir.  Biz daha çok bu süreçten alınan doğru derslere bakalım. Sanatın ve sanatçıların yaşadığı acıları da göz önüne alalım. El Greco’ nunki gerçek anlamda sanatın ve sanatçının yaşadığı çok büyük bir acıdır. Picasso bundan ders çıkararak siparişe karşı çıkan bir tavır almıştır. Bunun ne derece olumsuzluklar yarattığını Guernica resmini yaparken yaşamıştır. 


Guernica ısmarlama bir resimdir. Yapmayı kabul eder. İyi de bir para önerilmiştir. Para her şeyi mi belirliyor, bakacağız. İşe koyulur ve taslakları  yapmaya başlar. Bir süre sonra ısmarlayanlar çalışmanın nasıl gittiğini, zamanında bitip bitmeyeceğini görüp anlamak isterler. Taslakların tümüyle Kübizm anlayışla hazırlandığını görünce bu tür bir çalışmanın kendi düşündüklerine uygun olmadığını söylerler. Sonunda Picasso patlar: “Sizler ister beğenin ister beğenmeyin ben yapıtı bu taslaklara göre oluşturacağım” deyince onlar da “bunları halktan hiç kimse anlamaz ki” derler. Picasso  da onları kovar. “Ne paranızda ne de pulunuzda gözüm yok. Ben bu çalışmayı kendim sizin için değil, kendim için yapıyorum ve bu çalışma da bende kalacaktır.” diye kararını kızgınlıkla belirtir. Böylece Picasso’ ya hiç karışmayacakları sözünü verirler, özür dilerler. Picasso El Greco’ nun başına gelen kötülüğün kendi başına da gelmesini engeller.


Elbette El Greco bugün herkesin gözünde su katılmamış büyük bir sanatçıdır. Yaşadığı dönemde çok sayıda ısmarlama resimler yaparak çalışmalarını ısmarlayanların beğenisine göre yapmak sorunuyla karşı karşıya kalmıştır. O da insandır ve o günün koşularında zor olan bir yaşamın içindedir. Bir biçimde bunu aşması da gerekiyordu. O günün koşullarında sanatçının özgür olabilmesi olanaksızdı. Onu bağlayan belli güçler ve baskılar vardı. En başta kilisenin egemenliğini aşabilmek olanaksızdı. Özellikle özgün çalışmaları nedeniyle birçok sanatçı, çok sorunlar yaşadı. Bu nedenle Greco da gereken oranların üzerinde yapmış olduğu oran uzatmalarını ısmarlama çalışmalarında yapmadı. O da biliyordu ki bu yaptıklarının sanatla ilişkisinin olmadığını... Ismarlamalarda başka, kendi özgün çalışmalarındaysa ödünsüzdü. Picasso’ nun, El Greco’ su buydu.  El Greco da biliyordu ki ısmarlama resimler kendisi değildi. O dönemde bu zorluğu duygularının temizliğiyle aşıyordu ve kendisi içindeki duygu temizliğini ısmarlama olmayanlarda gerçekleştiriyordu. Hem kötüyü hem de iyiyi bir arada yaşadığını biliyordu.


Michelangelo’ ya Sixten Kilisesi' nin freskleri verildi. Bu da ısmarlama bir işti. Astığı astık, kestiği kestik olan Papa tarafından verilen bir çalışmaydı. Bir süre çalıştıktan sonra yaptıklarını beğenmedi. Bir gün hepsini parçaladı ve ortadan yok oldu. Cezasının ölüm olacağını da biliyordu. İki ay sonra bir taş ocağında bulup Papa’ nın karşısına getirdiler. Papa neden parçaladığını sordu. O da beğenmediği için parçaladığını söyledi. Papa: “Ben beğenmiştim ama…” dedi. Michelangelo da, “sanat beğenmedi…” karşılığını verdi. Papa gerçekten sanatı seviyordu. Michelangelo’ yu bağışladı. “Ben artık hiç karışmıyorum. Bildiğin gibi yap…” dedi. O ünlü Sixtin Kilisesi’ nin dev çalışması böyle ortaya çıktı. Kimi zaman çok ağır bedeller söz konusuydu. 


Bugüne dek kime sorsak ışığın yedi rengi olduğunu söyler. Bunu da ortaya koyup söyleyen çok önemli bilim adamı İsaac Newton’ dur. Einstein da onun ne derece büyük bir bilim adamı olduğunu her zaman vurgulamıştır. Oysa Newton o yıllarda ışığın renginin altı olduğunun kesin olduğunu biliyordu. Sonradan laciverti eklemek zorunda kaldı çünkü kilise açısından altı, uğursuz bir sayıydı. Kilise kendi egemenliği elden gidecek diye bilimsel araştırmaları sürekli denetim altında tutuyordu. Newton da gözetim altındaydı. Bilimsel buluşları kilisenin hoşuna gitmiyordu.  Altı renk kilise için Newton’ un buluşlarını silmek ve kuşku altına sokmak için çok güçlü bir bahane olabilirdi. “Newton uğursuz buluşların peşinde…” denildiğinde işler çok kolay çıkmaza girecekti. Bir süre bu ve buna benzer baskılar, engellemeler karşısında bunaldı, çalışma isteğini yitirdi. Başımıza taş yağacak” denildiğinde Newton’ un işi bitebilirdi. Einstein da ışığın altı renk olduğunu ve Newton’ un bu sorunu yaşadığını biliyordu ve bu konuda durumu açıkladı. Bilimin de Bruno ve Galileo olaylarıyla ne türlü acı dönemler yaşadığını biliyoruz. Bugün kime sorsak ışığın renginin yedi olduğunu söyler! Neden?...


Sanatın ve sanatçılığın bilim gibi bugünkü özgürlüğüne ulaşması bin bir türlü acılarının, altından çok suların geçmesiyle gerçekleşti. Benim yıllardır dediğimi başkaları da yıllardır dedi mi, demedi mi bilmiyorum. Geçen yıl bir Alman sanatçı benim dediğimi dedi. Ben dediğim zaman ülkemizde çok kişi tatsız karşıladı. Çok abartılı ve aşağılamış algılandı. Almanya’ da bunu söylemem bile gereksizdi. Almanlar neyin ne olduğunu yaşayarak, yaparak çok iyi öğrenmişler. Sanırım bu Almanın da kafasında bu gerçek yıllardır bilinen bir gerçekti, sormadım... Kim bilir kaç yerde, kaç kez söylendi: “Satılmak için yapılan bir çalışma fahişedir” diyerek benim yazıp söylediklerime ortak oldular. Bunu her yazışımda çok sayıda tepki aldım. Ben de bu düşünceden ödün vermedim. Almanya’ da da dile getirdiğimde hiçbir sorun yaşamadım. Tepkilerin tümü bizden geliyordu ve çok olumsuz tepkilerdi. Bu da düşünülmesi ve değerlendirilmesi gereken ilginç ve acı bir durumdur.


Bir sanatçı böylesi olumsuz bir duruma düşmemeli. Yapıtları kendi öz çocukları özelliğinde değerlerdir. Bunun bilincinde olmayan bir toplumda “çok sevdiğim çalışmalarımı kendime sakladım. Diğerleri de burada sergileklerim…” dediğinde kimse bunun altında yatan niteliksizliği anlamıyor. Ha bire, yüksek ederlerle resim satın alıyor. Nasıl bir yüksek eder belirlemesidir bu! Kimler, nasıl belirliyor? Demek ki piyasa denilen tecimsel anlayış eder belirlerken çarpıklıklar yaratıyor. Bunu belirleyen kesimin sanatsal niteliğinin düşünmekten çok uzak olduğu anlaşılıyor. Gerçek bir sanatçı kendini piyasaya göre ayarlamaz. Piyasa kendini sanatçıya göre ayarlamalıdır. Sanatçının böyle bir özgürlüğü olduğunda yapıtlarının ederini kendisi çok daha iyi ve sağlıklı olarak belirleyebilir. Bir belirleme gerekiyor, eninde sonunda… Neden?


Karşı karşıya kaldığımız bir gerçek var: Baştan söylediğimiz  “belirlenen tüm ederler sanaldır ve yanlıştır. Bunu ne sanatçının kendisi ne de başkaları kesinlikle belirleyemez” diye belirttiğimiz bu sözlere ters düşmüyor muyuz, sorusuyla karşılaşıyoruz. Böyle bir çelişki var gibi de görünüyor. Daha derinde görünmez bir gerçekde karşılıyor, bizi. Bir anne ve baba kendi çocuğunun kendi içindeki değerinin sonsuz olduğunu bilir. Yaşamın insanı bağlayan gerçekleri çocuğunun yaşamı için doğru bir karar vermeye de zorluyor. Çocuğunun iyi yetişmesini ve iyi bir iş bulup geçimini sağlamasını ister. Kötü yola düşmesini istemez. Yaşam ve toplum yapısı o çocuğun elde ettiği verilere göre bir yerde, bir işe girer. Toplum içinde buna göre yararlı bir insan olur. Orada alacağı iyi kötü belli bir gelir vardır. Bunun da Anne ve babanın çocuğunu sevdiği değerle hiçbir bağlantısı yoktur. Yüreği çocuğunun çok ama çok kazanmasını istemiş olsa da iyi bir geçim elde edilmiş olması onu erinçleştirir. Yaşam ve geçim güvencesinin  yeterli olması sorunu çözmüş olur.


Sanatçı için de buna benzer bir durum vardır. Eninde sonunda yapıtlarının bir ederinin olmasıyla karşı karşıya kalır. Koşullar genelde böyle gerekli kılar. Pekiyi, sanatçı ne yapacaktır? Kendi özünde değeri sonsuz olan yapıtlarını satmayacak mı? Satmama özgürlüğü ve hakkı her zaman vardır ve istemezse satmaz.   Diğer taraftan da onu zorlayan gerçekse şudur. Bir yapıt bir sanatçının o yapıtı bitirinceye dek tümüyle o sanatçının sorumluluğu altındadır. O yapıtı bir yükümlülüğü yerine getirmek için tamamlamaya çalışır. Yapıt bittikten sonra her yapıt gibi o yapıt da insanlığın malıdır. İsterse satması, öldükten sonra insanlığın çok büyük bir değeri olarak insanlığındır. Yaşarken de bir sanatçı yaptığının insanlığa  ulaşmasını ister. Evrensel bir değer oluşturmak için sanat yapar. Bu değerin insanlıkla kaynaşmasının gerekliliğini bilir. İnsanlarla bu değerlerin iç içe olması, sanatçının kendinde kalmasından çok daha değerli ve işlevseldir. Ayrıca sanata daha çok katkıda bulunması, daha yeni ve daha etkili çalışmalar yapabilmesi için parasal güce gereksinimi vardır. Yapacaklarının önü bu olanakları elde etmesiyle daha çok açılır. Bu da sanatçının yapıtlarının belli bir bedel ödenerek insanlıkla iç içe olması gibi bir yapıtın insanlıkla birlikte işlevselliğini sağlar. Bir sanatçı kendi gücü ve yapılması gerekenlere göre buna simgesel bir ederin nasıl saptanması gerektiğini herkesten çok daha iyi bilir. Hiç kimsenin bundan kuşkusu olmasın. Bir sanatçı kendini bir piyasa adamı olarak görmez ve görmemelidir. Günümüz piyasanın sanatçıya karşı oluşturduğu olumsuzluklar sanatçıyı bu yöne doğru da zorlamaktadır. İçinde bulunduğumuz koşullara baktığımızda sanat yapıtlarının satışıyla kazançlar elde etmek için bir piyasa düzeni oluşmuştur. Sanatçıların istediği ise olumsuzluklar yaratan bir düzen değildir.


Gerhard Richter sağlığında gelmiş geçmiş tüm sanatçılardan daha yüksek edere yapıtları satılan ve çok ünlü bir sanatçıdır. Kendi geçim ve sanatsal çalışmaları için elde ettiği gelir gereksinimlerin çok üzerine çıkmıştır. Daha çok paraya gereksinimi yok ama resimleri ha bire yüksek ederlerle çok satılıyor. O, salt bu çok parası olan kesime değil, resimlerinin çok sayıda insanla iç içe olmasını istemektedir. Bu nedenle daha küçük boyutlarla çok insanın alabileceği bir ederle satmak için resimler yapıyor. Ederlerini de kendi belirliyor. Benim de anlatmak istediğim buydu. Bunu da Gerhard Richter yaptı. Youtube’ deki çok sayıda söyleşilerinin arasında buna ilişkin bir söyleşisi de var. Sonuçta yine de piyasanın gücünü yenemediğinden yakınır. En azından tehlikelere karşı bir uyarı yapmış oldu. Piyasanın gücü ne yazık ki ederler konusunda gerçekçi değil ve sanatsal işlev açısından sorunlarla karşı karşıyadır.


Sanatçının kendi çalışması ya da resmine bir değer biçip biçemediğine ilişkin sorular tümüyle mantık dışıdır. İstediği gibi bir eder belirleyebilir. Buna engel de olunamaz. Piyasa her şeyi kendi piyasa oyunlarıyla gücü ve egemenliği kendi eline almak istemektedir. Almış olduğu da görülüyor. Bir anlamda sanatçıya kilisenin egemenliğiyle örtüşen bir ortam yaratılmaktadır. Ne anlaşılmaz bir şeydir ki hemen, hemen tüm sanatçılar varlıklı olmayan kesimden çıkmaktadır. Geçim derdini yaşamamış, yaşamamakta olanlardır. Varsıl sanırım kendini ölümüne sanat yapmak için yormak istemiyor. Beğendiği ne varsa seçer, satın alır. Geçim derdi nedeniyle piyasa yaratıp bunu ellerinde tutanlar sanatçıları geçime dayalı tasalarını kıskaca almaktadırlar. 


Her ne denli sanatçılar özgür ve özgünce sanat çalışmalarını yapma hakları olsa da geçim konusu onları zorlamaktadır. Piyasa da bunu zorlayınca sanatçılar ellerindeki hakları istedikleri gibi kullanamıyorlar. Birçoğu bu olumsuzluğun içine girmek istemeyip kendi dünyasına kapanıyor. Piyasa sanatçıların özgünlüğü ve özgürlüğünün önünde bir engel oluşturuyor. Kendi kurallarını  bastırıyor. Bizim piyasa da sanatçıları satabilecekleri çalışmalar yapmaya zorlayınca hem özgürlüğün hem de özgünlüğün sanatçı tarafından kendi istediği doğrultuda çalışmasını engelleyebiliyor. Bu durum bizim ülkemizde sürekli gündemde duruyor. Piyasa çiçek, böcek, ağaç istiyorsa sanatçı da geçim derdi nedeniyle istenileni yapmak zorunluluğuyla karşı karşıya kalabiliyor. Bu durumda sanatçının eder belirlemesinin de önemi kalmıyor. Sanat denilen can elden gittikten sonra hiçbir eder belirlemenin gereği de kalmıyor. Sanat da ortadan kalkıyor. Buna direnen sanatçılar da piyasayla uğraşmıyor. Kendi gücüyle kendi bildiğini yapıyor. Çoğu yılgın ve küskün…


Batı ülkelerinde durum daha da başka. Birçok sanatçı piyasayla ilgilenmiyor. Galeriler nitelikli ve gerçek sanat, gerçek sanatçı arıyor. Sanatçı da tümüyle kendini sanata veriyor. Galerilerde sergilemeye çalışıyor. Galerilerin de her sanatçıya yer verecek  olanakları yok. Her şeye karşın sanatçılar sanattan ödün vermiyor. Başka da geçerli bir yol yok. Gücünün erimi belli… Önemli ve geçerli olan sanatın kendisidir.


Elbette piyasada ederler konusunda oyunlar oynanabiliyor. Rothko yeni bir çalışma biçemiyle çalışmak istedi. Piyasa da önceki biçemde kalmasını, alıcıların buna alıştıklarını öne sürdüler. Piyasa bu çalışmalardan on milyonlarca dolar kazanç sağlıyordu. Rothko bu baskıya uymak istemedi. Ödün vermektense canına kıydı. Nereye baksak çarpıklık görünüyor. 


Buna benzer birçok şeyi yaşayan sanatçılar var. Chrico bunlardan biri. Metafizik biçeminde çalışmalar yapmayacağını söyledi. Piyasa da onu tümüyle sildi. Chrico buna aldırmadı ve yaşamının sonuna dek kendi bildiği doğrultuda çalıştı. O çalışmalarını pek bilmiyoruz. Piyasa denilen yapılanma canı değil, parayı düşünür. Sanatçı da parayı değil, canı düşünür. Bir gün bu yapılanma da kilise baskısı gibi yerini tam anlamıyla sanatçılara bırakacak. Ne zaman olur bilinmez. Sorunlar ve çarpıklıklar çok büyük.


Bunun en etkin savaşını veren Daimer Hirst’ dür. Londra’ da çalıştığı galerinin eder konusundaki kararlarını beğenmez ve karşı çıkar. Galerideki çalışmalarının parasını geri vererek galeriden alır. Her şeyi kendisi belirleyerek piyasanın kurallarına karşı çıkar. Bir sanatçının değil eder belirlemesi, gücünü kullanabileceği olanağı yakaladığında Daimer Hirst gibi sanatın ve kendinin patronu olur. Böyle olunca da her türlü saldırılar başlar ve yapılıyor da… Daimer Hirst yanında iki yüz kişi çalıştırmaktadır. Yok şöyle yaptı, yok şöyle kazandı türünden tartışmalara girmeye gerek yok. Demek ki sanatçı yaparmış. Piyasanın en büyük korkusu sanatçıların kendi egemenliğini ele geçirmesidir. Daimer Hirst, gerçek anlamda çok büyük bir korku saldı… 


Sanatın canı da malı da sanatçıdır. 


Sanatın dibe vurduğu, para etmediği, zanaatçı zorunluluğuna mahkum bir yerden evrensel sanatçı nasıl çıkacak acaba? 


Hemen şöyle belirteyim, zor çıkacak. Özellikle görsel sanatlar bakımında çok geçmişlere dayanmayan ve yüzyılların gerisinden gelen bir gelenek ve çaba olmaması bunun en büyük nedenidir. 


İnsanın olduğu her yerde her zaman sanatçı çıkar ve çıkmayı da sürdürmektedir. Burada sorun olan gerçek anlamda insanlığın varlığı ve yokluğudur. Yeryüzünde hiçbir yerde hiçbir zaman insan ve insanlık yok edilememiştir. Sanat ve sanatçılar da varlığını sürdürmüştür. Zaman zaman her ne denli ağır baskı ve yok etmelere varan saldırılar olmuş olsa da yaşamın en kötü koşullarının yaşadığı yıllar ve yüzyıllarda, tüm olanaksızlığa karşı sanatçılar  çalışmanın ve var olmanın olanaklarını yaratmışlardır. Bunun en etkili örneği İkinci Dünya Savaşıdır. İnsanlığı yok etmenin en korkuncunu Hitler Döneminde Almanya yaşamıştır. Milyonlarca Alman insanlaşma yolundan uzaklaştırılarak Nazi egemenliğinde canileştirilmiştir. Her açıdan korkunç bir savaş yaşanmıştır. Sanatçılar öldürülmüş, her türlü hak ve olanakları ellerinden alınmış, işkenceler görmüş olsalar da sanatı ve sanatçılığı Naziliğe karşı ayakta tutmayı başarmışlardır.


Nerede insanlığa karşı büyük bir yıkım varsa orada sanatın direnişi de büyür çünkü insan o tür acımasızlık içerisindeyken insani duygu ve duyarlılığı yapılanları sindiremiyor. Buna karşı daha çok anlatım olanakları arıyor ve canlandırıyor.


Sanat açısından zaman zaman olanaksızlık ve yıkımların yaşandığı dönemlerde birçok insanda olumsuz etkiler yapar. Kimi can derdindedir, kimileriyse geçim derdinde… Hele hele savaşlarda insanlık her ikisinin de derdindedir. Yaşam koşulları alabildiğine zorlaşır. Her an ölümle burun burunadır. Ölüm kalım savaşı içinde canını kurtarmanın derdine düşer. Böylesi korkunç anlarda duygular öylesine büyük oranda etkilenir ki bunun etkisinden kurtulması olanaksızlaşır. Savaşı yaşayanlar bu etkinin yarattığı acılara dayanamayacak duruma gelir. Kendi canına kıymayı yaşam uğraşı vermeye yeğler. Savaş yaşayıp da sağ kalanların birçoğunda çok büyük sarsıntılar oluşur. Kimileri kişiliklerine ilişkin çok şeyini yitirir. Buna engel olacak, tutunacak bir yer arayanlar yaratıcı bir dile sığınarak duygularını ve duyarlılıklarını yeniden yaratırlar. Sanatsal bir dürtü her şeye karşın yaşamı ve insanı ele alır. İnsanlığın, çektiği dayanılmaz acıları bir daha yaşanmaması için kimi şiirler yazar, kimi ezgilere baş vurur, kimi görsel bir dille  belge oluşturmak ister. Sanatsal dürtü bu ortamda daha da güçlenir. Sanatın insanlığın umudu ve tutunacak dalı olduğunu daha da yakınında görür.


Savaşlar döneminde çok etkileyici ve güçlü sanatsal çalışmaların yapılması buna dayanır. Kimileri tüm çabalarına karşın her şeyiyle yok olur ve savaşta ölür. Bu dönemde 27 yaşında karnındaki çocukla öldürülen ve bize ulaşan Charlotte Simon vardır. Otto Freundlich de bunlardan biridir. Sürekli kaçar kaçmasına ama sonunda yakalanır. Bir trenle toplama kampına gönderilir. Toplama kampına varamamıştır. Yolda öldürülür. Sağ kurtulanların da sanata daha çok sarıldıklarını görürüz. 


Sanatın gerçeği kapsamımda sanat hiçbir zaman dibe vurmaz,  vurmamıştır. Geçtiğimiz yüzyılda ülkemizin sanattaki yeri Afrika ülkelerine göre daha çok olanak sağlıyordu. Afrika yokluklarla boğuşuyordu. Avrupa bizim burnumuzun dibindeydi. Sanat açısından bilgi ve görgümüzü arttırmanın yakınındaydık. Çok sayıdaki yurttaşımız bugünkü gibi Avrupa ülkelerinde çalışıyordu. Afrika hem yoksul hem de Avrupa’ ya bizim gibi yakım değildi. Bugüne baktığımızda Afrika’ dan çok sayıda dünya sanatçısı çıktı. Bir zamanlar Afrika ülkeleri Avrupalıların sömürgesi durumunda ve küçük görülen insanlardı. Amerika’ daki zenciler en az beyazların orada yaşadığı süre kadar o topraklarda yaşamaktaydılar ama aşağılanıyorlardı. Sömürge ülkelerinde de durum başka değildi.  Güney Afrika' da Mandela’ yı düşünelim. Sonunda ülkeler bağımsızlıklarını kavuşmuş göründüler. Yokluk ve yoksulluk yakalarını bırakmadı. Avrupa’ nın anladığı anlamdaki sanat onlara yabancıydı. Elbette Avrupalılar sanatı da oraya taşıdılar ve oranın insanları arasından etkilenenler oldu. Her türlü olanaksızlığa karşı kendilerini geliştirdiler. Birçoğu varını yoğunu ortaya koyarak Fransa’ ya sanatını geliştirmeye gitti. Başarılı da oldular. 


Sanat insanlığın umutsuzluklarını yok etmesidir. Ne denli umutsuz bir durum olursa olsun umutları yaşatıp güçlendiren sanattır. Mağara dönemi dediğimiz on binlerce yıl öncesinden beri bu böyledir. İnsanoğlu ne yapar eder, bir yolunu bulur. Yeter ki istesin…


Madem ölümüne sanatı savunuyorsunuz Almanya' daki konforlu koltuğunuzu bırakıp Türkiye' de sanat yapsanıza? 


Ben bu soruyu oldukça sevimli buldum. Daha da ötesi oldukça da ilginç geldi bana. Bu soruyu soranı alnından öpmek gerekir. Çünkü sanat konusunda daha çok açıklama olanağı da veriyor. Soru için teşekkürler…


Özellikle bu sorunun altında Türkiye’de sanat yapmanın olanaksız olduğu da vurgulanmış oluyor. Oysa o denli çok yineledim ki; sanat her yerde, her zaman, her koşulda yapılır. Sanatın önü kesilemez. Baskılı engellemeler de olsa sanat yine varlığını, gelişmesini ve gücünü gösterir. Savaşlar dediğimiz en olumsuz koşullarda daha da güçlü bir tavır koyar. Savaşı çıkaranlar ve savaştan yana olanların en büyük düşmanı olur. Daha önce verdiğim 2. Dünya Savaşı sırasında sanatçılar da savaşa karşı yaşamlarında hiçbir zaman direnemeyecekleri denli direnmişlerdir. Hem de ölümüne direnmişlerdir. Savaştan yana olanlarla birlikte olsalardı sözü edilen konforlu koltukta savaştan yana olanların dilediği türden yazılar yazacak, resimler, yontular yapacaklardır. Kendini sanatçı sanan böylesi soytarılar da olmuştur. Günümüzde ne adları, ne sanları ve de sanatta bir yerleri olmamıştır.


Sanatın gerçeği bize bu anlamda çok büyük dersler vermektedir çünkü,  bu ve buna benzer yaşanan büyük yıkımlarda sanatçıların ölümüne sanat yaptıkları, ölüme meydan okuyarak ne kendilerinden ne de sanattan ödün vermişlerdir.   


Sorulan soruda bir anlamda beni doğrudan doğruya kişi olarak da sorgulamak anlamı da doğuyor. Bir yanını genele bağlamaya çalışsam da beni erimleyen yanı eksik kalacak. Kendimden söz etmekle karşı karşıya da kalmış oluyorum. Benden sözünü etmek istediğim ve “siz Türkiye’de olsaydınız o konforlu koltuğa oturabilir miydiniz” gibi bir suçlama ve savunma var. Suçlama şöyle: Ölümüne sanatın savunulmasına bir anlamda karşı çıkılarak, ne yaparsam yapayım Türkiye’de sanat yapamayacağım ve yurt dışında kolayına kaçtığım suçlaması var.  “Yurt dışında babam da sanat yapar…” denmek isteniyor olarak anladım. Savunma da buna bağlı olarak ekleniyor. Soruyu soran Türkiye’de sanatla uğraşıp sanat yapamıyorsa bunu Türkiye’deki sanatı engelleyen koşullara bağlayarak kendini savunmuş oluyor. Daha baştan ilginç bulduğum nokta da burasıydı. Böylece çok önemli bir gerçeğe ve yaraya da basmış oluyor. Bence bu yolla Türkiye’deki sanata engel olan olumsuzlukları dile getirmesi çok büyük bir yüreklilik. Bu nedenle de “alnından öperim…” sözünü kullandım. 


Ben her iki taraftaki koşulları çok iyi bildiğim için tek yönlü değerlendirme yapma sorunlarından uzağım. Bu soruya bakınca tek taraflı bir değerlendirme ağırlığını taşıyor. Bir insan sorunlar zinciriyle eli, ayağı bağlı durumdaysa insanın elinden ne gelebilir ki? Kınayacağım bir durum değil. Türkiye’deki olumsuzlukları da giderecek olanağım yok, ne yazık ki. Her şeye karşın sanatın ölümüne yapıldığı gerçeğiyle birlikte tüm olumsuzluklarda sanatın yapılacağını da öne sürüyorum. Avrupa’nın tüm sanatçıları da bu doğrultuda çalışır. Yaşadığım Almanya’da çok olumsuz koşullarda yaşayan sanatçılar gördüm. Türkiye’de bu sanatçılar gibi olumsuzluklara direnç gösterecek hiç kimseyi göremedim. Göremedim, diyorum çünkü Türkiye’yle hiçbir zaman bağım kopmadı. Sürekli olarak Türkiye' yi yakın izlemeye alanlardanım.


Sanat başlı başına çok büyük bir emeği ve çok yönlü uğraşı gerektirir. Her koşulda sanat için çıkar yolları vardır. Kimi yerde az, kimi yerde daha çoktur. Ne ekildiğine bağlı… Her türlü olanaklar yerinde de olsa sanat yapmak öylesine "armut piş, ağzıma düş" değildir. Yeteneğin gücü yüzde otuzsa çalışmanınsa yüzde yetmiştir. Her şeyin başı ne denli yetenek olursa olsun çalışmanın gerekli oranda katkısını sağlamak gerek. Bu koşulların dışında kalındığında dünyanın neresinde olunursa olunsun başarısızlıkla sonuçlanır. Olanakların katkısı da belli bir kolaylık sağlayabilir, sağlamayabilir de… Kişilere göre değişir. 


Bundan otuz yıl önce benim yaşımda olan bir Alman sanatçıyla birlikte çalışma olanağım oldu. Canını dişine takıp ha bire sanat uğraşı veriyordu. Kendine zor bir biçem de seçmişti. Bir süre sonra salt resimle yaşamaya çalıştığını öğrendim. Başka bir işte de çalışmıyordu. Sosyal yardım almadığı için parasal sorunlar da yaşıyordu. Sosyal yardımı kendisi istemiyordu.  Asalaklık ve onur kırıcı sayıyordu. Özellikle şu sözü etkileyiciydi: “Üç beş kuruş için ikide bir sosyal yardım bürosuna gidip oraya hesap vermek bence onur kırıcı…” demiştir. “Onlar kim ki benden hesap soracaklar? Hiçbir zaman benim dengim olamazlar. Ben de onlara hesap vermem…” diye de ekledi. Sosyal yardım alanlar belli sürelerle çağrılırlar. Neden çalışmadıkları sorulur. Çalışmaya engel herhangi bir şey yoksa çalışmak zorundadırlar. Çalışmazsa yardım kesilir. Ayrıca bulunulan kentten de izinsiz ayrılamazsın. Sosyal Yardım demek, devlet sana çalışıyormuşşun gibi geçimine uygun bir ödeme yapar. Oturduğun kentin dışına izinsiz çıkarsan yardım kesilir. Her an çağırabilir ve bir iş yerine gönderebilirler. Sanatçının onur kırıcı bulduğu da buydu. Özgürlüğü kısıtlanıyordu. İkide bir “neredeydin, ne yaptın" gibi sorgulamalar…


Almanya’da yaşayan yurttaşlarımız sosyal yardımı kötüye kullanmak için bin bir dolap çevirirler. Bir yanda din, öbür yanda her türlü dalavere! Elbette Hıristiyan toplumunun dikkatinden kaçmıyor. Bizim aramızdaki bu tipler hem sosyal yardım alır hem de kaçak çalışır. Bir Alman sanatçıysa onuruna yediremez.


Sözünü ettiğim bu sanatçının yaptığı bir resim duruyor bende. Bir gün saç, baş karışık, giyimi düzgün olmayan birini gördüm. Ayyaşlardan biri sanırsın. Tekerlekleri de tahtadan ve iple çektiği bir arabayı sürüklüyordu. Tahta arabanın içinde de bir ağaç gövdesinden parça duruyordu. İlgimi çekti. Onu izledim ve nereye girdiğini öğrendim. Ertesi günü o sokaktan geçtim. Adamın girdiği yere baktım. Garaj kapısı gibi o da tahtadan ve aralıkları var. Aralıktan içerisi görünüyor. Gördüklerim o ağaç gövdesini neden taşıdığının yanıtıydı. Ağaç yontularla doluydu içerisi. Yakınında da tanıdığım bir galerici vardı. Tanışıyorduk. Yontu yapan bu adamı sordum. Tanıyormuş ve onunla sergi de açmak istemiş. Hiç kimseyle konuşmayan bir yontucuymuş. Onun da geliri yokmuş. Sosyal yardım da almıyormuş…


Aradan epeyce yıl geçti. Bir arkadaşın oturduğu semtin kilise bahçesinde bir baraka ve ağaç yontular gördüm. Aynı adamdı. Kilise ona bir barakacık yer vermiş. Yontular da bahçede duruyor. Yine kimseyle konuşmuyormuş. Ben konuştum. Onunla söyleşi yapmak istiyordum. Gerekçemi kabul etmişti. Uygun bir zamana bıraktım. Bir gün gidip konuşayım, dedim. Kilisenin bahçesinde ne baraka ne de yontular yoktu. Öldüğünü söylediler. Ölümüne sanat yaptı ve sanattan başka hiçbir şey için yaşamadı. Bunu ben kendim uydurmuyorum. Yaşanan gerçeklere de bakıyorum. Hem de Almanya’da. Burası Almanya, isteseydi daha iyi bir yaşam olanağı bulabilirdi. Ona bunun bedeli ağır gelse de umurunda olduğunu da sanmıyorum. Sanattan ödün vermeden yaşadı. Diğer sanatçının izini yitirdim. Bunun gibi çok sayıda sanatçı var. 


Şimdi ben soruyorum, ülkemizde böylesi sanatçılar var diyebilir miyiz? Sayıları çok mu? Bir ülke yeterli derecede bilgi, görgü, gelişmenin ve uygarlığın altında kalabilir. Her ülkenin konumuna göre değişir. Sanatın yolu ve niteliği değişmez. Bir başarısızlık sorunu varsa orada sanatçıyım diye geçinenlerde aramak gerekiyor. Sanat adına yozluklar içinde yüzenlerin ne sanata ne de insanlığa katkısı olamaz ve insanlığa en büyük zararı verirler. Kişisel açıdan şuna da değineceğim: Ülkemizde sanatı yozlaştıranlar sanat ve sanatçı(!) egemenliği kuran bu yozlaşmış kafalardır. Başarısızlıklarının bedelini gerçek anlamda yetenekli ve başarılı olanlar, olabilecekler çeker. Sorun ne bende ne de Almanya’da yaşamış olmamda. Her sanatçı başarı ve sanattan ödün vermemek için kendi yolunu kendisi çizer, çizmek zorundadır. 


Sanat dediğimiz zaman evrenselliğin en önemli noktasından söz edilir. Buna göre ortaya çıkan yapıtlar insanlığa ulaşır, insanlık da kendi içsel değerlerin evrensel güzelliğiyle buluşur. Sanatçı açısından da bu buluşma sanatçının onurudur. Ülkemizdeki yaşananlarsa buna uyum göstermiyor. En az bir yıl önce bir galeri ya da kurumla anlaşarak sergi günleri belirleniyor. Buraya dek sorun yok. Sergiye birkaç ay kala bir bakıyorsunuz ülkede bir dalgalanma oluyor. Birden bire paranın değeri düşüyor. Ülkede siyasi gerginlik artıyor. Erken seçim kararı alınabiliyor. Gün belirlemiş olan ve kendini sanatçı sananlarımız hemen sergiyi iptal ediyor. “Neden iptal ettin” kardeşim diye soruyorum. “O günlerde resim satılmaz” diyor. Buyurun, buradan yakın. Mahalle pazarcısı gibi. Bu durumda sanattan söz edilebilir mi? Bizler kendi kendimize yapıyoruz. En çok da gerçek sanatçıları görmezlikten gelip onları yok saymak için her türlü oyunlar oynanıyor. Gerçek anlamda bir sanat gücü oluşturamadığımızdan ve bu yolla çok para kazanıldığını düşünenler sanatın ve sanatçının da önünü tıkıyor. Kazandıkları para nedeniyle ev, araba, yazlık ve buna benzer bir yığın mülk edinmişlerdir. Bunlarla bir türlü sanat konuşamadım. Ne zaman sanat konusunda ağzımı açsam bu varlıklarından söz etmeyi öne çıkarırlar. Antoine de Saint-Exupéry‘nin  “Küçük Prens” adlı kitabındaki gibi: Çocuk büyüklerle ne zaman fil yutmuş boa yılanından söz etse büyükler hemen konuyu değiştiriyorlarmış. Ne zaman sanattan söz etsem bizimkiler de paradan, maldan, mülkten söz etmeye başlıyor. Biraz zorlasan tatsızlık başlıyor. Böyle bir anlayıştan sanat çıkmaz, dalaşma çıkar. Çıkıyor da. Bir bakıyorsunuz arkanızdan bin bir türlü iğrenç suçlamalar, iftiralar. Adam da çıkmıyor…


Bunları neden mi yazdım? Şimdi oraya geliyorum: Almanya’da ne benim ne de başka sanatçıların konforlu koltuğu yoktur. Tek bir koltuk vardır, sanat koltuğu. Sanatçı olma niteliği taşıyan herkesin koltuğu sanatçılık koltuğudur. Bu koltuk da ölümüne sanat yapmaktan geçer. Henüz bunun bilinci var edilememiş. Ne olduğunu anlayan yok. Anlayan kendini kurtarmaya kalktığında yüzüne bakan olmuyor. İçindeki sanatı kurtarma uğraşı vererek eriyip gidiyor. Ülke her tarafa kapalı bir konumda…


Soruda sözü edilen o konforlu koltuk, konforu olmayan ve çileler dolusu bir uğraş sonucunda elde edilmiş bir sanat koltuğundan başka bir şey değil. Bunu konforlu olarak değerlendirip sanatçının bir eli balda, bir eli yağda diye düşünülmesin. O koltuğu elde etmek yetmiyor. Korumak için de daha çok çalışmak gerekiyor. Ölümüne sanat yapmak bitmiyor. Almanya’ya gelip de konforlu koltuğa oturup çok kolay sanat yapılabileceğini hiç kimse düşünmesin. Pabuç burada çok, ama çok pahalı. Dünya sanatı ve sanatçıları içerisindesin. Yanlış yapma şansı yok. Sanat niteliği olmayanı sanat diye yutturamazsın. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin tekstil bölümünü bitiren biri burada kendini Türkiye’de sandı, attı, tuttu, yükseklerden uçtu… Akademide çok şey öğrendiğini sandı. Almanya’da da geçerli olduğu büyüklüğüne kapıldı. Köln’deki bir sanat yüksek okuluna girmek istedi. Kapıdan girdi olmadı, pencereden girdi olmadı, bacadan girmeye çalıştı olmadı. Bense bir çırpıda girmiştim çünkü pabucun çok pahalı olduğunu çok çabuk anlamıştım. Türkiye’de bir yüksekokulda öğretmenlik yapmanın hiçbir önemi yoktu. Sanatta ne yapıp yapmadığınız önemliydi. Okula giremeyen o kişi herkesi karalamaya başladı.  Genelde ülkemizdeki ciğere erişememenin alışkanlığıydı. Bu konuda tek değildi. Buna benzerlerimiz hiç eksik olmadı. Gerçekleri öğrenmek yerine işin en kolay yolunu seçti. Sonuçta da bir hiç olarak kaldı. Ona gerçeği anlatarak yardımcı olmak istedim ama beni de karalamaya başladı. Nedeni de birimizin kazanması, diğerimizin kazanamamasıydı. Ben nasıl kazanırmışım, o akademiliymiş nasıl kazanamazmış? Tam bir akıl tutulması… Sonuçta Türkiye’de edindiği kafa Almanya sanat dünyasına uymadı. Oysa başarılı olmasını gerçekten ve yürekten istemiştim. O gün bu gündür uyduruk çalışmalarla kimi kandırabiliyorsa öyle gidiyor. Sanat dünyasının adam yerine koymadığı böyle kişiler yoklukta kendini var sanıyor. Buna benzer çok sayıda yaşanmışlıklar var. Özellikle yaşanmışlıklara giriyorum ki gerçekler daha iyi anlaşılabilsin. Almanya’da sanatın koltuğuna oturmak hiç de kolay değil. Burada ne söylediğin değil sanatta nerede olduğun önemli. Ülkemizin durumu buraya uymuyor çünkü sanat yerine yapay bir yapı oluşturulmuş. Belli bir kesim buradan ekmek yemeye çalışırken sanatın ne önemi ne de değeri kimseyi ilgilendirmiyor. İlgilenenlerin yaşama olanağının olmadığına verilecek çok sayıda örnekler var. Her şeye karşın hiçbir sanatçı yapay bir sanat yozluğu içine girmek istemez. Kendi yağında kavrulmak onun için en güzel onurdur. 


Sanatı hafife alırsanız, sanat da sizi yoka alır. Ölümüne sanat yaparsanız, sanat sizi benliğine alır çünkü eninde sonunda çıkar bir yol bulunur.


Benim konforlu koltuğumu bırakıp da “Türkiye’de sanat yapsanıza” sözüne söylenecek çok sözüm var. Bu bağlamda bu sözü çok sevimli buldum. Bir anlamda ne düşünülerek söylendiğini anlamak gerek. Tam olarak anlaşılmadığını da belirteyim. İyi niyetle söylenmiş olup yaşanılan gerçekleri vurgulamaya yönelik olabilir. Diğer yandan da “sen Türkiye’ye gel de sana sanat nasıl yapılır, gösterelim” de denmek istenebilir. Başkasını bilmem ama bu da bana sevimli geldi çünkü sanat yapmanın önünü hiçbir güç engelleyemez. Özellikle sanatta belli bir nitelik varsa, sanat koltuğuna oturmuşsa o kişiyi ancak ölüm engeller. İkinci Dünya Savaşında da sanatçılar öldürülerek engellendi. Savaş yoksa her sanatçı ömrünün yettiğince sanat çalışmalarını her yerde sürdürür. Klee ve diğer sanatçılara bakıldığında kendi ülkelerinin dışında zor koşulları olan ülkelere de gitmişlerdir. Klee, Cezayir’de bir süre kalmış ve orada çok sayıda çalışmalar yapmıştır. Renk konusunda yeni açılımlar elde etmiştir. Almanya güneşi az gören bir ülke. Cezayir ise güneşi bol. Renkler de doğada buna göre değişiyor. Bir sanatçının yapacağı şey önce bu ayırımları görmesi, oradaki renklerle yeni çalışmalar yapmasıdır. Cezayir’e gidip de Almanya’daki renklerle resim yapmasının bir anlamı kalmaz. O zaman Almanya’da kalsın. Alman sanatçı Hab Grishaber uzun süre Brezilya’da kaldı. Çok şaşırtıcı çalışmalar ortaya koydu. O yıllarda Brezilya’nın durumu hiç de iyi değildi. Sanatta da bir yeri yoktu ama orada Hab Grishaber vardı. 


Benim için de değişen bir şey olmaz. Brezilya’da Grishaber sanattaki başarılı çalışmalarını nasıl sürdürdüyse ben de Türkiye’de sanat çalışmalarımı bal gibi sürdürürüm. Öyle ki, ne denli yokluk çekersem çekeyim hiçbir biçimde engel değildir.  Hava, su, taş toprak olsun yeter. Yokluklar her zaman yeni var oluşları doğurur. Ayrıca çok iyi deneyimliyimdir. Almanya’nın varlığı beni aldatamadı. Türkiye’deyken az şeyle nasıl çok şey yaptımsa Almanya’da da az şeyden çok şey yaptım. Geldiğim ilk yıllarda benim için gerçekten çok büyük zorluklar vardı. Dillerini hiç bilmiyordum. Kimseyi de tanımıyordum. Parasal sıkıntı büyüktü. Bana bir kurşunkalem ve bir kâğıt yetiyordu. Her zaman başkaca yollar da buluyordum. Türkiye’ye göre yoksul bir konum içerisindeydim. İsteyince insanın varlığı yetiyordu. Varmış, yokmuş; hiç önemli değil. “…Türkiye’de sanat yapsanıza” çıkışı beni çok acı gerçeklere de sürükledi. Çoğu zaman eş dost arasında konuşup eş dost arasında kalan konuşmaları burada yazı ve belgeye dökmek hiç de kötü değil. Türkiye’den gelip de ne düşündüğümüzü soran ve belgeleyen de yok. Doğrudan kendimle ilgili açıklama olanağını da burada ilk kez bulmuş oluyorum. Ne derece iyi ne derece kötü diye düşünmek istemiyorum. Öylesine bir yaşanmışlık var ki, iyisi de kötüsü de bir arada. Bunlar sanat yapan kişinin özgünlük ve yaratıcılığının çok önemli parçalarıdır. Türkiye’de olsam sanat yapamazmışım gibi sanılan düşünce kesinlikle doğru değil. Gençler ülkedeki sanat adının kullanılarak yaratılan yapay bir gücün oluşmasından rahatsızlar. Önlerinin kesildiğini düşünerek tüm heveslerini yitiriyorlar. Bunları ve yetenekli insanlarımızı, gençlerimizi gördükçe Cengiz Çekil’in şu sözünü anımsıyorum: “Bizim basın bizler gibi sanat çalışması yapanlardan hoşlanmıyor, ilgisiz kalıyorlar”. Burada daha başka acı gerçekleri de dile getirmiş oluyor. Türkiye’nin sanat çevresi olarak adlandırılan kesim tarafından dışlanmış olduğunu da anlatmaya çalışmış. Her şeyi tam söylemek de istememiş. Ne gibi sıkıntılar yaşadığını çok kişi biliyor. Öyle ya da böyle Cengiz Çekil gerçek bir sanatçıdır. Her türlü dışlanmaya karşın sanattaki başarısı yadsınamaz. Bizler yadsırız çünkü yadsıyacak denli sanatla olan bağlantılarımız oluşmamış. Sanat uydurukçuluğunda kaldık. Çağa uyum gösteremedik ve en önemlisi de sanatı hiç yaşamadık. Gerçek sanat ve sanatçılarımıza da Cengiz Çekil’de olduğu gibi arkamızı döndük.


Türkiye’de sanat yapıp yapmayacağım gerçeğine değinecek olursam neyi nasıl anlatayım diye gerçekten uzun, uzun düşündüm. Önce 2019 yılının yaz ayından söz edeyim. Kaz Dağlarındaki altın aramaya karşı direniş başlatıldı. İnsanları daha güçlü uyarmak için dağda kamplar kuruldu. 18 Ağustos günü de Kaz Dağlarına daha çok dikkati çekmek ve tehlikeyi daha geniş alana duyurmak için Fazıl Say bir dinleti sundu. Ressamlara da “herkes tuvalini boyasını alıp gelsin. Dinletinden sonra topluca resim yapacağız” dendi. Ben de gittim. Dinletiden sonra herkes dağıldı. Resim yapacak kimseyi göremedim. Ben bir başıma yaptım.  Eylül ayı içerisinde yine Kaz Dağları'nda resim yapma çağırısı yapıldı. Bu kez gelen olur düşüncesi ağır bastı. Yine gittim ve yine benden başkasını göremedim. Söylenilen yerde yine çalışmamı yaptım. Demek ki neymiş, ben Türkiye’de adam gibi sanat çalışması yapıyorum. Türkiye’dekiler yapmıyor. Durum bu denli içler acısı. “Gelin sizlere paralar da ödeyeceğiz” denseydi gelirlerdi. Kendi ülkemizin doğasına karşı duyarlılıktan yoksun olduğumuz gerçeği çıktı ortaya. Böylesi duyarlılıkla ne sanat, ne de sanatçımız olur. Ben de sap gibi ortada bırakılırım. Tüm harcamaları cebimden yaparım ve ülkemizde bir noktacık yeşilin, suların, havanın zarar görmesini istemem. Bana “gel de Türkiye’de sanat yap” demeye gerek yok. Bir başıma da kalsam yapıyorum. Soruyu soranın içi rahat olsun. Almanya’daki konforlu koltuğumu bırakıp Türkiye’de de böyle sanat yapıyorum. Salt resim yapmakla kalmıyorum. Kimi zaman projeler yaptım. Sanat konusunda yardım edilmesi gerekenlere elimden geleni de yaptım.  Yapmayı da seve, seve sürdürmekten yanayım. Ben Türkiye’de sanat yapıyorum, yaptırmaya çalışıyorum. Türkiye’dekiler nerede? Onlar beni yok saymanın zirvesindeler. Sanatın da hiçbir yerinde değiller. Neden mi? Kaç kişi böbürlendiyse onlara iki soru sordum. Bunlar arasında yıllarca sanat fakültelerinde çalışmış ve öğrenci yetiştirmiş profesörler de vardı. Soruları bilemediler. Sanat nereden yapılır, sorusuna kafasını yüreğini gösteriyor. Oysa Almanya’daki Güzel sanatlar ve yüksek sanat okullarında okuyan öğrenciler öğrencisiyken bilirler. Bu nedenle oradan dünya sanatçıları çıkar. Bizim akademimizden 137 yılda bir sanatçı çıkmaz. Bizler sanat yerine uyduruk bir sanatın arkasına takılmış gibi, yükseldiğimizi anlata anlata mangalda kül bırakmıyoruz. Hele bir de “Çağdaş Türk Sanatı” diye söze başlamazlar mı, tam bir yıkım. Ne yazık ki çok büyük bir hızla düşüş içindeki gerçekleri yaşıyoruz. Bunca kopya, alıntı, çakma, çalışmalar her tarafı başka türlü nasıl doldurup taşırabilir. Bununla da kalmıyor bunlara yığın, yığın ödüller de veriliyor.  


Sanatı anlayan, bilen ve özümseyen “Çağdaş Türk Sanatı” sözünü ağzına almamalı. Cetvelin eğriliği buradan kolay anlaşılıyor. Eğri cetvelle de doğru çizgi çizilemiyor. Bunun doğrusu şudur; denilecekse: “Türkiye’de Çağdaş Sanat” denilir. Avrupa’da ne Alman, ne Fransız, ne İngiltere, ne İspanya, ne İtalya Çağdaş Sanatı denmez. Günümüzde ve geçmiş yüzyıllarda Rönesans’dan beri sanat evrensellikle ulusal sınırları aştı. Almanya’da, Fransa’da, Amerika’da çağdaş sanat denmekte. Biz ne olduğu belirsiz bir ulusallıkta kaldık. Diyelim ki öyle; neden durmadan başka yerlerden, kopya, alıntı ve çakma işler yapıyoruz. Neremiz doğru ki?  


“Türkiye’de sanat yapsanıza” söylemine gereken açıklamayı yaptım sanırım. Şunu da eklemeyi gerekli görüyorum: Almanlarda bir söz var. Bunu bizler de biliyoruz: “Türk gibi başla; Alman gibi bitir” Almanlar genelde böyle çalışmayı seviyor. Başarıya da ulaşıyorlar. "Kaz Dağları için bin sanatçı(!) ve bin resim" denilerek tam anlamıyla Türk gibi başladık. Nasıl bitirdik? Bir Türk gibi, bir Türk’le. O da bana denk geldi Sonuç tam anlamıyla çöküş. Bense bir uçta Türkiye, diğer uçtaysa Almanya olarak yaşıyorum. Kaz Dağları etkinliğinde ben de Türk gibi başladım. Coşku ve duygular zirvedeydi. Bir başıma kaldığımı görünce Alman gibi bitirmeye karar verdim. Genel olarak Almanya’da da yaptığım bu ve sonuçta başarılar elde etmiş oluyorsunuz. Benim yerime bir Alman da olsaydı benim gibi yapardı. Basın-yayın var mı, yok mu aldırmazdı. Kaz Dağları ünlü olmak için bir oyun değildi. Yaşadığımız dünyaydı. Geleceğimizdi. Kızılderili’nin dediği gibi torunlarımızdan ödünç aldığımız topraklardı.


Bizde eksik olan bir sözcük var, Almanların kullandığı bu sözcük bizim dilimizde karşılığı yok. Sözlüğe bakıldığında, meydan okumak olarak geçer ama hiçbir ilgisi yok. Sözcük şu: ”Herausförderung”. Sözlüğe ve  Google Amcaya bakabilirsiniz. Türkçe karşılığını epeyce aradım ve gerçek karşılığını bulamadım. Ancak bundan neyin anlaşılması gerektiğini açıklamakla anlaşılacağı kararına vardım. "Kendi kendine sorumluluk ve görev edinilerek yapılması gerekenleri, yapmak istediklerini başarma kararı" olarak açıklayabiliyorum. Almanların çok sık kullandığı bir sözcüktür. Ayrıca araştırma ve inceleme yapıldığında da bir başka anlam yüklüdür. Yaptığın çalışmalarda elde ettiğin bir görev ve sorumluluk yakaladın mı, sorusu da yüklenmiş oluyor. Bu açıklama yeterli sayılır. Bir toplum her sözcüğü kendi yapısı doğrultusunda var eder. Yapmadığı ve yabancı olduğu bir alanda sözcük üretmez. Biz de bu nedenle dilimizde Herausfördeung sözcüğüne denk bir sözcük üretmemişiz. Kaz Dağları' nda olan biten de bu işte. Türk gibi başladım, Alman “herausförderung” duygusuyla bitirdim. Bu bağlamda ne benim ne de bir Alman sanatçısının “Türkiye’ye gelin de sanat yapın” sözü geçerli değildir. Gelir ve yapar. Gelirken o sözcük onun önderidir.


Bir de bunun tersini düşünelim: “Sizler gelip de Almanya’da sanat yapın bakalım” dediğimizde ne olur? Eğer içinizde bir Alman’da olan o sözcük yoksa başaramazsınız. Bir Alman Cezayir’de, Brezilya’da başarıyorsa Türkiye’de de başarır. Özellikle Türkiye sanat açısından çok büyük bir kaynak. Bizdeki ve dünyadaki kaynaklardan evrensel anlamda bize ve  o ülkelere gitmeden de başarıyorlar, gidince de. Yabancılar çok iyi bakar ve görür. Bizlerse kör bakarız. Almanya’ya geldiğimizde de bu kör bakış egemendir. Konuşunca da mangala kül bırakmayız. Almanlar bizi bu açıdan çok iyi tanıdılar. Adını da koymuşlar: Yanlış gurur. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Tekstil Bölümünü bitirenden söz etmiştim. Düştüğü durum böylesi sersemce ve içler acısı. Yardımcı olmak istediğinde başarılıysan düşmansın.


Bizim akademi ve sanat yüksek okullarımız çok sayıda ve burslu olarak Almanya ve diğer Avrupa ülkelerine öğrenci gönderdi. Yaptıkları en büyük iş, verilen burslarla bulundukları ülkelerin keyfini çıkarmak oldu. Ellerine okulu bitirme kâğıdı verildiğinde yine bir sanat yüksek okulunda görevlendirileceklerini biliyorlardı. Neden kendini yorsun ki! Almanya’da pabucun ne denli pahalı olduğunu da görüyorlardı. Ölümüne sanat yapmayı göze alamadılar. Bunlardan biri Alman olsun, Türk olsun tüm öğrencilerin en başarısız olan bir öğrenciydi. Profesörlerden, yalvar yakar bir bitirme belgesi elde etti. Almanya’da kalmayacağına da söz verdi. Tam anlamıyla yozlaşmış biriydi. Türkiye’ye döndü. Benim açımdan tam dayaklıktı. Benden değil ama öğrencilerinden de dayak yedi. Sonunda profesör ve emekli oldu. Yazık değil mi böylelerine öğrenci ve okul teslim etmek? Şimdi profesör havalarında ki, sormayın.  


Dönenler sanatta başarı gösteremeden ülkemizde sanatçı diye yapay sanat dünyamızda yer aldılar. Bunlardan biri var ki sormayın gitsin. Sözüm ona Beuys’u tanıyormuş ve Beuys’un asistanıymış gibi, kendini yutturan havalarda dolaşıyor. Ben buradan durumu çok iyi görüyorum. Beuys’un nerede, ne yaptığını da çok iyi biliyorum. Beuys’un değil asistanı olmak öğrencisi bile olacak durumda olmayan biri. Eğer burada böyle bir asistanlık yapıldıysa elinde belgelerinin olması gerek çünkü asistanlar aylık da alılar. Onların da belgesi olur. Belge zaten yok ve bu adda bir asistanı da hiç olmadı. Kaldı ki Beuys’un asistanı olacak denli başarılı olan birinin Alman sanat dünyasında bir yeri de olur. Bu da yok. Olsaydı yapacaklarının en iyi anlaşılacağı yer Almanya’ydı. Türkiye’de hiç kimse Beuys’u tanımadığı için, yaptığı uyduruk işleri yutturması kolay olduğu için geri döndü ve önemli görevler edindi. Oysa biri daha var ki ülkemizin anlının akı olmuştur. Bu çok önemli sanatçımız Almanya’da Fritz Winter’in öğrencisi oldu. Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirdikten sonra Kassel’deki Sanat Yüksek Okulu’na gönderildi. İlk ayda Fritz Winter ondan bir tabure çizmesini istiyor. Gazi’de başarılı olduğu için tabure çizmek onun için sorun değil. Üç günde çalışmayı bitiriyor. Hüseyin Bilgin adındaki bu sanatçımızın ağzından dinledim: “Tabureyi eksiksiz çok güzel çizmiştim. Her şey oranları ve ışığı, gölgesi yerli yerindeydi” dedi. Fritz Winter’e gösterdiğinde F.Winter şu sözü söylemiş: “Ben senden fotoğrafa benzeyen bir çalışma istemedim. Nerede bunun dördüncü boyutu?” Hüseyin bilgin o zaman uyanmış ve her şeye sıfırdan başlar gibi başlamış. Sonunda da Fritz Winter’in asistanı olmuş. Bir süre sonra ülkesine dönerek atanacağı okullarda öğrencilerine yardım etme duygusu ağır basmış. “Dön de bir de seni Türkiye’de görelim” demeye gerek yok. Dönmüş ve Türkiye onun bugüne dek sanat yaptığını görmüş. Seksen beş yaşında. Her gün durmadan çalışmalarını sürdüren alçakgönüllü büyük bir sanatçımızdır.  “Sanat alçakgönüllülük ister” diye hep söylerim. O da öyle bir sanatçı. Ülkemizde gerçek anlamda böyle bir sanatçının müzesi açılmalıydı. Neden bu değerdeki sanatçıya bunu yapmıyor? Bu sanatçıyı onurlandırır ama bunun ötesindeki gerçekse insanlık açısından çok önemli. Böyle bir sanatçının çalışmalarından ülkemizdeki insanların yoksun bırakılmaması gerekiyor. Cazgırlık yapılmazsa ülkemiz çabuk unutmaya eğilimlidir. Türkiye’ye dönen olsa da, yapan yapıyor olsa da ülke onlar için parmağını oynatmıyor. Yapamayan sanatçılar değil, ülkenin kendisi yapmıyor. O bir idealistti, döndü ve sanatını yaptı. Bu anlamda ben de kendimden kuşku duymam. Tek başıma olsam da yapabildiğimi kanıtlayanlardanım. Ben Türkiye’de ülke olanaklarının çok cılız olduğu yılları yaşadım ve sanatsal çalışmalarımı yaptım. Bunu biraz açmak istiyorum: Konforlu koltuk konusunun da ne olduğunu açıkladım. O koltuk ölümüne sanat yaparak elde edilmiş sanat koltuğudur. Konforsuz. Bir de bunun Türkiye yakası var. Otuz iki yaşıma dek Türkiye’de yaşadım, on dört yıllık öğretmenliğim var ve sanat yaptım. Hem de sanat konusunda Türkiye’nin çok daha elverişsiz olduğu ve bugünkü teknolojiden uzak yaşandığı yıllardı. Buna en ağır yıkıcılık da 1980 öncesi yaşanan terörle, acılarla dolu olan - ölüm kalım boyutundaki iç savaştı. Terör, iç savaş kimliğine bürünmüştü. Her şey, insanı canından bezdirtecek günler yaşanıyordu. Televizyon yeni yeni başlamıştı. Siyah-beyazdı yayınlar. Günümüzün çok ama çok olanaklar sunan internet gibi bir gelişimin yararlılıklarından yararlanamadığımız o günlerde dünyadaki sanat gelişimleri ve atılımlarını izleyemezdik. Beyoğlu ve Şişli’de birer kitapçı vardı. Bunlar yabancı sanatçılardan katalog getirtir, satarlardı. Oralara uğrardık. Katalog da satın alamadık, bakardık. Bunun üstüne üstlük, yıllarca süren terörle can derdine de düştük. Sanat kim, ben kim, sanatçılarımız kim? Her şey altüst oldu. O zamanki olumsuzlukların bir yanı doğal bir nedene dayanırken can derdine düşmemiz bir yıkımdı. Sanat gündemden tümüyle düşmüştü. Evden çıkınca geri dönüp dönmeyeceğimiz belli değildi. Çıkmasak da olmuyordu. Kelle koltukta yaşanılan günlerdi. Sanata ilişkin kafamda oluşan sorular boşlukta kalmıştı. Herkes can derdindeyken kiminle sanat konuşup kime sanata ilişin sorular soracaksın?


“Sanat yapmak benim neyime” diye sürekli söylenip duruyordum. Ben söylendikçe sanatsal çalışmalar, sanattan başımı kaldırmaya engel oluyordu. Boş bulduğum anların tümünü sanatla doldurdum. İkinci Dünya Savaşında sanatçıların ölüme neden meydan okuduklarını o zaman anladım. Dünyanın bir ucunda bir başıma bir adada kalsam yine de sanat yapabileceğimi çok iyi anladım. Savaşlarda ve ülkemin içinde bulunduğu can pazarında sanatsal çalışmalar yapılıyorsa ıssız bir adada da sanat yapılabilirdi. Afrika ülkelerinden çıkan sanatçıların dünyasını da kolay anlayabiliyordum. Ben her zaman onları yürekten kutlarım. Sanat yapıp yapılamadığı konusunda Türkiye bana hafif kalıyor. Çünkü ülkemiz kendi değerlerini, güvenini, toplumsal dengeleri, yitirmiş, kişiliğini ve varlığını sorgular duruma gelmiştir. Sanat kesinlikle ciddiye aldığı bir çalışma alanı olmaktan uzaklaştırılmıştır. Türkiye’ye her gidişimde sürekli artan olumsuzluklarla karşılaşıyorum ama sanat çalışmalarımı da yapıyorum. Ölüm kalım derdinde neysem bugün de oyum.


Türkiye’deyken benim sözü edilen o konforlu koltuğum vardı. Bugün Almanya’da sanatsal çalışmalarımdaki gücüm neyse o zamanda öyleydi. Aradaki fark şuydu, Türkiye sanat açısından bana sanat koltuğumun olmadığı gözüyle bakıyordu. Çağdaş ve evrensel sanatta hiçbir yeri olmayanlar değerlendirmede söz hakkı elde etmişlerdi. Bugüne dek bu anlayış sürüp gitmekte ve sanat anlayışımız cıvıklıklar içinde yüzmekte. O günün koşullarında var olan sanat koltuğumun değerini anlayan ve belirleyen gerçekten yoktu. Bence önemli olan sanat koltuklarından birinde oturmuş olmaktı.  O zamanki sorun şuydu, Avrupa’da sanat yapan Türkiye’de de sanat yapabilir. Bu konuda bir sorun yoktu. Önemli olan Türkiye’den gidip Avrupa’da sanat yapabilmekti. Sanat diye köşeleri kaparak değerlendirmelerde söz sahibi olanlar Kapıkule’den dışarı çıkamıyorlardı. “Neden Kapıkule’den çıkamıyoruz” sorusu sık sık sorulurdu. Avrupa’da burslu okuyup ülkeye dönenlerde de özgün bir sanat oluşumu yoktu. Avrupa’da sanat yapmaya kalkışmak gerçekten çok büyük bir sorundu. Verdiğim örneklerse tam anlamıyla umutsuzlukla doluyordu. Burada önemli olan Türkiye’de değil Avrupa’da sanat yapabilmekti. Üstelik olanakları sayılamayacak denli çöktü. Oysa ben tam anlamıyla yapayalnız kalmıştım. Çok doğru bir sanat düşüncesiyle özgün çalışmalarımı sürdürdüğümü düşünmekteydim. Sonuçta onlar da yapayalnızlardı. Ne anlayan vardı ne de anlamaya çalışan. Buna bir çözüm gerekiyordu. Öylesine sıkışık bir durumda olup kendine güvenmek gerçekten olanaksızdı. Önce kendime olan güveni yitirmemeliydim. Avrupa’ya burslu gidip dönenler arasında öylesine gülünç, öylesine temelsiz ve öylesine tutarsızlarla karşılaştım ki iyice canım sıkıldı. Çalışmalarımın yerini ve sanattaki özgünlüğünü arıyordum. Kafamda bir sanat koltuğunun var olup olmadığını bile usuma getiremiyordum. Burada anlatmak istemiyorum gerçekten. Her yönden kendimi ta derinlerine dek verdiğim çalışmalardı. Özgünleşmiş ve olgunlaşmışlardı diye düşünsem de buna bu noktayı koyacak bir güç olmalıydı. Ben kendi başıma bir nokta koymak istemiyordum. Çalışmaların ilk dönemlerinde Hüseyin Bilgin’le tanıştım, dost oldum. Almanya’dan yeni dönmüştü. Bugüne dek bu dostluk bitmedi. Resimlerimi gördüğünde bana, “bu çalışmalarını sürdür ve bıkmadan çoğalt” diyen insandır. Özgünlüğümü de onaylayandır. Beni düşüncelerimde doğrulayıp, eğilip kırılmama engel olmuştur. Franz Winter’den dördüncü boyutu öğrenen insan. Türkiye’ye gittiğimde onu görmeye giderim ve sanat söyleşilerimiz çoktur. Kırk yıldır Almanya’dayım ve birbirimizle anlaşmazlığa düşmedik.


Sanattaki tasalı, düşünceli, ne olup bittiğini anlamaya çalıştığım günlerimin aydınlık insanı Hüseyin Bilgin olmuştur. Bir de benim sanat öğretmenim vardı ve o da bu konuda olumlu görüşlerini bildirmişti. Öğretmenim olan değerli ve güzel insan Selahattin Taran’ın desteği önemli bir güvenceydi. Selahattin Taran da ülkemizde değeri bilinmeyerek yalnızlığa itilen üstün derecede öğreticiliği olan bir öğretmendi, aynı zamanda. Onun beğenisine bir, iki kişi daha katılsaydı ne iyi olurdu. Bunu da gerçekleştiren Hüseyin Bilgin oldu. Gerçekten de çok çalıştım. 1980 yılının Haziran ayında Türkiye’den ayrılarak dilini hiç bilmediğim Almanya’ya geldim. Türkiye’deki çalışmalarımın üçünü çok ciddi bir devlet kurumu kendi müzesine kattı. Resimlerimi Käthe Kollwitz, Ernst Barlach’ın ve diğer ünlü sanatçıların çalışmalarıyla bir arada görünce Türkiye’de var olan sanat koltuğumun benden esirgendiği duygusunun acısını yaşadım. O resimlerimi bu sanatçılarla birlikte böyle duygularla görmek neredeyse beni hıçkırıklarla ağlatacaktı. Kendini sanatta söz sahibi sanıp da sanatta hiçbir şey olmamayı yetkilerle donatanların o benim, yılgın, inatçı, gerçekleri arayan, ölümüne sanat yapmaya çalışarak ortaya koyan tüm emeklerimin nasıl yok ettiklerini anladım. Konforlu da olsun istemedim. Benim sanat koltuğum çürük de olsa olurdu. Bugüne dek durumda bir değişiklik yok. Sanat koltuğum Almanya’da var, Türkiye’de yok. Ben sanatta olunması gereken ve yaptıklarımın değerinin bilindiği gerçek bir sanat dünyasındayım. Bu bana yeter… Bu tür söylenmelerim neden mi? Hak yemelere aldırmıyorum, kızmıyorum, hele hele kin hiç duymuyorum. Ne düşmanlığım, ne kıskançlığım ne nefretim ne de herhangi birini ya da kişileri engellediğim de yok. İsteyene elimden gelen yardımları, ülkede sanat var olsun, yaşasın diye her zaman yaptım. Olsun, Türkiye’deyken itilip kakılma gibi, görmemezlikler, yok saymalar da olsun. Hiç ama hiç gücenmiyorum. Tek gücendiğim şey ülkemin insanlarının çalışmalarımdan ve gerçek anlamda sanattan yoksun bırakılması. Sanat diye olmadık çirkin ve çiğ şeylerin sanat yerine konularak ülkedeki sanat severlere kakalanmasıdır. 


Sanat açısından Türkiye kendi kurallarını sanatın uzağında bir yere koymuş. Her zaman bunları anlatmaya çalışıyorum. Onlar bana kızıyor, öfkeleniyor, düşmanlık besliyor ve kinleniyorlar. Türkiye’yi kötülüyormuşum! Nasıl bir ilgi kurulduğunu anlamadığım için şizofrenlerin kafası olarak düşünüyorum ve üzülüyorum. Bunlar bana aba altından sopa gösterir gibi, “bu kadar konuşuyorsun ama neden Türkiye’ye dönmüyorsun” diyorlar. Dön de senin icabına bakalım gibi incelikli bir davet. Bunlar kimseyi korkutmaz. Türkiye’ye dön, Türkiye’ye ne zaman döneceksin” diyenler hiç de iyi niyetli görünmüyorlar. Ayağımı bastığım sağlam yerde sanat konusunda düzelmesini istediğim şeyleri işitince sanatta ne derece geri olduklarını sindiremeyip ayağımın kaymasını istiyorlar. Ben Türkiye’de de olsam sanattan ayağım kaymaz. Kimse yüzüme bakmayacak, ilgilenmeyecek ve beni yok sayarak silmeye çalışacaklardır. Sanat yapmayı kesinlikle engelleyeceklerdir. Yaşamı ve çalışmaları boşa geçen bir zamanın içine alacaklardır. Bana hazırladıkları ortam bu. Tehlikeyi önceden görünce insan kendini buna göre ayarlayabiliyor. Ben de öyle yapıyorum. Türkiye’de bal gibi sanat yapılır ve ben de yapıyorum. Bu bir kahramanlık da değil. 


Soruyu sorup da Türkiye’de sanat yapmamı isteyen kişinin niyetinin kötü olduğunu düşünmüyorum. Önce de belirttiğim gibi Türkye’de sanat yapmanın ne denli güç olduğunu anlatmak istediğini çıkarıyorum. Bu konuda da çok haklı. Her ne denli teknolojik olarak dışarıya açılım benim zamanımdaki gibi iki kitapçıya bağlı olmasa da sanat eğitimi çok düşük. Alıcı sayısı az, okul bitirenlerin sayısı her yıl neredeyse bine yaklaşıyor. Sanat yapsan yine anlayan yok. Satıp da sanat yapmak için karnını doyuracak bir iş yok. Herkes oradan buradan, çakma, sahte, alıntı ve kopyayla sanat oyunu oynuyor. Adamını ve galeriyi buluyor, sanat olmadan sanatçı olarak adlandırılıyor. Korkunç bir durum. Ben bu bozulmuşluğu ve gençlerin acılarla dolu olduğunu biliyorum. Her zaman nasıl yardımcı olurum diye de yardımcı olmaya çalışırım. Soruyu soran bana Türkiye’de sanata katkıda bulunacağım bir organizasyon önerebilir mi? Bir projesi var mı? Sanatın gerçeğini kendi yerine yerleştirmemiz için neler önerebilir? Ben Türkiye’de 1966' da öğretmenliğe başladım. 1980 öncesi sanat yaptığım yıllarda aynı zamanda öğretmendim ve sanat yapabildiğimi kanıtlayan, daha sonra da Kaz Dağları'na dek giden biriyim. Son yıllarda yaz aylarında Türkiye’de, kış aylarında sanat yapıyorum. Bir de Türkiye’dekiler buyursun, Almanya’da sanat yapsın! 


Kinle sanat olur mu? 


Ne kinle sanat olur ne de iftirayla. Kin sanatın temeline ve insanlık anlayışına tümüyle aykırıdır. İnsan varsa sanat vardır. İnsanı yüceltmek varsa sanat vardır. Yaşam varsa sanat yaşamdan yanadır. Sanat insan ve her canlının yaşamasından ve en yüksek değerlerdeki güzelliklerden yandır. Yaşamı ve insanı güzelleştirir. İçinde çirkinlik ve kötülük taşıyan her şeyi kendinden uzaklaştırır. Kin de bu çirkinliklerden biridir.


Salt kin değil; her türlü iftira, yalan, dolan, aldatma, aşağılama, nefret, düşmanlık, gözü götürmezlik, karalamak, başarıları sindirememek, kıskanmak da değildir. Van Gogh’un kardeşine gönderdiği mektuplardan derlenmiş “Teo’ya Mektuplar”  adlı kitabı okuyun. Orada insanlık, sevgi ve dayanışmadan, bir de Van Gogh’un derin acılarından başka bir şey bulamazsınız. Sanatsal duyarlık iyilerle kötülüklerin çelişkisinden uzak durur. Ya iyidir ve güzeldir, ya da iyidir ve güzeldir… Temiz suların en temizi, çiçeklerin en güzeli, renklerin en uyumlu birliği, kokuların en etkileyici olanı, insanın her türlü kötülükten arınmışlığını ister. Bu nedenle sanat, insanın insana bağışladığı en yüce değerdir. 


Kötülüklere ve kötülük yapanlara baktığımızda her şeyi olağanüstü çarpıtacak denli ustalaşmışlardır. Bir sözcük söyle seni idama götürsünler! Kimin ne denli yalan ve dolana başvurduğunu bilemeyiz. Bildiğimiz ve bilmemiz gereken en önemli nokta sanatın olduğu yerde kin de yoktur, nefret gibi kötü şeyler de yoktur. 


İyilik ve güzellikten anlamayan, anlamak istemeyenler her türlü kötüleme yoluna gider. Sanat dünyasında sanatta başarı gösteremeyenler başarılı olanları sürekli karalarlar. Böylesi iğrençlikleri yaşamayan sanatçı yoktur. İyiye iyi, kötüye de kötü denilmesi yanlış değildir. Sanatçı da doğru olanı söylemeye çalışır. Ülkemiz her zaman söylediğim gibi hiçbir zaman sanatı yaşayamadı. Dünya sanatçısı dediğimiz sanatçılarımızın da sayısı az. Bu nedenle öne çıkmak için çirkeflikten uzak dururlar. Bunu bilen çirkef yapılı olup da sanata soyunmaya kalkanlar öne çıkmak için her yolu denerler. Böylelerinin de sanatçı olmayı başardığı görülmemiştir. Sanatın yolu salt sanattır. Kin, nefret, iftira, çamur atmak gibi ikinci bir yolu yoktur. 


Sanat kinle ölür…
    
-Fatih BALCI' NIN Soruları: Sanatın değişmez bir doğasının olduğunu ve bunun evrenselliğine inandığınızı düşünüyorum. Bu doğru mu?

Sanatın on binlerce yıldan bu yana izini sürdüğümüz zaman bugüne gelişini engelleyen hiçbir gücün olmadığı görülür. Öncelikle sanatın dogal özelligi ne demektir diye de düşünelim: İnsan varsa sanat vardır. Özü insandır. Sanatın ortaya çıkması ve varlığını sürdürmesi insanın var olmasına bağlıdır. İnsan yoksa sanat da yoktur. Bu açıdan bakınca sanatın doğası yerine insanın doğasında sanatın olduğunu görmekteyiz. Ayrıca sanatın değişmez doğası diye düşündüğümüzde değişmezliğin sanata aykırı olduğu apacık bir gerçektir. Sanattaki değişmezlik, sanatın özünü oluşturan temel yapıdan kaynaklanıyor. Böyle bir yapı nedeniyle sanat onun bunun elinde oyuncak olma tehlikesi içine düşmüyor. Böyle olmasa sanatı rayından çıkarmaya kalkanlardan kurtulamayız. O yapının özelliklerini taşıyan raylar üzerinde yol almadıkça yapılanlar sanat niteliği taşımaz. Sanatın oluşması için değişmez diyeceğimiz belli değerler vardır. Bunlardır evrenselliğin yaratım değerleri. Bir sanatçı ne denli benzersiz yapıtlar ortaya koyarsa koysun sanatın özününden uzaklaşmaz. Uzaklaşısa uydurukculuğa kaçmış olur. Bu bağlamda sanatsal değerlerle evrensellik kopmaz bir parcadır. Bu değerler bizim sanat niteliği olanla olmayanı anlamamızı sağlar.

Tüm bu değerler on binlerce yıldır yoğrularak günümüze dek gelmiştir. Temelinde insan olmanın değerlerini taşıyan duyarlılıkların dışına çıkmayan sanatsal yapıtlar insanın kendisinden kaynaklanan anlatım biçimleriyle sürekli anlatım varsıllığına dönüşür. Anlatılmak istenenler değişmiyor, çeşitlenerek varsıllaşıyor. İnsan dugu ve duyarlılığının kaynaklık ettiği yeni biçimlere, renklere, çizgi ve yapılara dönüşüyor. İnsan da değişim içinde sürekli bir evrim yaşadığı için günümüzdeki istemleri de değişime uğruyor. Öyle şeyler var ki onlar insanın temel duygularının insanı insan yapan yapı güzelliğidir. Üzülmek, sevinmek, sevmek, kin, nefret gibi karşılıklı duygular yapımızın temel duygularındandır. Kimilerinde güçlü, kimilerindeyse zayıf olabilir. Sanatçılardaysa daha güçlü ve daha derindir.

İnsanlığın yaşadığı çok büyük sorunlar da var. Duygulara sonradan eklenen bu duygular korku dediğimiz bir kaynakla bağlantılıdır. Özellikle ölüm ve ölüm ötesine ilişkin somutluktan soyutluğa varan kutsallaştırılmış değerler olarak eklenen duygulardır. İlk insanlarda kutsallıkla ilgili hiçbir değer ve duygu yoktu. Ortaya sonradan korkuyla ortaya çıkan yapay bir duygu. Bu uğurda hem ölümden korkar hem de bu uğurda seve seve ölür, öldürür. Anlaşılmaz bir duygu türü. Kökeninde derin ve etkili bir ölüm korkusu yatar. Belli bir öncelikten başlayarak günümüze dek gelen kutsallaştırılmış duygular insanların temel duygularından da güçlü bir duruma gelebiliyor. Değişmezlik dediğimiz şey bu nedenle bir uyum sağlamıyor. Her seyi gerçek anlamda yerli yerine oturtan sanattır. Yapay olanı değil özünde ve temelinde olanı barındırır. Bu da insanı gerçek anlamda kendi doğasıyla güzelleştiren bir evrenselliktir.

-Bir üslubunuz var mı? Çünkü sizin değişik dönemlerde çok farklı formlarda ya da tekniklerde çalışmalar yaptığınızı görüyorum. Herhangi bir sabit noktanız yok gibi görünüyor. Sanatçıların bir üslubu olduğuna ilişkin görüşe verilecek cevabınız nedir?

Kendi açımdan var da diyebilirim, yok da... Grafik çalışmalarımda gerçek anlamda sağlam bir biçemin oluşmuşluğu var. Biçemsiz kalmadım ama bana yetmedi. Tek bir yönde çalışmayı sürdürmek bende eksiklik duygusu yarattı. Bir yere saplanıp devinimsiz kalmak, değirmen taşı yada dolap beygiri gibi hep aynı yerde dolaşmak tekdüzeliği yarattı. Kendimi öyle bir sınırlama içinde biri olarak görmek, istemediğim bir anlayışta kalmaya zorlama etkisi yarattı. Her an bunları yapmaya hazır olmayı yaşamın diğer alanlarından ve değerlerinden kopmuş olarak algıladım. Kendime özgü ne varsa daha başka değişimleri de o doğruluktaki yaratımlarla gerçekleştirmek istedim. Sanat açısından ne derece doğru olup olamayacağının hiçbir örnegiyle de karşılaşmadım. Kutsallaştırılmış duygular gibi biçem konusundaki zorlama anlatım olanaklarının sonsuz özgürlüğünün yolunu kesiyordu, bence. Sanat kişinin kendini sınırlaması anlamında bir anlatım yolu da değildi. Salt özellik değil, özellikler denilen değişik daha birçok duyarlılıkları da taşıdığımızın gerçeğini yaşıyoruz. İnsan beyninin sağ ve sol yanını bağlayan üç yüz bin sinirin olduğu belirtiliyor. Öylesine gizemliliklerle dolu bağlantıları bir biçemde kalmaya zorlamak bu doğal yapıya da aykırı düşüyor. Beni de böyle düşünmeye iten iki beyin lobu arasındaki sinir bağlantılarının olması çok doğal. Herkes bir biçemdir tutturuyor ama Avrupa' da neler oluyor, bilemiyoruz ki. Sanatın kapsamı içerisinde doğru düşündüğüm bu soruların yanıtı da doğruydu. Ülkemizdeyse buna açık bir anlayışı ortaya koymaya kalkışmak bir tabuyu yıkmak gibiydi. Kendimi ortada yapayalnız kalmış gördüm. Picasso o yıllarda yaşıyordu ama tek bir biçemde kaldığını da görmedik. Biçem konusundaki yanıtı Picasso veriyordu. Picasso' yu bir bütün olarak değerlendirme olanaklarımız da yoktu. Kitaplardan parça pörçük görerek doğru değerlendirebilme kaynaklarımız yoktu. 1960' lar ve 70' li yıllarından söz ediyorum. Avrupalı durumu biliyordu, kuşkusuz. Nasıl biliyordusunu da bilemiyorduk. Ülkenin sanat eğitimindeki ve sanattaki durumu buydu...

Biçem konusunda çeşitlenmeyi sorup öğreneceğimiz bir yer, bir kurum da yoktu. En çok öne çıkan İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi gerçekten yetersizdi. Çağdaşlokta nal topluyor ve geriden, geriden yol alıyordu. Sorsam alacağım yanıtı biliyordum: ''Kişilik bozulması”, deyip işin içinden sıyrılacaklar. Bizde biçem demek bir kişilik demekti. Değişik biçemlere yönelen birine: ''Senin kişiliğin ne, kaç kişiliğin var” diyerek yapılanların saçma olduğunu söyleyeceklerdi. Yeni biçemlerin kişilik açısından doğru gözle görülmediği bir yerde, üstelik de İstanbul' da... Güzel Sanatlar Akademisi tek biçemlilik konusunda bastıan bir anlayıştaydı. Deli dana durumuna da düşme tehlikesi çok büyüktü. ''Böyle tek biçemde kalmak mı bendim, yoksa çok biçemlik mi bendim” sorusu sıkıştırıyordu. Yanıtı benim açımdan kolaydı: Sanatsal bir çalışma varsa, sanat neyse sen oydun. Bunu hiç kimseye anlatamazsın. Bu kez de: “Sen kimsin, nesin, kendini bir şey mi sanıyorsun” dışlamasıyla karşılaşılacaktı. Bunlara BULAŞMAMAK gerekiyordu. Sanat eğitimi yaptığım yıllarda tam anlamıyla biçemin zorunluluğunun gerektiği dayatılmaktaydı. Ne acı ve ne yazık ki içinde bulunduğumuz 2020 yılına geldik bu dayatma en yoz biçimde varlığını sürdürmekte. Biz de bir türlü dünya sanatı içinde hiçbir biçimde yer alamamayı başarmış durumdayız. Bir biçem oluşturmak içindi tüm çalışmalar, bir biçem oluşturmak için bu çabalar bugüne dek sürdürülüyor. Ağzımızın payını da cağdaş ve evrensel sanat veriyor. Biçem tutuculuğu bugüne dek hiçbir esnekliğe yer vermeden sürdürüldüğü bir yerde ben 1970' lerde buna karşı olduğumu açıkladığımda ağır suçlamalarla karşı karşıya kalacaktım. Buna karşı çeşitli denemeleri sürdürerek kendimi kendi gündemimde tuttum.

Öğrencilik dönemimde ve daha sonrasında dünya sanatçılarını kitaplardan tanırken ilk önce biçemlerini anlamaya ağırlık verirdik. Bir anlamda biçeme koşullandırılmıştık. Olanaklarımız kısıtlı ve güncel dünya sanatıyla iyi bir bağlantımız var sayılmazdı. Bizim temel bilgi adı altında öğrendiğimiz bizden elli altmiş yıl önce yaşayan sanatçılardı. En güncel onlarmış gibi gelirdi. Doğrusu bir biçem oluşturmakta gerçek anlamda çok çalışmak gerekiyordu. Sonunda Selahattin Taran' a sormak istedim. Kovulmayı göze aldım, sordum. Bunun olabileceğini ve örneklerini Picasso' da görebileceğimi belirtti. “O, Picasso ama sen başarabilir misin, bilemem” dedi. En azından biçem konusundaki düşüncem sağlam bir kaynağa dayanıyordu. Bu açıklama yolumu açtı. Selahattin Taran, Türkiye' de tek kalmış bir insan olarak sanatta doğruların insanıydı çünkü bugüne dek açıklamalarında bir yanlışla karşılaşmadım. Tamam, olabilirmiş... Önümde aşılması gereken Picasso duruyordu. Engel çok büyük ve Picasso' nun oraya nasıl geldiğini bilmek gerek. Bunu başarmanın bir yolu olmalıydı. Sanata ilişkin daha bir yığın sorular da oluşmaya başladı. Sanat diye bir yenilik yaptığında aşırılık ve delilik olarak görülen yıllardı. Aşırılık yaparsın ama Türkiye' de korkunç bir duruma da düşersin. Düziçi İlkögretmen Okulu' ndaki yıllarımda bir öğrenci tek tekerlekli bisiklet yapmak istedi. İş dersi öğretmeni izin vermedi. Öğrenci bakanlığa yazdı ve izin çıktı. Haftalarca çalıştı. Ne derece iyi yada kötü, o zaman anlamak olanaklı değildi. İş dersi öğretmeni sonucu beğenmedi. Ne denli doğru yapılırsa yapılsın iş dersi ögretmeninin kafasına tek tekerlekli bisiklet hiç yatmamıştı. Bu nedenle sonucu da beğenmedi. O öğrencinin yediği dayağı bir eşek yememiştir. Öğrencinin adını da unutmadım: MEHMET ALGAN. Daha sonra İstanbul Ilköğretmen okulu Resim Semineri Bölümü için okuldan ayrılıp İstanbul' a gittim. Mehmet Algan' a ne oldu bilemiyorum. Bildiğim tek şey bir daha böyle şeylerle uğraşmadığı. Oysa başkaları tek tekerlekli bisiklet bir güzel var etti. Tutarlı olan bir seyin tutarlı olduğunu kimse anlamaz, yerin dibine batırılırsın. Ben de Mehmet Algan gibi sanattan uzaklaşır mıydım, bilemiyorum. Sonuçta ben bir biçem oluşturamayan beceriksiz olurdum. Oluşturduğum biçemin de yüzüne bakan hiç kimse olmazdı. Yanlış zamanda mı doğdum, yanlış yerde mi doğdum? Yakınmanın anlamı yok. Doğdum bir kez. Calışmalarımın sonuçlarından yakınacağım hiçbir şey yok. Bizimkiler bugüne dek bakmıyor, görmüyor ama Avrupa müzesine ve koleksiyonlarına alınıyor çalışmalarım. Bir kez bakıp görseler hemen “bunlarda bicem oluşmamış gibi her biri bir telden çalıyor.” diyeceklerdir, kesin. Atı alan Üsküdar' ı geçmiş, onlar suyun kıyısında, okyanus sığlaşır da başka anakaraya geçebilir miyiz diye düşünüyorlar Anlayamamanın bugünlere gelmesi sanat açısından ne denli çöküntü içinde olduğumuzu bundan daha iyi açıklamak olanaksız.

İşin kolayına kaçmak mı kaçmamak mı bilemiyorum. İlle de bir biçemin olması mı gerekiyor, sorusunu kendime sorduktan sonra başıma gelmeyenler kalmayabilir. Benim kafa işin olacağına yatıyor yatmasına da kime anlatacağım derdimi! Uyduruk bir yığın çalışma diye gülüp geçilir. Türkiye' nin içinde bulunduğu durum zincirleri kırmayı engelliyor. Grafikte bir biçem bulmaya buldum da, bunu da anlamamaları beni daha çok yüreklendirdi. Yanlış yerde ve yanlış kişilerleydim. İşte o zaman kendi açımdan uyutulmalar son buldu. Bunların derdinin sanat değil, herkesi uyutmak olduğunu biçem sorunu nedeniyle erken anladım. ''Hep bunları mı yapacağım” sorusunu düşünmek yerine nelerin gerçekleştirilebileceğine yönelmek gerekiyordu. Bugün de değişen bir şey yok. Nerede bir tabulaşmayla karşılaşsam hemen sorgulamaya alırım. Biçem sorgulamasında çok yönlülüğün zaman içerisinde filizleneceğinde kaldım. Zorlamaya gelmezdi. Nasılsa elimde bir eskiz defteri vardı. Oradaki ceşitlenmelere düşünceyle değil, kendiliğinden oluşan denemelerdi. Önemli olan bir oluşum sürecinin yaşanmasıydı.

Beni daha başka yönlere itenin de ne olduğunu anlayamıyorum ki... Yaşım yirmi beş o zaman. Egon Schiele yirmi yedi yaşında ölmüş ve ben kendimi daha da yenileme konusunda zorlanıyorum. Yaşadığım coğrafyanın sanatta bulunduğu koşulların etkileri yadsınamaz. Yanıt arayıncaya dek grafik çalışmalarını yapmayı sürdürdüm. Nasılsa ortada bir biçem var, biçem sorunu öyle yada böyle çözülmüş. Grafik çalışmalarıyla öylece kalakaldım. Yeniliklere varabilmek için yeniliklerin de bir ölçüde yasanması gerekir. Bulunduğum yer buna olanak vermiyordu. Olanaksızlıkları da bir türlü sindiremiyordum. Bende bu sindirimsizliği yaratan 1969 - 72' yılları arasındaki öğrenciliğimdeki eskiz defterimdi. O denli yaratıcı çalışmalar var ki, bunları yapan olarak ve yaparken de kendimden bir parça gibi yaptım. O defteri yok etseydim olurdu aslında. Yeni biçem sorularından kurtulurdum. Rahatıma bakardım. Bu da hiçbir zaman doğru olmayacaktı çünkü sanatın beni rahat bırakmayacağından kurtulamazdım. O yapılanlar yok edilse de yok olmayacaktı. Ben neler yaptığımı biliyordum. Bu sorunu eninde sonunda çözmeliydim.

İlk önce yeni biçem sorununun bize öğretildiği gibi bir kişilik bozukluğu olmadığını kesinlikle çözdüm. Selahattin Taran, ''olabilir” dediğinde bir çözüm vardı. Çünkü o her zaman haklı çıkmıştı. Bugün de haklılığı konusunda aynı görüşteyim... Bu açıdan bakınca Picasso gibi ya da başka çözenler de var mıdır, sorusunu canlı tuttum. Kendime göre çözme düşüncesini sürekli gözlemlemelerle gündemimden uzaklaştırmadım. En sonunda Türkiye' de değil, Almanya' da çözdüm. Yeniliklerle ilgili bir süre bir yaşanmışlık olmalı diye yürüttüğüm uslamlama benim açımdan doğru çıktı.

Türkiye' deyken grafik çalışmalarımı bilenler yeni yaptıklarıma bakınca “bu ne” diye bir delinin işleri olarak görecekleri kesindi. Artık Türkiye' de değildim. Olur mu olmaz mı sorunu bitmişti. Neler olup bittiğini aç gözlerle görmeye çalıştım. Bu gözlerin doğru birikimlerinin de olması gerekiyordu. Türkiye' deki birikimlerim başkalarının saçmalıklarına aldırmamamdan kaynaklanıyordu. Bu nedenle benimle ilgili ters ve kendisiyle anlaşmanın zor olduğu düşünülürdü. Benim de saçmalıklara zamanım yoktu.

Değişimler kendiliğinden sanatın temel çizgisine bağlı olarak ortaya çıktı. Grafik çalışmalarında sürekli iç yapıya yönelik öze inen çalışmaların beni içe dönük, kapalı bir biçem kutusuna zorladığını duyumsadım. Türkiye' deki biçem konusunun derdi de anlaşıldı. Almanya' da hiç kimsenin biçem sorunu ve derdi yoktu. Büyük bir coşku ve özgürlük vardı. Özellikle Kavramsal Sanat bu özgürlüğü alabildiğine duyguların yaratıcı coşkusuna bırakmıştı. En başta Gerhardt Richter ve Tony Cragg, biçem saplantısından uzaktı. Picasso' dan sonra nasıl yapılabilir derken buna Joseph Beuys eklenmişti. Tam anlamıyla çağdaş ve evrensel sanatın en uç noktalarının yaşandığı yere gelmiştim. O zaman eskiz defterimin değerinin gerçeğini anlamıştım. Başlangıcın çok iyi noktasını yakalamış olduğunu daha iyi anladım. Bunun arkasını getirmek için yol almamıştım. Türkiye' de kim anlayacakti? Yaptıklarımın ölçümünü de yapma olanağım yoktu. Türkiye' deki çalışmalarımı anlayıp beğenen tek kişi Selahattin Taran' dı. Haklı bir uyarıdada bulunmuştu. ''Bunların seni uydurukluğa götürme tehlikesi var. Çünkü bu tür çalışmaların önünü açan bir ülkede değilsin.” demişti. Çok yerinde bir taş atmış...

Türkiye' de usta denilenler de sanat konusunda ne özgünlükleri ne de sanatçılıkları vardı. Önlerine çıkan değerleri çok kolay harcamak duyunçlarına dokunmazdı. Henüz grafik çalışmalarımı da anlamış değillerdi. Bana göreyse anlamak istemediler. En azından elimde yerine oturmuş grafik çalışmaları vardı. Bu bir rahatlıktı. Ömür boyu yaparsın ve kimse de biçem yok diye eleştirmez. Kendimdeyse böyle olmuyordu. Bu nedenle benim açımdan görünüş hiç de parlak değildi. Buna karşı yapacak hiçbir şeyim yoktu. Bir başına deli bir dana iste... Türkiye bu kadarcığını anlayabiliyor. Bir de buna yüksek okulda öğretmenliğim eklendi. Öğreticiliğim konusunda da kötü olmadığımı biliyordum. Sanat, yerinde durmanın gerileme olduğunu duyumsatıyordu. Bir yerde, bir noktada olmak bana yetmiyordu. Atılım adına yapacaklarım kötülenmeye bir başlarsa her şey alaşağı edilecekti. Kimlerce? Sanattan yoksun olup da büyük sanatçı diye adlandırılanlarca. Çünkü habire öğrencilerine biçem, biçem, espas, espas diye bastırmaktan yoruluyor görünüyorlardı. Oysa öğrenciler için bunlar tuzaktı. Öğrenciler beş, altı yıl içinde ülkedeki koşullarda biçem sorununun kolay çözemezlerdi. Öğreticilik de kolaylaşıyordu. Gel, git biçem ve espas ögret… Kompoziyonun ne olduğunu öğretmeye zaman mı bulamadılar nedir! Ögrenciler kompozisyonun ne olduğunu öğrenememişlerdi çünkü bu konuda sorduklarımı yeni işitmiş, söz ve gözlerle yanıtlıyorlardı. Günümüzde sanatta yaşadığımız kopyacılık, başkasına öykünme ve alıntıların nedeni geçmişteki bu tür olumsuzluktan kaynaklanmaktadır. Bu bilinmelidir.

Bugüne dek benim grafik çalışmalarımı görmezlikten gelmeleri içine düştüğümüz kıyamet alemetiydi. Almanya' ya gelmeseydim grafiklerin yüzüne bakan hiç kimse olmayacakmış. O yıllarda yaptığım grafik çalışmalarla bir de sergi açmıştım. Bugünkü nitelik neyse o günkü nitelik de öyleydi. Sanatsal özüyle yoğrulmuştu. Öyle bir zaman ve Türkiye sanatta öyle bir atılımm yapmaya kalkıştığı günlerdi ki bu çalışmaları gerçekten görmek ve anlamak istemedi. Atılıma yönelik çok önemli bir başlangıç olabilirdi. Olmadı ve atılım yerinde çakılı durdu. Almanya' daysa gerçek anlamda değerini bulan çalışmalar olarak beni onurlandırdı. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi' nden herkesin çok iyi bir insan bildiği bir ögretim üyesiyle özel görüşmem olmuştu. Bana söyledigi suydu: “Bu çalışmalarla seni ne anlarlar ne de anlamak isterler. Seni yok sayarlar. Sen en iyisi olanakların varsa yurt dışına gitmeye çalış...” dedi. O insanı büyük bir saygıyla anarım, her zaman. Bense yurt dışı kararımı çoktan vermiştim. Yerinde bir destek oldu, sözleri.

Bugüne dek bakmadıklarından ve anlayamadıklarından açıkça söylenenin doğruluğu anlaşılıyor. Ne yaparsan yap hiçbir şey yapmayanlaronın yanında ölü doğmuş birisisin. Biçem de kurtarmıyor ve hiçbir işe yaramıyordu. Çok büyük bir çelişki yaşanmaktaydı ve bugüne dek de yaşamayı sürdürmekte. Hem kendilerinin Almanya gibi Avrupa ülkelerinde kabul edilmiş, beğenilmiş olmalarını isterler hem de bu niteliği elde edenleri görmezlikten gelip kabul etmezler. Anlaşılmaz bir niteliksiz oyundu, oynadıkları. “Taş yerinde ağırdır” derler. Almanya bu bağlamda taşın ağırlığının olduğu yerdi. Grafik çalışmalarım da gerçek ağırlığını Almanya' da buldu. Gözüm dışarıya açılmadığı sürece kurtlar sofrasonde yem olmaktan ileri gidemeyeceğim açıkça ortaya çıkmıştı. İki ülke de çok zor ülkelerdi. Bizdeki kurtlar sofrasıydı. Almanya' daysa sanatı aslanın ağzından değil midesinden çekip çıkarmak gerekiyordu. Böylesine büyük devler sofrasıydı. Ne olup olmadığımı anlamadan ülkemde kendimi boşuna sürünüyor olarak görebilirdim. Şimdi bile anlayamadıklarına göre. Almanya Sezar' ın hakkını ve değerini verdi en azından... Bu biçem konusu beni nerelere sürükledi? Almanya' ya…

Ben grafiklerle kalmak istemedim. Eskiz defteri sürekli dürtü yaratıyordu. Her şey orada patlamaya hazır bekliyordu. Avrupa' da nelerin olup bittiğini de anlayamıyorduk. Kapıkule'nden çıkamıyoruz. Insan kişiliği sanat da olsa tekdüze değildir. Duygu ve duyarlılıklarımız, coskularımız da öyle. Sanat diye bunu biçem adı altında tekdüzelik kalıbına sokmak bana saçma geliyordu. Sanatın özü açısından da bir yere sığdıramıyordum. Ya ben sanatı ya da sanat beni anlamıyor gibi bir ikilem doğmaktaydı. Bir biçem üzerinde gerçek anlamda gerçek kişiliğiyle bağlı kalana bir diyeceğim yok. Bu bağlamda en çok değer verdiğim Bernardt Schultze var. O, biçemle çok etkili değişimler yaratan biriydi. Yerinde durmuyordu. Biçeme elbette karşı değildim. Tabulaştırılmasına karşıydım. Ben bir yerde durmaktan kaçıyordum. Almanya' ya gelmeden önce ülkenin yaşadığı terör ve ölümler duyguları alıp götürüyordu. Sürekli yeni anlatımlara dönüşüyordu. Binbir biçem bile bunları ortaya koymakta çok zorlanırdı. Içimden dünyanın her yanını sargı beziyle sarmak geçiyordu. Sandalyeleri, masaları öğütüp talaş yapmak istiyordum. Insanın insan gibi oturup kalkacak bir yerinin olmadığını duyumsatmak istiyordum. O zaman da yaptıklarım karşısında ''bunlar sanat mı" diyerek ölümlerden ölüm beğenmek kalıyordu. Bir ağacın çevresine yanmış insan bedeni yontulari dikmek istiyordum. Bu ve buna benzer beyinsel sınırları aşan çarpıntılar tek bir biçem anlayışıyla başarılamazdı. Bunlar kendi kişiligimizin birer parcasıydı. Kişilik bozukluğuyla ilgisi yoktu, kişinin yaratım varsıllığını yansıtıyordu. Ölen ölene, kalan kalana bir ortamda yaşamla ölüm arasında sıkışmış bir yokluk… Bu bile insanın biçemini değiştirmeye yetiyordu. Çarpım tablosunu bilmek, dört işlemde kalmak, üç - beş bilinmeyenli denklemleri, uzay boyutundaki hesaplamaları yapmaya yetmiyordu. Matematik de eksik kalıyor ve fizik de zorunluluk yaratıyor. Sanatın yerini hiçbir sey tutamaz, hiçbir sey de senin yerini tutamaz. Bu bağlamda kendi kendini tutmanın yaratıcılık açısından kendini dar bir alanda sıkıştırmaktan başka bir şey değildi. Kime anlatırsın derdini? Derman olacak kimse yok ki!...
Türkiye' de olduğum zamanlarda sanat konusunda yine biçem konusuna takılanlarla konuştuğumda bu konuda anamdan emdiğim sütün burnumdan geldiği apaçık ortadaydı. Düşündükce ne diyeceğimi bilemez duruma gelirim. Biçem özgürlüğünden söz edince kafadan anlamsız şeyler anlattığımı düşünenler oluyor. Oturupda burada yazdıklarımı anlatmak da olmuyor. Sonuçta boş konuşan biri olma tehlikesi doğabilir. Bir biçem için anası ağlayan, alnının damarı çatlayanların sürekli biçem değiştirenleri anlamakta güçlük çekecekleri, kiminin çok güçlük çekecegi, kiminin de hiç anlayamayacağı anlaşılmayan bir şey değil. Oysa o yıllarda sanat konusunda benim beynimin damarları zaten çatlaktı. Tek biçemcilik habire bu çatlaklara acı veriyordu. Doğruluğun neresinde olunduğunu bilmemek ağır bir sıkıntıydı. Biçem konusunda içimdeki yanardağı Türkiye' nin söndüremediğini de nasıl anlatayım? Her türlü zorluklara katlanmayı göze alarak parasız, pulsuz, güvencesiz Almanya gibi dilini hiç bilmediğim bir ülkeye geldigimin kimin yanında ne değeri olabilir ki! Gerçek anlamda sanatla sanatın mutluluğunu yaşamak, yaşadıklarımın boşa geçmediği mutluluğunu veriyor. Kaç kişi, ne anlar biçemimden?

Sanat dünyasının içine Köln Üniversitesi' ne bağlı yüksek sanat bölümüne öğrenci olarak girmem nelerin olup bittiğini anlamamda çok büyük bir kolaylık sağladı. Olur mu diye düşündüklerim her gün oluyor, olanlarla dolup taşıyordu. Deli, deliyi görünce sopasını saklarmış dedikleri gibi ben sopayı saklayan durumuna düştüm. Ortaya koyduğum bir çalışmaya bakanlar ''bunlar çoktan yapıldı” diyebilirlerdi. En iyisi bir süre izleyip sopayı gizlemekti. Birden bire, nereden nereye düştüm. Selahattin Taran' ın ''uydurukluğa düşme tehlikesi olabilir” dediği tehlikelerin aşıldığı bir yerdeydim. Uyarısı yerindeydi. Doğruda yapsam sorun çözülmeyecekti. Kör ister bir göz, ben buldum iki ela göz. Hiç kimse duygu ve duyarlılıklarındaki coskularında boşluk yaratmak istemiyordu. Ben artık dünya ekvator çizgisi üzerinde boydan boya bir köprü yapmak istediğimi dile getirebilirdim. Yapabilme olanağı olmasa da sanatsal açıdan aykırı bir duygu ve duyarlılık değildi. Buna benzer tasarımlarla bir dosya da oluştu. Ay' ı Dünya' ya bir iple bağlamak da bunların arasında… Sanat bize bu boyutlarda imgelemlere yol veriyor. Uygulama olanağı olmasa da sanatın neresinde olunduğu yetiyor. Bulunduğum ülkedeki sanatçılar biçem konusuna takılmıyor ve ayaklarına dolaştırmıyorlardı. Bu arada değerli ögretim üyeleriyle dostluklarım, görüş aliş - verişlerim de oldu. Biçem konusu çoktan aşılmıştı. Ben geldim yüz km yükseklikte bir yapı yapmaya...

Bu arada üç hafta içinde 350 resim çalışması yapmış olmam biçeme bağlansaydı gerçekleşemezdi. Grafik çalışmalarımsa yaşamla bağlantılı güncellikler içinde yılın her gününde gündeme gelme hakkını koruyor.

Kendi sanat yolumda gidişim hiç kimseyi bağlamaz. Isteyen istediği biçem ya da biçemsizliği ele alır. Sanat bize bu yolda ters düşmüyor. Önemli olan çağdaş evrensel ve özgün yapıtlar ortaya koyabilmektir. Biçem konusuna sıkışmış olarak kalmanın sıkıntısını yaşamak istemeyenler için nelerin yapılması gerektiği bellidir…

-Uzun süredir Almanya’da yaşıyorsunuz? Kendinizi bir sanatçı olarak nerede konumlandırıyorsunuz. Alman Soyut Resmi içinde kendinizi görüyor musunuz?

İlk başta şunu belirtmek istiyorum: Ben kendimi hiçbir zaman bir sanatçı olarak nitelemiyorum. Bana sorulduğunda “sanat çalışmaları yapan biriyim" diyorum. Kişi kendi kendini sanatçı olarak niteledigi an, öldüğünü ilan etmiş olduğu andır. Sanat çalışmalarını sürdürüyorsa ve başarılı oluyorsa sanat için durmadan yol alıyor demektir. Yaptıklarına yeni değerler katıyordur. Kendisi açısından da sonlanmamış bir yoldur. Elbette sanatta başarılı olanlar sanatçıdır. Bir sanatçıya bunlar yetmediği için sanat çalışmalarını sürdüren biri konumundadır. Bu konuya böyle bakıyorum.

Birgün bir sergimde yine kendisi de ressam olan bir arkadaş sergiyi gördükten sonra bana sunu dedi: ''Senin resimlerinde Türkiye' yle ilgili izler göremedim, neden” dedi. Bir anlamda benim kendi yaşamımdan uzak, içtensiz ve yapay çalışmalar yaptığımı belirtmek istedi. Özellikle Almanya'nda sindire sindire içine düştüğüm bir dünya sanatı ortamı var. Bu sanat ortamında evrensel sanatın dilini çağdaş bir düzeyde ele almak gerekir. Türkiye' deyken yaşadığım sanatsal tasaların, sorunlarımın bulunduğum yerde geçerli bir ortam oluşturduğuna bakılınca geriye o tasa ve taslaklarımo uygulamaya geçirmem gerekiyordu. Açıkçası Türkiye' deyken de ben buydum. Orada uygulamaya olumsuzluklarla dolu olan ortam nedeniyle geçememistim. Çalışmalarımda kendimden başkası da yoktu. Öykünme, alıntı ve benzetmeler de yoktu. Almanya' da anında dışlanırsınız. Özgün ve çağdaş bir anlatımla sanatın içinde olmak gerekiyor. Bir zamanlar uygulayamamak gibi yaşadığım sorunları Almanya' da yaşamıyordum. ''Al işte, istediğini istediğin gibi yapabilirsin. Her türlü çılgınlıkları sanata çeviren bir sanat ortamındasın. Arının vızıltısı bile sanat. Seni insan olmanın derinliklerine çektikçe çekiyor. Nefes alınmasına varıncaya dek insan olgusu doğayla birlikte oya gibi işleniyor. Sanatçı her şeyden önce kendisiyle bir bütündür. Özgünlüğü ve duyarlılığıyla yaratıcı biridir sanatçı. Herkes gibi yiyip içiyor ama kendine özgü baskalıkları onu özelleştiriyor. Bundan kaçış yok. İlle de yaşadığım yerde kalacağım diye de bir kalıp yok. Kendi yaşamımın otuz iki yılı Türkiye' de geçmiş. Sanatsal açıdan bir türlü Türkiye' yle uyum sağlayamamışım. Bin bir türlü sorun ve binbir türlü insanlık acıları, bunalımları yaşayan bir ülkenin bireyiydim. Doğası, toprakları, yaşam biçimi, insana ve doğaya bakış açıları, çekilen sıkıntılar, yokluklar, yoksulluklar elbette etkilerini yerleştirecektir. Tüm bunların sonucunda odak noktası; evrensel insan, canlılar ve doğadır. Nerede yaşarsan yaşa bu değişmez. Bu nedenledir ki sanatın odak nokrası da insanın taa kendisidir. İnsan varsa sanat vardır. Almanya' da yaşamak insan olma olgusunu yok saymak olmadığına göre sanatta nasıl bir şeysin, onu ortaya koymak gerekiyor. Yapılanlar ve yapılması gerekenler zaman içinde değişikliğe uğrar. Hep aynı kalma zorunluluğu da yoktur. Türkiye' de yaşamış olmak Türkiye' de, Almanya' da yaşamış olmak Almanya' da saplanıp kalmayı gerektirmiyor. Yaşanılan her an ve her yer insanın kendi içinde bireysel değerleri evrenselliğe ulaştırır. Neyi, nasıl dile getireceğini, kişinin kendisi de bilemez. Dile getirdiğinde ortaya koyduğu sanatsal özgünlük tüm insanlığın ortak bir dilini daha öne çıkarır. Yaptıklarını sanat kendi içine almışsa sorun bitmiştir. Bunun nedenini o arkadaşa o an açıklamak ve var olanları görememesini anlatmak çok zordu, uzun sürerdi. Anlayıp anlayamayacağı da kuşkuluydu.

Sanat her şeyi insanın gözüne soka soka anlatmaz. Sözün tamamını ve gizemi kendi içinde dönüşümler ve abartılarla vurgular. Çatlamış toprak yapma yerine her şeyin çatlaklarla kaplanması çatlaklığın vuruculuğunu, toprağın dışında yaşananlarla da var olduğunu anlatır. Bu arkadaşımız bunları görememiş, ayrımına varamamış. Bir harman yeri ona daha yakın, tarlada çift süren onu daha çok Türkiye yapıyor. Oysa sanat kendi diliyle gerçekleri gerçeklerden daha çok güçlendiriyor. Sapsarı bir yüzey, harman yerinden daha güçlüdür. Toprak mı, taş mı, dağlar mı yerine kapkara bir yüzeyde, kapkara girinti çıkıntolar daha etkilidir. Türkiye' de yaşadım diye Malewich' in kara ve ak karesini görmezlikten mi geleceğim! Sanatın varmış olduğu bu noktaların gerisine düşen çalışmalar mı yapacağım? Tüm bunlar olup biterken ben kalkıp sözün tamamını neden söyleyeyim! Yanıtım şu oldu: ''Sanat neredeyse ben oradayım". Benimle bir daha hiç konuşmadı ve tam anlamoyla güzelce küstü. Anlamamasını anladım da küsmesini anlamadım... Küsmeyi güzelliğe çevirdim ve kızmadım. O hep kozgın kaldı. Çok değerli özellikleri vardı. Onu hep böyle konuştum, başkalarıyla.

Şu an içinde bulunduğum yer degişmedi. ''Sanat nerdeyse ben oradayım”. Ne derece büyük bir hızla giderse gitsin yakasını benden kurtaramaz.

Sanatın olduğu yerde olmanın da büyük bedelleri olabiliyor. Her zaman olduğu gibi ne iş yaparsanız yapın en iyisini yaptığınızda bedeller ödemeyi de göze alacaksınız. Elbette hiçbir zaman bunu hak etmemektesinizdir. Neyi iyi ve doğru yaptıysanız değeriniz odur. Isterse hiç kimse değer vermesin. Sanat bu konuda, sanata hakkını verenlerin belli bir bölümüne, bulunduğu yere, ortama ve anlayışsızlığın, bilgisizliğin öne çıktığı toplumlarda bedel ödetir.

Benim, Türkiye açısından ödediğim bedel umurumda değil. Almanya ve Avrupa' da bedel ödememek önemli. Öylesi anlar var ki, insan yaşamının en değerli bulunmazlığında ödenen bedel gerçekten bağışlanamaz. 1994 yılının Ekim ayıydı. Annemin sağlık durumu hiç de iyi değildi. Günden güne de kötüleşiyordu. Görmeye de gidemiyordum. O günlerde ne internet, ne de cep telefonu yoktu. Ev telefonuyla görüşebiliyorduk ne görüştüysek. O bana hep ressam, sanatçı oğlum der, değer verirdi. Ben de onun benden övüneceği bir oğlu olduğum için mutluluk duyardım.

O günlerde TRT' den bir ekip geldi. Avrupa' da sanatla uğraşanların çekimlerini yapıyordu. Bana da uğradılar. Çekim yaptılar ve sanata ilişkin sözlerimle birlikte yaptığım örnek çalışmamı da çekime eklediler. Hem çalışmaları hem de sanata ilişkin düşüncelerimizi tanıtmaya çalışıyorlardı. Çekim ekibinin başkanlığını yapan kadın Güzel Sanatlar Akademisi' nde okumuştu. Önceleri az da olsa tasalanmıştım. Arada bir söylenenlere karşı çıkar diye dikkatliydim. Hiç de öyle olmadı. Yapılan çekimler içerisinde en iyisinin ben olduğunu ve sanat anlayışımın çok ileri düzeyde olduğunu tüm içtenliğiyle söyleyince rahatladım. Sözlerimin tümünü desteklemişti. Bu sözler arasında ''şimdiki zaman geçmiç zaman, sanatta bu nedenle geleceği yapmaya çalışıyorum” demiştim. Hiç yadırgamadı. Bu çekimin birkaç hafta içinde yayınlanacağını söyledi. Ben de iyileşmeyeceğini bildiğim anneme bunu ilettim. Daha doğrusu kardeşlerim iletti. Annem de o ağır hastalığı içinde mutlu olmuş. Oğlumu göreceğim diye sevinmiş. Aradan söylenen zaman geçip gitti ve benim çekimim yayınlanmadı. Ben iz üzerinde, yayınlanmayı yakalamaya çalışıyordum. Yayınlananlar arasında amatör diyeceklerimiz de vardı. Benimki yayınlanmadı. Bu arada yayınlanmadı diye ekip başkanı olan kadın kızarak görevinden ayrılmış. Daha sonra kendisiyle görüştüm. Ayrılma nedeni doğruymus. Yasamımda ilk kez doğruluk ve hak-hukuk konusunda böylesi tepkiyi gösteren birini tanımış oldum. Onu her zaman yürekten kutluyorum- O da bir bedel ödedi. Gerçek anlamda insanmış. Annem de ha bugün ha yarın yayınlanacak diye gözlemis. Bir buçuk ay sonra da ömrü yetmedi. Yayınlanmadı diye kendi adıma hiç bir zaman sorun yapmadım. Annemin durumuysa tam anlamıyla içimi yaktı. Bunu sorun yaptım.

Suçum neymiş? ''Şimdiki zaman, gecmis zaman; sanatta bu nedenle geleceği yapmaya çalışıyorum" dememmiş. Kendini dev aynasında gören biriymişim! Türkiye' den çıkmış, kendini dev aynasında görüyor olarak suçlanmışım. Suça bakar mısınız! Başarılı olmanın bedeli, suç. Kendi ülkesinden birinin sanatın gerçek anlamda sanatın içinde olacağına inanmama gibi bir yozluğun sonucunda çalışmam da içinde olmak üzere her sey abartılı bulunmuş. Çünkü çalışmalarım da o dönem için alışılmış çalışmalardan biri değildi. Türkiye' de yolda görseler neden çöpe atılmadığı için kızılacak türdendi. Almanya' daysa durum başkaydı.
Köln'mün sanat cevresinde çok iyi tanınan bir insan vardı. Bu çekimden altı ay sonra atölyeme geldi. Çekimdeki resimlerimi görünce bana “senin durumun zor. Kolay, kolay anlaşılmaz çalışmalar yapıyorsun. Bana göre sen geleceğin resmini yapıyorsun” dedi. Başarıp başarmamış olmayı bir yana bırakıyorum. En azından sanatı çok iyi anlayanlarından biri geleceğin resmini yapıyorsun duygusuna kapılmış olması başaracağımdan kuşku duymamam gerektiğini daha iyi anlaşılmasını sağladı. Bir ay sonra da Köln Sanat ve Kültür Müdürlügü' nden gelenler oldu. Çalışmalariiıma bakacaklarını, beğenirlerse satın alacaklarını söylediler. Dünyanın sayılı müzeleri arasında bunlunan Köln Ludwig Müzesi' nin seçici kurulunu da birlikte getirmişlerdi. ''Ne oluyoruz” diye şaşırdım elbette. Pabuç pahali... Durum böyle de olsa kuşku konusunda tümüyle kuşkusuzdum. Köln Sanat ve Kültür Müdürlügü' nce satın alabileceklerini düşündüklerinden üç çalışma seçtiler ve satın aldılar. Burada şaşıracak bir şey yoktu bence ama, şaşırdığım gerçek anlamda bir şey vardı. O resimler TRT' nin çekimini yaptığı ve abartılı, bir anlamda kendini bilmez biri gibi nitenen biri tarafindan yapılan resimlerdi. ''Benim için şimdiki zaman, gecmis zaman; sanatta bu nedenle gelecegi yapmaya çalışıyorum" diyen TRT' nin delisi gibi nitelenen birinin çalışmalarıydı. Ödenen bedel annem adına gerçekten hiç bir zaman unutamayacağım bir bedeldir. O kaset TRT' nin arşivinde duruyordur. Umarım gün, gün ışığına çıkar.

Bedel mi diyorum? Taa, öğretmen okulundan sınıf arkadaşlarımdan biriyle internette sanat yazışıyoruz: Resim ögretmenliği yapmış, yıllarca. Daha sonra serbest grafikçiliğe dökmüş işlerini. Benim gibi sanatı uçuk biriyle anlaşabilmesi kolay değil. Anlaşamadı ve sinirlendi. Bizlere Almanya' da kıytırık işler veriyorlarmış, biz de kendimizi bir şey sanıyormuşuz! Onun atölyesinde kendinin çiş yaptığı kağıtlara resim yapmak gibi bir saçmalıkla uğraşmışım. Ben de ''B.kun üstüne de resim yaparım. Var mı bir diyecegin” diye yazdım. Bu da sınıf arkadaşlığımız olmuş ya, aradan elli yılın üzeri bir zaman geçmiş kendimi orada görmeme zorluyor. Ülkemizde gerçek sanatın yer alması olanaksız gibi. Sanat her zaman ağır bedeller ödüyor. Işin en acı ve beni üzen yani şu oldu: "Bana bedel ödetmek isterken kendisi hiç bir zaman kaldıramayacağı çok ağır bir bedelin altında ezildi. Oysa onu ne güzel yüreklendiriyordum. Ülke sanatında artan bir sayımız olmasını cok isterdim.

Bunun gibi daha birçok zirvalıklarla da karşılaştım. Kendisine sanatsal bir etkinlikte yer verdiklerim saldırıyor. Kendi bedellerini kendileri ödüyor. Yazık!... Bunlara aırr gelen ne oldu acaba? Sanat çalışmalarımı hiçbir zaman engellemeye neden olmayan saçmalıklar... Sanat konusunda bir çok kişiye açıklayarak destek olmaya çalılıyorum. Benim derdim ülkede sanat daha iyi yerlere gelsin ve daha da bilinçlensin. Yıllarca resim ögretmenliği yapmış olanlar da sert teşekkürlerle karşılaşılıyor. Ben Türkiye' yi aşağılıyormuşum. Her şeyi ben mi biliyor muşum gibi gerçekle ilgisi olmayan saçmalıklar. Elbette bunların çok büyük bir aşağılıkduygusundan kaynaklandığını anlamak zor olmuyor. Sıradan kişiler olsa doğal sayarsın. Yıllarca resim öğretmenliği yap ve çocuklar yetişsin diye onlara teslim edilmiş, sonuçta kötü saldırı... Bunlar yetersizliklerin bedelini ödeyenler. Benim umudum bunlarda değil. Var olduğunu bildiğim resim öğretmenlerindedir.

Resim eğitimi olmayanlar da resim yapmaya çalılıyor. Resimler yaparak sanat severliklerini ortaya koyan çok sayıda insanımız var. Onlar da sanat dünyasının sanata değer verenleridir. İnternetin olanaklarından yararlanarak bana ulaşanlar da var. Elimden geldiğince olumsuzlukları olumluluğa çeevirmeye çalışan açıklamalar yaparak daha iyi olmalarına yardımcı olmaya çalıştıklarım var. Iyi ya da kötü olanları da belirterek kötü olanları ayıklamaya çalışmalarına yardımcı olmaya çalışırım. Aradan öyle biri çıkıyor ki ipe sapa gelmez suçlamayla şunları yaziyor: ''Sen ülkeyi kötülemekten başka bir şey yapmıyorsun. Sanat kim sen kim” deyip yok oluyor. Amatör şeyler yapan ve sanattan hiç anlamayan böyleleri de var. Elbette sanat bu bakış açısıyla yok olmuyor. Ne ülkemizde ne de dünyada insanlık da yok olmuyor. Kendi saçmalıklarının bedelini başkasına yüklemeye çalışanlar da yok olmuyor. Ben her şeye karşın ülkemdeki yetenekli insanlarımdan umutluyum. Olumsuzluklar onlar arasında ortaya çıkacakların sayısını azaltsa da milyonda bir de olsa umutlar açısından olumlu sayılır.

Kendimi Alman soyut sanatı içinde görmem gibi bir sorunum yok. Bir Almanın da kendini böyle bir yerde görme derdi yok. Olması gereken kişinin kendini kendinde görmesi, bunu da cağdaş ve evrensel sanatın içindeki bir yere taşıması... Sanat bağlamında kişinin olması gereken yer burasıdır. Almanya' da kendini böyle bir yerde var etmeyi başarmış ve böyle bir yerde durmaktadır. Kendini Almanya' daki sanatın bir yerinde görmek demek çağdaş ve evrensel sanatın içinde görmek demektir. Bu durumda bana Almanya' nın sanat anlayışı içinde kalmak düşüyor. Ben de kendimi Almaya' daki sanatın içinde görmek zorunda kalıyorum. Buna Alman Soyut Sanatı mı, başka durumu mu desek bir şey diyemem.

Bildiğim, gördüğüm ve anladığıma göre bildigimiz görsel sanatlar her zaman soyut ve soyut olmak zorundadır. Somutlaştıkça sanattan uzaklaşır. Dört yüz yıl önce yaşamış olan Alman sanatçısı Albrecht Dürer de soyuttur. Bakmayın siz onun somut, canlı ve nesneler üzerinde çalıştığına. Hepsinde sanatın soyut değerleri üstündür. Bu bağlamda ben Almanya' da sanat gerceğinin içindeyim. Almanya da evrensel ve çağdaş sanatın içindedir. Çok iyi anlaşıyoruz. Her istenilen delilipi özgürce yapabilirsiniz. Bunlar sanat adına tutarlı olduğu sürece hiçbir sorun yok. Tutarsız olunca kimsenin yüzüne bakılmaz. Kendinizi yakarsınız. Sanatta soyutluğun ve Kavramsal Sanatın (Objekt Kunst) engelsiz yaşandığı ve gerçekleştirildiği bir ülke. Bir zamanlar Türkiye' de beni sürekli tırmalayan sorulardan kurtarabilmiş olarak sanat çalışmalarımda özgür olabiliyorum. Almanya' da sanatta tutunduğunuz bir yer varsa kimse size bir bedel ödetmeye kalkışmaz. Ünlü olmak, olmamak sorun değil. Bulunduğunuz yerin değeri değişmez. Bugüne dek bana bir bedel ödetmeye, aşağılamaya, küfürlü tesekkürlerle saldırmaya kalkışılmadığına göre Almanya'ndaki sanatın içindeyim.

-Sizin oldukça itiraz eden bir doğanız var. Sizin Özellikle Türkiye’deki sanat dünyası aktörlerine sert eleştiriler getiriyorsunuz. Uzlaşmaz bir tavrınız var. Bunun sebepleri nedir?

Hiç bir doğrunun ve hiçbir gerçeğin doğru ve gerçek olmayanla uzlaşması söz konusu olamaz. Neden Almanya' daki sanat dünyası aktörlerine diyecek bir şey bulamıyorum acaba? Her şeyden önce aktörlük yapmıyorlar. Her biri dünya sanat tarihinin ve insanlığın değer verdiği gerçek sanatçılardır. Bizdekiler gerçekten aktristlik yapan aktörlerdir. Sanat olmayanın sanat oyununu çok iyi oynarlar. Oysa Almanya' da aktörlük yapma gereksinimi duyacak denli kendilerini yetersiz duyumsamazlar. Aktör olsalardı onlara da karşı çıkardım. Tersliğim burada sökmüyor mu yoksa? Sökmüyor ve terslik yapacak denli kişinin kendisini alçaltmasına gerek duyulmayan gerçek bir sanat dünyası...

Surası bir gercek ki ülkemiz benden işittiği sert eleştirilerin çok daha beterini Almanya' ya da Avrupa'mdaki sanat çevresinden alıyor. Bunları burada ben işitiyor, ben yaşıyorum. Bunlar Türkiye' ye gittiklerinde gerceği söylemiyorlar. Korkunç görünüm karşısında dillerini yutuyorlar. Doğruyu söyleseler başlarına ne geleceği biliyorlar. Öyle bir kovulurlar ki nasıl kaçacaklarını bilemezler. Şunun şurasında bir kaç günlüğüne konuklar. Ne güzel de ağırlanıyorlar. Köpek gibi kovulmanın yeri değil. Özellikle Almanlar bir yöntem bulmullar. Çok tatlı şeyler söyleyerek geçiştirme yöntemi. Bu tatlı şeylerden her nedense benim çalışmalarımı yoksun bıraktılar, sağolsunlar... Beğenmedikleri bir çalışma olunca “çok tatlı” derler. Bunun anlamı çok kötü demektir. Sanat dilinde “tatlı” diye bir değerlendirme yoktur. Bunu bilmeyenler eleştiriye sevindirik olurlar. Sanatsızlık da yerinde sayar. Her gelen şis kebap çok güzel demiyor mu!

Köln Kültür ve Sanat Müdürlügü' nde bundan on iki yıll önce İstanbul' la ilgili bir çalışma yapıyorduk. Konuştuğum kişi önceden İstanbul' a gidip inceleme yapmış. İstanbul Modern Sanatlar Müzesi' ni sordum. “Kafeteryası gerçekten çok güzel" dedi. Boğazı oturarak izlemek, yemek yemek, kahve ve çay içmek huzur verici...” dedi. Durumu anladım ama, bir şey demedim. Grafik Müzesini sordum. “Resimlerin çerçeveleri olağanüstü çok güzeldi" deyince dayanamayıp alabildiğine beni bir gülme tuttu. Adam şaşırdı. “Bence de her ikisinde de çok haklısınız. Aynı şeyleri ben de öyle gördüm" deyince bu kez o gülmeye başladı. Almancada çok iyi anlaşmış olduk.

Ortada gerçek anlamda uzlaşmazlık varsa Türkiye' nin sanata bakışındaki yanlışlarda uzlasmazlık var.
Benim uzlaşmaz tavrımla bulunduğum yerin sanat anlayışı aynı derecede uzlaşmaz bir tavrın içinde. Gerçekleri dile getirme konusunda bir taraf kendini sorumlu olmak gibi bir zorunlulukta görmüyor ve ince yöntemlerle geçiştiriyor. Kimi zaman buna benzer yöntemleri ben de uyguluyorum. Eleştiriye karşı karşımdaki saldırgan bir kabalığa dönüşünce Nasrettin Hoca' nın bir fıkrasında olduğu gibi “Geç yiğidim, geç” diyorum. Çoğu zaman da eleştiriye karşı saldırıya dönüşen kabalıklar karşısında hiçbir sorunun çözüme ulaşamayacağı anlaşılıyor. Sanatsal oluşumsuzluğun bağlantıları nasıl bir yapı oluşturmuşsa sanata uygunluk yerine çıkarlara uygunluk öne çıkmış. Kimin eli kimin cebinde olduğu belli olmayınca anlaşabilmek de olanaksız. Burada gerçek şu ki uzlaşmazlık ne bende ne de sanatta. Uzlaşmazlık çıkar ilişkileri nedeniyle her eleştirinin bir kurşuna dönüşmesinde. Ben gerceği söylesem de söylemesem de yanlış olan yanlıştır. Tüm bu yanlışlığınn çöreklenmesi karşısında ben belki deniz yıldızı öyküsündeki gibi birkaç deniz yıldızını kurtarabilir miyim, diye uğraşıyorum. Elin adamı gibi, elin adamı değilim... Yanlış olanla mı uzlaşayım? Bizdeki uzlaşmazlık gerçek bir kuruma dönüşmüş. Ben söylemesem zaman en ağır topuzunu ülkenin başına indirecek. Istiyorum ki kafamıza en ağırı değil, en hafif olanı bile inmesin. Elin adamı kendi ülkesinde ağzına geleni söylüyor ama, doğru söylüyor. Ülkemize gittiklerinde de korkuyorlar, söyleyemiyorlar. Ilte uzlaşamamanın yarattığı gerçek... Kendi kendimizin kandırılmasını candan istiyoruz. Kandıranlar uzlaşıcı, kandırmayanlarsa uzlaşmaz. Keselim sesimizi, üç maymunu oynayalım, sanatta böylece hiç ilerleme sağlamayalım. Geri kalmakta uzlaşalım. Böyle de olabilir, olmaz değil. Nasılsa bulundupum yerde uzlaşmazlık gibi bir derdim yok. Uzlaşılmayacak yerde uzlaşmış görün ve rahat et... Çok tatlı bir oyun... COK TATLI...

Ortada şu gerçek var: Sanat sanatsızlıkla uzlaşmaz. Bu uzlaşmazlık kişiden kişiye değişmez. Sanatla uzlaşma yoksa bunun kişiden kişiye değişmesi söz konusu olamaz. Sanatsal nitelikten uzak olanlarla nasıl bir uzlaşma sağlanabilir ki? Onların uzlaşması gerekiyor. Uzlaşmayı istemeyeni sanat da istemez. Olabildiğince gerçeği anlatmaya çalışarak gençlerin yeteneklerini doğru olarak kullanmasına önayak olmaktan başka bir şey yaptığımı düşünmüyorum. Belli oranlarda uykudan uyanmalar görüyorum. Ben uyandırmıyorum. İnternetten gerçekleri görüyor ve doğru söylediğimi anlıyorlar. Bir daha uyumamaları için destek olmuş oluyorum. Söylenenlerin doğruluğuna inananları düşkırıklığına uğratmanın anlamı da yok. Bugüne dek bu uzlalmazlığın hiç kimseye ve sanata bir zararının dokundupunu görmedim. Benim açımdan uzlaşma denilen gerçek, sanatla uzlaşmış olmaktır. Sanatla uzlalamayanla benim uzlaşmış görünmemin ne yararı olur? İleride sanat bunun bedelini ödeterek ne olduğunu gösterecektir. En azından eleştiriler bir önlem alma anlayışıyla değerlendirilmelidir. Doğru eleştirilerin uzlaşmak ve uzlaşmamak gibi bir durumla ilgisi yok. Sanat, ne bana ne de başkasına muhtaç bir organ değildir. Bizler ya içindeyiz ya da dışındayız. Sanatın içini anlatmak kötü mü? Uzlaşmazlıkla hiç ilgisi yok. İyi bir çocuk ve insan yetiştirmek kolay mı? Yoksa bunlar şantajla yol almaya çalışan düzenbazlar mı, iyi bakmak gerekir!
Yıkımla alınan yol düze çıkmaz.

-Türkiye’deki sanatı nasıl görüyorsunuz? Size göre Türkiye’de sanat nerede ve neden böyle?

Var olan durumun bana göresi yok. Konuyu öznel bir gözle değil, nesnel bir gözle ele almak gerekir. Her şey apaçık ortada. Nereden başlasam ve nereden anlatsam?

Türkiye sanatta sürekli olarak kendi kendini ayağından vuruyor. Bu nedenledir ki bir türlü ayaklarının üzerine kalkamıyor. Görsel sanatlar açısından Türkiye bugüne dek gerçek sanatı hiç yaşamadı. Gerçek sanatçılarını da desteklemedi, dışladı. Neredeyse kendi kafasına kurşun sıkacak. Avrupa' daki Güzel Sanatlar Akademileri yüzlerce sanatçı çıkarır, bizim İstanbul Güzel Sanatlar Akademimiz kurulduğu 1883 yılından beri bir sanatçı çıkaramadı. Sizler, Avrupa sanat okullarından daha iyi sanat öğrensin diye İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi' ne bir tek ögrenci gönderdiklerini gördünüz mü? Bizim bu akademinin Avrupa sıralamasında hiç bir sırada yerini ve önemini bulamazsınız. Demek ki bizim akademinin yapısında sanatı yerine oturtabilme niteliği oluşturulamamış. Ne olmuş pekiyi? Gününü gün etmek, sanattan anlamayan bir ülkede işin kolayına kaçmak. Koyunun olmadığı yerde keçileri Abdurahman Çelebi yapmak. Başka akademilerin açılması gereklilipine sıcak bakmamak. Sanat diye sanat yozluğunu elinde tekelleştirmek... Birgün olsun yüzümüzü dünyaya karşı ağartsaydılar. Fikret Mualla' yoiı kötülediler dünya sanatçısı oldu. Sarkis' e olumsuz bir yığın söz söylediler, dünya sanatçısı oldu. Füsun Onur' u yok saydılar, dünya sanatçısı oldu. Benim bilmediğim daha başka şeyler de olmuştur. Çok iyi öğretici olabilecek kişileri akademiye sokmadılar. Resimlere çok iyi çerçeveler takanı dekan bile yaptılar. Tüm dünyaya ve çağdaş sanata kapılarını gereği gibi açamayan bir kurumdu. O denli çok böbürlenme var ki sanki dünya sanatı onlardan soruluyor. Şöyle bir baktığınızda dünya sanatı içine girmiş bir öğreticisi de yok. Perhizle lahana turşusu gibi...

Bugüne dek Devlet Resim ve Heykel Yarışması da içinde olmak üzere kim bilir kaç yüz yarışma yapıldı. Yüzlerce birincilik ödülleri verildi. Hangisi dünya sanatı içinde yer alacak başarıyı gösterdi? Sonuca bakınca kimseyi göremiyoruz. Körlerle sağırların birbirini ağırladığı gerçeğine takılıyoruz. Bu son yılda ünlü bir sanat yarışmasındaki boya döküldü. Yarışma ödüllerinin ahbap çavuş ilişkileriyle bağlantılı olarak sisteme bağlandığı görüldü. Sanat konusunda nitelikliliğin hiç bir yeri ve anlamının olmadığı anlaşıldı. Sanırım elli yıl boşa gitti. Bizim böyle bir lüksümüz var mı, yok. Aç kurtlar gibi ucuz bir yapılanmaya engel olunamadığı için aç kurtlar yedi, kuzular yenildi.

Ülkemizde gerçekten çok iyi sanatçılar var. Bunların çoğu kendi olanaklarıyla yurt dışında sanat çalışmalarını geliştirerek nitelikli birer sanat insanı oldular. Sayı pek çok değil. Bu denli olanaksozlıklara karşın dünya sanatında yer alan sanatçılarımızı gercekten yürekten kutluyorum. Yeteneklilerimiz öylesine çok sayıda ki olanaklar verilse, kendi olanakları olsa kendilerini nasıl ve nerede yetiştirerek geliştireceklerini de çok iyi biliyorlar. Böyle bir sanat atılımıyla ülkemizin sanat açısından dünyada bir yerinin olacağına kesinlikle inanıyorum. Yürekten de destekliyorum. Çırpınan gençlerimizi gördükçe içim sızlıyor. Tüm bu duygularımı bizdeki sanat topluluğuna kin besliyor diyerek kötülemeye de kalkmazlar mı? Demek ki kendi yeteneksizliklerinden korkuyorlar. Ben daha bizde bir sanat topluluğunun olduğunu bile bilmiyorum. Sanat ne zamandan beri var ve yasanıyor ki? Sağlıkta kalsınlar...

Ben kırk yıldır Düsseldorf Güzel Sanatlar Akademisi' ni yakından izlerim. Özellikle Güney Kore' den gelen ögrencilerin sayısı dikkati çekecek denlidir. Bu yılki 05-09 Subat günleri arsındaki okul sergisinde olağanüstü sayıda Güney Kore ögrencisi vardı. Güney Kore Avrupa' nın her tarafına çok sayıda öğrenci gönderiyor. Uluslararası sanat fuarlarında da çok sayıda Güney Kore galerilerini görebilirsiniz. Avrupa' da yetişen öğrenciler çağdaş sanat niteliğini ülkelerine taşıyorlar. Böylece Güney Kore dünya sanatı içinde saygın bir yer ediniyor. Biz Avrupa' nın burnunun dibindeyim, Güney Kore' yse Avrupa' ya göre uzaklığı cehennemin dibinde gibi... Bir anlamda sanat devlet desteğiyle sanattaki gücü yakalıyor. Biz de ülke sanatına çağdaş anlamda yararı olsun diye çok öğrenci gönderdik. Kimleri gönderdik ki bugüne değin bir yararlarını ve varlıklarını görmedik. Çağdaş ve evrensel sanatın bir yerine yerleşemediler. Boşa giden emek, boşa giden zaman ve sanatı yaşayamayan bir ülke.

Sanat eğitiminin bugünkü durumuna göz attığımızda tam anlamıyla nasıl basarısız olunur düşüncesine uygun bir yapılanmayı görüyoruz. Yeterli bir eğitim kadrosu yok. Öğreticilerin nerdeyse tümü öğrenmeye ve kendi düzeylerini yükseltme gereksinimi içinde. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi en iyi zamanlaronda bile çağdaş bir düzeyi yakalamaktan uzakken şimdi her şey çok daha nitelikten uzak bir durumda. Ögrenci seçimi ve sınavları baştan aşağıya yanlış. Puan durumuna göre öğrenci bu bölümlere geliyor. Yetenek çok geri planda kalıyor. Uygulamalı resim sınavında birinci olan puan düşüklüğü nedeniyle gerilere düşüyor. Böyle bir saçmalık mı olur? Birçok öğrenci pek de istekli olarak öğrenimi sürdürmüyor. Sınavlar da neredeyse göstermelik. Oyun içinde oyun gibi sınavlarla sanatsal nitelik nasıl yakalanabilir ki? Sanat tüm dallara göre en özel konumu olan bir daldır. Tıp fakültelerinin de özel konumu göze alınarak en yüksek puanlar üzerinden değerlendirmeye girer. İnsan canı şakaya gelmez. Tıp anlak açısından durumu iyi olanlara teslim edilmek isteniyor ki bu doğrudur. Sanata baktığımızda insan iç dünyasının, algılamasının, duyarlıkta ve duyguda üstünlüğün en yükseğidir. Insanın gerçek anlamdaki nitelikli yükselişi sanata bağlıdır. Yoksa insan içselliği ölür. Gerçeğin bu olduğu hiç gözetilmediği için ne sanato anlamamız ne de yasamamız olanaklı görünmüyor. Gerçekten çok iyi öğretici gücünde olanlar, olabilecekler de eriyip gidiyor. Öğrenciler de öyle...

Müzelerimize bir göz atalım: Önemli ve çağdaş diyeceğimiz kaç müzemiz oldu? Son yıllarda özel işletmecilerden el atan olduysa da Avrupa' nın müzeleriyle hiçbir zaman boy ölçüşecek durımda değiller. Başlangıçta yapılan seçimler de kötü olduğu için atsalar atılmaz, satsalar satılmaz. Müzelerin günümüz ölçülerinde eksikleri çok olduğu için sanata katkısı da o derece düşük oluyor.

Galerilerin durumu neredeyse bakkal dükkanı düzeyinde. Her zaman şu soruyu soruyorum: Bana eli, yüzü ve sanat namusu düzgün bir galeri gösterebilir misiniz? Ne yazık ki gösteremiyorlar. Cifit çarşısı gibi... Ne ararsan var ama sanat yok. Söyle bir örnek vereyim: Yılllardır İstanbul' da bienaller yapılır. Dünyanın bir çok değerli sanatçılarının yapıtları, düzenlemeleri ve gösterileri sunulur. Bienal kapanır gider. Bizim galeriler hiç mi bundan ders almazlar? Onlarda aynı hamam, aynı tas. Bunca bienalden sonra dışarıya açılan bir galeri gördük mü? Kendi sanatçılarımızın bu değerlere özen gösteren yapiiıtları sergilendi mi? Birkaç sergi arada kaynayop gidecek denli etkisizdir. Neyi çok satarsa onu sergilemekteler. Bunun da nitelikle değil, nicelikle ilgisi var. Sanatla hiç ilgisi yok. Cangiz Çekil' in öldükten sonra bir sözünü içim yanarak okudum: “Bizim bason her nedense bizim yaptıklarımızı sevmiyor...” Ne korkunç bir durum. Bason da yardımcı olmuyor.

Sanatın anlaşılmasına, sevilmesine, benimsenmesine yardimcı olan en öncü kesim eleştirmenlerdir. Bizdeki eleştirmenler doğruyu da carpıtıyor. Sanattan adam gibi anlayan bir eleştirmenimiz olmadı. Terziden galerici; manifaturacıdan da eleştirmen oluyor. “Gidin, kendi işinizi yapın, sanata bulaşmayın denildiğinde, “sen daha mı iyi biliyorsun” diye gerçekten ustaca çemkiriyorlar. Nasılsa kimse sanattan anlamıyor diyerek anlaşılmaz şeyleri biliyormuş gibi bilmeden yazmış olmakla da sanatın anlaşılmazlığını çok güzel dile getiriyor sandılar. Her kesim kendine eleştirmen diye uyduruk birilerini seçince sanatı yasamanın önü ve öncülüğü tıkandı.

Birileri var ki düşman başına. Durmadan kitap yazıyor. Kendini çok üstün bir eleştirmen sanıyor. Yazdıklarının ne sanatı anlamakla ne anlatmakla, ne de sanat bilgisiyle ilgisi yok. Sorsan ülkedeki gerçek sanatçıların kim olduğunu en iyi kendisi bilir. Neden? Picasso' yla Matisse' i en iyi kendisi anlar ve Matisse' in Picasso' dan üstün olduğunu öne sürer. Birden bire böylece çuvallar. Çuvalladığıno da bilmez. İşte bu noktada böyle biri sanatı da sanatçıyı da bitirir. Picasso' yla Matisse' yi üstünlük ölçüsüyle karşılaştırmak nasıl kafasına yatıyor ki? Dünya sanatının önde gelen iki değerli sanatçısı olarak sanatçılık yüksekliğini elde etmişler. Bunları kim önde, kim arkada diye yarıştırmanın anlamı var mı? Karşılaştırabilir. Her birinin kendine özgü özellikleri vardır, açıklarsın. Birbirinden ne açıdan benzemezler, bunları anlatırsın.Ne demeye yarıştırıyorki? Kendini en iyi eleştirmen sananın yaptığı yapıcılık diye sandıklarının yıkıcı ve değersiz olması, sorunları çözmüyor; zorlaştırıyor... Kafa orada kalmış ve günümüz sanatındaki Kavramsal Sanat' ın ne olduğunu, ne anlayabilmiş ne de anlayacak güçte değil. Bir de bilgiçlik taslamaya kalkar, sonuçta.

Bir de koleksiyocularımız var ki, ne yaptıkları belli değil. Çarşı pazar işleri gibi resim, yontu satarlar. Bir de sahte işlerin müzayede denilen yerlerde ortaya çıktığını, kimi ressamların benzerlerinin başkalarına yaptırılarak satılmaya kalkışıldığını da görüyoruz. Beşiktaş pazarında balıkçılık bile yapamazlar. Resim, yontu diye bir piyasa var. Sanat adı altında kim kime ne yutturursa... Fikret Mualla tarzında yapılan resimler, Burhan Uygur' dan diye açık arttiiırmaya çıkarılanlar hep bu koleksiyoncuların başı altiiından çıkıyor. Bütün bunları ve sorunların çözümünün mahkemelere taşındığını basından öğreniyoruz.
Türkiye' de sanat ne durumda, ne durumda degil… yazılacak cok şey var. Kimi şeyler yazılmadan da kolayca anlaşılıyor. Bernardt Schultze' nin atölyeme geldiği zamandaki bir söyleşide bana söyledigi bir Çin atasözü var: “Uzaktan bakan, iyi görür. Ben uzaktan bakanlardan biriyim."

Bu durumda yeni bir soru ile diyaloğumuzu daha da bütünleştirebiliriz: İnsanlar neden gözlerinin önünde duran gerçeği görmez veya görmezden gelirler? - Buraya kadar olan bölümlerimizde yüzlerce konu, örnekleri ve yaşanmışlıklarıyla yazılmasına ve diyaloğun başında "siz de sorularınızla katılabilirsiniz" uyarısına rağmen insanlar neden soru soramıyorlar, özellikle sanatla ilgilenen insanların birbirine soru sormamasının nedeni nedir?

   

Görsel Sanatların Rönesans’ tan bu yana olan gelişimine bakıldığında bizim bu gelişmeleri yaşamadığımız görülür. Günümüzde gelinen noktada sanata baktığımızda özellikle bu noktada bizim hiç anlayamayacağımız bir yolda ilerliyor. Sanatın geçirdiği evrelerden çok uzak kalındığında günümüzü de anlamak olanaklaşıyor. Bu boşluğu doldurmak, tüm evreleri yasamak zorunluluğu da getirmiyor. İstenildiğinde, yoğun ve etkili çalışmalarla geçmişi yaşamasak da çok iyi anlayabiliriz. Günümüzdeki olup bitenleri de daha kolay anlamaya çalışırız.

   

Sanatın çağdaş yapılanması serüvenlerle doludur. Gelinilen nokta sanatın geçmişini de yaşayanlar için anlaşılması zor ataklar yapmaktadır. Başlangıçta anlamak isteyenleri de zorlayan şaşırtıcılıklarla dolu görülmektedir. Sonuçta kafalarındaki sorulara doğru yanıt veren kaynaklar eksikleri tamamlayabilmektedir. Batı toplumunda Picasso ile başlayan şaşkınlık giderek çoğaldı. En son Beuys da anlaşılmazlığın bir dönemini yaşadı. Bunu yasayan Beuys değil, toplumdu. Başlangıçta olumsuz tepki veren toplumdu. Bu şaşkınlık gerçekten önemli bir zaman yitimine ve sanat depremi yaşanmasına neden oldu. Batı toplumu zor da olsa bunları aşmasını bildi.  Anlamadığı ve şaşırtıcı durumlar karşısında çok dikkatli davranmaktadır. Soru sormak bile insanı düşündürür oldu. Kendini bilmez biri yerine konmak istememektedir.

   

Tüm bu oluşumları, sorunları yaşamış olan batı toplumu karar vermeden önce anlamak istediklerini sormaktan çekinmiyor. Daha ilkokuldan başlayarak soru sorma geleneği oluşturulmuş. Öğretmenlik yıllarımda Alman öğretmen arkadaşlarım çocukların durumunun görüşüldüğü toplantılarda bir çocuğun soru sormaması sorun olarak ele alınıyordu. Bugün de bu eğitim anlayışı gündemin önemli konularından biridir. Böyle yetişmiş bir toplum her konuda soru sormasını ve sorgulamasını bilmektedir. Böyle bir toplum sorularla sorunlara daha erken varılmasını sağladığı gibi çözümler bulunması için de erken önlem almaya çalışmaktadır.

   

Bizim aile yapımızda doğuştan başlayarak çocukların soru sormaları rahatsızlık yaratır. "Sen sus, konuşma“ diyerek azarlanır. Okulda da durum başka değildir. Öğrenci ezberciliğe ve kalıplaşmışlığa itilir. Pek azı bu cendereden kendini kurtarabilir. Annemin benim çocukluğumdaki bir anısı var. Babama sorular sorarmışım. Babam bilmem dediğinde ben de bilmem deme diyerek kızarmışım. Bu çekiş tavrım çok hoşlarına gidince azar yerine gülerlermiş. Ben çocukluğumda sorular karşısındaki azardan böyle kurtuldum. Sürekli soru soran biri oldum. Kimi zaman öyle sorular vardı ki sorulması kutsallığın içine de giriyordu. O zaman içimden sorardım ve kendi çabamla yanıtlarını arardım. Her söyleneni de olduğu gibi kabul etmezdim. Bugün durum bende böyle bir sorgulama yapısını oluşturdu. Türkiye' deyken sanata bakışım da böyleydi. Başta biçem olmak üzere birer kalıp ve kuralmış gibi gösterilenleri hep sorgulamıştım. Bu sorgulamaya takılıp zorlananları gördükçe onlardan uzaklaşıyordum. Bunlar arasında çok ünlü olanlar da olabiliyordu. Çoğu kez çok saf ve dünyadan bihaber biriymiş gibi görünerek sorduğumda karşımdakinin hiddetini ve kızgınlıklarını görmeye değerdi. İçimdeki kahkahaları da durduramazdım. Sonuçta soru sormaların önemini ve değerini kavradım. Beni özgürleştiren ve özgünleştiren de budur.

   

Birgün Selahattin Taran bir öğrencisini bana gönderdi. "Git, Sabahattin' le konuş, bakalım ne diyecek, öğren de gel". Ögrenci geldi. Ben konuyu bilmiyorum. Gelen de tam anlamıyla niçin gönderildiğini bilmiyordu. Selahattin Taran birçok şeyin yaşayarak öğrenilmesini isterdi. Öğrenciye neden geldiğini sordum, bilmediğini söyledi. "Peki ne oldu da gönderdi, bir sey olmuşturda göndermiştir“ dedim. Sınıfa girmiş ve söylenmeye başlamış. "Her hafta eksikleri anlatıyorum. Bir hafta sonra karşıma yine Aynı eksiklerle çıkıyorsunuz. Bir kez daha anlatıyorum. Bir hafta sonra yine aynı eksikler. Demek ki ben size bir ömür boyu eksiklerinizi anlatsam yine düzeltemeyeceksiniz. En iyisi biriniz Sabahattin' e gitsin, konuşsun"! Durumu anlamıştım. Öğrenciye: ''O, anlattıktan sonra daha iyi anlamak için hiç soru sormuyor musunuz, sanat kolay anlaşılmaz. Her doğru içinde bir yığın soru barındırır". Hiç sormazlarmış. işte dedim, nedeni budur. Durumu Selahattin Taran' a anlatmış. Yahu demiş, ben yıllardır Sabahattin' e çok soru sorduğu için kızardım, soru sorulmasına da karşı değilim. Sabahattin kadar soru soranını da görmedim. Soruları anlamasına anlıyorum da 'kötü' desem 'neden kötü’ diye sorar. İyi dediklerime de 'neden iyi' diye sorar. Beni en çok yoran bu sorular olur. İçimden kızdığım da olurdu. Şimdi onun ne denli haklı olduğunu anlıyorum. Sizler soru sormayınca ben de anladınız sanıyorum. Sabahattin' in değerini şimdi daha iyi anladım. Biraz da şu futbolun arkasını bırakıp da daha çok resim çalışsa iyi olur ya... diye de eleştirisini eklemiş.  


Selahattin Taran' ın bu bağlamda oğlu Ali Taran’ la ilgili bir anıyı anlatayım. Bugün reklamcılıkta çok ünlü olan Ali Taran sanırım bir burs nedeniyle İngiltere’ye gidecek. O zamanlar en uygun ulaşım aracı trendi. Uçak çok pahalıydı. Selahattin Taran ve ailesi Kadıköy’ de oturuyorlardı. Ali' yi, Sirkeci' ye tren ederlerini  öğrenmesi için göndermiş. Sirkeci' de görevli hangi mevki için olduğunu sormuş. Babasıyla bunu konuşmadığı için yanıt verememiş. Geri dönmüş. Babasına durumu anlatmış. O da; "be oğlum, ben bunu baştan biliyordum. Baktım sen bana bir şey de sormadın. Böyle geri geleceğini de biliyordum ama seslenmedim. Sen önce soru sormasını öğren ki böyle boşuna yorulma“. Ali Taran' ın ne duruma geldiğini herkes biliyor. İş ve insan ilişkileriyle ilgili durumunu bilemem. Kırk yıldır Köln' deyim...

   

Oğlum ilkokul 2. sınıftaydı. Köln' de eve gitmek için belediye otobüsüne bindik. Dur, kalk yarım saati alabiliyor. Oğlum başladı sorular sormaya. Ben de yanıtlıyorum. Yanıtladıkça soruyor. Onu baştan savmamak için kafamda da ''bilmem deme“ duruyor. Çocukluğumdan bana aktarılan en iyi anı bu olsa gerek. Bilmem dememe sırası bana gelmiş. Bilemediklerim de oluyor ama onları doğru biçimde savuşturuyorum. En iyi nerede öğreneceğimizi söylüyorum. Eve gidince de birlikte araştırmaya söz veriyorum. ''Soruyu unutma“ diyorum. Gerçi pek öyle bilemediklerimi de sormadı. Eve gelinceye dek durmadan sordu, durmadan yanıtlamaya çalıştım. İki hafta sonra oturduğumuz yerde bir tanıdığa gittik. Oradaki tanımadığım biri, beni tanıdığını söyledi.  O da sözünü ettiğim o kişi otobüste arkamızda oturuyormuş. Oğlumun çok soru sorması dikkatini çekmiş ama bir yandan da çok huzursuz olmuş. ''Yeter bu kadar soru", diyerek azarlayıp kızacağımı, ha şimdi, ha sonra bir şaplak atacağımı düşünmüş. İninceye dek şaplağın inmediğini görünce çok şaşırmış. Bu da onun bu durumu unutamayacağı denli çok dikkatini çekmiş. Neden çok şaşırdığı sordum: ''Bizim Türk ailelerinde böyle bir şeyi hiç görmedim...“ dedi.

   

Oğlumun sınıf öğretmeninden soru sormuyor şikâyeti hiç almadım. Hiperaktifligi vardı ve onu da biliyordu... Soru sormanın yarattığı özgüven yanıtları da tartışmaya açık tutuyordu. Öğreticilik açısından da kolay değildi. Almanya' da çocuklar böyle özgüvenle yetişiyor ve soru sormaktan korkup çekinmiyorlar. ''Acaba soru sorsam ayıp mı olur“ düşüncesi yok. Kimi zamanlar sorular saçma da olabiliyor. Önemli olan sorabilmektir.

   

Oğlum bir kitap yazmıştı ve bastırmak istiyordu. Almanya’ yı ve dilini benden iyi tanıyordu. Kitabı bastırmak için bir basımevi nasıl bulacağı zamanı gelmişti. Belki daha önce bir çözüm bulması gerekse de kitap bitmeden araştırmaya girmemiş. Ben her şeyi çok iyi biliyorum, demeden geldi bana sordu. Ben de neler yapması gerektiğini söyledim. Önce araştırıp elli basımevi bulmasını söyledim. Şaşırdı. "Çok degil mi baba“ dedi. ''Daha işin başındasın, az bile olabilir" dedim. Sonunda başardı. Dediği de şuydu, iyi ki sana sorup danıştım. Bana rahatlıkla sorular sorabileceğini biliyordu. Bana olmazsa başkalarına da sorabilirdi ki kimi konular en güvenilen kişiye sorulmalıydı. Yaşama atılınca bu tür sorunlar da var.

   

Birçok yönden ezilmiş ve yüreklilikleri kırılmış olan toplumlar sürekli şu ezikliği duyarlar, ''sorunca ayıp olmaz mı“. Haklılar da... Belirttiğim gibi soru sorduğunuz kişiler de soru sorulmasına aşina değiller. Kızarlar, sinirlenirler, soru soranı üzerler. Beni üzen olmadı ama neredeyse kavgaya dönüşen tartışmalar çıktı. Ne oldu ki, altı üstü bir soru sordum. Küfür ve aşağılama da yok. Neymiş efendim, böyle de soru mu olurmuş? Ben de yapıştırıyor, "yanıtı bilmiyorsunuz anlaşılan. Kızarak geçiştirmeye mi çalışıyorsunuz“ deyince de gelsin kaba kuvvet. İşte insanlarımız bunları yaşamak da istemediği için soru sormayan bir topluma dönüşmüşüz. Hele, hele büyüklerimize soru mu sorulur? Buradan başlıyor sorumsuzluk...

   

Soru soracak da ne olacak? Oysa sorular dağlar, sıradağlar gibi... Bir kez sorabilseler, içten içe yanmayacaklar. Hele sanatçı geçinenlerimiz... Burunlarından kıl aldırmazlar. Özellikle görsel sanatlarda, sanatta yerini bulamayıp da sanatçı diye yüceltilenler...

   

İnanın ki sınıf arkadaşlığı yaptığınız kişiler, bir yer edinmiş gibi bir yere yerleşmişse, kendi sınıf arkadaşlarını kesinlikle tanımazlığa gelir. ''Yok ya, tanıyamadım…" Ölünün  körü! Tanısan ölür müydün? İnsanlığa çok yazık olmuş, bırakalım soru sormayı...  

   

Ben her zaman umutluyum. Gelişme ve insanlık duyguları ölmez. Bunların da çok güzel ve insancıl örneklerini yaşıyoruz. Zamanla daha da gelişeceğini düşünüyorum...


2018 Düsseldorf GSA

Bilgisayar, teknoloji marifetiyle yapılan resim sanatı ve oyun sektörü ile ilgili düşünce ve hisleriniz nelerdir? 


Çöplük ve her türlü artıklarla yapılan sanatsal çalışmalara bir engel yoksa bilgisayar teknolojisiyle yapılan sanatsal çalışmalara da bir engel yoktur. Ayrıca gelişen teknoloji sonucunda ortaya çıkan ve yenilikler sanat çalışmalarında da kullanılmaktadır. Yaşadığımız dünya sürekli gelişen ve bu gelişmelerin yaşamın her alanında kullanılan bir dünyada yaşıyoruz. Sanatla yaşam ayrı tutulamayacağına göre yaşamımızın her alanına girmiş teknolojinin sanatta kullanılmasında hiçbir sakınca olmadığı gibi kullanılmaması kuşkulu bir durum yaratır.


Takip ettiğiniz günümüz sanatçıları ve onların sanatlarından bahseder misiniz?


Birçok sanatçıyı izleme olanaklarım oluyor. Bunların başında Bernard Schultze ve eşi Ursula gelir. Benim gibi Köln’de yaşıyorlardı, ya da ben onlar gibi Köln’de yaşıyordum. İyi bir dostluğumuz vardı. Hiç gocunmadan, büyüklük taslamadan atölyeme gelirlerdi. Ben de onlara giderdim. Karşılıklı birçok konunun yanında ağırlık sanattaydı. Sanata bakışımızda hiçbir anlaşmazlığımız olmadı. Bu nedenle sanat konusundaki konuşmalarımız değerli konuşmalardı. 


Kendisi informel anlayışta çalışan bir sanatçıydı. Bu konuyu daha da açmaya çalışırdım ve o da ilgiyle dinleyeceğimi bilir, anlatırdı. Çalışmalarını gerçekten çok severdim. Etkilendiği ve örnek aldığı sanatçı, Jawlensky’ydi. Çalışmalarından nasıl etkilendiğini coşkuyla anlatırdı. Jawlensky’den çıkışla kendi biçemini ve yolunu açan informel anlayışa nasıl ve nereden vardığını anlatırdı. İkşnci Dünya Savaşı’na hiç istemeyerek ve zorunluluktan, kaçamadığı için katılmış. Katılmasa ölüm cezası alacakmış. Hiç kimseyi öldürmemek için ateş etmiş. 


Beni sanatın içinde tutan Bernard Schultze’dir. Daha çok etkileyense Beuys’du. Türkiye’den ayrıldıktan sonra kafamdaki soruların yanıtını Beuys’da buldum. Daha önce anlattığım bir biçem derdinden uzun uzun söz etmiştim. Kafamdaki “ille de biçem mi” sorusuna kesin bir yanıt bulamamıştım. Bana göre ille de biçem söz konusu olmamalıydı. Kime danışır ve kimi örnek verebilirsin? Biçeme karşı çıkılması oldukça doğru bir anlayıştı ama Türkiye’deki yalnızlığa bir de yapayalnızlık eklenmekle kalmayacak sanat diye manyakça işler yapanlarca “manyak” damgası da yemek vardı. Düşüncemin doğruluğuna sürekli yanıt aramaktaydım. Almanya’da Beuys kafamdaki sorunları çözmüştü. Öylesine çözmüştü ki, o yıllarda Beuys’a “şarlatan” diyen Almanlara ben de şarlatan diyordum. Bir Türk’den bunu işitmiş olmalarını kafaları almıyordu. Daha sonra kafaları almaya başladı. Sanırım o günlerde onlar bana içten içe “manyak” demişlerdir. Beuys’daki özgüven çok güçlüydü. Ben Türkiye’de biçem konusunda böyle bir özgüvene yüreklenemedim. Elde avuçta özgüveni destekleyecek hiçbir şey yoktu. Türkiye kendi içinde kapalı ve soytarılığa açık bir konumdaydı.


Benim bakış çizgim yerine oturmuştu. Nereye bakacağımı ve nereye gideceğimi iyice anlamıştım. Daha önce bende oluşan biçemsizlik konusu önümü alabildiğince özgürce açmıştı. Zincirler paramparça olmuştu. Daha sonra bu doğrultuda yapıtlar veren Gerhard Richter ve Tony Gragg’ın çalışmalarıyla karşılaştım. İkisi de Düsseldorf Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğretim üyesiydiler.  Beuys’la birlikte çalışıyorlardı. Biçemsizlik konusunda Beuys’dan etkilenmemeleri söz konusu olamazdı. Her iki sanatçı bugün dünyanın önde gelen büyük sanatçılarıdır. Biçemsizlik konusunda da üstün başarı gösteren örnek çalışmalarıyla karşılaşıyoruz. Uzun süredir, yaşayan bu iki büyük sanatçıyı izliyorum. Onlara benzemek gibi bir derdim olmadı ama biçemsizlik konusunda aynı duyguları paylaşıyoruz.

Genel olarak sanattaki güncelikleri izlemeyi aksatmadan sürdürmeye çalışıyorum. Bienalleri ve uluslararası sanat fuarlarını gezerek günümüzde neler olup bittiğini, günü gününe gözden geçiriyor ve sürekli karşılaştırmalar yapıyorum. Önümüzdeki yılda daha ne gibi atılımlar olacağına ilişkin birikimler elde etmeye çaba harcıyorum. Bir söyleşimizde Bernard Schultze’nin de böyle yaptığını anlatmıştı. Koskoca dünya sanatçısı her açıdan sanatta yeterliliğini kanıtlamış olsa da güncelliği elden bırakmıyordu. 

Ülkemizde Basel Fuarı için toplu bir gezi yapılması tasarlanmış. İçlerinde bir de öğretim üyesi profesör varmış. Fuarı gezmişler ve bu profesör söylenmeye başlamış, “beni buraya gelmeye neden zorladınız? Bana burası bir şey verecek düzeyde bir yer değil. Ben buraya  boşuna gelip yoruldum…” filan demiş. “Gözünü sevdiğimin Bernard Schultze’si…” dedim, bunu dinleyince. Schultze bağımsız çalışan bir sanatçı ve öğreticilik de yapmıyor ve fuarları kimi sergileri de kaçırmıyor. Bir zamanlar bizim ülkemizden Viyana’da bir sanat sergisi diye sanatçı dediklerinden çalışmalar toplayıp sergilemişler. Schultze sergiyi görmek için Viyana’ya gitmiş. Neden bunca yolu o sergi için göze aldınız” dedim. “Türkiye’de neler yapıldığını da görmek istedim” yanıtını verdi. Sonuçta da büyük bir düş kırıklığına uğramış. Karı koca olanların da işlerini görünce seçimin eş, dost ayarlaması olduğunu anlamış. Tek bir çalışma beğenmemiş. Bu arada bana da övgülerini eksik etmedi. Olsun, ne güzel. Bizden birinden iki resim edinmek istedi ya. Karınca kararınca ülkemin de alnını ak etmiş miyimdir, acaba? Benden iki resim istedi ama para almadım, bağışladım. Ayrıca benim açımdan benden resim beğenmesinin verdiği onur yeterliydi.


Bize gelince de adam öğretim üyesi ama fuara boşuna gelmişmiş. Öğrencilerine öğretecek, gösterecek fotoğraflarla örnekler oluştursana be adam! Demek ki öğreticilik anlayışı da hiçbir şeymiş. Diyelim ki o fuar ona yeterli bir güçte değil, olabilir. Pekiyi, dünya sanatının neresindesin? Hiçbir yerinde. Kaç tane dünya sanatı içinde öğrenci yetiştirmiş? Hiç. Neyin başarısı bu? Almanların “yanlış gurur” dedikleri bu işte.

Neyse ben yine anlatanın yalancısıyım. Umarım yalandır. Yalan olmamasına da şaşırmam. 

Bende fuar ve bienallerden on binlerce fotoğraf var. Türkiye’deki Güzel Sanatlar Fakültelerinde verdiğim seminerlerde kullanıyorum. Öğrencilerin gözleri fal taşı gibi açılıyor ama yürekleri de eziliyor. Bana şunu söylüyorlar: “Hocam, bunlar bizi bozar” Şaka olarak söylenen bu sözün altındaki gerçek de belli. Ülkemiz bu düzeyde değil. 

Bir yandan dünya sanatını hem izleyip hem de fotoğraflarla büyük bir genişleme sağlıyorum. Dünyadan haberim oluyor. Daha ne olsun? Bu anlayış bir ya da birkaç sanatçıyı izlemekten daha ileri bir nokta. Ben her şeye karşın Gerhard Richter’le, Tony Cragg’ı yakından izlemeye çalışıyorum. Onlar sanatçı olarak belli bir biçemde kalmayarak sürekli değişikleri kendi arkalarından sürüklüyorlar. Bu gerçekten çok büyük bir coşku. Hiperrealizm’den soyutun en uç noktasına dek çalışmalar yapan Gerhard Richter’in sanat anlayışındaki yaratıcı gücü çok çekici ve önemli bir etken. Tony Cragg da öyle: Yontudaki biçem yerinde dururken kavramsal sanatın içine de dalış yaparak sürekli biçemdem biçeme geçebiliyor. İkisini de büyük bir beğeniyle izliyorum. Kafalarımız uyum içerisinde.

Doğuşundan günümüze sanatınızı ve gelişim süreçlerini anlatır mısınız..?


Ne derece anlatabilirim, ne derece anlatamam bilemiyorum. Her şeyin başında yaşanmışlık var. Yaşanmışlığın ayırımına varmak ne denli yaşanırsa yaşansın kolay olmuyor. Ülkemizdeki sanata bakış açısı gerçek sanat anlayışının dışında bir yerlerde dolaşınca sanata soyunmuş olanlarımızı da yaşanmışlıkta olumsuz etkiliyor.  Gençlerimiz de sanat çalışmalarında nereye, nasıl gidileceğini anlamakta çok zorluk çekiyor. İnternet yoluyla dünya sanatını izleme ve araştırma olanakları olsa da kafalarında oluşan sorulara istedikleri yanıtı bulamıyorlar. Günümüzü kasıp kavuran “Kavramsal Sanat” konusunda sağlıklı bir aydınlanma gerçekleşmemiş. Sanata kavram katmak olarak öğreniyorlar ve bu hiçbir yanı doğru olamayan bir açıklama. Bu da sanat yolunda ilerlemek isteyenlere büyük sıkıntılar yaşatıyor. Araştırıp incelediklerinde sanatta her şeyin yapıldığı duygusuna kapılıyorlar. Öykünmecilik, aktarmacılık, çalma - çırpma yoluna başvuruyorlar. Kendi özgünlüklerini ortaya koyacak yol göstericileri de yok. Her kafadan bir ses çıkınca çıkmaza saplanıyorlar. 


Bunların tümünün daha da beterini Türkiye yıllarımda yaşayanlardanım. Tek bir açıdan oldukça güçlü ve inatçıydım. Ne olursa olsun sanattan ödün vermemek ilkesini güvenle korudum.


Ülkedeki kafalar sanat konusunda karışıp düzelteni ve yol göstereni olmayınca da her şey kim vurduya  dönüştü. Bu nedenledir ki adları büyük ve usta sanatçıya çıkmış olup öğretim üyeliği yapmış olanların çağdaş ve evrensel anlamda sanatçılar çıkardığı görülmedi. Bu değerlendirmeyi haklı olarak sık sık gündeme getiriyorum. Her olumsuzluğun altından bu olumsuzlukların içindekiler çıkıyor. Bugüne dek olumsuzların olumsuz etkileri ve egemenlikleri yoğun bir biçimde sürmekte. Bunu anlamak ve onaylamak olanaklı değil. Ortada sanat yok, sepet yok. Ha bire usta ve büyük sanatçılarımızdan söz ediyoruz. Biri “500 Sanatçımız” diye de bir kitap yayımladı. Çerden, çöpten bir yığın kişiyi burada sanatçı adı altında topladı. Bu çarpıklık tam anlamıyla büyük bir yıkımı kanıtlayan bir anlayıştı. Sanata ihanetin de belgesi. Bizim gerçekten tam anlamıyla 500 sanatçımız olsaydı birçok Avrupa ülkesini sanatta silip süpürürdük. Diğer yandan da usta ve sanatta başarılı olanları görmezlikten gelerek "tuu kaka" yapıyoruz. Güç de olsa birkaçı için bir ayrıcalık da kendini gösterdi. Oysa yaygınlaşması gerek. Sanatı adam gibi yapanlarımızın karşısında aşağılık duygusu ve kin gütme, çekememezlik yapma güdülerinden kurtulmalıyız. Özellikle gençlerimize sanatta çözüm yollarını bulacakları destekleri sağlamalıyız. Günümüzdeki sanat eğitimi geçmişteki topal, aksak ilerlemeye çalışan sanat eğitiminin de çok gerisinde. Sanattan uzak resim yapanlar yetişiyor. Sorduğum ve anlattığım çok şeyi bilmiyorlar. Öğretilemediği belli oluyor. Öğreticiler de kendilerini yetiştirmeye çalışmıyor.


İşte ben bugünü yaratan bir ortam içinde olmak istemedim. Çağdaş ve evrensel sanatın yaşandığı ve beni sanatla yaşatan bir yer aradım. Yiten zaman demek önüme ölü bir zamanı sermek demekti. Benim açımdan bir daha doğrulmak ve dirilmek olanaklı değildi. Doğru zamanda, doğru yerde ve doğru bir sanat anlayışı içinde ya var olunacak ya da yok olunacak. O günkü koşullarda beni ve benim durumumda olanları ne bir destekleyen, ne bir koruyan, ne başarının yolunu açan, ne bir olanak ne bir güç yoktu. Ne bulduysak kendi ışığımızı kendi gücümüzle bulduk. Tüm bu karanlığın içinden sızan ışık damlacıklarını görünce karanlıkta yaşama alışkanlıklarını bu ışık damlacıklarıyla yenmeye çalıştık. Karanlıktan çıkınca başımıza nelerin geleceğini de biliyorduk. Ülkemizde tarafından dışlanmak ve yok sayılmak. Almanya’daysa bunu bizlere karşı Yeni Naziler yapıyor. Çabalamayı ve sanat uğraşını karanlığa gömmeyi, karanlıkta yaşamayı daha kolay bulan birçok tanıdığım arkadaş ve diğer kişilerin önemli bir bölümü aydınlıktaki yok sayılmayı bırakıp karanlıkta var olmayı seçmek zorunda kaldılar. Şimdi anlatmam gerekenleri başlara dönerek anlatmak gerekiyor. Işık damlalarının arkasından gitmenin olağanüstü bir öyküsü de denilebilir, bun: ve ışık damlacıklarını büyütüp ışık topuna dönüştürmek salt bilinçle oluşmadı. Her şey ışığın ne olduğunun bilincine varamadan duygu ve duyarlılığın arkasına takılmakla gelişti. Bilincin yapacağı şey değildi. Bilinç konumu belirleme işlevi görüyordu.


İlkokulda çok kötü, kuru boya ve kağıtla neler yaptığımı anımsıyorum. Bir evde konukluk gibi bir konuda evi çizer duvarları saydammış gibi evin içini dışarıdan görürdüm. Hemen hemen tüm sınıf arkadaşlarım da öyleydi. Bir ayrıcalığım yoktu. İnsanları çizerken yönü bize de dönük olsa ayaklar yan çizilirdi. Ben de öyle insan resimleri çizdiğimi çok iyi anımsıyorum. Köydeyken evimizin dibindeki dağın yamacında yüzeyi dümdüz olan bir kaya vardı. Kiremitle oraya ne olduğu belirsiz özgürce çizgiler çizerdim. O çizgiler bana göre her türlü canlıdan daha canlıydı. Okulda ne özgür çizgiler ne de canlılık kaldı. Kuru renkli kalemlerle her şey kupkuruydu ve hiçbir rengin tadına ve güzelliğine varamazdık. Hepsi solgundu. Bastırsam kâğıt yırtılıyordu. Kahverengi ve sarıyı bir arada kullanmayı severdim. Nedendi ki? Bugüne dek anlamış değilim. Tek anladığım şey, renk ve boyama ilgim böyle başladı. Daha önce anaokulu, baba okulu yoktu. Okulu olmayan köyde ne olsun ki! Benim nine okulum vardı. Nine okulunda sevgi ve hoşgörü vardı. İlkokula daha önce adı hiç duyulmayan, bugün artık iyice ünlenen REYHANLI'DA başladım. Köyü bıraktık, evleri ve insanları çok olan köylerin bir araya geldiği bir başka köydeydik ama o denli de kötü değildi. Yüzecek doğal bir gölü, kışlık sinemasıyla yazlık sinemaları da vardı. Çınarlar arasında gezi yolumuz, en önemlisi de Yeşil-beyaz formalı Reyhanlı Gençlik Spor takımı ve futbol sahası vardı. Keçilerimiz, çok sevdiğim oğlaklarımız, beni sabırla taşıyan eşeğimiz ve beni koruyan köpeğimiz yoktu. O günlerden bana kalan tek şey eşeğimizin heybesidir. Yaşanmışlık diyorum ya, işte bu heybe yaşanmışlığın kendisiydi.


Birgün yine atölyeme gelen Düsseldorf Güzel Sanatlar Akademisi ve Beuys’un çok yakın arkadaşı Günter Bleks asılı olan bu heybeyi gördü. Ne olduğunu sordu, anlattım. Keçi kılından yapılmış bu heybeye yakından baktı. Heybenin çok etkileyici olduğunu söyledi. Ben de bu nedenle sakladığımı söyledim. Yanımda çok yakınım olan biri de vardı. Her seferinde bu heybeyi neden tuttuğumu sorardı. Yanıtı anlayamayacağı için bir şey demezdim. Bir gün dayanamayıp “yaşanmışlık var” dedim alay eder gibi güldü. Ben de ona güldüm. Bu tanıdık bu kez soruyu Bleks’e yöneltti, neden etkileyici olduğunu sordu. Aldığı yanıt: “Bunda yaşanmışlık var.” Ondan sonra benim ona gülmem haklı bir gülme olarak kaldı. Heybeye saldırı son bulmuştu. 


Genç yaşlarda yaşanmışlığın ne olduğunu bir ucundan yakalasam da tam anlamıyla sanatla bir araya getirip yoğun olarak kullanmaktan uzaktım. Grafik çalışmalarımda yaşanmışlıkların etkisi çok yoğundu ama bunun daha çok duygu yoğunluğu olduğu düşüncesindeydim. Tam anlamıyla bir yaşanmışlığa oturtmadığım için açılımları engelliyordu. Nedenin bu olduğunun ayırımına varamamıştım.  Baştan da belirttiğim gibi ülkemizde yaşadığım zaman içerisinde böyle bir yaratım dili bilinmiyordu. O yıllarda sanatta önümüzü açacak bir babayiğit bul bulabilirsen. Bugün de durumun değiştiğine tanık olmadım. Geçmişte sanat yolunda sağlam temellere dayalı olarak ilerleme düşüncesi vardı. Bugünse her şey çarpıtılmış durumda. Bilenlerle bilmeyenler, at iziyle it izi birbirine karışmış durumda. Geçmişte bilgi edinme olanakları gerçekten çok azdı. Avrupa’da durumun nerelere gittiğini anlayabilmenin koşulları da ağırdı. Avrupalı yaşanmışlığın ne olduğunu sanatsal bir dile uyarlarken bizlerse sanatta çok biliyormuşuz gibi gereksiz tartışmalara girdik: “Sanat soyut mu, somut mu? Sanat yöresellikten mi başlamalı, evrensellikten mi”... onlarca yıl tartıştık. Bir türlü çalışmalarımızda yolumuz yaşanmışlığa çıkmadı. Konudan sapıyormuşum gibi görünse de içinde bulunduğumuz zor koşulların daha iyi anlaşılmasını erimliyorum.


Benim sanat çalışmalarımda yolumu aydınlatan tek kişi her zaman söylediğim gibi Selahattin Taran’dır. Ne zaman başım sıkışsa baş vurduğum tek kaynak Selahattin Taran’dır. Onun yol göstericiliğiyle sanatın evrenselliğini ve evrenselliğin bağlantılarını çok kolay öğrendim. O zamanki sanat çabası içinde olan akademi ve diğer sanat yüksek okullarının açmazlarını ve çıkmazlarını erken anlayabilme gücüm oluşmuştu. Özellikle de oradaki yanlışlardan uzak durmaya karar verdim. Bunlar birden bire olmuyor.  Çok uzun bir sürece dayanıyor.


İlkokuldayken dördüncü sınıfta resme karşı ilgim öne çıktı. Bana göre olup olanın hepsi buydu. Bunu yıllarca resim öğretmeni olarak çalıştığım için o yılları daha iyi değerlendirebiliyorum. Resme karşı olan ilgimi daha ileriye taşıyıp geliştirecek öğretmen ve kişiler yoktu. Öğretmenin biri yağlıboyayla gerçekçi resimler yapardı. Okul için yaptığı bir resim okulun bir duvarında asılıydı. Şu an bile o resmi çok iyi anımsıyorum. Ben çocuğum, ne anlarım öylesi gerçekçi resimden. Işık gölge en başta bir çocuk için çok yabancıdır. Çocuk için de gereksizdir. Bu öğretmenin desteğini görebilirim sandıysam da hiç oralı olmadı. İyi ki olmadı. Resim derslerimize o gelirdi. O zaman neyi anlayıp anlamadığını bilmem olanaklı değildi. Resim öğretmeni olma yolundayken onun çocuk resminden anlamadığını anlayabildim. Onun da bunda ne suçu olabilir ki? Öğretilmemişse nasıl ilgilenip öğretebilir? İlkokuldan sonra bir kasaba ortaokulunda   resim öğretmeni pek olmazdı. Öğretmen yetersizliği vardı. Ben de kaynayıp giderdim.


Sınavı kazanarak Adana Düziçi ilköğretmen Okulu’da okumaya başladım. (Bugün Osmaniye' ye bağlı bir ilçe). Okul önce Köy Enstitüsüydü. Köy Enstitüleri kapanınca ilköğretmen okuluna dönüştürüldü. Okulun her türlü olanakları ve atölyeleri de vardı. Yatılı okuyordum. Böylece ilk kez resim dersinde gerçek bir resim öğretmeniyle karşılaşmış oldum. Resimden bir şey olacağımı hiç düşünmedim. Büyük sınıflarda güzel resim yapanlar vardı. Onlara resim öğretmenleri atölyenin anahtarını verirlerdi. İyi resim yapınca demek ki atölyenin anahtarı verilebiliyormuş. Ondan sonrası ne, bilmiyordum. Bana göre olmadığını da düşündüm. Zaman geçtikçe ben kendimde  her şeyin olağan bir çizgide gittiğini düşünüyordum. Her derse bu düşünceyle çalışıyordum. Resimse çok severek yaptığım bir dersti. Daha ötesi var mıdır, kafamı hiç yormadım. 


Bir gün resim öğretmeni benimle ayrıca konuştu. Okul altı yıllıktı. Altı yıl sonra ilkokul öğretmeni olacaktım. Kendimi buna hazırlayarak okulu bitirme başarısını göstererek öğretmen olmak istiyordum. Resim öğretmeni bana aşağı yukarı şunları söyledi, “görüyorum ki sen çok güzel resimler yapıyorsun. Böyle giderse 3. Sınıftan sonra seni İstanbul’da Çapa'ya göndereceğim…” dedi. Ben gerçekten anlamadım. Soru da soramadım. Kafam bir karıştı ki sormayın. O anlar ve günlerin şaşkınlığı bende kendini unutulmaz kıldı. Ben Antakyalıyım. Yaz aylarında Amik Ovası’ndaki pamuk tarlalarında pamukları çapalayarak eve üç beş kuruş katkı sağlamaya çalışırdık. Çocuk yaşta olmuşuz, kimsenin umurunda değildi. Ben öğretmen okuluna girmekle çapadan kurtuldum sanıyordum. Şimdi başıma İstanbul’da Çapa çıktı. Ne çapalayacaktım acaba! Arkadaşlara soruyorum, bilen yok. Öğretmene de soramıyorum. Bir kızarsa babam beni “eti senin kemiği benim” diye teslim etmiş. Etimizden de mi olacağız? Yaş henüz on üç, ben ne anlarım İstanbul’daki Çapa'dan. “En iyisi öğretmenin gözünden düşüp böylece İstanbul’daki Çapa'dan kurtulmuş olurum. Bana yazın Amik Ovası’ndaki çapa yeter.” diye düşündüm. Çocuk aklı işte. Bu kez öğretmen bilerek kötü resim yaptığımı anlarsa başıma ne gelirdi acaba? Şu çapa işinin ne olduğunu anlayıncaya dek resim çalışmalarımı kötüleştirmedim. Bu çapa işi Hatay’daki Amik ovası varken İstanbul’daki neyin nesi ola ki? Bunun altında benim düşündüğümden başka bir şey olmalı, kararını verdim. Büyük sınıflardan bilen birine sordum. Daha önce İstanbul’a böyle gönderilenler olmuş, bu nedenle ne olduğunu bilenler var.  Anlattılar, çapa denilen şey İstanbul’da bir semtin adıymış. Oradada salt resim ve müzik, seminer bölümü olan bir öğretmen okulu varmış. Tüm öğretmen okullarından resim ve müzik yetenekleri olan öğrenciler Çapa’daki Öğretmen Okuluna gönderilirmiş. Bu kez de pabuç büyük ve pahalı çıktı. Resim yapmayı sevdiğim için ucuzdu pahalıydı demeden kendimi hazırlamaya karar verdim. Üçüncü sınıfa gelince atölye anahtarı da verildi. 


Üçüncü sınıftan sonra ve daha on beş yaşındayken İstanbul’a gönderildim. Babam kıyameti koparsa da sorunu çözen ben oldum. Adamcağız rahatladı. Bir yandan da haklıydı. On beş yaşındaki çocuğun anasız babasız İstanbul’da işi neydi? Çok yakın bir akrabamın İstanbul’da olması her şeyi kolaylaştırmıştı. Burada da bir öykü varsa da burada kalsın.

Benim resimdeki yolumu açan ve pamuk çapalama yerine İstanbul’daki Çapa’ya gönderen öğretmenim İbrahim Bayram’dı. İstanbul’a öğretmen olarak atandığı yıllarda onu buldum. Kapkara gür saçları bembeyaz olmuştu ve resim sergime gelmişti. Bir yıl sonra Almanya’ya gittim ve on beş yıl görüşemedik. On beş yıl sonra Ankara’da bu kez onun sergisinde buluştuk. Bu kez gür beyaz saçları da gitmiş. Resim yapmayı sürdürdüğüne sevindim. Daha sonra evi ve atölyesine giderek uzun uzun konuştuk. Yaşamında pamuk çapasıyla İstanbul’daki Çapa’nın ayırımını yapamayan bir çocuğu elinden tutup İstanbul’daki çapaya gönderen ve çok büyük bir desteği esirgemeyen bu insanı unutabilmem kesinlikle olanaksız. Ona bu bağlamda çok şey borçluyum.


Sınıfta hiçbir zaman desen çizmezdik. Yaşımıza uygun değildi. Çapa’daki sınav için desen de isteniyordu. Üçüncü sınıfa geldiğimde bana ayrıca desen öğretmeye çalışmıştı. Desenin ne olduğunu da ilk kez ondan öğrenmiştim. 


Sanat anlamında çalışmalara gerçek anlamda İstanbul’daki okulda başlamak zorunda kaldım. “Zorunda kaldım” diyorum çünkü başımızda Selahattin Taran vardı. İlk söylediği şuydu: “Sizler Anadolu’dan seçilip gönderildiniz. Burada da ayrıca sınavdan geçtiniz ve kazandınız. Ya bu deveyi güdersiniz, ya güdersiniz.” Deveyi ya güdeceğiz ya güdeceğiz zorunluluğuyla karşı karşıdaydık. Bu noktada güzel olan şey İstanbul’da olmak ve gerçekten iyi resim yapma olanakları elde etmiş olmaktı. Ülkenin en büyük kenti ve sanatla kültür o zamanlar İstanbul’dan sorulurdu. Deveyi içimizden gelerek güdecektik. Hiçbir arkadaşımız başarısız olup da geri dönmedi. İstanbul’a sanata ve kültüre ısındık. Üç yılım yoğun sanat çalışmasıyla bu okulda geçti. Selahattin Taran tatlı sertliğiyle hep başımızdaydı. Ülkemiz bizlere ülke sanatında ilerleme ve gelişmeye katkılarımız olsun diye böyle özel bir eğitim katkısı sağlamıştı. Anadolu’da yaşayıp da İstanbul’daki Çapa’yı pamuk çapalamak diye anlayan benim gibi birçok arkadaşımdan ileride ülkemize sanat açısından hizmet edip görev yüklenenler olacaktık. Devlet bu katkıya katlanıyordu.


İşin en acı ve yıkıcı olan yanı da buydu. Her şey çok iyi ve yerinde düşünülmüş böylesi bir eğitim anlayışı tam anlamıyla çağdaş düşüncenin kendisiydi. Bunu hakkını ödemek zorundaydık. Böyle bir sorumluluk kendiliğinden kendimize yüklediğimiz görev oldu. Buna uygun düşen bir sözcük de yoktu dilimizde. Almanca’da “Herausförderung” denilen sözcüğün karşılığıydı duygularımız. Daha önce Almanca bu sözcükten söz etmiştim. Türkçe karşılığı yok ve sözlüklerde karşılık diye yazılan, yanlış ve tümüyle ilgisiz.


Küçük yaşta seçilerek bize kendimizi erken yetiştirme olanağı verilmişti. Hepimiz bunun hakkını vermeliydik. Buraya dek gerçekten çok büyük bir yapılanma içindeydik. Buradan ötesi düşünülmemiş. Bu okulu bitirince bizler ne olacaktık? Tüm yollar tıkalı. Geldiğimiz okullardaki gibi bitirince ilkokul öğretmeni oluyorduk. Bunca sanat eğitimini neden gördük? Mantıklı hiçbir açıklama yoktu. Diğer öğretmen okullarını bitirenlerden ileride olan hiçbir hak ve ayrıcalık yoktu. Gidebileceğimiz okul olarak görünürde olan Eğitim Enstitüleriydi. Herkes gibi ülke çapında yapılan test sınavına girme ve kazanma zorunluluğu vardı. Test kazanıldıktan sonra bizi bekleyen yalnızca Gazi Eğitim Enstitüsü vardı. Testi kazananlar o okulun yetenek sınavını da kazanmak zorundaydılar. Bunca sanat eğitimi ile iş daha yükseğe gidilmek istendiğinde yollar kapalıydı. Bir de Beşiktaş’da Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu vardı. Burası gündüzlüydü. Test sınavının dışında kalıyordu. Salt yetenek sınavını kazanmak gerekiyordu. Deveyi gütmesine güdecektik ama gelecekse geldiğimiz okullardaki olanakların aynısı. Bunca çalışma ve emekten sonra hiçbir ayrıcalığımız yoktu. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi lise dengi öğrencileri alıyordu. Okulumuz lise dengi sayılmıyordu. Bu nedenle öğretmen Okulu’nu bitirenler salt Yüksek Resim Bölümü’ne Tatbikideki gibi yetenek sınavıyla giriyorlardı. Çok çetrefilli bir durumdu. Okulun seçilmiş öğrencileri olarak okulu bitirdikten sonra darmadağın olduk. Gazi Eğitim Enstitüsü sınavını kazanamayanlar ilkokul öğretmenliğinde kaldı. Anadolu’nun yoksul çocuklarının okuma gücü ancak yatılı okumaya yetiyordu. Tatbiki ve Akademiye de giren belli sayıda arkadaşlarımız oldu. Yarısına yakınıysa fire verdi. Gündüzlü okuyanlar gerçekten çok büyük yokluk çektiler. Resim ve sanat konusunda yıllar sonraki değerlendirmelerim sonucunda gibi ülkenin en iyi sanat öğretmeninin Selahattin Taran olduğunu anladım. Bizler böyle bir insanın elinde yetiştik. Daha sonrası için sınavlarla boğuşmak zorunda kalmamalıydık. Buna bir çözüm bulunmalıydı. Emekler boşa gitmemeliydi.


Ben İstanbul Eğitim Enstitüsü’nün Resim Bölümünü kazandım. Üç yıl da orda okudum. Selahattin Taran da oraya atanmıştı. Çok sevinmiştim gerçekten. Öğretmen okulundaki kaytarmalarımı sevmemişti. Kendimi çalışmaya vermiyorum olarak kafasında yer etmiştim. Biraz kuşkuluydu. Birincilikle kazanmış olmama şaşırıyordu bir yandan. “Sınavdaki çalışmalarını görünce senin yaptığına bir türlü inanamadım” demişti. Bu onu daha da şaşırtmıştı. “Başımın belası, bakalım bundan sonra ne yapacaksın, gözüm sende” dedi. Burada yazdıklarımı kendisine anlattım. Özellikle test sınavını geçmek için diğer derslere de ağırlık vermek zorunda olduğumuzu, söyledim. İstanbul Öğretmen Okulu’nda bu nedenle resim çalışmalarımı aksattığımı da sözlerime ekledim. Yine de kuşkuluydu. 


İstanbul Eğitim Enstitüsü’nde bir anlamda  dananın kuyruğu kopmuştu. Öğretmen Okullarından Anadolu’nun yetenekli çocukları olarak resim ve müzik alanında sanat ağırlıklı bir eğitim için İstanbul İlköğretmen Okulu seminer bölümüne gönderilen bizler için yol bitmişti. Sınıfımızda Anadolu’dan ve Lüleburgaz’daki Kepirtepe İlköğretmen Okulu’ndan gelenlerin toplamı yirmiydi. Eğitim Enstitüsü’nde İstanbul İlköğretmen Okulu Resim Semineri’nden tek ben vardım. Diğerleri içinde Ankara Gazi Eğitim Enstiyüsü ve Tatbiki Güzel Sanatlar okuluna dağılanlar oldu. Gündüzlü okumaya dayanmaya çalışanlar Tatbiki’ye bir kaçı da Gazi Eğitim Entitüsü’ne gitti. Testi kazanamayanlarsa yok olup gitti. Bunca yıl resim seminerini bitirenlerin başına gelenler buydu. Okul bitti, yol bitti. Kendini resim çalışmalarıma veren yetenekliler ortadan yok oldu. Sınıf arkadaşlarımın yitikleri arasına girenlerin durumunu bilmek istedim ama ulaşamadım. İlkokul öğretmeni olarak yaşamlarını her biri bir yerde sürdürdü. Ne oldu bizim yetenekli çocukluğumuza! 


Yine İstanbul Eğitim Enstitüsü’ndeki sınıfımızın sayısı da yirmiydi. İstanbul Öğretmen Okulu’ndan iki kişiydik. İlginç olanı diğer arkadaş seminer sınıfından değildi. Birkaç tane de diğer öğretmen okulundan gelmişlerdi. Diğerleri lise bitirenlerdi. Dananın kuyruğu da böyle koptu. 


Seminer sınıfındayken kendimizi sanata yönlendirmiştik. Şimdi ne oldu? Lise ve diğer öğretmen okulunu bitirenlerle aynı yere geldik. Seminer okumasaydık da buralara diğerleri gibi gelirdik. Üstelik giriş testlerini resim diye ayrılan zamandan alarak derslere daha çok ağırlık vererek çok daha kolay verebilirdik.  Sanata ağırlık vermemize de gerek yoktu. Bizler de genel testlere daha iyi hazırlanırdık. Geçmişi ve o günleri yılların oluşumlarını da katarak değerlendiriyorum. Eğitim Enstitüleri birçok dalda orta dereceli okullara öğretmen yetiştiren bir kurumdu. İstanbul Eğitim Enstitüsü üçer yıllık okullardı. Bizim yirmi kişilik sınıfımızı daha o günlerde değerlendirdim. Seminerden gelen tek kişi bendim. Seminer sınıfındaki arkadaşlarla karşılaştırmayı o günlerde yaptım. Seminer sınıfında okuyan arkadaşların hiç biri bu arkadaşların en iyisinden de iyiydi. Bu bir övünç ve taraf tutma değil. Daha on beş yaşındayken yetenekli olarak seminer sınıfına girenler onlara sağlanan bu olanakları çok iyi ve yürekten kullandılar. Çok da başarılı çalışmalar yaparak gerçekten yeteneklerini kanıtladılar. Yeteneğini kanıtlamayan tek bir öğrenci yoktu.  Gelin görün ki sınıfımda bu arkadaşlar yoktu. Çoğu kendini öğretmen olmaktan çok sanata doğru yönlendirmişti. Eğitim Enstitüsü dışındaki okullara denklikleri uymuyordu. O yılların tam anlamıyla harcanmış bir kuşağıydık. 


Okulda Türkçe Bölümünden Türkçe, Resim Bölümünden de resim öğretmeni çıkıyordu. Sanata giden yol resim öğretmenliğine yöneldi. Resim seminerinde okumanın sanatın değil, resim öğretmeni olmanın yolunu açmıştı. Liseden gelenler için de bu yol kullanılabiliyordu. Üç yıllık öğretmen yetiştiren bir kurumdan öğretmenler de içinde olmak üzere Selahattin Taran dışında hiç kimse sanatçı çıksın derdinde değil, öğretmen çıksın derdindeydi. Dersler de buna göre ayarlanmıştı. Pedagoji, sosyoloji, öğretim metodu, Sanat Tarihi, Devrim Tarihi, Türkçe, yabancı dil gibi öğretmenliğe gerekli olan derslerden de sorumluyduk. Sanata ağırlık vermek isteyenlerin önünde üç yıl vardı. Karşımızdaysa dört yıllık Tatbiki, beş yıllık da Devlet Güzel Sanatlar Akademisi duruyordu. Her nedense oraları bitirenlerden de çağdaş ve evrensel güçte bir sanatçı çıkmıyordu. Dersleri geceli gündüzlü sanatsal derslerle doluydu. O yıllarda bunun nedenini de biliyordum. Sınav ve seçmelerde de çok büyük saçmalıklar yaşanıyordu. Kendim de doğrudan bu denemeden geçtim ve saçmalıkları yaşadım. Bizler üç yıllık parçalı sanat eğitimiyle parçaları sanata ayırsak ne derece başarılı olabilirdik. Kaldı ki akademinin başarısızlığı da ortada. Ha biz, ha onlar… Bizler kendi kendimizi sanat diye aldatmak ve havanda su dövmekten başka bir şey yapmıyorduk. Ülkede sanat gerçek yerine ve çağdaşlığına bir türlü oturtulamıyor. Bir de okullar arası çekişmelerin acımasızlığı sanatın temizliği ve güzelliğinden uzaklaşmamıza yarıyordu. Kendileri bir şey olamamışken bizim sanat eğitimimizi de küçümsüyorlardı. Ben de onlara “önce siz kendinize bakın” derdim. Sanat konusunda karşılıklı destek sağlanması gerekirken okullar arasında sidik yarışı da başka bir sorundu. Sanat yok ama sidik yarışı, ver gazı gitsin… Bu nedenle de ülke gerekli nitelikte sanatçı yetiştirilmesinde başarılı olamadı.


Ben tüm bu sıkıntıları neden yaşadım, gerçekten bilemiyorum. Kim bilir, çocukluktan kalan bir resim tutkusu ve susuzluğuydu. Okuma yazma öğrendiğim zaman öğrenme açlığı ağır basmıştı ve daha iki ay dolmadan, okuma-yazma öğrenenler arasına katılmıştım. Oysa o günlerdeki içinde bulunduğum koşullar okumama da engeldi. Nedense bir inat bastırdı, benliğimi. Resim de öyle bir benliğe çattı.


İstanbul Eğitim Enstitüsü’ndeki eğitim öğretmen çıkarmaya yönelik olduğu için resim derslerinde sanatsal bir başarıya da gerek yoktu. Yine de öğretmenler sanat derslerinde nitelik olsun diye zorlarlardı. Nitelikli olan da resim öğretmeni, olmayan da. Benim açımdan da kolay bir durumdu. Sanatta üstün çalışmaları olanlar için yurt dışına burslu olarak gönderilme olanağı vardı. Bu konuda da Gazi Eğitim Enstitüsü bunu tekeline almıştı. Bizim okulda ne denli başarılı olursan ol, yol kapalıydı. Gazi Eğitim Enstitüsü’nün gözle görülür ve hak hukuk açısından kabul edilemez bu engeli kırılamadı. Bunun adına ülkeye sanatsal katkı değil, sanatsal köstek denir. Açıkçası hiç kimsenin sanat konusunda ülkenin ilerlemesi umurunda değildi. Gazi Eğitim Enstitüsü kendi içinde de tutarsızdı. Gerçek anlamda yetenekli öğrenci yerine sorunsuz ve kendilerine yakın olanları seçerlerdi. Bu nedenle MUHARREM PİRE çok güçlü olmasına ve seçilmeyi de başarmış olmasına karşın ona siyasi bir kulp takılarak gönderilmeyenler arasındadır. O da yılgınlık göstermeyerek sanat çalışmalarıyla önlerde gitmektedir. Nereye dek ve nasıl? O yılmadan ölümüne çalışıyorsa da çağdaşlığı yakalamakta ne derece çok zorlanmış olduğu da belirsiz. Çok zorlandığıysa çok kesin. Arada böyle güçlü inatçılar çıkıyor.  Gönderilenler arasından başarı ve gerçek bir sanatçı olarak dönen Hüseyin Bilgin’i biliyorum. Diğerleriyse uysal kişilikte olanlardan seçildiği için sanatın bir başkaldırı olduğunu bilemediler. Mıy, mıy gidiyor, işte…


İstanbul Eğitim Enstitüsü’nde durum gerçekten zordu. Ben özellikle sanat konusunda sanata da gereken ağırlığı verme kararındaydım. Bu benim öğretmen olmamı engellemiyordu. Sanatta da gücümü ortaya koymaya yarıyordu. Öğretmen Okulundaki sanat öğretmenim Selahattin Taran’ın da bu okulda olması öğrendiklerimin daha ötesine gidebilecektim. Öyle de oldu. Selahattin Taran olmasaydı nasıl başarırdım bilemem. Çünkü Almanya’ya gittiğim zaman güncel, çağdaş ve evrensel sanatın içine düştüm. İnsanda bir şaşkınlık olur değil mi? Bendeki coşkuydu. Selahattin Taran’dan alınan bilgilerle hiçbir şeyi yadırgamadım, hiçbir uyumsuzluk yaşamadım, olup bitenleri anlama sorunu da yaşamadım. 


İstanbul Eğitim Enstitüsünü bitirdiğimde kendime özgün bir çalışma yolu yakalamıştım. Öğretmenlik yıllarımda yoğun biçimde sanatsal grafik çalışmalarımı (Bakınız: 8' den 30' a kadar olan resimler) ve o günlerde ülkenin içine düştüğü kardeşin kardeşi vurduğu terör günlerinde duygularım da ağır yara alıyordu. Bu yaraları bu tür çalışmalarla sarmaya çalışınca derinliklerle dolu figürlü çalışmalar ortaya çıktı. Selahattin Taran dışında anlayanları da pek olmadı. Türkiye’deki son iki yılım, bitirdiğim okul olan İstanbul Eğitim Enstitüsü’nde öğretim görevlisi olarak geçti. Sanat bilgilerim bir yüksek okulda görev yapmamda ve yeterlilik açısından iyi durumdaydı. Tek sorunum, sanattaki yeni gelişmeleri günü gününe izleyememekti. Terör nedeniyle eğitim pek de iç açıcı günler yaşamıyordu. Türkiye’nin koşulları beni yıldırmıştı. Ya ülkeyi ya da kendimi bırakarak gidecektim. Her şeyin çok kötü olduğu bir dönemde ülkemden 1980 yılının Haziran ayında ayrıldım. 12 Eylül’de de darbe olmuştu. Ben o zamana dek Almanya’da kalabilme koşullarında ilerleme sağlamıştım. Göreve dönmem istendi, dönmedim. Önü yıllardır kapalı olan yurt dışına gönderme işimi kendi başıma, kendim yaptım. Kendimi bırakmak yerine ülkeyi bırakmak zorunda kaldım. Türkiye’de sanat çalışmalarımda yalnız kalmıştım. Açtığım kişisel sergide durumun korkunçluğu daha da kendini göstermişti. Böylece de Almanya süreci başladı.


Sanat çevresine daha çabuk girebilmek ve Almanya’da uzun kalabilme koşullarını sağlamak için Köln’de üniversiteye bağlı Sanat Yüksek Okulu’na kaydoldum. Özellikle dil sorununu çözmek gerekiyordu. Okulun kendi bünyesindeki dil kurslarına katıldım. Dil kursu sınavlarını verince de okul kesin kaydı yaptı. Bu da benim kısa zamanda sanat çevresine girmeme ve neler olup bittiğini kısa sürede anlamama neden oldu.   Okul için sınıf denkliğimi yapma hakkım vardı. Yapmayıp sıfırdan başlama yolunu seçtim. Almanya’nın sanattaki ileri ve vurucu gücünü görünce çok doğru bir yerde olduğumu anladım.


Türkiye’deyken sanata ilişkin olabilirlik kuramları üzerinde yenilikler üzerinde duruyordum. O koşullarda bana göre olabilirliğinde bir sakınca olmamasına göre Türkiye açısından olmayacak saçmalıklar olarak değerlendirilecek bir kapalılık vardı. En başta biçem konusu benim açımdan sanatta koşul olmaktan çıkarılmalıydı. O zamanın o geçmişi içinde kime söylesem alay konusu olabilirdi. Bugün bile biçem koşulu aşılabilmiş değil. İlle de biçem olmalıymış.  Kırk yıl önce Almanya’da bizim tartıştıklarımız gündemde hiç yer almıyordu. Eğitimde de yoktu. Bizde, sergilemelerde çerçeveye çok önem verilirdi. Ben bunu sanat dışı bulurdum. Sanat çerçevenin içinde ama biz çerçeveyi içindekinden daha çok önemsiyorduk. Sanat yapan kişinin çalışmış olduğu alan sanatı oluşturuyordu. Bunun kendine özgü bir doğallığı vardı. Bu konuda gerçekten doğulu kaldığımızı anladım. Çerçeve güzel görünsün diye içindekinin etkisini azaltıyordu. Tuval bezi üzerine yapılan çalışmalar da öyle. Çerçeveye germek istemeyen germemeliydi.     Ne o öyle boyutlar; kare, dikdörtgen, daire? Gerek yok yamru yumru boyutlara da çalışma yapılabilir. Buna zaten çerçeve yapamazsın. Alışılmışlıklara takmıştım kafayı. En önemlisi de yaşanmışlıklardı. Karaköy’deki alt geçidin merdivenlerini ele almıştım. İlk yapıldığı günleri ve ne denli düzgün görünüşleri olduğunu biliyordum. On yıl sonra o merdivenler bize gerçek bir yaşanmışlığı anlatıyordu. Bilet ve para alınan gişelere bakardım. Para al, para verle gişeye konulan o metaldaki çukurlaşmalar ne denli yaşayan bir derinlik kazandıklarını yansıtıyorlardı. İyice giyilmiş ayakkabıları toplayıp sergilemek istemişimdir. Çerçevecilikten başını kaldıramayan bizin sanatsızlık üreten sanat çevresinin yozluğu bunu anlayabilir miydi! Tefe koyarlardı adamı. Yıkanıp da bahçelere asılan tertemiz çamaşırlar yerine kullanımdan yıpranmış kirli çamaşırlar asmayı düşündüm. Düşündüğüme pişman edileceğimi de bildiğimden başımı belaya sokmak istemedim. Kendi başımın belası bana yetiyordu. 1980 öncesi bana göre olabilirlik kuramları başımın belasıydı. Bunun gibi daha neler vardı. Bir kere kutuyu açmaya göresin, gerisi geliyordu. Sonuçta deli yerine konulmaktan başka bir işe yaramazdı. 


Almanya’ya ve yapılanlara bakınca kendimi kendimde buldum. Öylesine imgelemler ve yaşanmışlıklar sanatla iç içeydi ki ben olabilirliklerimde eksik kalmışım. Aradığım yanıtların çok ötesindeydi. Nereden nereye! Delirmek yolu açıkmış, Almanya’da.  Demek ki daha gelmeden Almanya’ya hazır duruma gelmişim. Her şey çorap söküğü gibi çözüldü. İlk işim grafik çalışmalarının dışında bir ya da birkaç yer daha bulmaktı. Biçem önemli değildi. Grafik çalışmalarım biçem bütünlüğü içinde güzeldi, etkileyiciydi, derin duygular doluydu. Bu salt ben değildim. Benim parçalarımdan biriydi. Sürekli dışarıdan iç yapıya giden bu çalışmaların tersi de oluşmuştu kafamda. İlk değişikliği bu kez içeriden dışarıya doğru yapma duygusuna kapıldım. İyi de oldu. Diğerleri de birbirini kovaladı. Eğlenen, koşan, umutsuzlukları yenmeye çalışan; bağlama, gitar çalan, şarkı-türkü söyleyen, kendim ve doğayla barışık olmaya çalışan, insanlığın ve kendimin tüm yaşanmışlıklarımın bireyiydim. Tüm bu kendimle olan barışıklığımın içinde sanatsal olabilirliğin yaratıcı kuramları da vardı. Türkiye bu bağlamdaki kendim ve doğayla, yaşanmışlıklarımla olan barışıklığımın doğal hakları engelleyen deli diye niteleneceği  çarpıklığın içindeydi. Hiçbir şeyle barışık olmayan bir toplumduk. Birbirimizi kahvede, otobüste, sokakta silahlarla tarıyorduk. Acımasızlığın, öldürmenin canavarı olmuş bir topluluktuk. Akıl bu koşullarda deli olarak görülüyordu. Sanatsa hiçbir şeydi. 


Yaşanmışlığımı sanata yansıtarak grafik çalışmalarımın biçem sınırlarını da aşmış oldum. Grafik çalışmalarım da her zaman yüreğimin değişmez yoldaşıdır. Yaşamımın her anında kalem ve kâğıda sarılarak yenilerini yaparım. Zorlamama gerek yok. O beni çağırır. Almanya’da içine düştüğüm sanat cennetinde kendi benliğime uyan ne varsa özgürce yapmaya çalıştım. Sanat özgünlüğün sonsuz özgürlüğünü ister. En etkileyici sanatçı da Beuys’du. Yaşanmışlığın verdiği güç Beys’u kolayca anlamama yardımcı oldu. Karaköy’deki o merdivenler olmasaydı gerçekten zor anlardım. Türkiye’de bu nedenle deli, Almanya’daysa sanatsallığın kendisiydim. Bugün de bana akıllı diyecek var mı diye kendimi düşünmekten alıkoyamıyorum. Sanatla akıl zaten yan yana durmaz. Neden mi? Duyguların aklı yoktur, sonsuz yaratıcılığı vardır. Sanat akla sığmayan ve aklın dışında yol alır. Boş çerçeveyi haklı nedenlerle eleştirdim diye bana bunu yapanın “zavallı” diye yazdığını düşündükçe Türkiye’deki deliliğim kalıcı olarak görünüyor. Gerçi zavallılığın ne olduğunu da bunu yazana geri yolladım. Bunlar mı benim değerimi anlayacak! Bunlar mı Türkiye’de gerçek sanatın ne olduğunu ortaya koyacak? Bu kafalar mı ülkeyi çağdaş ve evrensel bir düzeye çıkaracak? Eşek arısına bir tarla çiçek verin bakalım. Bin yıl bekleseniz bal yapabilirler mi! Al, dışarıdan getir ve “ben yaptım, oldu” de. Apdestsiz namaz kılmaya benziyor. Sanat olmadan sanat yapmış oluyorlar. Kalsın benim deliliğim ve aklı olmayan duygu ve duyarlılığım.


Sanat konusunda Almanya’da hiçbir olumsuzlukla karşılaşmadım. Uluslararası sergilere katıldım. Duvar resimleri yaptım. Devletin Çalışanları Koruma Kurumu, Türkiye’de yüzüne bakılmayan resimlerimden üçünü kendi müzelerine aldılar. Köln Kültür ve Sanat Müdürlüğü kendi koleksiyonuna üç resim aldı. Bu da yetmedi   “Uluslararası Yüksek Profesyonel Sanatçı “ belgesi verdiler… Türkiye’de mi? Hiçbir yerim yok. Bir müzeye gitsem “benim resmimi müzeye alır mısınız” desem, beni kovarlar. Ne derler? Bir yandan da kendilerini bir şeymiş yerine şöyle koyarlar: “Avrupa’da sanat öldü…” derler. Oysa henüz biz dünya sanatında hiç yaşamadık, ölü olan biziz ve bir yerde değiliz. “Güneş doğudan doğar” diyerek de sanatın doğuda olduğunu vurgularlar. Buna da akıl, derler. Oysa akıl tutulmasından başka bir şey değil. Almanya’da işimiz elbette bu akıl tutulmasıyla çok zor. Gelip de dikiş tutturamayıp dönen çok oldu. Yıldırım Denizli, Cevdet Erek, Ahmet Dilek, yontucu Hüseyin Altun, Fransa’da Sarkis ve İsmail Yıldırım gibi sanatta tutarlı olanlarımız kaldı. Adlarını sayamayacağım epeyce tutunan sanatçılarımız var. 


Kim ölü kim diri, durum Köln’deki Sanat Yüksek Okulu’nda belli oldu. Sınava girdiğimde yaptırılan işlerin neyi anlatması gerektiğini öne alarak çalıştım. Sonuçta yüksek puanla girmiş oldum. Beni de merak etmiş öğretim görevlileri. Onlarla ayrıca görüştüm. Grafik çalışmalarımı gördüler. Profesörlerden biri bana, Türkiye’de minyatürün dışında resim yapılıyor mu” diye sordu. Soruya gerçekten şaşırdım. “Dünya eskisi gibi değil. Basın ve dergiler de var. Bir de Güzel Sanatlar Akademimiz ve birkaç tane de sanat yüksek okulumuz var” dedim. “Pekiyi, bizler neden bilmiyoruz bunları” dedi. Tam anlamıyla yerin dibine batıran bir soruydu. Türkiye’deki sanat diye çalkantıları ve sidik yarışlarını düşündüm. Adamlar bizi hiç tanımıyor. Baştan bir aşağılama olarak düşünülebilir ama Almanya’da sanat öylesine uçmuş ki bizler kuyruğunu bile tutamamışız. Bir de bu gerçek var. Gereksiz övünmenin de anlamı yok. Takke düştü kel göründü. Hem de çok erken göründü. “Koyduğunuz vizelerle dışarıya açılamıyoruz” dedim. “Bunda sizin ve Avrupa sanat dünyasının suçu yok, politikacıların yanlışı…” diye ekledim. Fazla kurcalamadılar. Resimlerim üzerinde konuştular. Her gün okula gelmeme gerek olmadığını ve açıkça sanatsal çalışmalarımın başarılı olduğunu belirttiler. Kahvem varsa atölyemde kahve içmeye gelerek söyleşeceklerini belirttiler. Ben yine de belli nedenlerle okula arada bir gittim. 


Daha ileriki yıllarda Bernardt Schultze’nin ülkemizin Viyana’da açtıkları sergiyi görmeye gitmesiyle bu konuşmaları bağdaştırdım. Schultze, Viyana’ya dek gidiyor ve ortada sanat diye bir şey göremiyor. Demek ki sorun vize değilmiş. Ben de vize olmadığını biliyordum ama yanıtta kısa yol seçmiştim. Elbette vizenin çok etkisi vardı. Viyana’daki sergide resimleri olanlarınsa vize ve para sorunu yoktu. Sanat da yoktu…


Bunun ne demek olduğunu bir de ben tam anlamıyla bilebilsem! Tek bildiğim, sanatın ne olup olmadığını bilmeden okulları sanat diye birbirine düşürmek olduğuydu. 

Sonuçta, Almanya ve Avrupa benim sanattaki olabilirlik sanat kuramlarımın ülkemizdeki delilik denilen deliliklerime ortak oldu. O tür deliliklerle sanatsal çalışmalarım üzerine yenilerini ekleyerek özgün ve özgürce, kimsenin aba altından sopa göstermemesiyle sürüp gidiyor.

NAZAN ÇOKER’DEN SORULAR

1.    Sanat nedir?

Genel olarak belirli bir tanım ile “sanat şudur” denilememektedir. Sanatın kapsamı, etkisi ve işlevi üzerinde açıklamalar yapılarak sanatın ne olduğu anlatılmaya çalışılmaktadır. Ben de kendime göre “sanat nedir” diye sorulduğunda İnsanı ve yaşamı güzelleştiren yaratıcı çalışmalardır” diyerek açıklamaya çalışıyorum. Bu açıklama yeterlide olabilir. Bilinmezlikleri, gizemlilikleri kişiye özgü özgünlükleri içinde barındıran bir yaratıcı alandır sanat. İnsan duygu duyarlılığıyla yoğrulduğu için her kişinin kendine özgü, özel bir yapılaşma oluşmaktadır. Her şey birbirinden ayrı, birbirine benzemeyen yaratıcı özelliklerle sonuçlanıyor. Tümünün vardığı yerse, İnsan değerlerinin en yüce güzelliğidir.   İnsanlaşmaya doğrudan doğruya bağlı olan bu güzellikler insanın ne derece erdemli olduğunu ortaya koyar. İnsan ve insan olmanın en büyük özelliğidir. Bundan daha üstün bir özellik söz konusu olamaz. 

Benim sanata ilişkin tanımım şu; sanat ciddiyeti olan ciddi olmayan, ciddiyeti olmayan çok ciddi bir iştir.

Bu açıklamadan sonra herkes kendine göre bir tanım yapabilir. Kolay gelsin!... 

2.    Sanatın sınırları var mı?

Sanatın sınırı olsaydı sanat da insanlık da ölmüş olurdu. Sanat insanlığın sınırsız yaratım gücüdür. Sanat sınırlı olsaydı ölür, ölünce de insanlık ölmüş olurdu. Sanatın bugüne dek insanlığa olan katkısı ne sanatı ne de insanlığı yok etmiyor. Buna bağlı olarak sanat geçmişten bu yana sürekli kendini yenileyerek her çağda her devirde durmadan devinimini sürdürmektedir.  Dünyadaki insan sayısı elli milyonkende sanat vardı, yedi milyarkende var. İnsan sayısı çoğaldıkça sanat yaratıcılığını ve özgünlüğünü ayakta tutabilmektedir. Her isnan ne denli birbirinden farklıysa insan sayısı ne denli çok olursa olsun bu farklar her zaman olacaktır. Sayı arttıkça farklılık da artar. Farklılık ne derece çoksa o denli sanatsal yaratıcılık da artar. Sanatın sonsuzluğu sınırlar tanımaz

3.    Sanata " evrensel" diyebilir miyiz?

Sanat evrensel olmasaydı tüm insanlık açısından dünyanın her tarafında aynı değerde olmazdı. Bilimin evrenselliği ve her yerde geçerliliği nasıl evrenselse sanatın da evrenselliği tartışılamaz.

4.    Eğer öyleyse bizim sanatçılar neden parmakla gösterilecek kadar az?

Rönesans’tan önce sanatın içinde bulunduğu konum başkaydı. Bölgeden bölgeye, toplumdan topluma ve ülkeden ülkeye değişikler göstermekteydi. Diğer bir anlamda ulusal, yerel ve yöresel bir yapı içerisindeydi. Birçok geleneksel yapılaşma da bir arada bulunuyordu. Rönesans’la birlikte uluslararası bir değere dönüşerek evrensel bir çizgi izlemeye başladı. Ulusallık, yerel ve yöreselliğin bölgeselliğinden dışarı çıkarak tüm insanlığın ortak duygu ve duyarlılığını bir çatı altında topladı.  Rönesans’la başlayan evrensellik Avrupa’daki ülkeler ve toplumlar arasında yaşamın bir parçası oldu. 

Sanat kendi gelişimini, ilerlemesini bu çatı altında yaşamaya başladı, yaygınlaştı. Başlangıçta kilisenin desteğiyle yaygınlaşma ve halka inmesi de kolaylaştı. Böylece Avrupa toplulukları bir çatı altındaki sanatın evrenselliğini de yaşamaya başladı.   Rönesans’tan bugüne kadar Avrupa, sanatı yaşayan bir toplumdur. 

Bize gelince, biz hiçbir zaman sanatı yaşayamadık, topluma indirgeyemedik. Toplum bugüne dek tam anlamıyla çağdaş sanattan uzak kaldı. Kendi kendimize uyduruk bir sanat ortaya sürerek bize göre bir çağdaş sanat yaratmaya kalkıştık. Çağdaş sanata gücümüz yetmeyince ”bal yerine reçel yiyin…” dedik. 

Daha işin başında yıllardır başımızda din engeli vardı. Dine bağlı olarak resim ve yontu günah sayıldı, yontularsa put... Oysa Avrupa’da din sanata sarıldı. Kiliseler resim ve yontularla doldu taştı. Bizlerse sürekli engelledik. Öyküler uydurduk. Sözüm ona resim ve yontu yapanlar öbür dünyada sorgulanacak ve tanrı onlara diyecek ki, “bunlara can ver bakalım, verebilecek misin”. Böyle bir anlatımı ve sorgulamayı din kapsamının hiçbir yerinde bulamazsınız ve yoktur. Temelsiz ve dayanaksız bir korkutma türü bu. Toplumumuz resim ve yontu yapanlara cehennemde yanacaklar düşüncesiyle  üzülerek bakarlardı. Sevdiklerini bundan caydırmaya çalışırlardı. Beni de bu öyküyle caydırmaya çalışan çok oldu. “Allah sana can ver, dediğinde sen ne diyeceksin" diye soranlar oldu. Ben de, can vermek için yapmadım ki, derim deyince şaşırıyorlar. Gerçeklerle ilgisi olmayan öyküye gerçeklerle ilgisi olmayacak yanıt işte. Oysa bir ressam ya da yontucu hiçbir zaman yaptıklarına can vermek için yapmamıştır. Can versin diye neden sorgulasın! Korkutma öylesine büyük ki tanrıyı işin içine katabiliyorlar. Suçsuzu tanrı neden yargılasın diye düşünemiyorlar. Geçmişte korkutmaya dayalı böylesi bir varsayım, gerçeği gereği gibi araştıramayanları korkutarak sanattan uzak tutmuştur. Din açısından da desteklemediği ve engellenmek istendiği için sanatı yaşama olanağı bulamadık.

Sanat konusunda uyandığımızda Avrupa bizden dört yüz yıl ilerideydi. Sanattan uzak bir toplumla bu arayı kapatman olağanüstü bir çalışmayı gerektirmektedir. Böyle bir çalışmayı da gerçekleştiremedik. Resim bize Osmanlı döneminde savaşlarda kullanılmak üzere doğa krokileri çizmeye yönelik başladı. 1883' de kurulan akademinin böyle bir işlevi vardı. Bir süre sonra bu resim ve yontu çalışmalarına dönüştü. Birinci Dünya Savaşı’nda Avrupa’ya gönderilenler geri döndü.  Dönenlerin hiç biri o zamanki sanat anlayışının düzeyinde değildi. Yine “Sanat Diyaloğu” dediğimiz bu söyleşideki bir yazımda bu ressamlarla o zamanki Avrupa sanatçılarının adlarını birlikte yazdım. (Bakınız: Bazı Eleştirilere Yanıtlar, Çallı' dan Neden Bahsetmiyorsunuz?) Karşılaştırmayı da okuyucuya bıraktım. Avrupa’nın gerisindeki değerlerle bizlerin sanatı yaşaması olanaksızdı. Halka hoş görünen yüzeysel çalışmaları insan içselliğine inen çalışmalara yeğlediler çünkü sanata ilişkin alan bomboştu. Ne yaparsan yap, nasıl yutturursan yuttur, kolayına nasıl gelirse… Ben sanat çalışmalarıma 1963 yılında sanat eğitimiyle başladım. Picasso yaşıyordu, ben ve benimle birlikte eğitim yapan arkadaşlarımız dünyada nelerin olup bittiğini bilmiyorduk. Bir sıkıntı olunca devletin akademisi bilir sanıyoruz. Sandığımız gibi değilmiş ve bilir dediğimiz kurum neredeyse elli yıldır bizleri uyutuyormuş.  

Cumhuriyet Döneminin başlangıcıyla birlikteki ilerdeki yıllarda “halkımız çağdaş sanattan anlamaz” diyerek benzer yolda yürüdüler! Nurullah Berk, düşünsel olarak biraz daha ileri gitmeyi ele aldıysada sanatsal çalışmalarda yeterli değildi. Picasso’nun gerisinden giden çalışmalarla iyi örnek olmak zordu. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi öncülük edeceğine Avrupa’nın gerisinde arkacılıkta kaldı. Kişisel olan kanım da şudur: Yetenek açısından da öğreticilerin istenilen güçte olmadıklarını çalışmalarına bakarak daha iyi anlayabiliriz. Kala kala Devlet Güzel Sanatlar Akademisi ekmek teknesi olarak kaldı. Bugüne dek bu anlayış “al gülüm, ver gülüm” sürdürüldü. Bu anlayışın içinde çok sayıda gerçek yeteneklerin elendiği, varlıklarını ortaya koyamadıkları, engellendikleri  gerçekleri de yaşandı. 

Parmakla gösterilecek denli sayının az olması bu kişilerin kendi göbeklerini kendilerinin kesme yürekliliğini göstermiş olmalarındandır. Onlar da biliyordu ki kimsenin desteğini, övgüsünü ve katkılarının olmayacağını… Böylece sanatın içine tüm yürekleri ve içtenlikleriyle atıldılar. Başardıysalar kendileri başardılar. Geride kalanlar da gerçekten başarabilirdi. Onları başarıya ulaştıracak başarılı öğreticileri olmadı. Çağdaş sanat adına sürekli yanlış yönlendirildiler. “Her şey yavaş yavaş olur…” anlayışını yerleştirdiler. Tam anlamıyla uyutma yöntemiydi bu. Bunu yapanlar da sürekli gündemde kalarak sanat diye iyi kötü pastanın üstüne çöreklendiler. Kötünün iyisini sunmaya çalıştılar. Sanatta kötünün iyisi hiç bir zaman geçerli değildir. Geçersizliği geçerli kılmaya çalışmalarının nedeni kendilerinin sanatın hızına ulaşamayacak denli yavaş ve geri olmalarıydı. Oysa sanatta yavaş yavaş demek yok olmaktır. Ortaya bir Fikret Mualla çıktı ki onu da deli diye yok saydılar.  Günümüzdeki sanat öylesine şaşırtıcı sıçramalar yapıyor ki, yavaş olan yok olur. Bu nedenledir ki var olamadık, yok sayılıyoruz.

Bizler, sanat yarışına sonradan katılan  Çin, Japonya ve Güney Kore gibi hıza yetişmemiz için çok büyük değişimler yapmak zorundayız. Her şeyden önce gerçekleri bilerek sanatla kucaklaşmalıyız. Sanattaki yokluğumuzu böbürlenerek, gerçekleri söyleyenlere saldırarak var edemeyiz.

5.    Burada, olması gereken normlardan bahsedebilir miyiz?

Ele almamız gereken ölçü apaçık belli. Çağdaş sanatın bugünkü geldiği noktadan ilerlememiz gerekmektedir. Geride kalmak, yavaş olmak, zamanla olur diye düşünmek çok daha gerilere düşüreceği için daha önce kaçan tren yerine uçağı kaçırmış olacağız. Önce treni neden kaçırdığımızın nedenlerini bulacağız. Bu duruma gelişimize neden olan engelleri ortadan kaldıracağız. Bize yavaşlığı önerip uyutmaya kalkan yeteneksizlerin ne denli yanlışlıklar içinde olduklarını görüp anlayarak bilinçleşeceğiz. Dünya sanatı içinde yer almış sanatçılarımızı öncü ve yol gösterici konuma getireceğiz. Bu çemberi kırmak zorundayız. Bununla birlikte  önümüzdeki sanat eğitimini gerçek bir sanat eğitimine dönüştürmeliyiz. Bunun en önemli sağaltımı da sanat eğitimi yapan kurumlar özerk kurumlar olmalıdır. Bu kurumlar yeniden ele alınarak verimsizliğe neden olanların yerine yeni akademiler ve sanat yüksek okulları kurulmalıdır. Bu okullara girişlerde sanatçı adayları test sınavlarının dışında kalarak salt yetenek sınavlarıyla okula alınmalıdırlar.

Herkesin kafasında şu soru belirmekte. O zaman adam kayırma ve torpil işi devreye girecektir denilecek ve bu da kesinlikle doğru. Buna engel olmak kolay değil ama seksen yıl yerine birkaç yıl yitiğimiz olur. Bu okulların sonuçları önemli. Dünya sanatına yetiştirdikleri öğrenci sayısı göz önüne alınacaktır. Adam kayırma ve torpil bu düzey değerlendirilmesiyle yerini gerçek sanatçı olabilecek gerçek yeteneklere bırakacaktır. 1883' den beri tek bir sanatçı yetiştiremeyen Devlet Güzel Sanatlar Akademisi yerine sözle peynir gemisini yürütmek sona erecek, övünmeler, şişirilmişlikler boşa çıkacak, söz değil yapılan işler konuşacaktır. Almanların bu konuda çok etkileyici bir sözü var: “Söyleme, yap”! 

Bugünkü koşullarda kesinlikle başaramayız. Başarıya ulaşmak için öğreticilerin de sanatı öğretecek niteliklerinin olması gerekmektedir. Bugüne dek böyle bir başarıyı sağlayamadık. Önceleri dışarıdan getirttiğimiz öğretim üyelerini ulusal olsun düşüncesiyle dışlayıp sepetledik. Neyin ulusalcılığıymış bu! Evrensel ve uluslararası düzeydeki bir çalışmanın ulusalcılığı ne ola ki? Açıkçası halk nasılsa sanattan anlamıyor, diyerek savsaklıyoruz. Başkaları olmadan borumuzu çok iyi öttürebiliriz, oyunu oynandı. Borular ötmesine öttü de ağızdan çıkan nefesle olmamış olacak ki yavaştan yavaştan çağdaş dünya sanatından dışarıya şutlandık.  

Bu tür kuram ve oyunlara olanak vermeden sanatın ne istediğini bilen ve anlayanlarca eğitim çizgisine oturtulmalıdır. Bilinçlenen birçok ülke neredeyse altmış yıldır hiç gücenmeden, gocunmadan çok sayıda öğrenciyi sürekli olarak Avrupa ve Amerika’ya göndermektedir. Ai Wei'ler kolay çıkmıyor.   Sonuçta Avrupa ve Amerika’yı da etkileyen bir güç olarak çıkıyor. Bununla ilgili birçok oyun olduğunu öne sürenler olabilir. Sonuçta Ai Wei bir Ai Wei’dir. Bizde de Füsun Onur gibi sanatçılar her zaman bir Füsun Onur gibi dünya sanatçılarıdır. Tüm zorluklar, uyutmalar, yavaşlatmalara karşın uyanıp da sanat başarısını elde edenlerimiz var. Önce onları destekleyip koruyalım. 

Bununla birlikte müzelerimiz, galerilerimiz, koleksiyoncularımız, eleştirmenlerimiz ve sanat yayınlarımız çağdaş sanatın içinde yer almalı. Tüm bunlar yeniden gözden geçirilmelidir. Çağdaş Sanat Fuarlarımız çağdaşlığı yakalayamamış olanlara yer vermemelidir. Şu an bu duruma bakıldığında sanatta sıfırı tüketmiş bir ülke görünümünde olduğumuz söylenebilir. Söylensin yada söylenmesin gerçekten sıfırdan başlamak gibi bir durumla karşı karşıyayız. Çünkü dünya sanatçısı değerindeki sanatçılarımızı yok saymaktayız. Bu bağlamda sıfır değilsek de onları yok saymakla kendi kendimizi sıfırlamaktayız.

6. Sanatçılar sanatın neresindeler?

Sanırım ülkemiz sanatçılarından söz edilmekte. Tam olarak nerelerde olduklarını bilemem. Ben ortalarda kimlerin ve nelerin olduğunu gözlemlemekteyim. Gerçek sanatçılarımızın durumu belli. Onların ortaya çıkması için bir tasamız yok. Bunlar dışında olanlar arasında sanat için çırpınan ve çalışanlar önemsenmedikleri için onlar, bunalımlar içerisindeler. Geriye kalanlar para kazanmanın kolay olabileceği bir yerdeler. İsteyerek mi yoksa geçim derdi içinde oldukları için mi böyleler sorusu için ikisi de demek gerekiyor.

 

Sanat açısından nerede oldukları da açıkça belli... Sanatın dışında olan bir yerdeler. Oradan, buradan başka sanatçıların yaptığına öykünen çalan çırpan bir yerdeler. Satılsın diye cicili bicili ve becerikli çalışmalar yaparak işi Mahmutpaşa Çarşısına dönüştürenler, diğer sanatçılardan alıntı yapanlar, Başka sanatçılara benzeyen işlerle uğraşanlar, çalıntı biçemlerle kendini özgün olarak yutturmaya çabalayan açıkgözler sanatın neresinde olabilir ki?  

Gerçek sanatçılarımızsa sanatın olduğu yerdeler.

7.  Eğer örneğin, resimde tekniğin yanın da ruh hali de önemliyse hayal gücümüz mü azaldı, bu durumu başarı dereceleriyle kıyaslayabilir miyiz?

Sanatta imgelerin ve düşlemlerin teknolojisi yoktur, tümüyle insanın kendisi vardır. İnsan neyse sanat da odur. Bu nedenle insandaki düşlemler bitmez tükenmez bir güçtedir. İnanç varsa imge ve düşlemler yaratıcı bir gücü oluşturur. İnsanlaşabilmek bir anlamda da budur. Burada yatan sorun şu; imge ve düşlemleri nasıl gerçekleştirebilir? Her tohum kendi toprağını ve iklimini arar. Bir toprağa binlerce yıl yağmur yağmasa da oradaki toprağın altında kalan bir tohuma gereken su ve gübre verildiğinde o tohum canlanır. İnsanın da düşlemlediği şeyleri gerçekleştirmesi bulunduğu ortama bağlıdır. Onları gerçekleştirecek ortam ve olanak bulamadığında gerçekleştirmesi zayıf kalır. Bu zayıflık düşlem ve imgelerin zayıflığı anlamına gelmiyor.

Sanatsal çalışmalarda tekniğin yeri, yapılmak istenilen bir yapıt açısından amaç değil araçtır. Öyle bir tekniğe gereksinim duyulup duyulmayacağına düşlemlerin gerekli kıldığı anlatım biçimi karar verir. Bir çalışmayı ancak demirlerle gerçekleşebileceğinizi düşündüğünüzde demire gereksiniminiz var demektir. Düşlem gücü neyi, neyle yapacağınızı belirlemiştir. Demir yoksa yapamazsınız.  Kartondan bir merdiven ya da köprü yapamazsınız. Ancak maketini yapabilirsiniz. Bu da düşleminizin azaldığı ve küçüldüğü anlamına gelmez.

Başarının derecesi düşlemlediğinizi tam anlamıyla gerçekleştirdiğinizde belli olur. Dünyanın her yerinde gerçekten çok önemli ve güçlü sanatçılar var. Bunları tanıma olanağı bulamamamızın nedeni düşlemlediklerini yapabilecek olanaklarının ve ortamların olmamasıdır.

8. Sanatın önü para ile kesiliyor mu yani sanat değil ısmarlama ile bir eser ortaya çıkıyor mu? Eğer ülkemizdeki anlayış çoğunlukla böyle ise kısaca vah ki vah… 

Sanatın önünün parayla kesildiğini düşünmüyorum. Para sanatın önünü kesseydi bugün dünyadaki gerçek sanatçıların yüzde doksan beşi yok olurdu. Oysa parasal açıdan çok kötü durumda olmalarına karşın en az parasal sorunu aşmış sanatçılar düzeyinde sanat yapmaktadırlar. Sanat yapmayı gerçekleştiren para değil, sanatçının kendisidir. Daha önce belirttiğim gibi bir sanatçı sanatı ölümüne yapar, para için yapmaz. Genel anlamdaki sanatın gerçek yüzü budur.

   

Para için sanat yapılmaya başlandığında karşımıza sanattan ödün verme korkunçluğu çıkar. Oysa sanat hiçbir zaman kendinden ödün vermez. Kendinden para için ödün veren sanatçılarsa sanata ters düşerek sanat çalışmalarının değerinin ödünsüzlüğünü bozmuş olurlar. Sanat da onları bozar. Ne yaparsak yapalım sanat kendinden ödün vermez.

   

Ismarlama işler çok zor ve sanatçıların hiç sevmediği çalışmalardır. Parayı veren, sanattan ödün veren, düdüğü çalmak ister. Bu durum ne sanatçının ne de sanatın yapısına uymaz. Yapılması gereken şudur, size bir yere para karşılığında bir çalışma yapmanız istenebilir. Bu doğaldır. Çalışmalarınıza ve sanatçılığınıza değer veren birinin isteğidir. Bu değerbilirlik saygıyla birleştiğinde ne yapacağınıza karışılmaması anlamına gelir. Sanatçı kendi özgün çalışmalarından birini istenilen yere kurgulayarak gerçekleştirebilir. Ismarlayan salt sizin becerikliliğinizi kullanmaya kalkarak nerelere nelerin nasıl yapılmasını söylediği an sanat bitmiştir.

   

Sanatçı geçinip de bunları yapan yok mu, çok. Öylesine çok ki bunlar sanatın hiçbir yerinde olmayan, geveze ve becerikli kişilerdir. Ülkemizde yaygın olan da bu “vaaaah ki vah” lardır.

9. Sanatta ırkçılık var mıdır?

Rönesans anlayışı içinde ırkçılık yoktur. Evrenselliğin ırkçılığı olmaz. Sanat her yerde sanattır, insandır ve sanatçı da sanatçıdır. Irkçılığın var olduğu yerde sanat kimler içindir sorusu çıkar karşımıza. Irkçılık, evrensellik ve uluslararası olma değerini yok eder.

İnsanlık bir ara sanatta ırkçılığı yaşadı. İkinci Dünya Savaşı’nda Naziler ırkçı bir sanat var etmek istediler. Karşılarındaki evrensel sanatın değerlerine kafa tuttular. Sanatın evrensel değerleri de onlara haklı olarak kafa tuttu. Naziler bunu anlamak istemedi ve ortaya “Nazi Sanatı” diye bir anlayış çıktı. Kendi anlayışlarını üstün kılmak için evrensel sanatı içine alan sanat çalışmalarını “yozluk ve kiçlik” olarak nitelediler. Picasso da içinde olmak üzere tüm sanatçıları da böyle aşağıladılar. Durum açıkça belli oluyordu. Irkçı bir anlayış sanatın insan yüreğindeki güzelliğe, dostluğa, barışa, insan değerlerine karşıydı. İnsanı ve insanın evrensel değerlerini hiçe saydılar. Sanatı oluşturan değerleri ne ad altında olursa olsun hiçe sayarsan orada ne sanat, ne de sanatçılık var olur. Irkçılığın karşısında insan değerleriyle yer alınan yerde sanat ve sanatçı evrensel değerleriyle var olur. Bu nedenle ırkçı bir anlayış sanat dışıdır. Tüm bunlardan ders alan dünya insanlığı ırkçılığın sanatta yerinin olmadığını bilir. Irkçılığın sanatta yeri kesinlikle olamaz. Oldurmaya çalışanların da ne sanatla ne de sanatçılıkla ilgisi yoktur. O günlerin sanat diye adlandırdıkları bu nedenle çağdaş ve evrensel olabilme niteliğini taşıma değerlerine ulaşamamıştır. Sanatın ilkelerine aykırı olan, sanata da aykırıdır.

10. Sanatta hırsızlık oluyor mu?

Sanatta her zaman hırsızlık olur ama çalıntı bir sanat olmaz. Sanat bir sanatçı için özgün değerlerle oluşan bir anlatım biçimidir. Özgünlük olmadan sanatla bağlantı da olmaz. Çeşitli nedenlerle başka sanatçılardan aşırma yaparak hırsızlığa yeltenenlerin sanatta ne adları ne de yerleri yoktur. Onlar kişiliksiz ve benliksiz bireyler konumundadır. Her şeyden önce özgünlükten yoksundurlar. Hırsızlık onlara sanatçılık kazandırmaz. Para kazandırdığı da olmuştur. Ancak sanat adı altında değil. Sanat diye yutturan da yutturuyor. Kör atın kör alıcısı her zaman olur. Birçok nedenlerle ve para kazanmak için hırsızlıklar yapılmaktadır. Yapılan sanatsa yapılamamaktadır. 

11. Sanatçının duruş ve karakteri işinin sınırlarını belirler mi?

Her ikisini de belirler. Eğer sanatçıysa işinin sınırlarını değil, sınırsızlığını belirler. Duruş ve karakteri çelişkilerle dolu olan birinin sanatçı olmadığı anlaşılır. Sanatla uğraşmasın en iyisi. Sanat ona yabancıdır, O sanata yabancıdır. Diğer yandan kişinin sanatçı olsun ya da olmasın duruş ve karakterini neye göre belirleyeceğiz? Böyle bir belirleme kişiden kişiye, toplumdan topluma, eğitimden eğitime, kültürden kültüre değişiklik gösterir. Duruş ve karakter, bir ölçü durumu belirlemeye yetmez. Ayrıca şöyle bir gerçek de var, sanatçılar toplumda aykırı birer kişilik ve insanlık anlayışı içindedirler. Toplumun boyun eğdiğine boyun eğmezler, alışkanlıklara karşı çıkarlar. Herkesin doğru bildiğini eleştirebilir, her an bir uyum içerisinde değillerdir. Toplum değerlerinin dışında oldukları için yadırganırlar, dışlanırlar, karaktersiz olarak nitelenebilir, duruşunu beğenmeyebilirler. Bu durumda neyin sınırlarını belirleyeceğiz? Sanatçı genelde toplumun ilerisinde bir görüş ve anlayışla yaşar. Kimse denizaltı düşünmezken Jules Werne “Deniz Altında Yirmi Mil Derinlik” adlı kitapta denizaltı yapar. Picasso, daha atom parçalanmamışken kübizmle atomu parçalar. Van Gogh bir papaz olarak bulduğu işi “insanların tanrıya değil ekmeğe gereksinimi var…” diyerek bırakır. Çok yoksul bir yaşamla yokluklar içinde yaşar.   Çevresinde hiç de olumlu bir kişilik olarak görülmez. “Teo’ya Mektuplar” olmasaydı gerçeklerin iç yüzünü ve içindeki derin insanlığı anlayamayacaktık (Van Gogh). Onun bunun dilinden dinleyerek kulağını kesen deli biri konumuna yerleştirecektik.  

Bizim yapacağımız en iyi değerlendirme, yapılanların sanatta yerinin olup olmadığını araştırmaktır. Sanatçıyla bir deli arasındaki benzerlik, her ikisinin de alışılmışın dışında söz ve davranışlarının olmasıdır. İkisini birbirinden ayıran özellikse; delininki tutarsız, sanatçınınki tutarlıdır.

İşin içinden çıkmak hem zor, hem kolay…

12. Sanatçı halka örnek olmak, mesaj vermek adına öncülük yapmalı mı?

   

Sanatçı böyle bir şeyi yapmak istemeye kalsa da yapamaz. Bu onun işi değildir. Her şeyden önce aykırı bir konumu vardır sanatçının. Toplumun ötesinde yaşananları ve var olmayı ötelere taşımıştır. Bunlarla örnek olmaya çalışsa onu kim dinler? Çünkü on kimse anlamaz. O kendisi açısından yapacağı en iyi işi sanat çalışmalarıyla yapar. Toplumun ve insanlığın geleceğini olabilecek en güzel ve en insancıl bir yere bağlar. Bırakalım sanatını yapsın. Bir diyeceği varsa açıkça da der.

   

Doğrudan topluma ve halka bir mesaj vermenin yararının olmadığını da bilir. Böyle olsaydı ve insanlar sanatçıları dinlemiş olsaydı dünyada hiçbir zaman savaş olmazdı. Yoksulluk, sömürü, din, dil, ırk ve ülke ayırımı kesinlikle söz konusu olmazdı. İnsanlık değerlerine göre üretim yapılır, silahlara yatırım yapılmazdı. Ayırımcılık, dışlanma ve düşmanlıklar yaşanmazdı. Kin, öfke, nefret gibi kötü duyguları söker atardık. Hak-hukuk sorunları da en aza inerdi. En başta ülkeler arasındaki sınırlar kalkardı. Sanatçılar bu konuları her zaman dile getiriyor çünkü onun dünyasında bunlar var. Bunları da söyler. Gerçekleşmiyor elbette. İnsanlığın on binlerce yıldır çok yanlış yapılanması var. Ne denirse denilsin din konusunda herkesin kendi dini başka bir dinden daha üstündür. Sanatçı tüm bunları aşan biridir. Toplumunsa kim bilir daha kaç yüz yıla gereksinimi vardır.

   

Bir de şunu eklemek istiyorum: Sanatın erimi insanı ve yaşamı güzelleştirmektir.

   

Bilmem anlatamayabildim mi?  

        

13. Sanatta başarı grafiği var mı, elbette çok emek vermek gereğini biliyorum ancak burada kendini aşmak için gözlem ve araştırma gerekiyor mu veya sadece duygularla o andaki ruh hali yeterli mi?

Sanatsal gerçeğin yolu çok sayıda aşamalarla doludur. Eline fırça ve boyayı alarak hemen bir yapıtın oluşturulmayacağı kesindir. Ola ki ortaya öyle güzel bir çalışma çıktı, rastlantıdır. Çocukların dış dünya ve şartlanmışlıkları oluşmadığı için kafalarında her şey soyut bir görüntü olarak yer alır. Her şeyden önce üç boyutluluktan uzaktır. Duvarlar yoktur. Bir ev içini yaparken evin dış görünüşünü çizer ve evin içini duvarlar yokmuş gibi yerleştirir. Bir masa dikdörtgen daire ya da karedir. Ayak diye köşeden dört tana çizgi çıkarır.  Renklerle nesneler arasında bir ilgi kurulmamıştır. Rengi renk olarak sever. Dağılımını da nesneler üzerinde dilediği gibi yapar. Çocuk için duygular ve o andaki durumu önemlidir. Bunu da özgürlük duygusu güçlendirir. Renk ve biçimler onun özgürlük duygusunun güçlendiği alanlardır. Bir yetişkinin böyle bir şansı yoktur.

   

İşte burada durum gerçekten karmaşıklaşıyor. Belli bir yaşa gelmiş bir yetişkin çocukluğundaki soyutluğu yitirerek var olan her türlü nesneye ilişkin düşünceleri oluşmuş, her şeyin bir işlevi ortaya çıkmış. Nesnelerin görevleri ve tehlikeleri belirlenmiş. Onlara bağlı olarak bir yaşam içindedir. Bu noktada resim yapabilmenin en kolay yolu tam anlamıyla çocukluğa dönmektir. Yetişkinle bunu yapamayınca sanatsal çalışmaları başaramıyor. Her şeye yeniden başlanmak zorunda.

   

İlk önce çocukluğuna varabilmek için sonradan us ve mantık yoluyla elde edilenleri yalınlaştırmak, ayıklamak gerekecektir. Çocukluğunun taraf tutmayan bağımsızlığını elde etmesi gerekir. Sanat yapabilmenin en önemli yolu yetişkinlikte çocukluğunuzun sizi geri çağırmasıdır. Her çocuk çok güzel resimler yapar. Eğer yetişkinlikte de bunu sürdürüyorsa sanatçı olma yeteneğinin yüksek olduğu bilinir.  Bir anlamda çocukluğunun baskısını sürdürmesidir. Büyüyüp ne denli çok şey öğrenilirse öğrenilsin o çocuk kişiyi çocuk gözüyle büyüler ve bundan da kurtuluş olmaz. İnsanın en değerli kişiliği sanatsal çalışmalara doğru yol alır. Böylesine güçlü bir çekimden kurtulamayanlar yoğun bir çalışma içerisine girerek onu soyutluktan uzaklaştıran öğeleri temizlemeye başlar. Her şeyin sanatsal bir anlatım için amaç değil araç olduğunun dünyasına girer. Salt duygu ve duyarlılıkla yaratıcılığın olmadığının gizemlerini yakalamak için duygu ve duyarlılığı aşan bir yoğunlukla çalışmasını sürdürür. Herkeste duygu ve duyarlılık var ama yeterli değil. Bu değerleri aşan bir belirsizliği sezmek gerekiyor. Sanatı oluşturmaya yardımcı olan gerekli renk, kompozisyon, biçim ve biçem konusunda bilgi birikimlerini soyut ve özgün bir anlatıma yönlendirir. 

   

Sanattaki başarıyı sağlayan güçlerin  yüzde otuzu yetenek, yüzde yetmişi çalışmaktır. Kişinin kendisini yeni bir çocukluğa hazırlaması için ayıklamalar yapması oldukça da yıpratıcıdır. Her sanatçıya göre de değişir.

14. Türlü objelerle sanat yapılır mı?

Günümüzde Kavramsal Sanatla birlikte hiç beklemediğimiz nesneler de sanat çalışmaları arasına girmiştir. Christo’nun koca koca yapıları, köprüleri paketlemesi, bir adanın çevresini pembelerle çevrelemesi, türlü nesneleri türlü nesnelerle sanatsal bir anlatıma ulaştırması demek nesneler konusunda sınır yok demektir.

Halide OKUMUŞ' UN SORULARI VE YANITLAR (ANTİMATERYAL SANAT) 

1.    Antimateryal Sanattan tam olarak ne anlamalıyız, varsa çalışmalarınızdan örnek verebilir misiniz, bu konuda yapılmış bildiğiniz başka çalışmalar var mı..?

Antimetalyal Sanat, yokluğun sanata dönüştürülmüş anlatımıdır. İç dünyamızın bir görüntüsü yoktur. Duygu ve duyarlılıklarımızın da bir görüntüsünü çizemeyiz. Ne denli tanımlamaya kalkarsak kalkalım eksik kalır. Beyinin içerisinde oluşan her şey, kullandığımız hiçbir nesne yokken, oluşturduğumuz düşlem ve imgeler gerçek ve gerçeküstü görüntülerdir.

Güncel yaşamımızda duygularımızı yansıtan gülmek, sevinmek, ağlamak, üzülmek, acı duymak gibi duygularımızı genel ve doğal olarak yüzümüzdeki görüntüler, mimikler yansıtır. Mutluluk duygusunu yansıtan belli bir yansıma da yoktur. Her kişide değişen bir olgudur. Daha derin ve daha içsel olanlarını yansıtabilme gücümüzse bir yere kadardır.  O derinliklerin ötesine giden bir beden yapısına dönüşürüz ama nesnel bir anlatıma dönüştüremeyiz. Karşımızdakinin duygu ve duyarlılığını etkileriz. O da kendine göre bir etki ve tepki oluşturur. Bizi etkileyen duygularımız bu etkinin gücünü belirleyemiyor olsa da yaşadığımız bir gerçek ve olgu var. Bunun ne bir boyutu, ne bir rengi, ne de bir biçimi yoktur. Tümüyle duyguların her insana göre değişen özgün ve bilinmezliği vardır. Yokluk ve görüntülenemez olarak duyumsadığımız bir içsellik söz konusu. Yunus Emre’nin dediği gibi “bir ben var benden içeri…” kaplar bir yanımızı.   Neresi olduğunu bilemeyiz. Bunların hiç birini bir nesneye dönüştüremezsek de duyumsatan edimler vardır. Benim de ele aldığım bu edimlerdir. Örneğin devinimler nesne değildir. Işık bir nesne mi yoksa nesne değil mi sorusunun bugüne dek bir yanıtı yoktur. Her iki özelliği gösterse de bizim açımızdan nesneye ilişkin hiçbir işlevi söz konusu olmamıştır. Bir görüntü olarak vardır. Gölgeler nasıl bir nesne olmayıp görüntüyse ışık da aydınlığın görüntüsüdür. Renk hiçbir zaman bir nesne değildir. O birçok nesneler üzerinde oluşur. Özellikle bitki ve çiçeklerde oluşan renklerin temelinde güneş ışığı vardır. Nesnel olmayan bir güçten oluşuyorlar. Boyalar nesnel karışımlarla yapılmaktadır. Onlara renkler karıştırılarak nesnel olmayan bir görüntü elde edilir.

Özellikle imgelerimiz, düşlemlerimiz de kendimizde oluşturduğumuz görüntülerdir. Hiçbir zaman bir nesne değillerdir. Tasarımlar olarak oluşturduğumuz biçimler imgesel biçimlerdir. Kimilerini çok çeşitli nesnel görüntülere dönüştürebiliriz. O zamana dek nesnel bir yapıda değillerdir. Küçük bir kafanın içinde binlerce kilometre yol çizebilirsiniz. Nesnel olunca da o kafaya sığmaz. Bunun yanında örneğin Kaf Dağı'nı nasıl nesnelleştirebilirsiniz? Herkesin kendine göre bir Kaf Dağı vardır. Her insan kafasında var olduğunu sandığı tanrıyı hiçbir zaman nesnelliğe dönüştüremez. Şeytan ve melekler de öyledir. İçselliğimiz antimateryal bir yaşamla doludur.

Atomun varlığını ve yapısını biliyoruz. Atomun yörüngesinde dönen elektronların varlığını da biliyoruz. Işınlar gibi nesne değillerdir. Devinimleri yoluyla onun elektrik gücü ortaya çıkmaktadır. Nesne özelliği olmayan elektronların devinim gücünden oluşur. Nesneye bağlı olan devinimin kendisi bir nesneye bağlı olsada nesne değildir. Sesleri düşündüğümüzde de bir oluşum var ama titreşimle oluşan dalgaların nesnesizliğidir.

AntiMateryal Sanat olarak ele aldığımızda  hiçbir nesne olmadan sanatsal bir anlatımı gerçekleştirme duygusu öne çıkar. Antimateryal Sanat, ”Kavramsal Sanat” anlayışı kapsamı içinden çıkarak özgün ve başka bir açıdan duygu ve duyarlılıkların yaratıcı gücünü kullanmak olarak düşünülebilir. Salt yaşanmışlıklar değil, yaşanıyor olanlarla iç içedir. Sanat çalışmalarımın oluşturduğu ve kendime özgü olan bir sanat kuramıdır.

Sanat çalışmalarında kendiliğindenlik önemli bir yer tutar. Birden bire bir oluşumla hiçbir nesnelliğe bağlı olmadan henüz her şey duygu ve duyarlılık aşamasındayken gerçekleşen anlatım dalgasıdır. Uzaklara bakarsınız dalgın dalgın, gözünüzün önünde olanlardan da uzaksınız. İç dünyanız bir anda sizi görünmez bir güçle yönetmeye başlar. Başınızı öne eğer yüzünüzü ellerinizle kapatırsınız bilinçsizce. Kendi benliğinize dalmışsınızdır ve o an sanatsal bir etkileşim içerisindesinizdir. Sanat için bu an önemlidir. Elinizde bunu oluşturan hiçbir nesne yoktur. Antimateryal bir konudur bu. Oturur sırtınızı bir yere yaslarsınız. Bir ağacın altı ve gölgesi olabilir, bir duvar olabilir, yapayalnızlığınız olabilir… Kim bilir kaç bin çağrışımlar içerisindesinizdir! Hiçbir anlam bulamadığınız böyle bir anda birden bire ağladığınızı düşünün. Yolda yürürken yine nedenini bilmediğiniz bir biçimde yavaşlarsınız, dikkatiniz yürüdüğünüz yolda değildir, adımlarınız değişmektedir. Ya durursunuz, ya da hızlanırsınız. İç dünyanızda sizi yönlendiren duyguların etkisiyle adımlarınız duygularınızın bir parçası olmuştur. Adımlar birer devinimdir. Bu devinimler duyguya dayalı bir devinimdedir. Ayaklarınızın nesnel bir önemi yoktur. Size egemen olan devinimdir. Antimateryal sanatı ortaya koyan bu ve buna benzer duygu yüklü devinimlerdir. Hiç bir nesneye gerek duyulmayan, yaratıcılığa sürüklenen anlardır. Bir tuvalin karşısına geçildiğinde kimileri elindeki fırçayla boşlukta devinimler yapar. Fırçada boya yoktur. Bir yere de dokunmamaktadır. Salt boşluktaki dolanımlar vardır. Ne çizildiğini de anlayamazsınız. Tuvale geçiş yapmadan önce anlamını bilemediği dışavurumlar oluşur. Belki de tuvalde yapmak istediklerini düşünmektedir.  Daha önce düşünceye varmayan ve kendiliğinden oluşan nesnesiz görüntülerin görünmezliği yaşanmaktadır. O anki yaşamın bir parçasıdır. Tuvalde yapmak istediğine uygun devinim ve dolanımlar yapılsada bu hiçbir zaman tuvale yansımaz. Fırçaya renk girip bir yüzeye değdiğinde nesnelleşme başlamıştır. Ortaya anti materyal oluşumdan bambaşka bir şey çıkar.

Kuram üzerindeki çalışmamı bitirdikten sonra ilginç bir çekimle karşılaştım. Karel Appel’le ilgili bir çekim izliyordum. Karel Appel bir tuvalin karşısına geçiyor, tuvalden üç dört metre uzaklaşıyor, fırçayı boyaya sürüyor, tuvale gelinceye dek boşlukta sürekli devinimler yapıyor. O an kafasında sanat oluşmuş oluyor. O boşluk onun sanatsal anlatımını oluşturduğu ilk anlar oluyor. Bu oluşumdan sonrada tuval üzerinde nesnel bir oluşuma geçiyor. Başlangıçtaki devinimleriyle sanatın oluştuğunun bilincinde değil elbette, çalışma anlayışı böyle. Bilmeden benim antimateryal kuramımla örtüşmüş oluyor. Havadaki boşluklara devinimler yayan duyarlı anlarımız antimateryal sanatın bir parçasıdır.

Almanya’daki bir sergimde bu kuramın tanıtımını yapmıştım. Herkes için çok yeni bir durumdu. Çok sayıda sorular geldi ve yanıtladım. Karşı çıkan olmadı. İnceliklerinden değil, açıklamalarımı olumlu karşılamalarındandı. Bunun da bir önceliği var: Bir ara atölyem Köln’ün sanat atölyelerinin çok olduğu bir bölgedeydi. O bölgedeki kafeteryalarda çok sayıda sanatçı olur ve söyleşirlerdi. Benim de söyleşilere katıldığım olmuştu. Kimileri bu söyleşilerden kendileri için yararlı olanlarıda gözden kaçırmazdı. Ben bir ara, “hiçbir yapıtı olmadan da bir kişi sanatçı olabilir” dedim. Benim açımdan uygulanabilirliği yoktu. Çok sayıda çalışmam vardı. Bunu bir olabilirlik olarak öne sürdüm. Kimseden karşı ses çıkmadı. Aradan aylar geçti ve biri bu teze dayanarak kendini yapıtı olmayan sanatçı diye öne sürdü ve kabul ettirdi. Bir anlamda benim anti materyal kuramımın temelinde de bu yatar. Benimki sanat için ille de nesnel bir çalışma yapmanın gerekli olmadığıdır.

Antimateryal sanata karşı çıkacak olan olursa dayanağım da bu temeldir. Yapıtı olmadan da sanatçı olunabilir tezi kendini kabul ettirdiğine göre karşı çıkanları çürütecek bir yer var. Öylece “ben yaptım oldu” olmuyor. Bir dayanağının olması gerekiyor. Bir yapıtı olmadan sanatçı olabilirliğin altında kendiliğinden oluşan duygu yoğunluğu bizim içselliğimizde bizi kendimizden başka bir yere taşıyıp başkalaştırmasıdır. İnsan duyarlılığının derinlikleriyle oluşan sanatta kişinin kendisi hiçbir şey yapmadan da bir sanatsal oluşumdur. Ben bunu belli eylemlerle yaşanılanlarla ele alıyorum. Bir tas suya baktığınızda, bir acıyı sevinci paylaştığınızda, denizin ucuna dek baktığınızda, bulutlarla arkadaş olduğunuzda, bir kalabalıkta kendinizi yalnız duyumsadığınızda, anlatmak istediklerinizi anlatamadığınızda, bir köpeğin gözüne bakıp insanların neler yitirdiğini anladığınızda antimateryal sanatı düşünün! Çizemezsiniz, boyayamazsınız, biçimlendiremezsiniz… Salt kendiniz o anki kendi dışınıza taşan bir yaşamın içine girersiniz. Joseph Beuys’un “her insan sanatçıdır” dediği gibi sizler de sanatçısınızdır. İnsan olmanın özelliği sizleri her kötülükten o an uzaklaşır ve o an insanlıkta yoğunlaşmışsınızdır. Yeter ki insan olalım.

2.    Gördüğümüz bazı doğal ya da yapay nesnelerin, bazen oldukları yerde bazen de farklı bir ortamda yapılarına hiç dokunulmaksızın ya da küçük dokunuşlarla büyük bir sanatsal ifade aracına dönüştürülebildiğini görmekteyiz. Bunu nasıl açıklayabilirsiniz?

Duygu ve duyarlılıkların nesnel bir özelliği yoktur. Her somut olguyu somutlaştırıp daha derinlere giderek etki etme gücü vardır. Bir yerinizin kaşındığını bilirsiniz ama nerenizin kaşındığını bilemezsiniz. Bu nedenle tüm benliğimizi kaplar. Tüm bunlara neden olan da yaşamın kendisidir. Yaşamsal değerler tümüyle yaşanmışlıklar çatısı altındadır. Hiçbir zaman devinimsiz değildir. Sürekli dolaşım alanlarımız olmuştur. Geçmişteki yaşam bizlerin kendimize tutunan kökleridir. Buradan çıkarak salt kendi yaşanmışlıklarımızın dışındakiler de çok yerde bizimkilerle bağdaşan ortak noktaları da oluşturur. Bizim yaşanmışlığımızın değerleriyle birleşen duygusal bağlar da derin kökler ve izler oluşturur. Çocukluğunuz, arkadaşlarınız, yöreniz, okulunuz, belki de bir ağaç, bir kaya, bir ev, bir oda, bir kalem, bir kâğıt,   gibi yaşam ortağı olan birçok şey ve bunların çok güçlü duyarlılıkları olanları da vardır.

Almanlar “Kavramsal Sanat” denince bunu kendi dillerinde “Nesne Sanatı” (ObjektKunst) olarak adlandırmaktalar. Bu soru da bu kapsamın içine giren bir sanat anlayışı içindedir. Nesnelerle sanatsal anlatımların oluşturulmasıdır. Tuvalin dışında ve yaşadığımız her yer ve alanda nesnelerle sanatsal yaratıcılığı var etmektir. Bu bağlamda canlı yada cansız ne varsa onlar arasında yaratıcı bağlantılar kurulabilmektedir. Bir tuvale yırtılmış bir görüntüyü resmetmek yerine o tuvali doğrudan yırtmak çok şey değiştirebiliyor. Biri yapay, diğerisiyse doğal… Doğal olanda ayrıca doğal bir eylem var. Salt görüntü olmaktan çıkıyor ve yaşamla ilgili bir eylem de ortaya çıkıyor. Fontana’dan sonra köprülerin altından çok sular aktı. Yaşamın her anı sanatsal bir dile dönüşürken nesnelerle oluşturulan bağlantılar anlatıma ve yaratıcılığa yeni ivmeler kazandırdı.

Çocukluğumdaki köyümde keçilerimiz, köpeğimiz ve bir de eşeğimiz vardı. O yılların yaşanmışlığını oluşturan bir yaşam bütünlüğü içimizde saklı duran değerlerdir. Annem eşeğimizin heybesini atmamış ve bir gün bana gösterdi. Çok sevinince nedenini sordu. “Bunda yaşanmışlık var” dedim. Annem ne demek istediğimi anlamadı, doğal olarak. Anladığı şey heybeye sevinmem ve boşuna saklamamış olduğuydu. O heybe bende olduğu gibi kendi yaşanmışlığının izleriyle duruyor. Hiçbir oynama yapmadım. Aşağı yukarı son otuz yıldır uluslararası fuarlarda buna benzer yapıtları çok görüyoruz. Bir taş, askılara asılı gömlekler, pantalonlar, kapı pervazı, bir odun parçası, bir ağaç kökü, çiçekli bir vazo, bir masa, bir sandalye gibi kullanılmış birçok eşya yapıtsal anlamda sergilenmekte.    Yakın yıllarda saksılarda bitkileri de görmekteyiz. Sırayla dizilmiş otuz-kırk çift büyüklü küçüklü ayakkabılarla salt insanın yükünü çeken nesneler değil, zaman ve insanı da birleştirmekte… Tümü bizlere artık bir ayakkabı yada gömlek olarak sunulmuyor. Onları aşan bir duyarlılığın yaşanmışlığını sunuyor. Ayakkabı ve gömlek olarak görenlerin işi anlamak açısından gerçekten zor. Her nesne yaşanmışlık özelliğiyle sanatsal bir yapıta dönüşen düzenlemeyle kendisi olmaktan çıkarak insan ve yaşamsal değerlerin özünü sunuyor. Birçok kişi çok sayıda not yazar, bir yığın not yazılmış kâğıtlar doldurur. Biri bunları atmaz ve belli bir biçimde bir araya getirerek birer not alınmış kâğıttan yeni bir duyarlılığa taşır. Bir taş bize duygu yoğunluğuna götüren bir nesne konumuna getirildiğinde sanatsal bir anlatımın içine girer. Onu bir kavanoza koyun, bir tabağa koyun, bir tavaya koyun; üzerinde hiçbir işlem yapmadığınız taş duygusal ve bambaşka bir duyarlılığı işler. Taşken bambaşka şeyler yüklenmiştir. Cezanne’ın Elmaları kesik yüzeylere çevirerek vermek istediği duyarlılığı elma üzerinden böyle vermesi arasında bir fark yoktur. Bir kentin orta yerine bir eşeği koyduğumuzu düşünelim. O eşeğe yemini ve suyunu da verelim. Çevrelediğimiz bir alanda onun izlenmesine olanak verelim. Herkes bundan çok farklı bir biçimde etkilenecektir. Çocuklar daha başka bir etkilenmeyi yaşarken yetişkinler çocukluklarına dönecektir. İnsanların kendi benliklerinin bir köşesine döndükleri görülecektir. Sanatsal bir yapıttan etkilendiklerinin daha çoğunu duyumsayacaklardır. Tek bir ayakkabının içine bir çift çorap koyduğunuzda ne o ayakkabı bildiğimiz ayakkabıdır ne de o çoraplar bildiğimiz çoraplardır. İkisinin bir araya gelmesi birçok kişide derin hüzünlerin çağrışımını yapacak, çağrışımın derinliğini bulamayacaklardır. Bir noktadan sonra bilinmezliğin gizemi içine gireceklerdir. Bir çamaşır ipine tek bir çorabı mandallayıp astığımızda da durum bundan farklı olmayacaktır. Kim bilir duyguları nasıl bir sonsuzluğun bilinmezliğine gidecektir. Her nesnenin kendi başına bizleri bir yapıt duyarlılığına ulaştıracak gücü vardır. Sanatçı bunu nasıl ve nerede yakalayacağını bilerek bir düzenleme sağlar.

Sanat, “Kavramsal Sanat” anlayışıyla bizim bildiğimiz tuvalin dışına çıkarak yaşamın her alanını yaşam tuvaline dönüştürüyor. Böylece etki ve duyarlılığımızı günlük nesneler üzerine de kaydırmış olduk. Kiminde değişiklik yapmadan, kiminin üzerinde biraz oynayarak soyut bir dünyanın duyarlı bir nesnesine dönüştürülebiliyor. Onu bir yüzeye çizip boyaman gerçeği gibi etkili olmuyor. Yapaylaşabiliyor. Sanatsal anlatım böyle bir akışın içerisinde daha etkili olmayı yeğliyor.

3.    Kavramsal Sanat denilince ne anlamalıyız; sanat nesnesini kavramsal kılan nedir, ele aldığı kavram mı, sanat nesnesinin ya da sanatsal aktivitenin kendisi mi..? 

Kavramlar, sanata yaklaştıkça sanat da oradan uzaklaşır. Kavramlardan ne derece uzaklaşılırsa o denli sanata yakınlaşılır. Çünkü birinde somutlaşma, diğerindeyse soyutlamaya gidiş vardır. Bu nedenle soyutlamayla sanata giden bir sonuca ulaşılır. Somutlaştıkça sanatla bağlar kurulamaz, kopar. Sanat tümüyle soyut bir oluşumla var olan bir anlatım olgusudur. Bu nedenle sanat da ne derece kavramlara yaklaşırsa o denli somutlaşır ve sanattan uzaklaşır. Sanatın gerçek yapısı somutlaşmakla değil soyutlaşmakta yatar. Ne denli soyutluk o denli sanatsallıktır. Sanatı, soyut değerlerin sonsuz duyarlılığı yaratıcılığa sürükleyerek sanattaki yerini bulur. Bu sanatın pusulasıdır. Sanat ne bir düşüncedir ne de bilimsel bir araştırma sonucudur. İnsanı insan yapan duyarlılık ve duyguların yaratıcı estetik dilidir. Sanatın bu gerçeğinden uzaklaştıkça ne duygu ne de duyarlılıktan söz edilemez. Bu bağlamda Kavramsal Sanat da bunun dışında değildir.

Mona Lisa yapıtındaki gerçekler “Kavramsal Sanat” iҫin de geçerlidir. Hiç bir sanat akımı ve oluşumu sanatın oluşumunu sağlayan temel gerçek ve soyut yapısından uzaklaşamaz. Kavramsal Sanatı, sanata kavram yüklemek diye tanımlamak, sanata somut bir anlayışla bakmak demektir. Somutlaşmak demek de sanat değildir. Bir yapıt kendi değerlerini kendi iҫinde oluşturur. Ona dışarıdan kavram, düşünce ve diğer somut değerler yüklemeye kalkışılırsa iç devimselliği (dinamiklik) yok edilmiş olur. Var olan bir iç devimselliğe dışarıdan başka bir devimsellik eklenemez. Bir başına bir kırmızı bize kendi devimselliğini yansıtır. Biz ona o durumdayken ayrıca bir devimsellik ekleyemeyiz. Kendi devimselliği kendi içindedir. Onun devimselliğiyle diğer renklerin devimselliğini bir araya getirip birleştirerek onlardan oluşan başka bir devimselliği ortaya koyabiliriz. Bir başına bırakılmış bir kırmızı ya da başka bir renk kendi devimselliğiyle de bir yapıt konumundadır. Bu da ancak duyumsamak ve duygularla iletişime geçilebildiğinde gerçekleşir. Her renk bir başka renkle yan yana gelirken etkilerinin güçlenip zayıflamasına neden olabilir. Zayıflığı gidermek iҫin hiç bir renge yeni bir güҫ katamayız. Kırmızıyla yeşil karşıt renklerdir. Biz onlara karşıt renklilik ne kattık ne de yarattık.

Bir renk başka renklerle bir araya geldiğinde bir başına olduğu devimselliğini yitirip başka bir renk gibi olur. Bir maviyi kırmızı etkisiyle görmek şaşırtıcı olmaz. Kırmızıları aşırı derecede bir araya getirdiğinizde o, sıcak renk olmaktan çıkarak buz gibi bir renk etkisine dönüşebilir. Bilerek böyle bir etki yaratmanın sakıncası yoktur. Daha sıcak etki yaratsın diye yapıldığında başarısızlık yaşanır.

Kırmızı, mavi ve sarı ana renklerdir. Onlar her zaman vardı. Biz onların kendi devimseliğini söze döktük, ana renkler dedik. Elbette bu üҫ rengin birlikte yarattığı bir somutluk değil soyutluğu duyumsatan güçleridir. Bunların karışımından ortaya çıkan renkler yine renklerin kendi devimselliklerini bu yolla kullanmak istememizden kaynaklanmaktadır. Böyle bir iç devimselikleri olmasaydı karışımlardan ortaya hiç de güzellik çıkmazdı. Bu güzelliklerin anlamını ve kavramını biliyor muyuz? Bilemeyiz, duyumsarız. Renklerle oynayarak kendi aralarındaki güçlerle bir denge oluşturmaya çalışırız. Nesnelerin durumu da bundan ayrı tutulamaz. İster nesnelerle, ister çizgilerle, ister biçimlerle ya da başka unsurlarla olsun her şeyin kendi devimselliğinin etkileri unutulmamalıdır. Bu devimsiliklerin ne olduğunu ortaya koyacak somut hiçbir açıklama yoktur. Sanat denilince sanatın bu gereği unutulmamalı ve adı ne olursa olsun hiç bir yapıta hiçbir biçimde dışarıdan anlam ve kavram yüklenilemez. Adına "Kavramsal Sanat“ denilmiş olması da adı gereği kavram yüklemek diye anlaşılmamalıdır. Her şeyden önce söz konusu olan sanattır. 

Nesnelerle, doğayla, oluşumlarla oluşturulan bir sanat olgusu karşısında bocalamanın anlamı yok. Eninde sonunda diğer sanat oluşumlarından ayırmaya yarayan bir addır konulan ve var olan. Sonuçta yüzyıllardan beri sanatı sanat yapan değerlerin dışında tutulup da soyutu somutlaştırıp sanat olmaktan çıkarmanın bir anlamı ve sanat değeri yoktur. “Kavramsal Sanat” tuval resmine karşı yeni bir boyuta geçmiştir. Anlaşılması gereken de budur. Sanatı oluşturan değerlerde değişiklik yok ama yeni bir açılımla karşı karşıyayız. Kübizm denilince nasıl küpler anlamıyorsak "Kavramsal Sanat“ denilince de kavram ve kavram yüklemek anlaşılmamalı. Belirttiğim gibi Almanlar bizim ve başkalarının “Kavramsal Sanat” dedikleri bu anlayışa ‘’Objekt Kunst (Nesne Sanatı)" demekteler. Sorunu daha kolay ve kendi yapısı doğrultusunda anlamaktalar. "Nesne Sanatı“ diye dilimize çevireceğimiz bu adlandırmanın iҫinde kavramla ilgili hiçbir anlam yoktur. Sanatın bu boyutu doğru adlandırılıp anlaşılması kolaylaştırılmıştır. Google’da Objektkunst tarandığında karşımıza Kavramsal Sanat dediğimiz çalışmalar çıkar.

Ülkemizde bu bağlamda gerçekten çok büyük bir karmaşa var. Kime Kavramsal Sanatı sorsak hemen hemen hepsi sanata kavram katmak olarak anladığını ortaya koymakta. Hiç ilgisi olmayan bir ipin ucunu tutmuşuz. Ne denli kendimize çekersek çekelim o iple kavramsal sanata ulaşamayız. Aksaklık, yanlışlık ve başarısızlık buradan kaynaklanıyor. En azından bunu doğru anlayan bir eleştirmenimiz olabilmeliydi. Doğrulara karşı çıkanların sayısı da o denli çok ki, neredeyse sanatı sanatçılar değil de kendileri yaratmış gibi değerlendiriyorlar. Sanatın kendinden yana olanlara ya saldırıyor ya da yok sayıyorlar. Sanatta yok olanlar var olanları neden yok etmeye çalışır ki! Bunun nedeni nedir, acaba? Balı yapan bal arılarıdır, eşek arıları değildir. Böyle bir ortam mı yarattık? Sanata kavram katmaya kalkarsanız, sanatı unutun!...

Sanat diye bir çalışmaya anlam ya da kavram katmanın sanatla bir bağlantısı yoktur. Sanatçının yaratıcı duyarlılığıyla bağlantısı vardır.

4.    Bir nesneyi sanat nesnesi kılan nedir?

Nesnenin kendi iç devimselliğidir. Yaşamışlığı, kullanılmışlığı, zaman ve devinimlerle olan bağlantısı ve diğer nesnelerle bir araya geldiğinde duyarlılığı güçlendiren özelliğidir. Her nesnenin bir özelliği vardır. Önemli olan bu özelliğin duygu ve düşüncelere giden yaratıcılığa katkı sağlayacak anlayışın içinde yer almasıdır. Bunu sağlayansa sanatçının bakış açısı ve yaratıcı duyarlılığıdır. O nesnelerin bu doğrultuda sanat dili kazanması gerekiyor. Tek bir ağacın bulunduğu yere göre büyümesi, başka bir yer ve hava koşullarındaki benzerlerinde farklıdır. Bu bir bitkinin kendi içindeki özünün yansıması ve yaşamasıdır. Onun yaşanmışlığının bir parçasıdır. O tek ağaç bir başına doğal bir oluşumun yaratıcılığıdır. Bizim anlamamız, bilmemiz ve o ağacı varsıllaşan duygularla sevmemiz onun bir yapıt oluşu için yeterlidir.  Bir yontunun verdiği duyguları verecek güçtedir. Bir sanatçı yapmasa da bir sanatçının bunu sanatsal bir değerde görmesi o sanatçının sanatsal benliğidir. 

Böylesi bir eşsiz yapılanma karşısında herkes bir ağacın da bir yapıt olduğunun değerini bilse değil orman yakmak tek bir ağacın bile kesilmesine karşı çıkar. Önemli olan sanat adına da ağaca, bitkilere, doğaya ve canlılara sahip çıkmaktır. Bu duyarlılık sanatın içeriğidir. Burada önemli olansa bir nesnenin bir sanatçının yaratıcı duyarlılığıyla bağdaşmasıdır.

Başlangıçta nesneler kendi başlarına birer nesne durumundadır. Bir nesneyi ele alıp değerlendirmeye kalkıştığımızda onu dördüncü boyuta taşıyarak sanatsal bir dile kavuşturabiliriz. Açıkçası o nesne sanatın boyutları içerisinde bir güce ulaştığında onu sanat kılar. Tüm bunlar bir araya getirilip düzenleme dediğimiz boyutlarda da ele alınmaktadır.

Sanat nesneleri ve düzenlemeleri aşarak edimlerimizin, devinimlerimizin de sanatsal değerlerini ele alarak “performans” dediğimiz yaratıcılığa ses ve devinimlerimizi de katmıştır. Her şey iç içe olunca bizleri alabildiğine şaşırtan sanatsal etkinliklerle karşılaşıyoruz. Çoğumuzun “böyle de sanat mı olur, bunları ben de yaparım” dediğimiz günlerdeyiz. Böyle de sanat oluyor. Ben de yaparım denilenlerle de sanat oluyor. Tümünün temeli sanatın kopmaz bütünlüğünde yatıyor. Ben de yaparım denilen yapıldıktan sonra yapılmış oluyor. Sanatı anlamadan yapılanlar da tutarsız oluyor.

İyi ki varsın, sanat…

5. Bir eseri sanatsal açıdan değerli/değersiz kılan kapladığı alansal büyüklüğü yada küçüklüğü mü, kullanılan malzemenin azlığı çokluğu mu, üretim maliyeti midir..?

Yapıt diye bir resmi ele alalım. İlk başta ele alacağımız değerler sanatsal içeriğinin var ya da yok olduğudur. Sanat diye yapılan her iş böyle değerlendirilir. Kullanılan malzeme ve nesneler ne olursa olsun bu değerlendirmenin içindedir. Neyin nasıl kullanıldığı sanatsal değerlere uyum sağlamaya ne derece katkı sağladığı açısından önemli. Katkı sağlamış ve çalışmaya gerekli özgünlüğü kazandırmışsa sanat açısından hiçbir sorun yok demektir. Çok değişik ve hiç kimsenin düşünmediği malzemelerin kullanılmasında da sakınca yoktur. İşinin ne derece değerli olduğunu anlatmak için altın varak kullandığını söyleyenler de gördüm. O zaman altın varak kalsın, gerisini kullanma!... Bize yapılan çalışmanın özgün yaratıcı duyarlılığı gerekiyor. Altınla, altın sanat yapılmaz. Sanatın gerektirdiği özü gerekli. Çok iyi malzemeyle çok kötü çalışmalar yapılabildiği gibi çok kötü malzemeyle çok iyi yapıtlar ortaya konulabilir. Düşüncede de bu böyledir: Çok iyi bir düşünceden çok kötü bir resim çıkabildiği gibi çok kötü, ipe sapa gelmeyen bir düşünceden çok iyi bir resim ortaya çıkabilir. Sanat için neyin başarıldığı önemlidir.  Az şeyden çok şey, çok şeyden az şey her zaman çıkabilir…

Bir resim yaparken bir ev, bir saray, bir işyeri, bir fabrika yapar gibi işlevsel boyutlar düşünülmez. Büyüklüğü nasıl olmalıdır, kullanışlı mıdır, isteklere yanıt verecek sayıda kullanım alanları var mıdır, gibi - bir resim yere ve boyuta uygun olup olmadığı duyarsızlığı açısından düşünülmez. Bir ara böyle düşünenler Rembrandt’ın “Gece Bekçisi” diye adlandırılan resmini kapıdan sığsın diye kesip küçültmüşler. Hem acı hem de zır cahillikten kaynaklanan bu gülünçlük, günümüzde çok konuşulan konulardan biri olmuştur. Boyut büyük ve sanatsal değer de büyük. Sanatçının seçimi… Bu boyutu değiştirmek demek sanatın da canına okumak demektir. Rembrandt’ın çalışmasının tam canına okunmadan kurtarılmış. Ne kaldıysa… Büyük bölümü kalmış.

Çoğu zaman gerek koşullar gerekse anlatıma dayalı gereklilik içermesi açısından çok kötü bir karton, tahta ve değişik malzemeler üzerine de eşsiz çalışmalar yapılmıştır, yapılmaktadır, yapılacaktır da… Burada ne malzeme ne de boyut hiç önemli değildir. Bunun örnekleri öylesine çok ki: Picasso’nun bir karton üzerine yaptığı bir çalışma elinize geçse büyük boyutta çalıştığı tuval resimlerinden daha mı kötü oluyor? Eğer büyük boyutlu resim daha değerliyse küçük boyut Picasso’nun değil anlamına gelir. Bir sanatçı boyut ne olursa olsun orada kendisi olmalıdır. Boyutun hiçbir önemi yok. Sanatsal değer boyuta göre değildir, yapılan çalışmanın sanatçısına göredir. Bir çalışmanın boyutunu da kullanacağı malzemeleri de sanatçının kendisi belirler. Çalışmalarını neyle, nasıl ve ne boyutta olacağının kararı sanatçıdır. Çalışmasının nasıl daha etkileyici olacağını kişi ve kimilerinin beğenilerine göre belirlemez. Sanatçının kendisine bağlı bir özgürlük ve özgünlüğüdür.

Kimi zaman karşılaştığımız gerçek anlamda gülünçlükler var. Evindeki duvara göre resim seçenler, mobilyasına uygun renkleri olan ve buna göre boyut belirleyenler var. “Bu resimdeki renkler benim mobilyama, odadaki halının rengine uymuyor” diyerek seçim yapanlar var. Beğendiği bir resimden böylece yoksun olanlar var. Desek ki, “Mona Lisa resmini sana verseler evinin duvarına asar mısın?” Mobilyasının, halısının rengine bakmadan “Hayır…” diyecek kimse göremiyorum. Varsa, aptaldır. Mona Lisa’yı duvarına aşan kişi resmin boyutuna, mobilya ve halının rengine uymadığını bile bile resmi alır duvarına asar. Kısa bir süre içinde de halıyı ve mobilyayı değiştirir. Her resmin Mona Lisa olmasına gerek yok. Mona Lisa için gereken ne yapılacaksa her resim için de bunu yapmalı. Bu arada Mona Lisa resminin boyutu 77x53' cm dir. Çok para verip de büyük boyutlu resim ısmarlayanlara duyurulur. Sorun boyutta değil. Sanatı anlayabilme gücümüzün boyutundadır.

Ortada sanatsal bir çalışma olmadığında kullanılan malzeme bir ton altın olsa ne olur! Altının değeri neyse o olur. Kuyumculuktan farkı ne ki?



 

 
 

 

 


 























































































Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol