DİYALOG MÜZESİ

NİHAT KOPUZ İLE

13 Eylül 2017 Çarşamba
 
438. DİYALOG: TANPINAR ETKİSİ



Sizce gelen 100 yılın en etkin kültürü aşağıdakilerden hangi OLACAKTIR?
A- AngloSakson,
B- Hispanik,
C- Türk,
D- Arap,
E- Rus.
 
Gelecek yüzyıl / larda kimliklerin önemi azalacak. Dünya son yüz, iki yüz yılında buna sürekli evrildi. Kültürlerin yayılması, teknoloji ile insanların birbirine yaklaşması... Borges gibi, Marquez gibi, Orhan Pamuk gibi en yetkin yazarların kimlik üstü edebi tercihleri bu husustaki en yerinde göstergeler. Toplumların bu içiçe geçişini (olumsuz manada olmayan karmaşa diyelim) romanların biçimlerinde de görüyoruz. Tabi bunu da dünyaya Batı öğrettiği için sorunuzun cevabı da ortaya çıkıyor.
Yalnız benim vurgulamak istediğim, sorunuzdan daha önemli olanın "kimliklerin öneminin azalması" olduğu.

Kimlik - Kültür karmaşasının sebebi nedir?
Kısaca değinmek gerekirse; AngloSakson - Uzak Ada, Hispanik - Yarımada, Türk - Göçebe, Rus - Kapalı, Arap - Bedevi Kültürlerinden hangi daha şanslı görünüyor?

Dediğim gibi, değişen dünya süreki yeniyi getiriyor. Bu değişim biliyorsunuz bugün olan bir şey değil, devamlı değişen bir dünyada yaşıyoruz. İnsanlar artık kimlikte boğulmak, kahraman olmak istemiyor. Bu yeni dünyayı teknoloji destekliyor ve buna imkan tanıyor. Herkesin yazar olduğu, herkesin şarkı söyleyip kendine takipçi topladığı, herkesin bir iki dil bildiği bir dünyada yaşıyoruz artık. Tabi, bizim yaşadığımız ülke bunun neresinde bu tartışılır. Belki biraz Batı'dan... Batılı gözlerle bakıyorum mevzuya. Fakat bu konuya bir kriz olarak bakmıyorum.

Böyle bir dünyada yani insanın daha çok bireyselleşebildiği bir dünyada kimin önde olduğu pek önemli olmayacak Ama Batı Uygarlığı öğretiyor kısacası.

Evrene açılma - gitme - yayılma arzusu göçebe bir kültür müdür?
Birey, örnek olurken - oluştururken - yaratırken kültüründen - derin köklerinden, bilinçli veya değil gelmez mi?

Ben modernizmi benimseyebilmiş bireylerin bir yayılma arzusu içinde olduğunu düşünmüyorum. Bunun nedeni değişen dünyada kendini var etmenin kolaylaşması. Mesela bugün Venedik'i fethetmenin en modern şekli facebook' a girmektir Tabi, burada bu yazıyı yazabiliyorsam bunun en temel yolu bir kültüre sahip olmamdır fakat demek istediğim yeni dünyada sadece kendi kültürümden öğrenmiyorum.

Yayılmayı yanlış kullanmayalım derim: Arap fetih - ganimet - elkoyma kültürü ile Türk göçebe - uyum kültürlerini ayrıştırsak daha net sonuca varamaz mıyız?

Fark etmez. Yayılma kültürünün değişiminden bahsediyorum. Kağıdın olmadığı bir zamandan "hipermetin" çağına geldik. Elinizi dokunmadan, gidip görmeden kendimizi ifade edebildiğimiz bir çağda yaşıyoruz, anlatmak istediğim bu. Yoksa Türkler nasıl yayılır, Araplar nasıl... bundan bahsetmiyorum. Zaten konuşmanın başında da vurguladığım gibi içinde bulunduğumuz çağ kimlikleri önemsemiyor.

Kimlik - Kültür kaosundan çıkamadık...
Sizce Türk Dili' nin en belirgin özellikleri - farkları nelerdir?

Türk Dili tahminimce 3000 yıllık çok gelişmiş bir dildir. Bunu zenginliğinde görebiliriz fakat bundan daha çok önemsediğim "bu gelişmişliği görebilen bir tabanımız olup olmadığı". Dil ne kadar zengin ve eski olursa olsun, önemli olan bunu kullanabilen bir topluluk olabilmek.

Okumanın binde bir olduğu bir ülkede dilini fark etmek imkansızdır. Yaşar Kemal, çok kelimeyle konuşan bir yazardır fakat onu okumazsan bu zenginliğin sadece bilgisine sahip olursun.

Binlerce Türkoloji enstitüsü çalışıyor, dünyada...

Evet, Batı bizi inceliyor fakat yanılgımız kendimize takıntımız olmasın çünkü Batı sadece bizi incelemiyor. Ya da dilimizi incelerken biz Türk olduğumuz için değil bu inceleme. Güzel olan, faydalı olan, farklı olan her şey dikkat çeker, öğretir. Türk Dili de böyle bir dil. Bakın bu konuda Tanpınar çok şey anlattı makalelerinde ama Türkiye bu makaleleri okumadı

Çöl kaynaklı Bedevi Arap; yokluklar - cinler, periler, tanrılar, melekler v.s. üzerine oturan ve dolayısıyla ganimet - talan düzenine insanlık müsade edecek mi, biz nasıl sıyrılıp özümüzü güçlendirebiliriz veya ne yapıyoruz?

Sanırım bu diyalogda konuştuğum pek çok şey ne yapmamız gerektiğine dair işaretlerle dolu. Birincisi kendimizi tanımadığımız... Bunun yolu kendimizi okumaktan geçer. Kendi yazarını okumayan, anlamayan, dışlayan bir topluluk hiçbir yere varamaz.

Neden Tanpınar örneğinden hareketle, bu konuşup yazdığımız ve daha yüzlerce lehçesi yaşayan 400 milyon Türkün kullandıkları DİL kuşatıcı olamıyor - eğer öyleyse?

Yurtdışındaki Türk STK faaliyetleri ile ilgili neler söylemek istersiniz, Türklerimiz oralarda nasıl yaşıyorlar?

Nedeni ortada Tanpınar'ın söylediklerini bir avuç insan biliyor. Türk Diline hakim mi bu halk? Noktalama işaretlerini bile bir avuç insanın bildiği bir ülkeden bahsediyoruz Erkan Bey! Maalesef ama böyle. STK'LAR bizim yeniden kurulduğumuz 1923' ün öncesinden beri konuşmamız gereken uzun, yorucu bir konu. Tarisel süreci dikkate almamız gereken birçok husus içerir.

Ben burada müsadenizi isteyeceğim. Teşekkür ederim.

Saygılarımızla, ilk bölüm olarak yayınlayacağız.
438. DİYALOG: TANPINAR ETKİSİ

Teşekkür ederim.



İKİNCİ BÖLÜM

RÖPORTAJ 


Edebiyatla tanışmanızdan bahseder misiniz bize?

Benim edebiyatla tanışmam öyle erken yaşlarda değildir. Çocukluğumda edebiyatı hiç bilmeden şiirler yazardım ama birkaç masal dışında çocukluğumda hiç kitap okumadım. Çok kitap okunan bir aileden gelmiyordum. Demokrat ve Cumhuriyetçi bir aile idi bizimkisi ama öyle çok kitap okuyan bir aile değildi. Yirmili yaşlarımın girişine kadar da yazar olmak gibi bir düşüncem yoktu. Birgün tesadüf Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları adlı romanını okudum. Hayatın benim anladığımdan çok farklı bir şey olduğunu hissettirdi bana bu kitap. Kütüphaneye gitmeye, romanlar okumaya başladım böylece. Okudukça da kendimi farklı bir dünyanın içinde buldum. 

Bizde ve dünya edebiyatında kimlerin etkisinde olduğunuzu söyleyebilirsiniz?

Şimdi burada saymaya başlarsam bunun ucu gelmez. Kütüphanem kitap dolu. Çoğunu beğenerek, altını çize çize, içlerine notlar düşe düşe okudum. Ben sürekli okurum. Kahvede okurum. Yolda okurum. Otobüste okurum. Eve geldiğimde zaten işim okumak. Öyle çok okurum ki yazmayı unuturum çoğu zaman. Ama elbette size bahsedebileceğim temel yazarlarım var. Kimdir Bunlar? Öncelikle bizim edebiyatımızda iki koldan etkilendim. Bunlar Anadolu ve İstanbul yazarlarıdır. Mesela Yaşar Kemal’e tutkunumdur. Onun kelimeleri, onun roman anlayışı alır götürür beni. Sürekli kelime fısıldar kulağıma. Onu okudukça diğer Türk yazarların ne kadar kısır olduklarını fark ederiz. Mesela “döngele”yi haber vermekle başlar bir romanı. Döngele, Çukur’un yüksek köylerine, pamuğun olduğunu haber veren bir çalı türüdür. Pamuk olma zamanı bu döngele gelir evlerin kapılarına yığılır. Köylü de anlar ki Çukurova’da pamuk olmuştur. Bunu anlarlar ve yola düşerler böylece. Hiçbir İstanbul romancısı size böyle bir kelime fısıldayamaz. Kısır derken bunu kastettim. Yine Orhan Kemal’in romanlarında doğal bir yetenek sezerim. Onları okurken ilk hissettiğim şey bu doğal yetenektir. Onun romanlarında sadece eskiciyi, oğullarını, Murtaza’yı, köylülüğü, fakirliği ve Çukur’u görmeyiz, onun romanlarından, öykülerinden bir kenar mahalle düşü de devşirebiliriz. Bunu çok doğal yapar Orhan Kemal ve bu doğallık beni çok etkilemiştir. Bu Anadolu’dan Batı’ya doğru geldiğimizde üç ismin bende tesiri yüksektir. Bunlar Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay ve Orhan Pamuk’tur. Ben, Orhan Pamuk’un bize kendi roman dünyasını çok güçlü bir şekilde açtığını düşünüyorum. Orhan Pamuk sadece iyi romanlar yazmadı, aynı zamanda okurluğumuzu ve yazarlığımızı da bize sorgulattı demek istiyorum. Harvard’ta verdiği Norton Dersleri’ne bakın, ilk fark edeceğiniz şey dünya edebiyatını ne kadar sıkı kavradığıdır. Bu çok önemli. Neden çok önemli biliyor musunuz? Çünkü çağımız romancısı ne yaptığını çok iyi bilmeli de ondan. 19.yy romancıları daha plansızdılar, bugünse planlı olmak gerekiyor. Hayat da, roman da daha planlı, daha aklı başında işler yapmayı gerektiriyor. Pamuk çalışkan da bir yazar. Çok okuyan hem de çalışkan bir yazar. Böyle yazarları severim. Onlardan faydalandığımı anlayabilirim onları okurken. Flaubert’e benzetirim onu dünya edebiyatında çünkü tıpkı onun gibi iyi bir yazı işçisidir. Ne yaptığını bilir. Oğuz Atay bize büyük bir yenilik getirdi. Ortaya yeni, yepyeni bir şey koydu. İlk zamanlar anlamadılar bile onu. Bence Oğuz Atay düz düz anlatmanın vaktinin geçtiğini kavradı. Bize zor ama doyurucu metinler hazırladı. Batılılar gibi davranmayı başardı Oğuz Atay. Faulkner gibi, Joyce gibi, Woolf gibi yazmayı başaran ilk isimdir bence Türk edebiyatında. Bunun için severim Oğuz Atay’ı. Edebiyattan gerçekten anlıyorsak Oğuz Atay’ı bunun için sevmeliyiz. Gençler şimdi sözlerini paylaşıyor sosyal medyada. Kötü okurlar kitaplarını alıp vurucu cümleleri seçmeye çalışıyor. Oysa Oğuz Atay bu değil, o büyük bir roman yaratıcısı. Tanpınar’ın dili, romanlarını yazdığı vakte göre biraz eskidir. Çağdaşlarının hiçbiri o dili, o üslubu kullanmaz o vakitte. O halde niye demode bulmuyorsun onu diyeceksin? Hiç edebiyat demode olur mu, eskir mi? Homeros’u bugün halen okuyoruz. Mevlana hala bize can veriyor. Edebiyatın vakti, o su, bu su yoktur. İstediğimiz gibi yazarız. İstediğimiz her şeyi anlatabiliriz. Yeter ki yazdığımız ve anlattığımız şey edebiyat olabilmiş olsun. Tanpınar’ın başarısı budur işte. Bütün o koca divan şiirini romana taşımıştır. O eskiliği, o aklı başında muhafaza kültürünü yedirmiştir eserine. Bunun için büyüktür Tanpınar ve yaşamaya devam edecektir. Onu sevmem de bunu fark etmemle alakalı. 

Dünya edebiyatına gelirsek?

Dünya edebiyatı, adı üzerinde kocaman bir dünya. O kadar büyük ki bütün edebiyat o işte. O kadar büyük ki ucu bucağı yok. O kadar büyük ki herkesi içine alamıyor. Mesela biz orada mıyız belli değil! Bence ordayız ama başkasının bizden haberi olmayabilir. İşte bu kadar büyük şeyin içinde bana soru soruyorsun. Bugünlerde son yirmi yılda Nobel alan yazarları okuyorum. Bu son yirmi yılda Nobel alanlar bile koca bir dünya, gerisini sen düşün. Bunların hepsinden bahsedersem birkaç kitap yazmamız gerekir burada. Aklıma ilk gelenler zannederim çok tesir edenler oluyor. 19.yy romanına aşığım ben. Ama bu aşk oldukça aklı başında bir aşktır. Yani cahil cahil düşünüp de 20.yy’ı küçümseyecek bir aşk değil yani. Günümüzü de küçümsemem. Çünkü edebiyat bir taraftan hep büyür, hep gelişir. Devam etmesinin yolu da budur zaten. Tolstoy’u bir parça öldürmezsen edebiyatı öldürürsün yanlışlıkla. Çünkü dünya değişiyorsa –ki bunda şüphe yok- yazar da, yazılanlar da onla birlikte değişmeli. Bunu demek istiyordum yukarda. Peki 19.yy deyince aklıma kimler geliyor. En başta Rus edebiyatı gelir. Tolstoy’la Dostoyevski gelir aklıma. Çünkü bizim Ruslarla bağımız Avrupalılardan fazladır. Bir Rus daha bize benzer. Biz Rus gibi öfkeleniriz, bir İngiliz gibi öfkelenmeyiz. İşte bu iki Rus’u bunun için severim. Bana benzerler, bize benzerler, dedeme, babama benzerler. Ama yalnız bu değil elbette. Çok büyük iki yazardır Tolstoy ve Dostoyevski. Tolstoy büyük sanatçıdır, Dostoyevski büyük insandır. Tolstoy büyük sanatçıdır çünkü roman sanatını hayata yaklaştırmıştır. Ona benzetmeyi başarmıştır. Dostoyevski büyük insandır çünkü kafamızın içindeki bütün şifreleri çözmüştür, orada nelerin dönüp durduğunu bir bilim adamından çok daha güçlü bir şekilde ortaya koymuştur. Bu iki yazarı derinlemesine anlamayan günümüz yazarının eserlerinin on yıl yaşayacağını zannetmiyorum. Çocuk çocuk işler yapar bu iki yazara yaslanmayanlar. Fransız edebiyatında Stendhal’in eserleri beni derinden çarpmıştır. Kızıl ile Kara’yı ve Parma Manastır’ını arada açıp okurum. Bunun zamanı yoktur. Canım sıkıldımı Parma Manastırı okurum ben. Ortasından açıp okurum. Flaubert ise büyük kuyumcudur. Fransızca bilsem çok iyi olurdu. Çünkü sezdiğim bu kuyumculuğu yerinde görmek olurdu bu. Bunu bazen düşünüp üzüldüğüm olur. Aynı şeyi Rus edebiyatı için demem. Nedeni şu: Rus edebiyatı yukarıda da dedim bizim edebiyat gibidir. Onda sezdiğimizi kafamızda çevirebiliriz. Ama bunu Fransız edebiyatında, özellikle de Flaubert’de yapmak kolay iş değildir. 20.yy’da aklıma hemen gelen isimler Thomas Mann, Thomas Bernhard, Faulkner, Borges, Calvino, Joyce, Woolf ve Proust’tur. Bunları tek tek açmam inanılmaz uzun sürer. Sayfalar sürer. Thomas Mann bir devdir. Onun romanları hayata çok benzer. Zaman tıpkı Tolstoy romanlarında olduğu gibi hayatla beraber akar. Buraya eklenecek daha o kadar çok isim var ki. Ben de şaştım kaldım şu an bu kadar şeyi nasıl okudum diye. 

Dikkatimi çekti, bizde toplumculardan bahsettiniz ama Batı’da Hemingway ve Steinbeck’ten ve Rusya’da Gorki’den bahsetmediniz. 

Edebiyat bütün insanlığın sesidir. Çok yüce bir şeydir. Var olduğu zamandan beri iyiliğin tarafındadır. Güzelliğin tarafındadır. Adaletin tarafındadır. Ama onu ideolojiye boğmak, onu siyasileştirmek ona yapılacak bir haksızlıktır. Edebiyat bunların üzerinde bir iştir. Hepsinin üzerinde bir sestir. Bu demek değildir ki edebiyatçının bir düşüncesi, bir ideolojisi, bir tarafı olmayacak. Vardır da her yazarın bir tarafı. Ama öykü yazmak, roman yazmak, şiir yazmak insanı anlamak demektir. Büyük edebiyat çağlar boyu böyle ayakta durmuştur. Homeros’a bakalım. Homeros’u büyük yapan şey savaşı anlatması değildir, Homeros düşmana da, kendi tarafına da eşit mesefaden bakmayı başarmıştır. Bunun için Homeros olmuştur. O bütün insanlığı kucaklamıştır, bütün insanlığın sesi olmuştur. Bir görüşümüz vardır, bu romanda da yer bulur ama bir romanın ana amacı bunu anlatmak değil, insanı anlatmaktır. Hayatı anlatmaktır. Onu anlamaya çalışmaktır. Ben büyük edebiyatta hep bunu gördüm. Koskoca Tolstoy’da, Stendhal’de, Gogol’da, Shakespeare’de bunu görürüz, insanı görürüz. Şimdi bu açıklamanın ardından sorunuza geleyim. Ben Yaşar Kemal’i sosyalist olduğu için sevmiyorum, sosyalist olduğu için ondan nefret de etmiyorum. Beni Yaşar Kemal’de ilgilendiren şey anlatımındaki güçtür. İnsana dokunmasıdır. Onun acısına, onun uğradığı haksızlığa beni inandırabilmesidir. Problemlerinizi bütün sistemlerle çözersiniz. Sistemlerin hepsi insan probleminden doğmuştur. İnsan problem yaratmasa sisteme gerek bile kalmaz. İyi olmayı, adil olmayı bize her şey öğretebilir. Bunu sosyalizmden de öğrenebiliriz, başka bir şeyden de öğrenebiliriz. Anahtar bizdedir. Sistemlerde olduğunu düşünmüyorum. Ben bireyi önemsiyorum. Problemlerimi kendim hallediyorum. Ben Steinbeck’i de Hemingway’i de çok severim ama bunu insanı doğru şekilde anlattıkları için severim. Ben olmuş şeyi severim. Ayırmam bunu. Güzel elmayı sevmek gibidir bu. İyi büyümüş, lezzetli elmalardır sevdiklerim. 

Yazarlar üzerine düşünmeyi seviyorsunuz?

Benim işim bu. Genelde eleştiri yazıları yazıyorum. Dergilerde, edebiyat sitelerinde yayınlanıyorlar. Ben yazarları düşünmekten yazmayı unutuyorum. En büyük keyfim bu benim, yazarları düşünmek, onları hergün biraz daha derinden anlamaya çalışmak. Yüzden fazla öykü yazdım. Zannederim beş altı tanesi hariç hiçbirini göndermedim bir edebiyat ortamına. Hepsini çekmeceme koydum. Bu daha çok hoşuma gidiyor. Özellikle iyilerini çekmeceme, dolabıma koyuyorum. Kusursuz bir biçimi arıyorum. Eğer yayımlayacaksam bir kitapta falan, Türk edebiyatında bir yer tutmalı öykülerim ya da yazdığım bir roman. Böyle düşünüyorum ben. Okumaktan, okuduklarım üzerine düşünmekten ve arada bir öykü karalamaktan hoşlanıyorum. Eğer bir roman yazarsam –bunu yapacağım- çekmeceye koymam. 

Sinemayla aranız nasıl? Bize sinema sanatından, izlediğiniz filmlerden bahseder misiniz?

Sinemayı çok önemserim. Çok da severim film izlemeyi. Ama görüntüde yani sinemada demek istiyorum  tercihlerim edebiyata göre çok farklıdır. Aksiyonu, gerilimi, suç ve gizemi görüntüde severim ben. Bir buçuk saatte, iki saatte bitiyor anlatılan. O zaman burada bir Proust beklemek, bir Flaubert, bir Goethe beklemek bana çok akıllıca gelmiyor. Beklemem böyle bir şeyi sinemadan. Kitap gibi değildir o, çok sessiz giderse, çok sanatsal giderse kapatır kitaba dönerim. Belki de sinemayla eksik kalan adrenalin tarafımı tamamlamak oluyor bu. Bilmiyorum ama öyle sanki. Söylediklerimden basit filmleri izlediğim sanılmasın. Bir sinema beğenim var tabii. Mesela Tarantino filmlerine, Coen Kardeşler’in filmlerine, Alfred Hitchcock filmlerine tutkunum. Ama Tarkovski’nin canımı sıktığı oluyor. Ben Tarkovski’nin yaptıklarını kitapta görmekten hoşlanıyorum. Aktör ve aktristleri de önemserim. Bazıları beni içten içe sarar. O zaman tutar onun bütün filmlerini izlerim. Mesela Anthony Hopkins, Michael Douglas, Alpa Cino, Robert De Niro, Nicole Kidman ve daha pekçok oyuncunun duruşunu beğenirim. Oturur bütün filmlerini izlerim bunların. Çocukluğumda korku filmlerine bayılırdım ama şimdi çok iyi bir yapım olmadıkça bakmam korkuya. Yine de en sevdiğim filmler derseniz aklıma gelenleri söyleyeyim: Baba, İhtiyarlara Yer Yok, Sapık, Ölüm Korkusu, Arka Pencere,  12 Angry Men,  Schindler's List, Kuzuların Sessizliği…


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 

DİYALOG 

Daha pekçok soru çıkabilir ama yarısına kadar geldiğimde, zihnimde sormazsam olmaz dediğim soruyu sormalıyım. Bugün yine sevgili bir profesörümüzle bu konu ile ilgili bir iletişimiz oldu, önemli bulduğum için soruyorum: Geçen yüzyıla damgasını vuran ve o zaman için modern - çağdaş adlandırılan sanat, sanatçı ve eserler bugün hâlâ neden aynı isimle anılıp basmakalıp, ezber, sürekli tekrarlanan ŞEYLER veya benzerleri üretilir / çıkar? Akademisyenimiz bu soruya "akademinin görevi zaten budur" yanıtını verince "günümüz sanatı da bundan yüz sene sonra mı çağdaş olacak" demiştim, ne dersiniz?

Bence metinler her yüzyılda temel bir benzerlik gösterse de yenilikler de, farklılıklar da getiriyorlar. Mesela Faulkner'ın yazdıklarıyla ve yazma biçimiyle Tolstoy'unkiler aynıdır diyebilir miyiz? Faulkner, daha karmaşık bir dünyada daha karmaşık bir edebiyat yaratmanın yollarını aramış. Tolstoy'sa daha düz bir dünyada daha düz bir anlatıyı sürdürmüş. Bugünse edebiyat daha da zorlayıcı, daha da karmaşık olmalı. Ben edebiyatın masa başında okunması gereken bir iş haline geldiğini düşünüyorum. Yalnız, modernizme bakış çok yanlış insanlarda. Modernizme içinde bulundukları zamandan bakıp yanılgıya düşüyorlar. Her çağ kendi içinde moderndir. Çünkü sürekli bir gelişim söz konusu. 19.yy'da yaşayanlar da geriye bakıp kendini modern hissettiler.

Ünlenmiş isimlerin büyüsüne kapılmak, PopKültür girdabına çekilmek yani gelip geçici, kalıcı olmayan, kısa zamanlı işlere yopunlaşmanın sebebi yine yukarıda bahsigeçen akademik kalıpların gericiliği midir, çözümü nasıl ve nereden üretirsiniz?

Bir yazar adayı ünlenmiş isimlere değil, bu işi gerçekten iyi bir şekilde becermiş kişilerin büyüsüne kapılmalı. Okumalı ve kendi dünyasını oluşturmalı. Bunlar ünlü isimler de olabilirler, kıyıda köşede kalmış da olabilirler. Akademi çoğu zaman yanıltıcı olabilir. Gerçek bir yazar için akademik düşünce sonuç vermeyebilir. Yanlış sonuç da verebilir. Sanatı akademi seçemez. Okurun dünyasında anlam bulmalı üretim. 

Ciddi bir diğer negatif eleştiri ise okırdan çok yazarımızın olduğu ama kaliteli eser üretiminde sınıfta kaldığımız yönünde. Olumlu yaklaşanlar yazdıkça düzelir derken, benim gibi olumsuzlar işin daha da içinden çıkılmaz halaldığı yönünde. Sürekli verdiğim bir örnektir: Kitap fuarında koltuğunun altına kitap toplayan kız öğrencimin, "hocam ben okumuyorum. İmzalı kitap biriktiriyorum" sözü. Ne dersiniz? 

Bu gerçekten ciddi bir problem. Okuyanın az olduğu, nitelikli okurunsa neredeyse hiç olmadığı bir ülkede yaşıyoruz. Yazar olmayı düşünmeyen keyfine okumaya çalışan genç bir kitle var. Kurtarılması gereken bir kitledir bu. Bataktadır ve oradan bir şekilde çıkarmalıyız o gençliği. Ama benim asıl kızdığım şey niteliksiz okumalarla yazar olma yolunda ilerleyenler. Beş on kitap okuyup yazar olma hevesine kapılanlar var. Yeteneksiz olduğunu bir türlü anlamayıp öldükten sonra Kafka olacağını düşünenler var. Don Kişot’un tam metninden habersiz olup kısaltılmış çevirilerini okuyup bunu tam metin sanan yazarlar var. Var oğlu var ve ben de oldukça şaşkınım bu konuda.

"Siz yazdınız da biz okumadık mı, doğru dürüst yazmıyorsunuz ki" diyenlere ne diyeceğiz?


Bunu diyen dediğinde doğruysa ve nitelikli bir okursa haklıdır. Dikkat edin gerçek bir okursa haklıdır diyorum. Mesela birini düşünün Stendhal okuyor, Faulkner'dan keyif alıyor, Proust'a tapıyor, işte bu adam kötü bir eseri beğenmiyorsa haklıdır elbette. Ama öyle değil de boş birisiyse zaten neden dikkate alalım onu?


Daha derinlerde okuma alışkanlığımız olmamasıyla birlikte insanların daha çok kültür ve yaşamlarından, gerçeklerden nahsedilmeye ihtiyacı var gibi. Televizyon kanallarını işgal eden eğlencelik dizilere baktığımızda bile o alakasızlığı hemen görüyoruz. Sponsorların neden bunlara destek olduğu ayrı bir sorun fakat sanırım yapısal, ciddi başka sorunlarımız var: Gerçekten kaçmak gibi. Gerçeklerden kaçarak, acıları, doğruları görmezden gelerek daha ne kadar yaşayabiliriz, yaşam nedir / bu mudur?


Katılıyorum size. Bu piyasa düşüncesinin yol açtığı problemler. Olmasını istiyorlar ve oluyor. 1970'lerin sonunda Yaşar Kemal bu konuda çok güzel konuştu. Dedi ki: Mesela televizyon: Bu alet aslında bizim sanatımızı kösteklemez, aksine büyütür. Neden, çünkü reklam aracı. İnsanın gözünü açacak, ona kendi dışındakini gösterecek. Maalesef öyle olmadı. Olmadı çünkü televizyon insanın elinde değil. Televizyon bir sistemin elinde. Her şey insana verilmeli. İnsanca bir dünya kurulmalı. Bunu insanlar başaracak. Bunu kimse insana vermez. İnsan bilinci ulaşacak oraya. Zordur bu ama benim hep umudum var. İnsana karşı umudum var benim.


İnsanları yönetiyorlar. İnsan kendini yönetmeli. Problem burada başlıyor. Her tarafta bir canavarın eli var. Canavarın en büyük eli de insanımızın kafasının içinde. Gözlerini öyle örtüyorlar ki insanın kör gibi dolaşıyor. Havaalanına gittiğinde burada niye bir sinema salonu yok demiyor! Aklına bile gelmiyor. Üç saat önce havaalanına çağırıyorlar seni ve içinde bir tane tiyatro yok, bir tane sinema yok. Ben bir kişiye rastlamadım buna itiraz eden.


Sanatın istismarına gelmişken; sanat veya gerçek sanat insanları, kendisini bu işe adamış olanlar nasıl kurtulup / kurtarabilirler?


Büyük çabayla. Çok büyük bir çabayla. Elli yılını vererek. Israr ederek. Halka anlatarak. Sistem kimin elinde olursa olsun halk her zaman vardır. Halka güveniyorum dedim ya, onu bunun için dedim. Halk sonunda görür, sonunda duyar. Sanatçı anlatmaya devam edecek. Pes etmeyecek. Başta dedim ya, bu işe baş koymuşsa elli yılını verecek işte. Yaşar Kemal bunu yaptı. Eserleri milyon sattı sonunda. Ama neler çekti, değil mi? Zorluktan bunu kastediyorum. Satmak yanlış anlaşılmasın burada. Anlaşıldı Yaşar Kemal demek istedim. Milyonlara ulaştı demek istedim.


Evrensel sanata özellikle kapalı, ulusal sanat veya sanatçılık adına iğdiş edilen ezberci nesiller nasıl başarabilir, ezberi yerine getiremeyenler sınıf bile geçemez akademiden geçerli not alamaz hatta akademik kariyer imkanları sıfırken?


Bunlar hep aynı temel sorunun parçaları. Düzensiz, adaletsiz dünyanın getirdikleri. Bir eleştirmen, bir öykü yazarı olarak cevap veriyorum ben sorulara. Sanatçı kitabını yazar. İyiyi, doğruyu, adaleti anlatır kitaplarında. Bu anlatma sorumluluğudur. Bunun dışında, şimdi burda senin ve benim yaptığım şeyi yapar. Yani konuşur. Söyleşir. Bunlar okunsun ister. Niye ister bunu? İçinde bir dert vardır. Dertlendiği bir şey vardır. Üzülmüştür bir şeye. Ama bunun bir adım ötesi siyasettir. Müdahil olmaktır. Aydın olan anlatır. Kulağa döker hatta. Bunun ötesi siyasetçiliktir. Kimse soyunmuyor bu işe. Buna ben de dahilim.


Katkılarınız için çok teşekkür eder, başarılı günler dilerim.


SÜRDÜRMEK DİLEĞİYLE


Ben teşekkür ederim, sevgiler… 


 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol