DİYALOG MÜZESİ

DALİA MAYA İLE


409. DİYALOG: TEPETAKLAK
Şalom Gazetesi' nde çalışıyor. İstanbul'da yaşıyor.




Bu gün sizinle "Tepetaklak" yazışalım ne dersiniz?

Dışarıda bir görüşmedeyim ama bir  saat sonra gibi..?

BİR SAAT SONRA

Az önce bir diyalog tamamladım onunla meşguldüm, umarım ilginizi çekecektir.

Nasıl, diyaloglarımızı takip ediyor muydunuz?


"Takip edebiliyorum" dersem, pek dürüst olmuş olmam doğrusu.

409.' su birazdan yayınlanacak

Neyse, biz "Tepetaklak'a" geçelim dilerseniz.

Anlatır mısınız..?


Ne anlatayım?

Siz sorun ben söyleyeyim.

Nedir, Tepetaklak?

Önce ben sorayım, Tepetaklak diye bir "şey" olduğuna nasıl karar verdiniz?

Tepetaklak gidiyoruz

"İnanç temelli korkulardan nasıl kurtuluruz?" başlıklı bir soru açmıştık ve siz de "tepetaklak" olarak, şeklinde yanıtlamıştınız...


Anladım.

Şöyle diyelim: "Tepetaklak benim yaşam yolculuğum. Biraz da yazı yolculuğum ama aynı zamanda bir tohum. Nerede, ne zaman, ne şekilde filizleneceğini henüz bilmediğim bir tohum, bir fikir şimdilik - beynimin bir yerlerinde sürekli varlığını hissettiren ama henüz kendini ifşa etmemiş aynı zamanda dünyaya, olanlara ya da olmayana her daim "başka bir bakış" ile bakma, bakabilme yolculuğu...

Tepetaklak durup bakabilme tercihi gibi.

İfşaa edelim o halde, çok severim böylesi ifşaa edilmeyi bekleyen tohumları...

Tohumdan bir kaç cümle rica edebilir miyiz acaba, bize kendini göstersin bir ucundan..?


Yani, aslında o yorumda kelimenin tam anlamıyla her şeye tepe taklak bakarsan, inanç temelli (zaten tüm korkular farkında olsak a olmasak da inanç temelli değiller midir) korkuların anlamsızlığını anlar ve o korkulardan arınır ya da en azından kabullenme ile "gelecek rahatlığa erme" yolunda bir adım atmış oluruz.

Tohumun filize dönüşmesi bir süreç meselesidir ve tohum tam zamanında çiçeğe durur. Tam zamanında göz kırpar bizlere, ne erken ne de geç. Dışarıdan bir müdahale ile süreci hızlandırmaya kalkarsanız, gelişim süreci hastalıklı olacaktır. Tıpkı kozasından çıkamadığını gözlemlediğiniz kelebeğin kozasını gevşetmeniz sonrasında uçamaması gibi...

Ona iyilik yaptığınızı sanırsınız,
Ama____

Hangi aşamasındasınız şu an?

Sanırım, "demlenme aşaması" demek mümkün.

Tepetaklak' ın anafikirlerinden bir kaçını rica edelim o halde. Hiç olmazsa 10 temel esası...

Adı üstünde... Tepetaklak.

Öyle işlemiyor sistem. Evren gibi evrim gibi... Akışta kendi kendine gelişiyor, gelişecek ama amaç aslında pek çok yazımda olduğu gibi tüm içsel algılarımızı, yargılarımızı, ön yargılarımızı ve hatta iç yargılarımızı sorulamak, "bir daha bir daha bir daha" sorgulamak. Taa ki aslında düşünce dediğimiz şeyin her zaman bu algı /yargı v.s.' nin yeniden formüle edilmiş hali olduğunu idrak edene ve dönüşene kadar.

Taa ki insanın "dili, dini, rengi, cinsiyeti ya da ona yapıştırdığımız her bir etiketi -ne olursa olsun, aslında "ben" dediğimiz varlık / yokluk' un sonsuz bir sınırsızlık olduğunu ve bu sonsuz sınırsızlıkta ben / sen / o / öteki" olmadığını idrak edene dek.


İKİNCİ BÖLÜM: TARİHTEN

Tarih boyunca bu bahsini ettiğiniz ideal veya en iyiye doğru evrilme çabası güden oldukça fazla aydın, yazar çizer, sanatçı, bilim insanı olduğunu biliyoruz.

Gelinen aşamada günümüz dünyasında hala bu arzu güçlü olduğuna göre, neden başarılamıyor bir türlü?


Ooo, çok derin ve uzun ama şöyle özetlemeye çalışayım: "O sözünü ettiğiniz kişiler her zaman azınlıkta kaldılar. Öte yandan yaşadığımız dünya bir takım evrensel yasalarla işlemekte. Bir düalite prensibi var. Sonsuzluğu ve sınırsızlığı ancak kendi sınırlı bedenlerimiz içinde deneyimliyoruz bu dünyada.

Sınırlı bedenlerimiz ve düalite prensibi.

"Karanlık ve aydınlık" dersek eğer söylemek istediğimi basitleme çabasıyla - her daim bu dünyada olacak ve tahteravelli misali aydınlık ne kadar yukarı çıkarsa karanlık da en az öyle bir güçle aydınlığı bastırmaya çalışacak.

Gelişme bir merdiven misali olur. Bir ya da bir kaç basamak tırmanırsınız ve biraz soluklanırsınız. Aydınlık dönemler soluklanma dönemleridir ama insan biraz soluklandıktan sonra rehavete düşer. O zaman da bir uyandırma borusuna ihtiyaç duyar. Karanlık ve kaos o uyandırma borusudur. Özüne bakarsan aydınlık karanlıktan karanlık da aydınlıktan ayrı bir şey değildir.

Bilmem anlatabildim mi?

Bir başka bakış açısı sunsam ukalalık yapmış olur muyum: "Mâdem şimdiye kadar bu arzu (ortak insanlık bilinci) geliştirilemedi ve karşıtlıklar içinde kaybolup gittik, tümünün dışına çıkıp en dışardan bakmamız ve oradan çözüm geliştirmemiz mümkün müdür?"

Elbette, ancak tümün dışından -en dışarıdan, baktığın zaman karşıtlık da olmadığını ve hatta karşıtlığın içinde  kaybolmak diye de bir şey olmadığını idrak edebiliyorsun. Ayrıca şunu diyorum, "ortak insanlık bilinci" geliştirmek gerekliliği de belki bir illüzyondur?

Şunu demek istiyorum düşünsel anlamda yaptığımız her şey, Sapiens kitabında Yuval Harrari'nin de anlattığı gibi bir kurguya hizmet etmekten öte bir şey değil
ve bizler bunu yaşam sanıyor, kurgularımızın tamamını da gerçek zannediyoruz. Bir illüzyonun içinde (toplumsal bir illüzyonun) her doğum ile ölüm arasında zaman geçiriyoruz.

Nedir bu dünyanın Yahudilerden çektiği

Hem tek tanrıyı bulup ilan etmişler, O'na oğullar kurban sunmuşlar hem de günümüz dünyasının özellikle bilimsel gelişmesine öncülük etmişler. Onların sırrı nedir?

Ben tabi ki Yahudi din adamı değilim. Son dönemde zamanımın bir kısmını Tevrat'ı okumaya ayırdığım doğru. Biraz yorumlara da bakıyorum ancak bir Tevrat bilgini Haham ile çalışma imkanım olmadı, henüz. Bu konuda söyleyeceklerim tamamen bireysel düşüncelerim olup değişmeye de oldukça açıktır.

Ancak şunu söyleyebilirim: "Tevrat'ı çok farklı düzeylerde okuyup algılamak mümkün. Bir tarih veya hikaye kitabı gibi okuyabileceğiniz gibi tamamen içsel bir yolculuğa çıkmanız da mümkün ama sır, sanırım "sorgulama"da yatıyor.

Spinoza'nın Spinoza olmadan önce Barouch -Barak iken: "Kutsal kitapta bir tek hakikat bulamadım, ömrümü vermeme rağmen" sözü alınganlık mı yaratır, devrimci ileriye iten bir söz müdür?

Her söz, her zaman her türlü tepkiyi yaratabilir. Zira tepki, kişinin olan karşısında duruşu (algıları, düşüncesi, iç yargıları vs.) süzgeçlerinde geçerek şekillenir yani tepki olanı değil, tepkiyi vereni yansıtır.

Spinoza Tepetaklak mıdır?

Sizce?

Bence değil çünkü kendisi onca çaba ve çektiği acılarla ortaya bir şey -farklı bir şey koymuş. Tepetaklak olsaydı: "Evet, kutsal kitapta ben de bazı hakikatler gördüm ama..." demesi gerekirdi.

Pekiyi.


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: ŞALOM GAZETESİ

Şuradan devam edelim dilerseniz ve isterseniz, bize biraz da Şalom' dan bahsedin lütfen?

Şalom Gazetesi Türk Musevi toplumunun bir gazetesi.  Haftalık yayınlanan bir Türkçe gazete. Her hafta bir sayfası Ladino da dediğimiz ve maalesef artık yeni nesilleirn kaybettiği Judeo Espanyol Dilinde çıkmakta.  Gazete aynı zamanda ayda bir kere Ladino dilinde -bir ayrı ek demek istemiyorum çünkü aylık aboneleri olan "Al Ameneser" i çıkarıyor, yine aylık olan Şalom Dergi var. O da bir kültür dergisi.

Çok tarih bilgisine girmeyeyim ama gazetemiz sadece Türk Musevilerine yönelik yayın yapmamakta. Bir incelemenizi isterim. Çok farklı konularda ve çok geniş bir yazar kadrosu ile   farklı bakış açılarını değerlendiren bir gazete.

Benim gazetede 2 haftada bir yayınlanan "isimsiz" başlıklı bir köşem var. Ayrıca zaman zaman sanat yazıları yazıyorum ve Şalom Dergi' de de yayın kurulundayım.

Şunu da eklememe izin verin: "Şalom gazetesi basılı bir gazete olarak abonelerine gittiği  gibi her çarşamba günü gazetedeki tüm yazıları internet sitemizde de yayınlanıyor.  İnternet sitesinde ayrıca "Şalom Turkey" başlıklı yabancı okurların ilgileneceğini düşündüğümüz yazı ve haberlerin İngilizcesinin yayınlandığı bir bölüm de var".

İsimsiz' den bir iki yazı örneğinizi rica edebilir miyim?

Örnek vermeyeyim de size linkleri vereyim.  Dergi yazılarım dışındaki tüm yazılarıma internetten yayınlandığı anda ulaşmanız mümkün.

Link' de olur.

İsimsiz için link:

Sanat yazıları için link:  

Dergi ise ancak yayınlandıktan 3 ay sonra internete giriyor.  

Onun da linki:

Yazılarıma ayrıca: www.daliamaya.com web sitemden ulaşılması mümkün.

Web sitemde gazete yazılarım dışında farklı yazılarım da yer almakta.

Ayrıca son dönemde www.sansliyazi.com web sitesini de yayına açtım.

Şalom Gazetesi için bir noktayı daha eklemek gerek sanırım, Şalom Gazetesinin tüm yazarları gönüllü çalışan bir ekiptir. Bu da önemli bir nokta kanımca.





DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: ŞANSLI YAZI

Biraz şanslı yazıyı anlatmak isterim, eğer merak ediyorsanız?

Tabii ki, mutlu olurum. Buyrunuz lütfen:

Yazı, gazete yazılarının dışında benim için farkındalık yolculuğumun da önemli bir aracı oldu her zaman. Facebook' ile birlikte bu yolculukta vardığım farkındalıkları yazdığım yazılarla sosyal medyada paylaştığımda okurların sürekli "bana çok iyi geldi", "tam aradığım cevap bu yazıda" yorumlarını aldıkça, demin yukarıda anlattığım gibi hepimizin bir olduğunu idrak etmeye başladım. İdrak etmeyi özellikle kullanıyorum zira idrak etme hali anlamaktan öte, insanın duruşunu dönüştüren bir durum.

Sonrasında web sitemi yaratırken bu yazıların zamansız olduğunu ve her an birilerine faydasın olabileceğini oysa web sitesinde (facebooktaki kadar olmasa bile) geçmişin karanlıklarında kaybolacaklarını düşündüm. Bunu önlemek için de web sitesinde tıklandığında random' bir şekilde önünüze yazı açacak bir "şanslı yazı" bölümü açtım. Bir çeşit tarot kartı gibi ancak sonradan şanslı yazıyı ayırmanın daha doğru olduğuna ikna oldum.

Sonuç olarak şanslı yazı, istediğiniz her an tıklayıp bu gün şansıma ne varmış diye bakabileceğiniz bir site oldu. Ama bunun da ötesinde dedim ki, toplumun büyük çoğunluğunda bir pazartesi sendromu var. Bu şanslı yazıyı pazartesi sendromuna karşı da bir araç olarak kullanalım. Dileyen sitemize abone olsun, ve pazartesi sabahları eposta kutularında şanslı yazılarını bulsun. Haftaya keyifle başlasın.

Son olarak da dileyen bir arkadaşına şanslı yazı hediye edebilsin istedik.

www.sansliyazi.com böyle bir yolculuk sonucu doğdu.


BEŞİNCİ BÖLÜM: TOHUM

Aslında tohum fikri yukarıdaki örnekte ayan beyan duruyor.

Hayat yolculuğunuzda bir şeyler yapıyorsunuz.

Kendi içinde bir sebepleriniz ve hedefleriniz var mutlaka.

Ama zaman içinde yaptığınız bir sürü birbirinden bağımsız ve ilgisiz görünen şey...

Bir şekilde sizin özünüzde birbirine bağlanıyor.

Her ne kadar, yaşam ne geçmişte ne gelecekte sadece anda gerçekleşiyorsa da

"An"da her yaptığınız birbiri ile bir şekilde bütünleşiyor.

Ve ektiğiniz tohumlardan bazan bir çiçek, bazan bir ağaç

Belki de bir orman oluştuğunu gözlemliyorsunuz.

O çiçek, o ağaç, o orman siz ve sizin çevrenizdeki yansımalara, çevrenize etkileri ve çevrenizden gelen tepkiler...

Ve aslında hepsi aynı bütünün farklı yüzeyleri.

Bilmem anlatabildim mi?

Bugün değil ama bir gün de müzeyi konuşalım isterim. Ama bu arada takipçileriniz arasında tango severler varsa, pazar günü onları müzemizde görmek isteriz.

Ne var diyecekseniz etkinlik linki aşağıda,  detaylı yazısı da Şalom, son köşe yazımda:

25 TL giriş ücreti olacak.  Gelenlerin mutlaka kimlikleri ile gelmeleri gerekiyor.

Sizi de pazar günü aramızda görmek isteriz.



 

ALTINCI BÖLÜM: NEFS' E DAİR

Fırsat ve sanat denilince ne anlamalıyız, siz fırsatları nasıl değerlendirirsiniz?

Fırsat da an gibidir... Her an farklı yüzleriyle oradadır. Parça parçaymış gibi görünmesi bakmasını / görmesini bilmememizden kaynaklanır.

Yani fırsata da her konuya olduğu gibi tepetaklak bakmak gerekir. Bize öğretilmiş / kurguladığımız bakış açısının dışından bakmak.

Fırsatı kaçırmak ile ilgili sizin görüşünüz nedir ve kaçırdığınız fırsatlardan bir kaç örnek rica edebilir miyim?

Diyorum ya fırsat yaşamın ya kendisidir. Fırsatı kaçırmak bizim parçalı bakışımız ile ilgili bir tepkimiz. Zaman gibidir fırsat. Zaman aslında (saat / gün / ay /yıl v.s. gibi) parçalı bir şey değildir. Zannettiğimiz gibi lineer bir çizgi bile değildir.

O halde sorumu şu biçimiyle değiştiriyorum: "Fırsat içinde fırsat mümkün müdür?"

Birbirini takip eden "anlar" değildir. Zaman yaşam "oluş"tur. Fırsat da öyle her an ordadır. Bakmasını bilirsen, elini uzatır alırsın.

Asıl gelmek istediğim yer - açıkçası sanatçının yakaladığı ilhamlarla ilgili bir şeyler...

Ama siz beni dinlemiyorsunuz Dalia

Dinliyorum dinlemesine de sanırım bambaşka yerlerdeyiz. Ben size bir soru sorayım: "Sanatçının yakaladığı dediğiniz ilhamlar nerededir, sanatçının dışında mı yoksa içinde mi?"

Bazen dışında bazen içinde...

Hımm. Pekiyi, denizde bir tas varsa, ve bu tasın içinde deniz suyu varsa su tasın içinde midir, dışında mıdır?

Tasın içindeki su içindedir dışındaki de dışında.

Hahaha.

Her zaman gerçekçiyimdir.

Ama ikisi de aynı sudur. İçeriden dışarı ve dışarıdan içeri sürekli bir geçiş vardır. İlham da öyle bir şey...

O zaman tasa ne gerek var!

BURAYA KOYALIM




Bunu da buraya koyalım Dursun burada

O zaman sanatçıya ne gerek var demek gibi bir şey bu soruya karşılık; o sadece oradadır  fark etmek için, fark ettiğini yaratmak, yeniden yaratmak ve fark ettirmek için. Belki de başka bir yeniden yaratıya neden olmak için.

Sinyal konusunda bir sorunumuz yok. Evet, insan - sanatçı bir biçimiyle sinyal alıyor. Çanak anten olmadan o bütünlük sağlanabilir mi' den önce sinyal nedir ve nereden geliyor' u sormak isterim. Daha sonra kaçırılan sinyaller konusu..?

Daha çok çift yönlü bir iletişim. Kendinizi bir radyo gibi düşünün. Hangi frekansa ayarlarsanız o frekansın yayınını alır ve yayarsınız...

Aaron'un ilhamla ilgili vurgusu ilginç tabii ki. O tümüyle nefse karşı bir antitez olabileceğinden bahsediyor. Yani sanatçı kendisine karşı bir şeyler mi üretiyor ve bahsini ettiğimiz frekans yakalama ve aldığımız sinyalleri doğru değerlendirebilmemiz için önerileriniz nelerdir?

İlla bir çanak anten söz konusu ise o sanatçının içsel bilgeliğidir. Ayarı bozulmuştur, üzeri tozlanmıştır temizlersin, ayarlarsın ve bir kas gibi çalıştırırsın.

Aaron neden böyle bir tavır koyma gereği duymuş olabilir yani "tam tersine bakmamızı" öneriyor, neden?

Başlamak üzere. Ben Aaron'un bir "tavır koyduğunu" düşünmüyorum.

Ama biz insanlar beyin / akıl sistemini çok aşırı kullanmaktan içses / içgüdü / enerji sistemlerimizi kullanamıyoruz.

"Sanatçı nefsine" geçecek olursak, dinsel teorilerde olduğu gibi "nefsinizi terbiye etmek istiyorsanız isteklerinizin tam tersini yapmalısınız" ne kadar doğrdurudur?

Onları dinlemeye alıştıkça akış / yaratıcılık / gerçeği algılama kolaylaşıyor. İlham /yaşam hep orada gereçekleşiyor. Orası sevginin kaynağı, akıl ve beyin daha çok korku kaynaklı üretim yapıyor.

İsteklerinizin tersini yapmak söylemine de ne dinsel ne de sanat açısından katılıyorum. Yani isteğin tersini yapmak değil yapılması gereken. Ancak korku kaynaklı bir istek değil, sevgi / aşk / yaşam kaynaklı istekler önemlidir.

Aaron Copland' ı yanlış mı anladık acaba, neden nefse karşı bilinci ilhamla özdeştiriyor veya belki de kendisinin nefsi henüz tam terbiye edilmemiş olabilir mi?

Aynı yerdeyiz.


Nefs korku kaynaklıdır ve illüzyonik bir dünyada toplum tarafından kabul görmüş çerçevede tutar insanı. Bu da ilhamı / sanatçı ruhunu / yaratıcılığı törpüler

Nefs ile egoyu özdeştirenlerle ilgili ne söylemek istersiniz?

Ne gibi?

Nefs - kendilik, ben, benlik ile ego'yu özdeştirenlere göre "ego terbiye edilmesi gereken" bir duygudur. Bu durumda sanatçı nefsi - egosunun durumu veya yeri neresidir?

Aynı satelit - çanak anten - sinyal ve frekans düzleminden devam edebiliriz.

Aslında nefs ve ego da insana belli yerlerde / durumlarda gerekli bir duygudur. O da aynı şekilde bir radyo frekansıdır. Dediğim gibi korku kökenlidir ve savunma amaçlı gerekli bir radyo frekansı alış/verişidir. Terbiye meselesi, kanımca,ego / nefs sinyalleri baskınlaşarak, içsel / iç görü yayınlarının kullanım dışı kalmasından kaynaklanır.

İç sesi ya da ilhamın sesini duyabilmek için bağlantı ayarlarınızı değiştirmeniz gerekir.

Güzel olan yayınlar arası sağlıklı ve dengeli bir şekilde raks edebilmektir.

Ki zamanla bu da gelişir. Çalıştırdığınız her kasın geliştiği gibi.

Ben şimdilik izin isteyeyim, başka zaman devam ederiz...

Diyalogumuza Altıncı Bölüm olarak ekliyorum

Sevgi ile...






YEDİNCİ BÖLÜM: FİLTRELEME DÜZENLEME

Kendi çalışmalarına "eser" diyenlerle ilgili görüşünüz nedir?

Bakmak lazım esip geçiyor mu, kalıcı mı?

Şaka bir yana Türk Dil Kurumu "eser" sözcüğünü ilk sırada "emek sonucu ortaya konan ürün, yapıt" olarak ortaya koyuyor. O zaman kişi kendi çalışmasına gayet doğru bir şekilde eser diyebilir. Hatta dilerse "şaheser/benim şaheserim" de diyebilir. Bu kendisinin algısıdır. Kaldı ki herhangi başka biri de bir çalışmaya şaheser diyebilir.

Her şekilde bakmak gerek bence "kime göre / neye göre?"

Bir sürü soru yığıldı birden: "Sözcük anlamları ile ıstılah - kullanım anlamları arasındaki farklar nelerdir, kalıcı olup olmadığını nereden biliyor, "benim muhteşem şaheserim" e kadar gidebilecek sürecin sonu neresidir, kişisel algılar ne kadar önemlidir, algı yönetimi ne amaçla yapılır / yapılmalıdır, başkalarının değerlendirmelerinin önceliği / sıralaması nerededir, bakış açılarımızı neye göre düzenleriz / düzenlemeliyiz?"

Sanırım yine dönüp dolaşıp birey, kendilik, kendi' ye geliyoruz.

Örnekleri merak ederim sürekli.


Teker teker soraydın, iyiydi...

Ama meselenin özü aslında şunu kavramakta yatıyor sanırım: "Herkes - istisnasız herkes, dünyaya kendi algı penceresinden bakıyor! Kimi belli bazı öğretilerde yoğunlaşarak bazı benzer ya da ortak düşüncelere/algılara/sonuçlara varıyorsa da bunların hepsi bir illüzyon. Ses ya da ışık ya da renk her ne ise insanın sinir sistemine değdiği an, bireyselleşiyor... kişinin daha önce biriktirdiği bilgi/algı/his/ sisteminin filtrelerinden geçiyor, tepki ancak bundan sonra doğuyor..

"Filtrelemede mi bir sorun var" diyorsunuz veya "herkesin filtresi kendine mi..?"

Herkesin filtresi kendineyse, insanlık tarihi boyunca onca zorluğa göğüs gerilerek elde edilen kazanımları değerlendirenler kimlerdir, onların özellikleri nelerdir?

Filtrelenmede sorun yok. Sistem böyle...

Filtrelendikten sonra düzenlenme aşamasında bir sorun olabilir mi yani yerliyerine koymak varken oraya buraya tıkıştırmak gibi..?

Yani şimdi şunu vurgulamak gerekir bence, naçizane.

Sorun dediğimiz şey ne, kime göre, neye göre?

Eğer bir sorundan bahsetme hakkını kendimizde görüyorsak, bir şeylerin belli bir şekilde olması gerekliliğine bilgi ya da inanç yoluyla ikna olmuşuz demektir. Oysa evrende her şey, her an tam da olduğu hali ile olmaktadır.

Olana iyi / kötü / sorunlu v.s. gibi etiketler vurmak olanı bizim algılayışımızla bağlantılıdır. Olanla kendimizin arasına yine kendimizin koyduğu mesafedir.

Kendimizde hak görmeden ziyade bahsini ettiğiniz "genel insan zihinsel işleyişi" ve haliyle kendimizi de daha iyi anlama çabası diyelim.

"Evrende tam da olduğu / olması gerektiği gibi var olduğu" ayrı bir diyalog konusu olabilir.

Sorunun amacından geldiğimiz aşamada: "Değerlendirme birimlerinin sistem işleyişlerinde yeri neresidir?" e kadar geldik.

İnsanlık tarihinin geldiği / geçtiği süreç boyunca görmek istersek gözardı edilebilecek bir durum değil kanımca.

Bir başka soru: "Neden muhatabımıza karşı bilek güreşi tavrı takınabiliyoruz, bazen?" Doğal gidişatı nasıl koruyabiliriz?


Sanıyorum doğal gidişatı koruyabilmek yaşama insanın sıklıkla yaptığı gibi korku penceresinden bakarak değil tam tersine sevgi penceresinden bakmakla mümkün.

Muhattabımıza karşı bilek güreşi yaptığımız sürece korkudan yola çıkmış oluyoruz ve doğal gidişatı bozuyoruz. Doğalımız sevgi çünkü...

Sevginin de tıpkı örnekte olduğu gibi yerinde kullanılmadığı - değerlendirilmediği zaman karmaşaya neden olduğu hatta komik - trajikomik durumlara yol açabildiği doğru mudur?

Komik ya trajik durduğunuz yere / olaya mesafenize göre algınızdır. Algınız size her türlü oyunu oynar. Şimdi burada şunu görmek gerekir: "Bir kişi var, dediğiniz gibi sevgiden değil korkudan hareket ediyor. İkinci bir kişi var birinci kişinin muhattabı durumunda ve belki de üçüncü kişiler var birinci ve ikinci kişiyi izleyen durumunda".

Birinci kişi sevgiden hareket etmiyor. İkinci ve üçüncü kişiler birinci kişiyi nasıl algılıyor ve nasıl tepki veriyor pekiyi, sevgiden mi hareket ediyorlar yoksa korkudan mı?





SEKİZİNCİ BÖLÜM: KALICILIK

Diğer soruya geçmek isterim izninizle: "Sizce DİYALOGSANAT kurgusu gelip geçici mi yoksa kalıcı mıdır?"


(Katılımcılardan birisi hariç tümü hayatta)

Bu sorunun cevabı da bence zaman yelpazenizin genişliği ile alakalı.

"Bekleyi bekleyi gözümden oldum" diye bir cümlemiz vardır hatırlarsınız.

Bir de tabi aslında hiç bir şey yoktan varolmaz. Bilgi de öyle. Bizler sadece bildiğimizi hatırlıyoruz diyalogsanat gibi kurgular üzerinden, hatırladığımız sürece kalıcı olacaktır.

"Tekrar" konusuna mı giriyoruz burada?

Bekleyerek değil, olarak. "Anda farkında" ve "hazır ve akışta" olarak. Bence tek yol budur. Değerlendirme ise benim haddime değildir. ben ancak sanatın ya da felsefenin bendeki yansımasını değerlendirebilirim ve bu sadece beni bağlar.

Felsefe bir anlama çabasıdır. Sanat da öyledir. Ee, herkes kendi bildiği / bilinci / algısı kadar anladığına göre (hatırlayalım kendi filtrelerinden geçerken bireyselleşiyor) değerlendirme de ister istemez bireysel olacaktır.

Bir alttaki soru ile de bütünleştirerek devam edersek; "devlet ve diğer kurumsalın DİYALOGSANAT türü yeni - farklı oluşumları maniple etmeden, içini boşaltmadan, kendine benzetmeden olduğu gibi koruyup yaygınlaştırması mümkün müdür, değilse tarihi tecrübelerinden de yola çıkarak ve günümüz felsefe bunalımına da çözüm olabilecekse AŞMANIN yolları nelerdir?

Ortak bilgi birikimi, ortak kurgular, benzer algı ve değerlendirmelerle sonuçlanıyor gibi görünse de sonuçta bu bir yorumdur ve bireyseldir. Kimsenin de benim algım seninkinden daha değerli deme hakkı yoktur. Öte yandan toplumsal olarak ortak kurgular içinde yaşadığımız için bu bilgi ve kurgulara daha hakim olanların değer biçmesine izin veriyoruz. Bunu yaparken bunun da bir illüzyon olduğunu hatırlıyorsak, toplumsal oyunun içinde ama farkında kalmış oluruz. Hatırlamazsak, oyunda bir piyondan fazlası olamayız.

Eski bir Çin -galiba, atasözü der ki "oyun bitince şah da piyon da aynı kutuya girer". Bizler bir oyunda olduğumuzun ne kadar farkında olursak o kadar iyi yaşarız... Ne kadar farkında değilsek o kadar mutsuz ve acı içinde yaşarız. Oyun, bizim için (en azından bu haliyle) er ya da geç nasılsa bitecek. Soru şu olmalı: "Nasıl yaşamayı seçiyoruz; mutsuz ve acı içinde mi, mutlu ve keyifle mi"?

Üretimden ve kalıcı eser bırakmaktan zevk alan hatta hayatının özüne / gayesine bunu yerleştirenler için neler söylemek istersiniz, bu bağlamda..?

Kalıcı eser bırakma çabasından vaz geçip (yani odak noktasına eserin kalıcı olması gerektiği kaygısını koymayıp) anın deneyiminde kendilerini ve üretimlerini akışa bırakmalarını öneririm.

Çünkü yaratıcılık kaygılarda değil, akıştadır.

:)

Teşekkür ederim Böylece diyalogumuzun sekizinci bölümünü tamamlamış olduk. Başlık bulmalıyız..?

Rica ederim.

Başlık da akışın içinde bir yerlerdedir. Bakan göz, görecektir.

Kolay gelsin.



 
9. BÖLÜM: DOĞA

Kendinizi doğanın neresinde görür / bulursunuz?

Doğanın taa kendisiyiz biz!




Detaylandıralım mısınız, önemli bilgi...

Tamam detaylandıralım:

Özellikle, "doğaya karşı savaşan / savaşmak zorunda kalan insan argümanını nasıl yıkabiliriz?

Aslında hiçbir şeyi yıkmamız gerekmiyor. Ne olduğumuzun farkına varalım yeter. Farkına vardığımızda taşlar zaten yerli yerine oturmaya başlayacaktır.

Soğuk, fırtına, kar, tipi, yağmur, deprem, kasırga, yeşilin işgali (mantar v.s.) karşısında savaş vermiyor mu insan yoksa doğa kelimesinden ne anlamalıyız?

İnsan, bu doğanın bir parçası değil mi, doğadan ayrı mı ki?

İnsan da doğanın bir parçası ama zaman içinde kendini doğadan farklı gördüğünden doğadan ayrı düşmüş. Kendisinin de doğanın ayrılmaz parçası olduğunu bilmediği İçin, uyumlanamıyor ve onunla savaşmak zorunda hissediyor.

Doğal ortamda madur kaldığınız oldu mu hiç hayatınız boyunca, hayatta kalma denilince ne anlamalıyız?

Evet, kaldım maalesef ama bu doğayı dinlemeyi, onu anlamayı ve doğanın kanunlarına göre yaşamayı unutmuş olmamızdan kaynaklı...

Anlatmak ister misiniz, diyalogumuza eklemek isterim..?

Yıllar önceydi; kalabalık bir arkadaş grubu otobüsle Uludağ’a gidiyoruz, bir noktada bir kısmımız yayan çıkalım dedik kış vakti, her yer kar... Bizler ne doğa yürüyüşünü biliyoruz, ne yönümüzü bulmayı, ne havayı koklamayı... Doğal olarak, kaybolduk. Bir noktada tipi de başladı. Göz gözü görmüyor. Ancak akşam dönme saatine yakın, arkadaşlarımızla buluşabildik.

Bizler parçası olduğumuz doğayı okumayı, dinlemeyi, anlamayı bilmiyorduk. Hâlâ da bilmiyoruz. Biliyor olsaydık; o gün, o şekilde yaşanmazdı...

En çaresiz kaldığınız o anlarda doğaya kızma duygunuz kabardı mı, kendinizi şimdilerde nasıl kontrol edersiniz?

Aslında doğaya kızmadık, kendimize kızdık ama sonuç itibariyle genç olmamıza rağmen, soğukkanlılığımızı koruyup çözüm üretmeye çalıştık. Bu arada o yıllarda cep telefonu daha bilinmiyordu. Şimdi de aynı şekilde, soğukkanlılığımı korumaya gayret ederdim sanırım. Korku felaket getirir.

Everest' in zirvesine tırmanmak, kutuplara gitmek, okyanusun derinlerine dalmak veya başka gezegenlerde koloni kurmak gibi hevesler insanın hangi yönünü öne çıkarır?

Bence doğayla yani özüyle bütünleşme özlemini...

Doğanın bir parçası hatta taa kendi olduğumuz bilincini çocuklarımıza nasıl verebiliriz?

Aslında sadece bu değil bütün düşünce ve eğitim öğretim sistemimizi yeniden yapılandırmamız gerekiyor.
Var olan hiçbir şeyin diğer hiç bir şeyden tamam olarak bağımsız olmadığını anlamamız gerekiyor. Var olan her şeyin bir şey olduğunu... Arada boşluk ve ayrılık olmadığını idrak etmemiz gerekiyor.

Katkınız için teşekkür ederim, böylece 9. Bölümü de tamamlamış olduk, iyi ki varsınız...

Ben teşekkür ederim ?? Dalia Maya




 
 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol