DİYALOG MÜZESİ

HÜSEYİN BOZKURT İLE



 

500. DİYALOG: HÜSEYİN BOZKURT İLE

ŞİİR


Sanatın kollarında ilk çağlarını büyümüş, düşsel bir yolculuğa kendinden başlayıp sonra üşenmeden yorulmadan çevresini çıkarmış, yüreğini her dem güzel olan şeylerin üzerine koymuş, her türlü güçlüğün içinden alnının teriyle çıkmış, sevdayı içini bölerek açıklamış, şiirlerinde bu ruhu yedire yedire gerçeğe gün yüzüne çıkarmış bir dosttan, bir şair arkadaştan başka türlüsü beklenemezdi. Sizlere ve emeği  bu topluma geçen her aydın, her yürekli sevda düşkünü dostlarıma selam sevgilerim.


Sizce sanatçı damıtımı / damıtılması nasıl gerçekleşiyor?


Hayatı anlamlandırma çabalarında insanın yaşadığı koşullar, edindiği birikim, geçirdiği evreler, ilk okumalar, ilk suskunlukla ve ilk düşüş kalkışlar bilinci bir bıçağı bileyler gibi sindire sindire ar damarına yürütebilir. Bu yaşamı sorgulamada bir kıstas, bir etkendir. İçindeki öz'le biriken bu yapı elbette müsait bir anda, bir çocuğun bakışlarını düşürür gibi şiire, tuvale ve ardından kapıların bir bir açıldığına tanıklık edebilir. Bu bizi var etmeye çalışan en güzel durumdur. Biz tarihimizin, yaşadığımız evrenin sorumluluğunda ruhumuzu sündürerek değilde bir çok karışımı analiz ve sentezleyerek ondan yepyeni bir tasarım, bir çıkarım, mantıksal bir durum elde edebiliriz. Bu bizi önceleyen aydın sorumluluğu ve tavırdır. Nesneler karşısındaki tavır gerçek yaşama uyarlanacak kadar gerçektir. Bir taşın dilinden anlamayan, ayağa batmış çakıla uzaktır, acısından da uzaktır. Bu akıl süzgecinden geçmiş yaşantılar kendini yenileyerek başkasının yarasına merhem olur. En azından ben böyle bir külün yakılmış korların, alevin ürünü hissediyorum. Böyleyim. 


Renklerin dilinde akıtabilir göz yaşlarını sözcüklerin anlamını. Direkt olmasa da onun yan etkileri bir çocukluk gibi taşınır yaş alsa, yalansa. Hep bir atıfta bulunur gerçeklik. Kanımca sanatın boyutlanması çağa uygunluk taşıdığı kadar ötesine sıçrayabilir de. Kalıcılık kazanabilir. Sanatçının bir ürünle baş başa kalışı onda bambaşka ürünlerin doğmasına da önayak olur. 


Ben sanatın gün yüzüne çıkmasını bir damıtım olarak, bir hassasiyet olarak tanımlayabilirim. Bizden sonraki kuşaklar üzerinde sorumluluğumuz var. Onlara en iyi biçimde düşünmeyi düşündürecek bir akıl, bir yol biçimlemeliyiz. Gen yoluyla değil bulaşıcılık. Sanatın yüce tavrıyla, estetiğiyle olacaktır. Onların bu uzun, yorucu yaşamın ilk adımına ayaklarına serilmiş bir parke olup. Bu yolda uğurlayacağız. 


Diyalogda da geçen, "günümüz insan duygularının çoğunun olumsuzluğu" nedeniyle sizler de ümitsizliğe kapılır mısınız, insanlığın bu duygularının olumluya dönüşmesi için önünde ne kadar zaman var?


Evet, sanat bilincine erişmiş, bu uğurda yaratımda bulunmuş insanların toplumla barışık olamayacağı muhakkaktır. Zaten sanatın bir diğer adı "mevcut yapıyı yıkıp estetize etmektir". Gerekirse kurduğu yapıyı "yeniden yeniden" yıkabilmektir. 


Ben hep bir başkaldırı olarak görmüşümdür bu yaratıyı. İktidar size yalnızca siyah beyazdan oluşmuş iki sözcük ya da insanın onurundan uzaklaştırılmış iki renk boyayla insana, topluma bakmayı önertir / önerir. Bu bizi bizden yabancılaşmaya götürecek ilk adımdır. Ben bu süreçte anlaşılmanın güçlüklerini yaşamış biri olarak şiirlerimde görüyorum. On yıllar önce yazılmış bir şiir bugün farklı bir zaman diliminde kendine yeni anlamlar üretip okuyucu üzerinde anlamlı bir yapı kuruyorsa bu şiirden vazgeçmediğimdendir. Elbette okuyucu kendinden bir şeyler bulabilmeli ancak çıtayı düşünme biçimini de kendi iç dünyasını yıkarak yükselmelidir. Çağın en büyük handikaplarından biri populizmdir. Halk böyle istiyor diye halkın gerisine düşme lüksü yoktur sanatçının, en azında sanatla içiçe duyarlı insanların. Ataletten sıyırıp kendini estetize edebilmelidir. Sonuçta anlaşılamıyorum düşüncesi sanatçının diline işlevine ket vurmamalıdır.


Sanat gibi anlaşılması zaten zor bir disiplinin uğraşanları olarak, bizimki gibi nispeten geri kalmış / bırakılmış bir toplumda da yaşıyorsanız eser üretirken daha anlaşılır basit / kolay dil tercih eder misiniz, anlaşılmamak ulaşılmamak mıdır?


Toplumun bir dili, kendini yenileyen bir anlayışı zamanla orantılıdır. Bu belki kaplumbağa hızı belki kağnı.19. yüzyılın romantizminden sıyrılmış yaşam biçimi belki durağandı ama insanın kendine bakmasına zaman bırakıyordu, durup durup düşünmesine yol açıyordu. En azından en güzel ürünler o dönemde verilmiştir. Rus Edebiyatı, Fransız Edebiyatı sanatı gibi… Sanayiyle birlikte değiştirilen yapı insanı ikinci sınıfa geriletti. Belki yaşam koşulları güçleşti, kapitalizmin baskısı arttı ama insan lehine geliştirildi bu durum, daha bir öne  çıkardı insanı. Örgütlenme mücadele gücüyle buluşturdu. Çevre bilinci başladı -yeşiller hareketi. Bu sanata olumlu yansımalar bıraktı elbet ama şekil itibariyle romantik akıma kurban gitti, nostaljide kaldı. Şu an yaşadığımız çağın teknolojisinin baş döndürücü bir hıza erişmesi; sibernetik gelişmeleri, yaşam tarzlarını allak bullak etti. Biz buna "sosyalitenin evrimi" diyebiliriz. Herkes oturduğu yerden birbirine ulaştı, bir tık mesafesinde. Herkes bir tık kadar kontrol altına alındı. Sanatın özgürleştirme çabası gittikçe güç hale geldi. İnsan bilgiye ulaştı ama onun kölesi haline dönüştürüldü. İnsanı tekrar doğayla uyumlu hale dönüştürecek tek silah kaldı. Bu sanatın büyülü dünyasını öyle yada böyle toplumun önünde yılana sarılma olarak değil ama gerçeğine ulaşmasını sorgulaması sağlamalıdır. Buradan bu hıza yetişebilecek, bu hızı yakalayıp dönüştürecek yeni bir üsluba, yeni bir tarza ihtiyaç olacaktır. Elbet burada bundan sonra anlaşılamama gibi bir derdi kalmayacak toplumun ama sanatın sanatçının sorumluluğu daha bir artacak diye düşünüyorum. Bu yüzden kolay bir dil, çabucak tüketilecek bir dil toplumun çok çok gerisinde olacağı mümkündür. Çıtayı düşürmeden anlaşılır kılmak sanatçının görevidir de. Toplumdan soyutlanmış bir sanat elbet sanattır ama bir ayağı sokak olmayan sanat işlevsizdir diye düşünüyorum. 


Romantizme vurgu yapıp döneminde eser üretiminden bahsetmişken, Kant sonrası felsefenin akılcı yaklaşımının insanları baya bi bunalttığı da anlaşılıyor. Kuru, tatsız, tuzsuz olanın her ne kadar akıl tarafından öneriliyor olsa da zevk vermediği gibi bir sonuçta çıkıyor. Günümüz insan bunalımlarında o saf duyguyu yeniden kazanmak sizce nasıl mümkündür?


Modernizm insanın akıl yürütme yoluyla özüne varacağımızı önceleri. Estetik kaygıdan uzak bir yaklaşım naklini reva görmüş olabilir. Aklın bilincin her duyguyu kontrol edeceği düşüncesi analitik felsefe kavramları mükemmeliyetini atfetmesi biçimciliği doğurmuş olabilir. Aynı hazzı aynı duyguyla doğurmak. Darklılıkların önünde bir engel oluşturmuş olabilir


Katkılarınız için teşekkür ederiz.

SÜRDÜRMEK DİLEĞİYLE


Ek olarak; insanın içe dönüşü, pür hallerine ilerleyişi varoluşsal problemlerini çözümlemede bazen akıl yetersiz kalabilir. Buradan hareketle, insanın yeniden biçimlenmesinde sanatçının katılımcı kimliğiyle, öz duruşuyla kaygı ve gelecek sorunsalını düşünmeden,  insancıl serüvenini önemsiyorum.


İKİNCİ BÖLÜM 


Bir önceki Yakup KUYUCU Diyaloğu'nda (Bakınız: Sanat Ve) Sartre eleştirisi vardı şimdi burada da Kant eleştirisi gördük. Bu eleştirilerle SANAT tam bağımsızlığını mı ilan ediyor / etmeli midir?


Felsefe ilk çağlardan beri akıl yoluyla bilgiye ulaşma çabası içindeyken "sanatın ve estetik değerlerin" koşut olarak birbirini beslediğini birbirlerinden yararlandıklarını söylemek lazım. Her iki boyutta birbirini tamamlar nitelikte örneğin bilimler arası ilişkilerde pozitif bilimleri felsefeyle kurguluyorsak matematiksel düşünce ve  düşünme biçimi sanatsal incelikler barındıran bir izlek taşır, sanata daha yakındır. Sanatı bir haz, bir his tamamlayıcı kabul etmek gerekir. Sanatı felsefenin dışına kırmızı kart ile çıkaramayız. Sanatsal eylemi bir düşün kırbacına zorlayamayız. Hani derler sonuçta at başı. Başa baş bir birliktelik. Memnuniyet verici bir birliktelik söz konusudur. Sanat bir yandan kendini mantık dışına çıkarma bağlamını tercihe zorlarken yeni bir dil benimseyen toplumsal gerçeklik göz ardı edilmemeli kanımca. Beş duyunun ötesinde de bir cisme bakış açısı yüklemek, onu var etmek metafizik beslemeler gerekebilir. Mitoloji sanata doyasıya yedirilebilir. Açıklanamayan bilinçaltı tasvire zorlanabilir. Sonuçta nesnel gerçeklik ışığında konuyu ele alırsak yeniden aklın ve sezginin birbiriyle tamamen çelişmediğini birbirini kucaklaması gerektiğini özelikle ifade etmek lazım. 


Kalıplar konusuna gelmişken ezberleri de sorgulamamız gerekecek kanımca. En basitinden bir sanatçı veya adayının, bir şekilde edindiği veya öğrendiği bilgileri, idrak etmeden veya yaşamadan sırf o ezber doğrultusunda işleyerek sanat üretmesi mümkün müdür, sırıtmaz mı?


Sanırım bu durum açıklanmaya özelikle muhtaç. Birbirinin ezberinde bozulmuş onca yapıdan sağlam binalar kurmak mümkün olmuyor. Dayatılmış dilin insanı kör bıraktığı saplantılarından kurtaramadığına tanığız. Bu her cenahtan böyle. Anlaşılmadan anlaşılamadan anlaşılmaya zaman bırakmadan topyekün yok etme, imha etme, recm etmeye hazır bir topluluğu. Bu sıradanlaşmış halkın sorunu değil yalnızca elbet. Kendini bu mecrada uzak tutmaya çalışan herkesin sorumluluğundadır, özelikle tahammülsüz aydınların sorununa dönüşmekte. Genlerimize işlemiş sanki katletme, güzeli yıkma, yeniden yaratma adeta bahşedilmiş bir seçenek. Olumlama ruhundan uzaklaştıkça sanatsal üretim yalnızlaşır. Anlamsızlaşır. Kendini bu çıkar düzleminden ayrıştırmak güçleşir. At ile it izi karışır hatta ileri gidilip içine tükürüle bilinir de. Bu sanatın ve eserin korunmaya muhtaç olmasından kaynaklanmıyor. Sanatı insandan uzaklaştıran etkenlerden de kaynaklanıyor. Evet, sanatı bir forma sokup aynı bakış açısını dayatamayız. Kendimize yeni yeni cemaatler üretmek işimiz olmamalı. Buradan nakıs - kadük bir yapı çıkar ki bu sanata yapılmış en büyük kötülüktür. Sanatın sanatçının özgürleştirilmesi ona yeni yaşam biçimlerini sunma ona paye vermekle değil. Ona engel olmamakla ilerlenir. 


Hemen burada şimdi olup biten bir kesin deney sonucuna göre; devlet gibi devasa büyüklükteki bir sistemler bütününün içinde yeralan ve onun tam desteği, maaş, prim, exra, yolluk, harcırah, emeklilik, sağlık garantili sanatçılar yerine kendi yağında kavrulmaya çalışan sanatçılara haksızlık yapılmıyor mu, ne kadar avantajları var ki ayrıca devlet SANAT üretebilir mi?


Bu her dönem tartışılmış bir sorun. Sanatı bağımsızlaştıran, üretimi arttıran etmen yapılacak teşvik ve destekler ile mıdır yoksa sanata köstek olan, hazzın önünde kocaman bir engel olan devlet mıdır? Ondan ilelebet uzak durmak mıdır? Yapılacak teşviklerin sanatı geliştireceği önemlidir. Bunu tamamen maddi desteklerle, devlet sanatçılığı ünvanıyla karıştırmamak gerekir. Örneğin vergilendirme, sanatsal ürünlerde özel tüketim vergisi - kdv' nin kaldırımı daha önemlidir, ürün yelpazesini geliştirilmesinde. Şiirimizde bir Ece Ayhan gerçeği var. Devletin değişik kademelerinde çalışan, memur zihniyetiyle sanatı iç içe götüren fertler olabilir de. Bu çok büyük sorun teşkil etmez. Bohem yaşamın toplumun damarında, arterlerinde bulunmanın nabzında atmanın üretkenlikte daha fazla etkisi vardır diye düşünüyorum. Bu insanların yaşadığı güçlüğü hep beraber toplum olarak karşılamalıyız. Onun eserlerine sahip çıkarak elbet… Haksızlığın insan boyunu aştığı ülkelerde ayağa kalkıp adaletli üretim yapmanın güçlüğünü de idrak etmek lazım.


Bütünleştirerek gidersek; vurguladığınız bilim - sanat atbaşılığı ile disipliner derin fark ve çelişkileri olan sanat dışı disiplinlerin hegemonyasından, müfredatından, mevzuatından hatta silahlı birimlerinden kurtulabilmek mümkün olmayacağına göre, kalıplarla daraltılan alanlarda o beklediğimiz ve yukarıda da sıklıkla değindiğimiz bunalımdaki insanlık için sanatın yeni önerileri nelerdir?


Sanırım bu ben merkezli yapı gittikçe yalnızlığına halleşen insanın her türlü şiddete boyun eğmesini getirecek gibi duruyor. Sanatı bu yalnızlığından kurtaracak alt desibelden çıkarıp şelaleye dönüştürecek güç yine yalnızlığına kapanmış insanın kendisi olacaktır. Bu dualite bu karşılıklı açmazlık düğümü bir yerinden yine kendi lehine insan tarafından çözülecektir. Yine kendi kabuğunda sancılı üretiminden kurtarıp gün yüzüne çıkmasıyla gerçekleşecek. Sonuçta sanatı, edebiyatı, işlevi, görseli insan merkezli hale dönüştürmek daha gerçekçi olacak. Toplumu şekillendiren bu ilerleyiş elbette sancılı hatta sakıncalı bulunabilecektir. Burada çıkış yine toplumsal örgütlülük ve bilinç bütünlüğünden geçecek. Özneden nesneye oradan gerçeğe dönüşecektir. Sanatı bir rütbe, bir atlama aracı  olarak görme eğilimindeki çabayı boşa çıkaracak bir yalnızlığa da ihtiyaç vardır. Sanat bize günü tanıtlayan değil yarını kucaklayan bir sevda olarak dönebilmelidir. Kendi gelenek yapılarından, folklöründen, jargonundan yararlanarak yeni bir biçeme kavuşturulmalıdır da. 


Avrupa özelinde konuya yaklaştığımızda sanat ve sanatçı haklarının ne düzeye yükseldiğini görüp takdir ediyoruz. Elbette bu haklar sanatçıların ve dışındaki mücadeleci insanların çabaları, çektikleri zorluklar, deneyimler, bilgi, beceri, birikim ve tecrübelerin sonucunda kazanılmış. Kopenhagen Kriterlerine göre ki pekçok devlet - bizim devletimiz de altına imza atmışlar. Vergi gelirlerinin %5-8'i sanat ve çevreye ayrılmak zorundadır. Orada memur sanatçı sorunu yok ama hukuken sanatın ve sanatçının kazanılmış hakları var. Şimdi bizim ülkemiz de altına imza attığı bu kanunların çevresinden dolaşıp içini boşaltarak kendi yandaş, propaganda güçlerine veya adamlarına aktarıyor. Yani apaçık sanatın hakkı gasbediliyor, çalınıyor. Burada adına sanatçı denilen kişilerden biri çıkıpta "sanatın hakkını neden çalıyorsunuz" diyemiyor aksine gıda paketleri filan istiyor. Sanatçı olmadıkları için! Sanatın hakkını kimler nasıl savunmalıdır?


"Bir dokun bin ah işit". Bir söyle bin kez sus. İçine göm içine sokul. Güneş başka yerde nasılsa başka yüzleri aydınlatıyordur. Hayat bir şekilde yeniliyordur yüzünü. Hayat işte böyle bir gül. Bir ateş parçası sunuyor vicdanın eline. Karşılıksız olmak mümkünken elini ateşe atmak, yüreğini dağlamak, susmakta çare değil ki. İnsanımızın, edebiyatımızın şair, yazar, ressam, çizerlerimizin eza cefa çekmeden bir noktaya ulaştığı vaki mıdır? Pek mümkün değil. Yanmadan, küle dönmeden hak alınıyor mu ki? Az gelişmiş toplumların en çok acı, en karamsar tarafı bu aydınlara devlet bir mekanizma olarak kendine biat edenden ayan durmuştur hep. Azınlıkların kimliğini gasp etmiştir. Sanatını, kimliğini yok etmeye çalışmıştır. Bunu güdüsel olarak ele alamayız. Bu yüzyılın değil binlerce yıllık problem. Sokrates'ten tutun Sabahattin Ali'lere, Nazım Hikmet'lere. Burada devlet erkini suçlamak yeterli değil kanımca. Her yönetim dayattığı yaşam biçimine hazırları tarafından pekiştirilmiştir. Ah be canım kardeşim! Senin hiç mi suçun yok? Sonuçta insanı ayağa kaldıracak onurdur, yine sanat. Sarılınacak kurtuluşu aranacak tek silah yine sanatın o mucizevi kalkışıdır ayağa… 


Biz yıllardır bu mücadelenin içindeyiz ve pişerek ilerliyoruz. Her diyaloğumuz yaşayan bir deney niteliğinde. Geçen sürecimizde bize büyük darbeyi vurup şikayet edenler memur sanatçılar oldu çünkü bize göre sanatçı değiller. Mahkemeden mahkemeye koştuk, adliye koridorlarında zamanımız tükendi. Bunların hakkını nasıl savunacağız, buradan sanat çıkar mı?


Bu kadrolu sanatçı memur ünvanı irite edici sanat dışı bir şey, rahatsız edici gibi duruyor. Bu tartışılacak bir durum değil bile. Biz sanatı tekelden kurtarmanın içinde olmalıyız her daim. Ödüllerle ağıza çalınacak bir parmak balla uslanacağımızı düşünmesine. Akıllarına bile getirmesin erk sahibi. Kendimizi köreltecek bir yudum suya tav olacak değiliz, Kerbelamıza sahip çıkacağız, gerekirse acıyı halkımızdan önce biz çekeceğiz. Bu göze alınabilecek yüreklilik var mı? Var elbet. Olmalıdır da. Karşı bir dil geliştirilmeli mi baskılara engellere? Evet. Şunu da söylemek gerek Sezai Karakoç'a devlet sanatçısı ünvanı verildi. Elinin tersiyle itti. Belki kendine özel durumu vardı ama bu onun kişiliğine artı puan yazmıştır. Bu yürekte ozanlara ihtiyacımız her zamankinden daha fazla diye düşünüyorum. 


Keşke o kadar basit olsa! İnanın bir günde çözülürdü ama değil! Beni şikayet edenler dinci, yobaz, gericiler değil tam aksine devletten sebeplenen ve kendine ısrarla aydın dedirten malum inatçı, bağnaz, sosyalist olduğunu söyleyen, üç fidana Sabahattin Ali' ye ağıt yakan takımdı Öyle bir kör düğümdür ki bu yaşamadan bilemezsiniz. Dışındakilerin bu işlerle zaten uzaktan yakından alakası yok. Hayatlarında bir defa bile sanat nedir diye sormamışlar onlar. Umarım anlatabiliyorumdur. Veysel'in deyimiyle "menfaatmış velvelesi" olan sanatçı / aydın takımı bunlar. Sorunun büyüğü bu. Siz olsanız nasıl çözersiniz? Ortada ciddi bir kandavası var!


Mevzuya hakim olamadığım için ne desem nafile. Benim tavrım her zaman, nerede bir haksızlık olmuşsa sorumluluğum gereği mazlumdan, mağdurdan yana olmak, benim ilkem. Haksızlıklara ses çıkarmamakta sorumluluktan kaçmak demektir. Umarım ilgili sorunlarda önünüzdeki engel olan her türlü zorluğu aşacak birikim ve gücünüz vardır. Size başarılar dilerim. 


Dostlukla kalınız. Selam, sevgilerimle…


Vaktinizi verdiniz, bilgi ve coşkunuzu paylaştınız. Tekrar teşekkür ederim.


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 

SANATI YAŞAMAK NASIL BİR ŞEYDİR?


Yaşamı bilincin dışına savurmak, ondan faydacı sonuçlar elde etmek  en son düşünülecek durum. Güdülerimizle elde edeceğimiz şeyler sınırlıdır. Güdülerimizi kışkırtacak ilkel benlik açlık üzerinde daha etkili olur. Evet; açlık, ihtiyaç, kendi korkularıyla çelişkileriyle yüzleşmek, kendini boşlukta yüzer bir şeylere tutunmak ihtimalinin bir adıdır sanat. Güzelin karşısında büyülenmek, acı şeyler karşısında hüzünlenmek, fırtınalı bir okyanusta kendine bir çıkış yolu belirlemek ve kaotik durumda kendine, çevresine olumlamalar eklemlemek, beklentilerin ustalaşmış öykülerine bilenmek aslında her yerde şiirde, romanda,  özellikle anın içinde saklanmak, onu dışına düzenli şekilde püskürtmek. Ruhsal ve bedensel olarak bütünleşmek. Çağrışımları an be an, dakika dakika, ay ve yıl… insanı sanatçıyı yeni ürünlere sürükleyen durumdur. Hayal kurmaya zorlar. Başını yastığa koyarken bile huzursuz olmayan hayalleri, zengin olmayan farklı bir dünyayı düşlemeyen, herkesi ve yaşadığı toplumu özgürce kendini ifade edeceği ortama sürükleyemeyen sanat sanat değildir. Ben sanatı bütünsellikten ayıramam. Yaşamı ayrı sanatı ayrı kategorileştiremem. Toplumun acıları karşısında da suskun bir taş kalamam. 


Yaşamdan etkilenerek sanat yapmak ile tümüyle "sanat denen şeyin içinde yer alarak" sanat yapmak arasında ince bir çizgi olmalı diye düşünüyorum. Dönüp yine o tekrarladığımız örneği ele alırsak; Hatai' nin tacı tahtı terkedip eline tümüyle saz almasının sebebi nedir, diğer büyük sanatçı örneklerinde de sıklıkla gördüğümüz bu sıyrılış nasıl ve neden gerçekleşmiş olabilir?


Bir yönelim bir serzeniş bir çalkantı bir durum bir duyarlı, insanı kendisinden soyutlayamaz varlığından şüpheye düşürmez. Ruh ve beden birbirine yakın olabildikleri kadar birbirinden uzaktır da. Şöyle bir şey düşünelim niçin varız, ya da varlığımızı sürükleyecek ne gibi etkenler var çevremizde? Bu ikilemde sanatçı duruşu önsezilerle, hissiyatla, duyarlılıkta kendini belirtir. Varlığını sürdürmek için onu yeniden biçimler, biçimledikçe yeni bir yaşam tarzı sunar. Kendisi için yaptıkları başkasına rehber olsun da ister. Kendini yenileyemeyen bir anlayış bir çaba sıkıntının gün yüzüne savrulması çözümün parçasına teşvik etmemesi o sanatı kısıtlar. Geliştiremez. Evet, dünyayı bir cehennem azabı olarak kabul edersek ondan kurtulmanın en iyi yolu onun ateşine atlamaktır. Zaten ozanlar bu yangınları her daim yürekleriyle körükler bedenlerine sürekli odun taşırlar. Dünyayı yaşanılır kılan bu kendinden cayışlar değil midir! Yunus Emreler, Mevlanalar, Hatayiler… Onlar Ali kapısından geçmiş birer iyiliklerdir. Onlar ışıklarıyla keskin bir görüntü bırakmışlardır zihinlerde. Onlarsız dünya çeklir midir? Bana bir güzelliğin yansıması gelir. İdealizmin belki kahredici eksikliğini tamamlayan uhrevi motifler. 


"Ey erenler mürüvvet sizden, 

Kafir oldum ise imana geldim" diyen büyük sanatçı sıradan bir insan değildir. Dönemin en parlak yıldızlarından ve yaşadıklarından bahsediyoruz yani masasına oturup bugün bir şiir yazayım deyipte sanat yapan, yapmaya çalışan biri değil. Döneminin en güçlü devletlerinden birini kurmuş, bozuk toplum düzenini baştan aşağı yeniden toparlamış ve girdiği kavgaların tümünden zaferle çıkmış nispeten genç bir adam. Nasıl ve neden bütün bu birikimi bir anda yaşı daha dokuz bile olmayan oğluna bırakıp deyim yerindeyse el etek çekip sanat divanına gömülüyor? Baştaki örnekte hem okuyucu / dinleyicisini yüceltme hemde bir anlayış beklentisi yok mu! Lütfen beni anlayın, ben müthiş bir şey keşfettim. Sizin bana nispet ettiğiniz, değerli bulduğunuz taç ve tahttan değerli bir şey. Beni bu halimle kabul ederseniz sevinirim. Eğer dışınıza itip kabul etmeyecekseniz (kafir sayacaksanız) mürüvvet edin diyor olabilir mi?


Hayatın sırrını keşfetmedi, onunla bütünleşmede bazen kulağa fısıldanan bir gücün varlığından söz edilir. Ben buna şiir derim. Ben buna  öz derim.


Tamamen duruma kendini yatırma, istişare etme, kendi ve kendini ete kemiğe büründüren özle halleşme derim. Dünyanın nimetlerinden el etek çekip hayatın gerçek kimliğine erme. Tanrıyla eşleşme, tanrıyla sözleşme. Gücü elinde bulunduran nesneye erişme. Onun yerine ikame etme. 


Sanatı ve estetiği buyurgan zihniyetten kurtarıp onu bir zerrenin içine işlemeye oradan sonsuz bir çağıltıyla evreni beslemeye benzetirim. Bu zahiri bir dileyiş. Bu matbuattan öte varlığa hiçliği giydirme törenidir. Elbette bu evrelere beyni hazırlamak, buradan mümkün sonuçlar elde etmek sorunsalı yüzyıllardır tartışılıyor. İnsan evren midir, tanrı insanda zuhur eden kaygı mıdır, bilinmez… 


İnsan denen varlığın "putlaştırma" gibi olumsuz bir huyu olduğundan; kanımca en sonda geçen Hatai örneğindeki gibi "vazgeçip sanata gömülen" büyük sanatçılar yelpazemizi bollaştırmak zorunluluğu doğuyor. Sizce diğer sanatçı örnekleri kimlerdir ve her insana "isterseniz siz de bu deryaya dalabilir, belirsizlikleri belirliye - bilinmezleri bilinire çevirebilirsiniz" diyebilir miyiz?


Kişilikten bağımsız bir sanat var mıdır? Kişi kendi pratiğinden ayrılıp kendiyle çelişebilir bir yaratıda bulunabilir mi? Sanırım kendini üst katmanlara çıkarabilmiş yeti oradan başka bir duygu durum oluşturabilme yeteneğine sahiptir. Bu bir çelişki gibi dursa da sıradışı ürünlere imza atabilme şansı verebilir. Zaten büyük sanatçılar eserleriyle ilham verenler değil midir! Hayranlık duyduğumuz, belki yazılan yüzlerce dize arasında, resim arasında biri bizim şaşkınlığımızı gizleyemez. Bu düzlemde dünyanın ağır yükünü taşıyan anlak bildirimsiz zeka, kendini dışa vurabilir -tezahür edebilir hatta kendi üretimi karşısında heyecanlara kapılıp şaşkınlığını gizleyemez. Buradan farklı duygu durumları çıkarabilir ya da ket vurup kendi dünyasının putlaştırılmasına olanak tanıyan zehre yenik bile düşebilir. 


Narsizmin sinsiliğine zaaf oluşturabilecek her durumdan soyutlaması lazım üreticinin. İnsanın önündeki en büyük engellerden biri de budur; altını özelikle çizmek isterim. Yazınımızda kendi cemaatini kurmaya çalışan kitleler mevcut bir kasttan söz edilebilir. Bağımsız yapılar içinde hareket etme şansı nadiren yakalanabiliyor ve kendi sanatsal kimliğiyle var olabilme gerçekten sıkıntılı bir hal alabiliyor.


Sonuçta kendi iç dünyasına sığmayan bir düşünceyi gerekirse kanıyla ödeyebiliyor büyük sanatçılar. Aydın sorumluluğu taşıyan kendi iç dinamikleriyle toplumu bir adım öne taşıma süreci en karanlık dönemlerde bile azimle sürdürülmüştür. Onlara şükran borçluyuz. Anadolu'nun kadim uygarlıklarının çeşitliliğinin farkında olanlar her daim eserleriyle bu uygarlıkların devamına bir taş, bir tuğla  koymuş olurlar.


DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 

ŞİİR


Rica etsek, şiir kültürünü nereden ve nasıl edindiğinizi yazar mısınız?


Şiirle tanışmam ilkokul yıllarıma denk gelir. Özelikle ulusal bayram kutlamalarında, anma günlerinde mutlaka şiirler okuduğumu çok iyi hatırlarım. Bu şiirler her ne kadar öğretmenlerimizin bize okumamız için verdiği şiirler olsa bile. Kendi çapımda şiirlere ekler yaptığımı hatırlıyorum hatta tahrif ettiğimi hafızamı zorladığımda en iyi şiir nedense Samet Behrengi'nin Küçük Kara Balık Hikayesi gelir, kucaklar yüreğimi. Onda çok şey bulurdum. Her gece düşlerime girerdi. Ben bir küçük kara balığım, ben bir başkasıyım, ben ötekisiyim. RİMBAUT, Lautremont, Eulard beni kendi kabuğumdan kurtulmaya sevk eden en iyi hikayedir diyebilirim bu şairlerin yaşantıları ama ben başucu şiiri olarak nitelerim hep insanın kendisini. Okunacak en güzel şiir insandı...


ilkokul yıllarına dönersek ilk ezberlediğim şiir Orhan Veli'nin Anlatamıyorum şiiridir. Bu şiir peşinde hemen hemen tüm şiirlerini ezberleyerek Orhan Veli'nin dünyasına girmekle eş tuttum kendimi. Ardından İkinci Yeni şiirle tanışmam geldi.  Bilinçlenmeye başladığım, en azından sorgulamaya başladığım ilkokul yıllarımın sonuna doğru dünyayla başka bir ilişkim vardı. Ona sahip olmak istedim, ona fikirlerimle müdahale edip yönünü değiştirmek istedim. Uzun sürmedi bu saçmalıklar elbet. Dünya yerinde hala evrenin bir parçası olmaya devam ediyor ve dönmekte direniyor. Şiir değişti, şiir bambaşka form ve şekiller aldı. Bu dağınıklık içerisinde kendimize dönmek uzun zaman aldı maalesef.


Siyasi yönden ülkenin yarı aydınlık, yarı karanlık yılları gençliğin inanılmaz serüvenleri, darağaçlarında sallandırılmış yiğitlerin öyküsü aklımın bir yerini işgal eden yıllardı. Çocukluğumuzun ilk yılları bizi biçimlemeye şekil vermeye hızlı davrandı. "Cezaevlerinde müebbete çevrildi, ölülerimizin üzerinde yas tutup marşlar söyledik". Acının bin bir türünden geçmiş olduğumuz o yıllar Saygon zindanlarında mücadele, emperyalizme karşı bir söylem biriktirmekle geçti. Bırakın ülkenin yarası dünyanın her tarafında bir acı varsa ayağa kalktık. Yumruklarımızı sıktık.  Latin Amerika'da, mazlumların yanında Filistin'de.


İlk okuduğum ya da okumaya çalıştığım uzun romanlar Yaşar Kemal'in ''İnce Memed'' roman dizisiydi. Gerçi öncesinde Kemalettin Tuğcu, Eflatun Cem Güney kitapları vardı. Bir çırpıda okuduğum bu kitaplarda pek bir kazanımım olmadı ama okuma yazma aşkını körükledi diyebilirim. Kadercilik çizgisinden evrilip gerçekçi realist bir edebiyat kuşağına eklemlenmemiz uzun sürmedi. Fakir Baykurt'la, Talip Apaydınlar'la aydınlanmanın inceliklerine daldık.


Benim için şiir hâlâ bir anlamdan öte bir yaşam biçimi sunmaktaydı. Hallacı Mansur'dan tutun Ahmet Yesevi'ye, oradan Nesimi'ye, Şeyh Bedreddin'e. Hayyam'dan Mevlana'ya, Hacı Bektaş Veli'ye uzanan bir şiirin coğrafyası geleneği ve köklerine bağlı, efsane ve mitlerden yararlanmış uzun soluklu destan ve epik şiirler Ahmed_i Hani'den Fekiye Teyran, Hatayi'den Karacaoğlan'a… Pir Sultan'dan Dadaloğlu'na, Köroğlu'na kadar uzanır. Kerem ile Aslı' yı, Leyla ile Mecnun'u, Fuzuli'nin hayatına dokunmuş bir ruh elbette yanmıştır bu topraklar üzerinde, yanmaya devam edecektir de. Ruhumdaki yolculuğa en çok Nazım, Neruda, Lorca eşlik etmiştir...


Bu iklimde yazma dürtüsü şiirle bir heyecan dalgası bıraktı diyebilirim hatta zaman zaman neden yazarım, yazmak zorunda mıyım sorusu beynimi zorlar. Cevap bulamam. Şiir bir yaşama biçimi olarak kalmış bende diyebilirim. En azından öyle düşünüyorum, şiire verilecek bir borcum olmalı diye… 


Sizin demlenme sürecinizle benimki biraz farklı olmuş Ben Cellü Nenemden öğrendim şiiri, örneğin. Aradaki fark ve benzerlikler nelerdir? 


"Cellü Nene bilirmiş on bin beyit

Söylermiş, Görümlüden Kul Himmet'ten

Oda çömezi Pir Sultanın

Neşeli günlerinde

Oğlu, kızı, eşi var iken

Komşularda toplanıp

Severlermiş dinlemeyi

Ezberleyende olurmuş, besteleyende

Anlatıyorlar şimdilerde."


https://sanataizin.tr.gg/Cell.ue.-Nene.htm 


Ma'lum şiir çevrelerinde benim yazdıklarıma şiir denmiyor yalnız, kabul edilmiyor, değersiz bulunuyor, ajitasyon adlandırılıyor çünkü içinde alangirli, egzotik, otantik, bombastik, ideolojik kelimeler yok, çok sade ve nenemin anlayacağı türden şeyler.


İşte bu yüzden Nisan 2014'de şiiri tümüyle bıraktım. O çevrelerden de nefret ettim. Abhazandan bol bir şey yok, şair diye dolaşıyorlar piyasada diyorum. Ne dersiniz?


Evet aslında, geleneğin devamı niteliğindeki sözlü anlatım ninelerimizin anlatıları masalları, dengbejleri, destan ve ağıtları bir yaşanmışlıktan kaynaklı acıları, nesilden nesile bu yönlü aktarımları yavaş yavaş solmakta, nutulup gitmekte. Bu damarın canlanmasına vesile olacak atılımlarda bulunmak, tarihi bir vesika bırakmak büyük iş sayılır, bizden sonraki kuşaklar için. Biz ne kadar yararlandık derseniz. Pek güçlü sayılmaz en azından kendim için bu zayıf bir halka sayılır bende ama işin aslı bu değil. Gelenekten uzak bir geçiş dili yarının temellerini oluşturur mu bilemem ya da yarın adına bugünden pek bir şey bırakır mı? Bu yüzden avangart bir anlayış günü kurtarabilir ama yarına kalıcılık olamayabilir. Öz kültürü yeni bir dil ve söylemle dönüştürmek çabası sorumlu şairlerin boynuna borçtur. 


Alangirli, otantik, egzotik, bombastik, ideolojik zırvalara bizim ihtiyacımız var mı?


Bakın size de yerleşmiş "geçiş dili" (!) bu kültürün imhası değil de nedir, kültür devrimi adına canım kültürleri yok eden canileri nasıl affedeceğiz?


Dilin kesintiye uğratılması geçmişle olan ilişkisini koparması açısından etkilidir elbet ama yaşadığımız çağın despotik tavrın, zulmün karşısında hiç olmazsa nefes alınacak bir alandır şiir, sığınacak yurt. Kültür Sevrimi elbette eskiyi yıkma üzerine inşa edilmiştir. Geçmişle gelecek arasındaki köprüyü yıkma eylemidir bir nevi. Bu konuda Rus Edebiyatı en iyi örnektir. Kültür Devrimi orada sanata bağımsız bir alan açma girişiminde bulunmuş sonraki dönemlerde zorluklar çıkarmıştır. Bizde ise "yer altı" diye bir edebiyatın varlığından söz etmek mümkün değil. Bir alt yapımız yok. Bir başkaldırı şiirimiz… Yaresanlık dışında kültümüz… iyi ki sazlı sözlü nefeslerimiz var ve her dönem edebiyatımızı ayakta tutuyor. 


Şiiri bir başkaldırı aracı olarak kullanacaksak bu pek mümkün değil, günümüzde karşılığı pek yok. Önümüze balık değil nasıl balık tutulması gerektiğini hissettiriyorsa dizeler arasında şiir canlıdır derim. Şiirin işlevi bir misyonu nakletmek değildir. Düz yazı dururken şiire haksızlık olur. Bu yüzden toplumcu gerçekçi şiirler didaktik yapıdan kurtaramıyor kendini ve yazan şair de bir süre sonra tanrısallaştırabiliyor kendini. Biz şiirimizle okuyanda rahatsızlık uyandıracak, her türlü anlayıştan uzak olmalı, kimselere bizim gibi düşünün dememeliyiz. Yalın bu, bu kadar. Rahatsızlık uyandırmamalı şiir okuyucuda. Evet, Hızır paşalar gündemdeyken Pir sultanların olamayacağını düşünmek safdilliktir. Her dönem ve süreçte her tez kendi antitezini oluşturur. Tahiri Üryan'dan Pir Sultan'a sürer bu.


"Başkaldırı ARACI olarak şiir" söylemi de çok yanlış değil mi, buda özü imha etmiyor mu, şiir kültürün bir aktarım aracı değil mi, bize bu ciddi tuzakları kim, neden kuruyor, nasıl ayıkamıyoruz, neden kurban ediyoruz, ezberle sanat olur mu, sanat içsel değil mi, elalemin bitik, yenik, çürük davalarından bize ne, bizim davamız bize yetmiyor mu?


Tartışılan ve hiçbir zaman sonlandırılamayacak bir durum, şiir nedir sorusu. Şiir var mıdır ya da şiir varlıkta kendini biçimliyorsa varlığı inşa eden, varlığa işaret mıdır? Sonuçta tanrısal bir olaydan çıkarıyorum şiiri ama öz nedir sorusu zorluyor. Bu yüzden pür halinde apriori olarak bırakmak lazım, şiire kötülük etmemek lazım. Onu araçsallıktan çıkarmak lazım. Şiiri herkesin kullanıp çöpe atılacak söz yığınlarından çıkarmak lazım.


Cellü ağlıyor. Oğullarını, kızlarını, torunlarını soruyor. Yetmez miydi bizim ekinimiz, toprağımız, malımız, davarımız diyor. Avrupa nere, Ankara, İzmir, İstanbul... Bizim buraların havasına, suyuna, püfür püfür esen yaylarına benzer mi diyor. Cellü küskün. Cellü beyit okumuyor artık. Nerde benim Gülüm, Nergisim diyor.?

SAVUNMALARINIZI YAZIN! BU ÇOK BÜYÜK VE CİDDİ BİR DAVA  


NESNEL GERÇEKLİK IŞIĞINDA ŞİİR


  1. Şiirin dili matematikseldir.


Matematiksel düşünce ışığında şiirin evrensel değeri vardır. Şiir zaman ve ötesi unsurlar taşıdığı ölçüde şiir olur. İmge çözümün bir aksiyomatik unsurudur belki basit bir ayrıntısı.Esas olan şiire giden en kısa yoldur (Şiirin ekonomisi). Herkesin kavrayacağı, dünyayı anlama ve dönüştürme çabasında, dilin etkin bir şekilde  geliştirileceği unsurlar taşımalıdır. 


Şiirimizin durumunu incelediğimizde dönemsel olarak ortaya konulan manifestik anlayışları, geçici birer duygu ve olgular taşıdığıdır. Hiçbir manifesto ve türevcikleri matematiksel gerçeklik oluşturamaz. Doğanın ve insanın tabiatına aykırı olur PEŞİNDE Koşmak. Demek ki şiirde anlayış geliştirmek küçük topluluklarla kurulamıyor. Her bir bireyin şiirsel özü vardır.


Biraz daha detaylandırır şak, şiire emek veren tüm şairler içten ve kutsidir. Ancak dönemsel baktığımızda şiirleri günümüze yansımış, hafızalara kazınmış şiirlerin ve şairlerin hiç mi matematiksel bir değerlendirilmesi yapılmıyor, hangi şiir badireleri atlatıp yumuşak bir tını olarak hala yüreğimizde yaşıyor? 


Ayrı ayrı dönemleri değerlendirirsek şiirleri hala ezberinde toplumun olan şairlerine büyük borcu vardır. 


  1. Şiirin ölçüsü matematikseldir


Görsel, işitsel ve imgesel bütünlük ancak matematiksel varyasyonların bütünlüğünde aranır. Matematiksel gerçeklik bu dünyaya ait olduğu kadar zaman ötesidir, uzamı şiir.


Matematiksel öğe ve bütünlük taşımayan imge yığınları martıların intihar ettiği çöplüklerdir. (Ne diyordu Emre Kalp şiir mi?). Nedense son dönem liberasyonu açlığa itmiştir şair.


  1. Şiirin sesi matematikseldir.


…..yeryüzü ayaklanıyordu şiirin nesnel gerçekliğine. Şiir doğanın uyanışına anarşist bir ruh katmıştı, tıpkı asal sayıların düşündeki devrim…. (Evolation da diyebilir kimileri)


  1. Şiirin kurgusu matematikseldir. 


Matematiksel algılama süreci zayıf olan şairin dünyayı değiştirme ve dönüştürme çabası olamaz.


  1. Hayat matematiktir.


İlkin söz vardı, öncesi matematik. Şiir, dizelerin toplamından büyüktür. Bir şairin ünü, vermiş olduğu kötü ürünlerinin sayısıyla orantılıdır (belki isyan edebilirsiniz). Yazılan şiirin öncesi imgedir, hayaldir. Bırakın gençler şiir yazsın, yaşlı şairler kitap üzerine. Şiir aprioridir korkutucu ve tehlikeli (tıpkı matematik gibi). 


Asil, şiirin nasıl yazıldığı değil hangi ortam ve içinde bulunduğu koşullarıdır.


Bir söyleşide ünlü matematikçilerden Aziz Nesin’in oğlu Ali Nesin’in matematik felsefesiyle yoğrulmuş şairlerin, şiirimizi nereye götüreceğini tasavvur edebiliyor musunuz diye söylemişti. Şiirimizin evrensel ölçülere gelmesinde büyük bir etken oluşturacağı; matematiğin, o büyülü dünyasına genç beyinleri taşıyabileceğimiz yeni bir eğitim modeli ve anlayışına ihtiyaç var.


Şu an kurumlarımızda bu anlayıştan yoksun bir matematik eğitimi verilmektedir. Sorun salt matematikle tabiî ki kalmıyor. Felsefeden, mantıktan, antropolojiden, astronomiden, sosyolojiden yararlanabildiği kadar yararlanabilmelidir şair. Coğrafya çok önemlidir. 


Dil, matematik sayesinde şiiri mümkün kılar, bunun ölçü ya da uyak ile ilgisi yok denilmiştir, şiir üzerine notlar adlı bir makalede.


Empirik bilgi ile apriori bilgi arasındaki o ilginç ayrıntı şairin şiirinde zaman zaman farkında olmadan da gerçekleşiyor. Gerçi şair şiirine bu ayrıntıyı hissettirirse ortaya güçlü bir şiir yapısı çıkacak. Bu konu daha önceleri de gündeme geldi. Ancak şiir üzerine düşünecek arkadaşların kendilerine yeni bir alan yaratması, şiiri matematiksel bir perspektiften ele alıp incelemesi, yeni yeni makalelerin oluşmasına sebebiyet verecektir.


Her düşünce şiirin gelişmesine olanak sağlıyorsa, matematik neden korkutucu olsun! Evrenin dili matematiktir, şiiri de matematik… Sayılar arasındaki o mükemmel yapının sözcükler arasında olamayacağını dillendirmek kanımca saf dilliliktir.


Descartes; düşünme, ancak her şeyden şüphe etmek ile mümkündü, sonsuz kavramını sonsuzu düşünerek değil, onu "uzam" kavramı ile karşılaştırıp bu ikisinin birlikteliğindeki "olanaksızlık" ya da "belirsizlik" ile ortaya koyarak aşmaya girişti. Descartes "yoktur" demiyordu sadece "bilinemez" diyordu. Bilinemez olan şey "var"dı ama onun bir tanımı yoktu. Bu "matematiksel düşünmekti".


Öklit noktayı ‘parçaları olmayan’ olarak tanımlamıştır. Nasıl anlaşılacaktır bu durum? Parçaları olmayan şeyin olması mümkün müdür? Kanaatimdir ki cevap ’şiir’ olmalı diye düşünüyorum.


Şiirin dilinin yerelliğinden dolayı evrensel sanat düzleminde yapabileceklerinin kısırlığı gerçeği bir yanda durmak kaydıyla;


"Tuna Nehri gibi boz bulanık rakıyı

Doldurun beylere ben gelenece" diyen Köroğlu, 34 Varyanttan sadece birinde ve sadece o 360 derecelik bütünün bir tek açısında, derin köklerden gelen, üzerinden bin yıl geçmiş olsa bile hâlâ aktarılan bir öz'ü bilerek veya çoğunlukla bilmeden kulaktan kulağa, dilden dile aktarır. İşin ilginci bu sadece Türk Dili için bir gerçekken, onun gibi binlerce dil bu işi zaten yapar.


E=m.c2 formülü sanatta bir işe yaramaz.


Sanatın özgünlüğü saf duyguda gizlidir. Sanat Bilimi yapanlar burada bir akıl, matematik, felsefe, mantık arayıp bulabilir ve bunu bilime dönüştürebilirler FAKAT acıyla dolan bir insanda akıl bütün fonksiyonlarını yititirir. Tıpkı buradaki gibi orada işimize yarayan saf duygudur. Bu duygu negatif veya pozitif değil aksine nötrdür. Öz dediğimiz bunun ta kendidir.


Hemfikiriz bu konuda lakin anlattığım şey, düşüncenin ritmik ve mantıksal tutarlı tarafından bakmaktır. Şiire bütünsellikten yararlanmaktır. Elbet öz pürdür ve oradan bir ışıkla beslenir, bir yol bulur. Bunu sadece ilhama bağlayıp geldi geçti demek ayakları havada duran bir yeryüzünü inşaa etmektir. Cehennem azabını yaşatmaktır yeniden. Evet, söz ilkin tanrısaldı şimdi kendi külünden doğacak, ayakları yerden kesilip uçmaya hazırlanan bir Anka. İlk söz başlangıç tanrısaldı sonrası akıl. Matematik kanımca. Bu noktada ilham evet, bağışlayıcı olandır ama tamamlayıcı değil kanaatimce. 


Söylediklerimin ilhamla bir alakası yok. Aktarımdan bahsettim.


Canlıların tümünün enerji kaynağı Güneştir. Bu ispata gerek duymayan bir gerçektir. Burada bir istisna da yoktur.


Esin, ilham, rüzgar veya sinyal alma, titreşim, dalga, dalga boyu, frekans ADLANDIRDIĞIMIZ şeylerdir. Buna tanrısallık dediğimizde bir kalıp oluşturup içine doldurmuş olursunuz. Her ne kadar geniş olursa olsun neticede bir kalıptır. O kalıbı matematik ile yaparsınız, burada bi sıkıntı yok, matematikte sonsuz diye bir kavram da vardır, burada da bir sıkıntı yok fakat sıkıntının büyüğü İLLA ile başlayıp biten mutlak'tadır. Mutlağın olduğu yerde sanat boğulur. Bütün büyük sanatçılar bu doğruyu keşfettikten SONRA büyük eser, şaheser üretmiştir. Bunun sırrını derin düşünüp derin köklerde bulmak gerekir. Kültür devrimi denen cinayetler bu eşsizi yok etmiş ve yok etmeye devam etmektedirler çünkü kült güçlü olduğu kadar naziktir de, binlerce yılda oluşur!


Dediğiniz gibi içi doldurulamayan boşluğa şiir serpmek günahlarımızdan kurtaramaz bizi. Bu düzlemde ateş olup yanmayı bilmek daha da ötesi kavrulup kül olmak gerek. Biz tanrının öteki yüzünden bakabildiğimiz müddetçe o gerçek yüzünü dönecektir belki. Bu şiir mıdır, aşk mı dır bilmem ama bir büyük olacağı kesindir.

Cellü; öyle masa başında sandalyede oturup, yanında bir şişe visky veya bir fincan kahve ile, bir yerlerde okunanlardan akılda kalanla yazılmış hayali bir karakter değil. Her şeyini kaybetmiş, kamburu çıkmış, yaşlı, iki büklüm, memeleri yerde, üstü başı toz toprak içinde, bir nene. Bir ömür tüketmiş, oğulları kızları torunları olmuş, eşini kaybetmiş ama bir derdi var: 


Bir çocuk daha yedi sekiz yaşında, ağlayarak yanına gelmiş çünkü annesi dayak atmış, yaramazlık yapmış, kaçmış ve ona sığınmış! Eline bir tas tutuşturuyor ve diyor ki "çık hele dala, topla biraz dutlardan. Karadut". Önce anlamalı bu şiire neden girdi bu Karadut! Burada akıl, mantık, fizik, kimya, biyoloji, matematik diye bir şey yok. Ezelden ebede bir aktarım var. "Sonradan anladım ki bana yedirmekti derdi". 

Şimdi yazar arkadaşlara sorarım, acaba hayatınızda kaç defa böyle bir olay durum yaşadınız? İsmini saydığınız kişilerin kaç tanesi yaşadı? Anlamak gerekir. Biran orada, o insanlarla olmak gerekir. İnsanın hayal gücü güçlüdür. Başarabilir. Bu olay bir gerçektir. Gerçeğin ta kendidir. Eğer hayal ile kıyaslanırsa haksızlık olur. Şiir meclislerinde ezberlenmiş bir uyduruk değildir. Bunu yaşayan sırtını dağa verip Kızlar Seküsü'nde kızlara saz çalan genç Kara Haydar, Pir Sultan Abdal olmadan, onunla tanışır. Bu bir eldir. Bir nefestir. Can veren bir nefes. Taa öncekilerin sonrakilere verdiği bir nefes. Buna kıyılır mı! Sarhoş meclislerinin mezesi, dansöz oynatmaların eğlencesi, gönül tatmin etmenin bencilliği doyurması değildir. Olup biteni hiçbir akademisyen, hiçbir uzman asla ne anlayabilir nede çözebilir sadece tahmin eder o da içindeki saf duygu kadar. Malesef günümüz dünyasında mala dönüşen her şey duyguyu da bi şekilde kendince ehlileştirip dizginleme olmazsa bozmayı tercih ediyor. Eskinin güçlü insanları yok artık. Pamuklara sarılı büyüyen çocuklar var. Herkes prenses. Herkes kral, kraliçe. Dolayısıyla bilim insanları şunun arayışında "kaybedilen insani duyguları yeniden nasıl kazanabilirizin derdinde?" 


güzeli arama ona değer biçme ve haz duyma sanatın olmazsa olmazlarındandır.. bir eser tahayyüle edilir cisme dönüştürülür anlam giydirilir sonunda.. evet, bazen açıklanamayan haller ve hayaller vardır.. gerçi hayal gerçeğe dönüşen öncedir derler.. sanatta da bir şekilde sürgün verir uç verir ve kendini tutunacak bir yürek bir kalp bir akıl arar.. sanatçı bu aklı yüreğiyle dönüştüren ve sezgileriyle yön verendir.. bu anlayışla yola çıkarsak aslında yazıya dönüşmemiş bir gerçeklik var.. bu insanın öz yaşantısıdır.. suskunluğudur.. uzun bir suskunluk evresi dile gelecek bir önermenin başlangıcıdır. Cellü Nene odağına indirirsek haksız sayılmayız..


Yanılgı üstüne yanılgı olunca düzeltemiyoruz. Estetik ile sanat farklı disiplinlerdir yani sanat eserinin illa güzel olma, güzeli arama, güzeli bulma, güzeli gösterme gibi bir amacı olamaz. Olursa estetik olur ama sanat olmayabilir. Diğer önceki yanılgı, önerinin boğulması. Benim dediğimi yapmazsan karşına senin gibileri yığarım uğraşır durursun ideolojik baskıcı, dayatmacı, yokedici egemenlik girdabı aşılmalıdır. Aşkınlıktan anlamamız gereken, sanat dışı tüm etkilerden aşkınlık.


Sanat kendisi duygu olduğu için bu etkileri hissedebilme yetisine de sahip ve huylanıp rahatsız oluyor, içe kapanıyor. Mahrum kalıyoruz. Özünü saklıyor. Özü farkedemeyince çevresindeki +-'lerden birine takılıp gidiyoruz. Hazlarımız yarım kalıyor. Oysa öz, tüm canlılarda var olan bir ortak. İstisnasız tümünde var ve kaynağı, enerjisi Güneş. Burada bir yanılgı yok. Yanılgı, kaş yapayım derken göz çıkaran kısırlıkta.


Dadaizm başlangıcında tümüyle sanata karşı, ciddi bir hareket, akım olarak örgütlendi. Sonunda sanat onu da kuşattı ve kendi alımlarından biri haline geldi. İlk dadaistler bunu bilseydiler intihar ederdiler, büyük ihtimalle. Bakın bu çok güzel bir örnektir.


Cellü karakteri; menfaatçi, taraftar, yığıcı, yıkıcı, bölücü, ötekileştiren, baskılayan, duvarlar ören bir karakter değil aksine saf duygu. Her insanın anlayabileceği dilden konuşuyor ama sırları var. Sırlarını beyitlerinin içine emdirmiş, gizlemiş. Halden anlayan anlıyor. Sanat budur. Oradaki Süleyman, Ali veya Hüseyin herkesin bildiği malum kişiler değildir tıpkı Cellü'nün, Cellü olmaması gibi.


Modern şiir arayıcıları bunu kavram ve kelimeleri bozarak gerçekleştirebileceklerini zannedip, öğretiyorlar oysa kelime hatta harf - Nesimi' nin deyimiyle can olduğu için, bozum cinayetten başka bir şeye neden olmuyor. Bu hakikat altı ısrarla çizilerek anlatılmalıdır!


Zorla güzellik olmuyor


Günümüzün evrensel dili İngilizceyi İngilizce yapan kimdir sorusunun cevabı Shakespearedir çünkü onun oyunlarındaki karakterler insan huylarını ve kişiliklerini temsil eder dolayısıyla anlatılıp anlaşılması kolaylaşır ve dilden dile akar gelir ve gider! Bizim dilimizde, insanımızın az düşünmesinden midir nedir bilinmez karakterler daha uç, zirvede, yoğun ve sarsıcıdır bu yüzden de kaçılabilir. Örneğin şiirde geçen Ali, savaşçıdır ve beklemektedir, her tür savunmaya hazırdır; eli, kolu, üstü, başı kan içindedir. Süleyman adil yöneticisidir. Hüseyin de candan serden geçip doğrudan vazgeçmeyen fedai. Bu karakterleri bu dozda, başka kültürlerde bulamazsınız. Dışardan bakan bir akademisyen bunun kin aktarımı olduğu kanısına varır, genellikle ama olayın ve durumun içinde olup yaşamadığından o sırra erenmez. Sır basittir: Mazlum olsan da SAKIN zalim olma. Zulüm kötüdür.


Bu öz veya töre maddesi üzerine inşa edilen kültür her yer, tarih ve coğrafyada bozulmadan idealine doğru ilerleyip gider. Bu kültün ideolojiye, matematiğe, materyale, elde var bir'e ihtiyacı yoktur çünkü yaşamayı ister yani hissedeceksin. Hissettikten sonra ancak o eşsiz, uçsuz bucaksız ummana dalabilirsin. Kıyıda bekleyip uzun uzun ummanı izlemek ömür boyu olsa da o derinliği yakalamaya asla vermez. Bizim dilimiz de evrenseldir ama o dil İngilizce gibi okullarda okutulan, ders geçilen, not alınan bir dil değil daha derinlerden gelen bir evrensellik. Binlerce yıldan akıp gelme becerisinin sırrı da budur.


Hâlâ anlamayan beton kafalı pröfösörlere ve onların inanan safdillerine son olarak Karadut'u anlatmamız gerekiyor. Bu bizim görevimiz çünkü bu törenin taşıyıcıları biziz. Bize de nenemizden miras kaldı.


Taa Turfan'dan Avrupa'nın ortalarına kadar giden insanımız yanında bir takım kendilerine has işaretler taşıdılar. Bunlardan biri de karadut fidanlarıdır. Ağaç Kültünü okuyanlar az çok bilirler fakat derinlerde daha başka gizleri vardır. En basitinden Anadolu'da yayılan Babai-Celali yapılarında okul-şifahane-aşevi, bunları birbirine bağlayan yollar ve aradaki konaklama yerleri sisteminin YERBULUCU ögesi karaduttur. Nasıl derseniz: Fidanı diker ve olup olmayacağına bakardılar. Olursa yerleşirdiler. Anlamı, burası bize uygundur.


Binlerce yıl boyunca akıp gelen saf, arı duru, berrak, tertemiz, şifalı ırmak gibidir kültür. Hiçbir cahil cühela bunu ne bozabilir ne de yıpratabilir. Bu nehir bugün dünyanın her yerinde çağıldayarak akıyor yarın da evrenin her yerinde akacak. Bu bizlere verilen bir sözdür. Eğer sadık olursan bunlar olacak!


Kültürümüzdeki hak'ın hakikat'ın tanrı veya tanrılarla bi alakası yoktur yani onlar değildir. Dem'den anlamamız gereken de "gerçeğin demine hü" den anlamamız gereken de çok derinlerde aranıp bulunan gerçektir. Asırlar boyu bütün filozofların, bilgelerin, bilim insanlarının aşk, tutku, coşku, sevda ile peşine takıldıkları bir şeydir. Şeydir ama şey değildir. İnsan hisseder, duyumsar, yaşar. Başka türlü öğrenilemez. Herkesin keşfi kendinedir. Kimse kimseye ben bunu keşfettim sen de keşfet diyemez. Dese de bir anlamı yoktur ama bilinen, tahmin edilen bir yere çıktığıdır. Her canlıda ortak olması asıl keşiftir. Bu uğurda candan serden geçen pekçok insan olmuştur. Bu kadar değerlidir.


İnsanları ayıran, aralarına çizgi çeken, duvar ören, birbirine düşman eden hiçbir tanrı gerçek / hak olamaz. Olsa olsa gerçeğin ışığını farklı yansıtan  - +'lardan biri olabilir. İnsan olan insan, tümünü aşıp öze ulaşan insandır. Yani sadece insanda bu güç ve kabiliyet vardır. O halde imkan veya fırsat eldeyken, yaşarken buna ulaşmalıdır. Bundan büyük erdem olamaz. Erdemli bir tek insan tüm dünyayı sonsuza kadar aydınlatabilecek güce ve enerjiye sahip olur. Onun için yaşam, ölüm, mutluluk, huzur, makam, mevki, mal, mülk, aşk, şöhret, çol çocuk, eser, arkadaş, eş, dost, akraba, hısım, hasım, sınır, cins, ırk, soy, boy, bitki, hayvan, sürüngen, uçan, börtü, böcek söz konusu değildir. Erdemdir bu. Erdeme ulaşmanın yolu da SANAT. Başka yolu yoktur.


şiirin an ile, anın içindeki gerçekle yakın bir ilişkisi var.. onu büyülü kılan sözcüklerin anlamı değil taşıdıkları ruh yapısı enerjisi  olmalı diye düşünürüm.. teknolojinin baş döndürücü hızına günümüzde yetişmek şöyle dursun, durup nefes alacak bir zaman bulamazken anı yakalamak çok güçleşti.. dem bu demdir derken sanırım varlığı kendinde tescillemiş ona biçim giydirmiş dünyanın ve makamın gerçek sahibi olmuş bütün nimetleri bahşedilmiş yeteneği elin tersinden itip vuslata ermektir belki aşka ermektir.. düşüncenin zirvesidir..bu zerreden vücut bulmuş aşkın kendisidir..ermek aşka gelmek anlamına gelir kanaatimce.en azından böyle düşünüyorum..gerçeği ilahi kudret içimizdeki öz sayabiliriz ..her ikisi de olabilir.. tanrının yeryüzündeki bürünüşü evveli sonrası..sanat bize bu bilinçlenme tasavvurunda yol göstericidir.. bir nevi kendini ikna etme kendine kendini yakın kılma bütün emir kiplerini yerine getirme çabasıdır. 


İşin sırrı AŞK da değil Kördüğümlerden biri de budur.


Bize bu konuda Fuzuli yardımcı olur. Şöyle ki: Şaheseri Leyla İle Mecnun'da, epey bi uğraş verdikten sonra aşıkları bir araya getirir FAKAT Mecnun, durumdan pek de memnun değildir! Leyla'ya "benim aradığım sen değildinki" der.


Buraya kadar insanlığın genel olarak önüne çıkan ciddi barikatlerden birini aşarız. Bu defa sofular Fuzuli'nin aradığının tanrı olduğunu iddia ederler. Celalettin Rumi'de Mevlana olduktan sonra aşk'ı öze alır. Onun için aklın kıymeti harbiyesi yoktur artık.


Sorun, tanrı fikrinin de erdeme ulaşmamıza yardımcı olmayıp aşılması gereken bir başka ciddi barikat olduğunu anlamamız. Nereden biliyoruz? Yukarıdaki kriterte HAK insanları ayıran, bölüp parçalayan, aralarına çizgi sınır çekmeyen olmalıydı. Bu kriterinize hiçbir tanrı uymuyor. O halde başka bir şey/şey olmayan bulmalıyız ki buna HAK diyelim


aşk bir enerji hali değil mi.. bunu leyla arzu şirin üzerinde ancak niteleyebiliriz.. atfedebiliriz kusursuz bedenlere.. bu öyle bir aşk ki.. kendini bir başkasında bulma dileyişi.. fiziksel değil bu durum..hakikate erme.. hak mı diyelim bu gerçekse evet sanırım.. ermiş olmak için kırk kapıdan geçmek gerek kırk kez yanmak..hamdım piştim ney di ki derin derin üflenen ısrafilin suuru.. hayat bize giydirilmiş bir gömlek bir değil ki çıkarıp atalım üzerimizden.. hamdım piştim derken .öze vardım.. kendimi kırk yerinden açarak..yararak şah damarından azlin..vuslata erdim.. beni bu dünyanın gidişinden sorumlu tutan el hak üzerimdeki yoksunluk.. bizi var eden karşılıklı tescillenmek gelmişle gelecek arasında.. bu bize yapılmış en güzel kötülüktür.


Aykırı bir örnekle devam edersek; kült film Trainspotting' de uyuşturucuya neden bağımlı olunduğu sorusunun yanıtı, "sexten bin kat daha zevk verici olduğu için" der. Her tür uyuşturucuyu kullanan, deneyen gençlerin hikayesidir. İnsan duygusu böylesi örnekler gösteriyor. Günümüzün hatta insanlığın ciddi bir meselesidir bu. Hak'kı bulamazsak etrafındaki  - +'ların hiçbiri tatmin edici değil. Bilip farkına vardığımız bir gerçek var ve onu arayıp duruyoruz, tatmin oluncaya kadar.


Tatminden sonra başka bir şeyler oluyor!


Bunun cevabını kendi özümde, kendim için arayıp bulmaya çalıştığımda yine Cellü Nene'ye soruyorum Cellü Nene'nin asıl ismi Esme. Cer Köy'ünden gelip şehre yerleşmiş. Cerlü/Cerli derken Cellü olmuş. Bahsettiğim gibi bir beyit okuyucusu. Binlerce beyit ezberden biliyor. O da nenesinden öğrenmiş.


Neyse uzatmayalım.


Ben ailenin en büyük yani ilk çocuğuyum.


Annem ile babam nişanlıyken, gizli gizli, gecenin on ikisinde Cellü Nene'nin evinde buluşurlarmış. Dem o zaman dem almaya başlamış. Aylarca sürmüş bu buluşmalar. Aradan seneler geçiyor ve o kocakarı bir miras aktarıyor. Bir anlık bir şey. Kendi eliyle, kendi dikip yetiştirdiği karaduttan bir tane yediriyor çocuğa ve kucağına alıp gecenin karanlıklarına kadar beyit okuyor, gözlerinin içine bakarak.


İstesek de vazgeçemeyiz. Bütün varlığımıza işleyen bir ruhtur bu, candır, yaşam kaynağıdır. Eninde sonunda kendini, bi biçimde gösterir. Bizler de bunu (!) başka hal ve biçimlerde aktarırız. Tahminim, sonsuza kadar sürecek bir süreçtir. Başka türlü rahat edemeyiz. Aktardığımızda tatmin oluruz. Bir nevi aracız. Tadına varmak çok güzeldir. Eşsizdir. Görevinizi yaptığınızı hisseder ve mutlu olursunuz. Tıpkı bu yazılarla aktarmak gibi! 

Herkese aittir çünkü....


bir de atlara fısıldayan adam vardı doğanın dilinde vücuda eren.. başka bir varlığın enstantanesinde vuku bulacak onda şekillenecek anlaşılacak kılan özgürlüğü anlama çabası.. onun da kulağına şiirler fısıldayan rüzgarın esrimesinden büyük gürültüler koparacak.. ondan da ötesi varlıkta yokluğun sebebini sunacak hiçlik kasırgası.. hayatın gailesi bunlar.. yaşamak için neden aramak arayışı ve çabasıdır sanat.. bu yüzden kimin nasıl algıladığı sorguladığı değil ereceği noktadır.. bilinç tası


Hatai'de de, Picasso'da da ve diğer tüm yansıtıcılarda gördüğümüz budur.


Picasso kendi kültüründen (Hispanik) maskları alıp getirip, Paris kulislerinde, sanat ortamlarında sunduğu zaman "kültür milliyetçiliği yapıyor, kendi kültürünü öne çıkarmaya çalışıyor" dediler. Üzüldü. Bu defa hiç alakası olmayan Afrika Maskları sundu ve dediki "isterseniz Japon çizimlerine bakın, orada da bu özü (sanat özünü) görebilirsiniz". Sonradan akımlar oluştu. Sırf Japon veya Afrika maskları çalışanlar türedi. Picasso olup bitenlere sadece gülüyordu. Onun anlatmak istediği ile menfaatten başka bir hakikat bilmeyenlerin dertleri bambaşkaydı!


Şimdi yeniden soralım, sanat nedir?


sanat acısı olanın hafifletmek için yarasını yasını başkasına değil de kendine sürdüğü bıçakta aramasıdır.. kendi yüzüne vuran karanlığıdır.. kimsenin ayırdında olamadığı.. kendini deştiği allak bullak ettiği ve sonunda mahkum kılındığı yaşam huyudur. sanatı başka birinin hikayesinde değil kendi eczasında sunmanın zorudur. 


Herkes Picasso olamaz. Bazısı da Gauguin gibi "o menfaat şebekelerinin sığlığından" bunalıp kendini okyanusun ortasında bir adacığa atar ama orada da rahat değildir. Hamallık yapar. Hasta olur. Sonunda keşfeder. "Ben büyük bir sanatçıyım" durdurulamaz tekrarı Gauguin'i bir orman gezisinde kuşatır. Onun bunu söyleyip söylememesinin bir anlamı yoktur. Gerçektir. Günümüz insanı insanlığın bu parlak yıldızlarının bırakın tablolarını, mektuplarına, çizimlerine, fotoğraflarına, anılarına bile servet ödemeye hazır. Çok değerliler. Müzeler bu eserlerle dolu.


Ve insanlık bu eserleri canları pahasına koruyor. Müze güvenliği için yıkılan sanayi tesislerini, çevre düzenlemelerini arartırsanız yine hayretler içinde kalırsınız.


Var.


Gerçek.


yanmayı göze alanların savuracak külleri olur ve yalnızlığı göze alanların hülyası rüyası.. söz belki kulağa hoş gelir gider .. söz acısı kalırsa inilmeyen yürekte o anlam kuşanır..derim hep kendini dışlamamış bir benden yeni benlere varılamaz.. yeni bir insan inşaa edilemez yeni bir hayat.. bir söz çağın ötesine varabilir bugünün çok uzağına.. o söz vardır ve hakkındır bütünleşmek gayreti sanatın gayesidir.. bir gün yanılır diyerek dünde kalmaların isyanıdır bu. 


ŞİİRLERİNDEN


uzak durun


biri silah çekmiş gölgeme cumayım 

biri sırtımda vurmuş şiirleri

yokluğun delip geçmiş gövdemi

acemisiyim kevgire dönmüş kederin

bağıramam ağır bir yokluk irdeler eti

bağıramam korkunç sayılı günler

uzatır başımı bir yokluğun ucuna

ucunda ölüm de var ayrılık 

sürtünen söz alev alev 

ayaklarımdan başlar bu kavuşma

bu erme dedikleri bünyem

zavallı şaşkınlığım bir başına

kederden düşünce öteler

bağışlayın durduramıyorum bu kanamayı

şairlerden uzak durun 


nereye konsam bambaşka göz karışır söze

dil çıkarır bozuntu şiirler

kaşların altında yeryüzü arar

bir cennet tasarlar koyu karanlık

ve bir ağaç dalına iliştirir bahar

kuşları kaldıran gökyüzü

nereye kavuşsam çırılçıplak cümlem

değdirmedi bir kere başı göğe

nereye çırpınsam gelmez adalet


eklediğin say payıma düşenleri 

say müebbete çevrili yüreği

peşin gülüşe say donmuş bir nehrin sesini

yağmurların kahkahası say kabahati say 

gittikçe yükselen suyun burçları

yokluğuna say sözümün ederini  ve bağışla

daha fazla yutamıyorum uzattığın zehri

ne olur anlayın çırpınıyor

içime döktüğün şehir

şairlerden uzak durun inceliğinden hepten kederin



Oruç Aruoba ışığa koştu ..


duydum ki sen de katılmışsın

iyilerin yanına

acelen mi var diyemedim

ağırlığı düştü omzuma siyah güllerin

.....


suskunsa  sözcükler 

yağmıyorsa üzerine anlamın derin kuşları 

gökyüzü senden uzak yer senden uzak

sen kendinden çok uzaksındır


duymuyorsan karıncanın 

yürürken ardındaki sesini

fısıltısını rüzgarın

aklın bin bir türünden geçmiyorsan

sen kendinden çok uzaksındır


kül olup savrulmadıysan

kendi acılarından 

yeni bir ben yaratmadıysan

karışıp bir dünyalının kalbinde

atamadıysan

sen kendinden çok uzaksındır



yalnızlığa ritmler-1


bu yalnızlığı benim için büyütmüş

dudağındaki karanlık olmalı

sözün bittiği ağırlık


bu yalnızlığı buraya kim koydu

çıkarsın yalnızlığımı aradan


duramıyorum dolusu var dolusu

kokusu yağmur sonlarının

toprağın halsiz kokusu burada

ciğerimin dokusu

nemin gövdedeki apayrı suçu

çürümenin bin bir türü var


geniş aralığı cemi cümle

avlusu


bu topluluğu buraya kim koydu

acımı kaldırmaya 

günün ağrısına çaldı

yüzümün hatlarına


takılsam takılsam takılsam boşluğuna


beni götür alnımdaki o ince tül

o ince rüzgarına


HBOZKURT





Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol