DİYALOG MÜZESİ

HİKAYE





1098. DİYALOG: PİNK RABBİT


Kibarlık ve sanat bağını nasıl kurarsınız, gerçeklikle uyum sağlamada veya kabullenmede neden zorlanırız?

Derya Zenginoğlu


Merhaba, Türkiye’de okumadığım için Türkçe yazım çok mükemmel değil. Bunun için kusura bakmayın lütfen. Umarım sizin sorunuza cevap olarak ne vurgulamak istediğimi anlatabilirim: Öncelikle bu soruyu cevap olarak iyi düşünmem gerekiyordu ve cevabımı yazmam onun için biraz gecikti. Bence hiçbir sanat eseri bağlamından ayrılamaz ve buda haliyle etrafına bu şekilde diyalog iye tanımlanır. Yani İnsan, çevresine tepki olarak sanat yapar.  Bazen bu kibarlık boyutunu geçebilir. Bu, onu kişinin kendi zamanı ve koşulları içinde bir iletişim biçimi haline getirir. Bence bu iletişim türü her zaman toplumun görmek istemediği karalerde olmayabilir. Şöyle de diyebilirim sanatçı 'tasvir edebilir' yani etrafındaki görünür figüratif dünyayı tasvir edebilir; sanatçı da hayal edebilir, kendi dünyasını yaratabilir. Bu soyutlamaya yol açabilir ve bu tür sanat bir şekil kapaklı diyalog olarak görünebilir ve insanlara kibar gelebilir.


İlayda Öztürk 


Kibarlık insandan insana ve kültürden kültüre değişir bir algı. Sanatın kibarlıkla değil zariflikle bir uyumu olduğunu düşünüyorum ve zarifliğin ise doğuştan gelen bir kibarlık ile ama bu sonradan öğrenilebilecek bir şey değil. Toplumun bu konsepti kabullenmekte zorlanması ise kibarlık ve sanat nadir görülen bir şey, nadir bir şeyi de insanlar zor kabullenir çünkü o zarifliği hiç tatmamışlardır. Teknoloji gelişebilir ama insanın kendisini geliştirmesi onun elindedir ve biz kendimizin kontrolünde olunca bu bir gereklilik olarak duyulmuyor. İnsan zerafeti ve kibarlığı zorla öğretilse de sanattaki bu duygular daha derindir, bu yüzden çoğu insan anlayamıyor veya anlıyormuş gibi davranıyorlar. Herkes sanatın enaz bir dalıyla igilenmelidir ama ilgilenmiyorlar göründüğü üzerine. Herkes sanatçı gayet de olabilir, yoksa modern sanat neden olsun? Filoloji önemlidir örneğin, eğer olmasaydı tarih olmazdı. Bu yüzden dil çalışımı önemlidir. Şu an insanlar buna pek önem vermese de İngiliz Dili, Türk Dili v.s. çalışırken en önemli bilgilerdendir. Sesleri düşünerek insan bazen bir şeyler yapar. Müzik mesela, bazı insanlar bazı sözleri fonolojik olarak farklı telaffuz ediyor ve bu daha güzel bir ses, parça ortaya çıkarıyor. Dillerin ağacı olmasının sebebi savaşlardandır. Eğer savaşlar olmasa bu kadar dil olmazdı. İnsanlar işgal ettikçe toprakları dili de işgal eder. İngilizce bu yüzden 10’dan fazla dilden kelime ç/almıştır, bunda Türkçe bile vardır. Sanatın iskeletini yorumlayamam çünkü hepsi birbirine bağlı değildir ama hepsi bir "hisse" bağlıdır. O yüzden sanatın iskeletine his dediğimiz şey olarak bakabiliriz. Medeniyet diye anılan bir konsepti eğer bir insan kibar değilse barbar kelimesini duyarız ama kibarlık insanların yarattığı bir şeye uymaktan fazladır. Doğuştan gelen bir şey dediğim gibi ve neyin kibar olarak bilindiğine göre değişir. Kibarlığın zorlanması da daha çok savaş ve serseri denilen insanların olmamasını engeller. Bir nevi korunma gibi.


Gamze Görgünay


Merhaba,  sanatı "nesnel gerçeklik ve insanla arasında ki estetik bağın tanımı" olarak değerlendirirsek sanatçının nesnel gerçekliğini de yansıttığı biçim ya da metaforik anlatımlarında görebiliriz, bunu yaparken sanatçı dünyayı gördüğü nesnel gerçekliğin dışında algılar ve yorumlar. Böylece kendini var eder. Kendini dünyaya ancak bu şekilde uyumlar diye düşünüyorum. Sanatın gerçek dışılığı ile ilgili aslında gerçekliğin tanımı nedir diye düşünmek lazım belki de. Gerçeği gözümüzün önünde zaten varolan olarak bilirsek; onu nasıl algıladığımız ise kişinin kendi gerçekliği olmuş olmaz mı ve bu durumda, örneğin estetik algı dediğimiz şey de aslında algı psikolojisidir.


Demet Yurdusev


Merhaba, uzun uzun yazmaya ne yazık ki zamanım olmuyor. Çalışmalarım yoğun, ilgilenmem gereken bir ailem var. Kısa bir sekilde yanıtlamaya çalışayım.


Kibarlık ve nezaket akıldan ileri gelir. Dikkat edilirse sanatla ilgilenen insanlar genelde kendini geliştirmiş eğitmiş akıllı kişiliklerdir. Bazı insanlar gerçekleri kabul etmekten kaçınır. Yüzleşmekten korktuklarını düşünürüm. O yüzden uyum sağlamada zorlanırlar. İlk olarak tabiki kitap, tiyatro, sinema, dizi. Yetenek tek başına işe yaramaz. Bunun yanında çalışmak, daha çok çalışmak, sabırlı olmak, yılmamak, azmetmek, pes etmemek, araştırmak, en çok da sevgi gerekir gerçek bir sanatçı olabilmek için. Bunların değerini, önemini kavramak, bilmek önemli. Sanatla ilgili kitaplar okumalı, yerli yabancı, ressamların hayatlarını ve eserlerini incelemeli. Birçok galeri, müze, sanat merkezlerini ziyaret etmelidir...
Sevgi Aydınoğlu


Kibarlığı toplumunda nesilden nesile aktarılan bir davranış biçimi olarak ele alırsak, yaptığımız her şeyde onun etkisini görürüz, buna elbette sanatta dahil. Kibarlık yaparak beğenilme duygusunu tatmin etme isteği var olan bir durum. Ancak sanatta bunu baz alarak yola çıkarsak yaratıcı olamayız. Onun için kibarlığı bir kenara bırakmalıyız. Toplumların kültürleri alışkanlıkları birer gerçekse, insanlar bu gerçekleri gördükleri zaman kendilerini güvende hissediyorsa onların güvenli çemberden çıkmama tercihleridir. Bazı  sanatçılar gördüklerini resmetme yerine kendi içlerinden geleni resmetme duygusu yaşıyorlar çünkü içlerindeki yaratıcı kaynağına engel olamazlar. Böylece kendilerini toplumdaki tabulardan uzaklaştırarak özgür hissederler.


Sırma Zaimoğlu 


Kibarlık ve sanat arasında kendime göre bir bağ göremiyorum. Bana göre sanat ile birebir bağ kurabileceğimiz en temel yapı hayattır. Hayat ise hoyrat, çalkantılı ve garantisizdir. Hatta bi adım ileri gidip günümüz "çağdaş" yaşamını oldukça kaba bulduğumu  söyleyebilirim. 


Gerçekliğe  gelecek olursak... Sokağınızda evsizin teki donarak ölüyorsa, sizinle aynı topraklarda bir işçi eline "iş, aş" yazarak kendini asıyorsa, bebek mamalarına çalınmasın diye alarm takılıyorsa marketlerinde mahallelerin, belki de kibar olunmamalıdır artık. Tüm bu gerçeklikte sanatın devam etmesini sağlayan belki de naif olandan bir ölçüde sıyrılmasıdır. 


Kim bilir, belki kurtuluş buradadır…


Ali Özgüley


Kibarlık ve sanat bağını bir ahbabımın söylediği, yazdığı gibi "zarafetin bileğini bükemezsiniz" sözüyle ve anlayışıyla kurabildiğimi sanıyorum. Hemen herkes bir yazardan, bilim adamından alıntı yapar. Bir ahbabım demeyi tercih ettim. Bu ahbabım Cüneyt Uzunlar, tiyatro oyuncusu, Mimar Sinan Tiyatro Bölümü'nde hoca, şiir yazar ve daha saymadığım bir sürü yeteneği var.


Gerçeklikle uyum sağlamada ve kabullenmede zorlanmamızın başlıca nedenlerinden birinin, o gerçeklikleri (gerçekliği) kendi gerçekliğimiz  kılamamızdan kaynaklandığını -bu hayatı, kendi hayatımızı, varolan dünyayı yeterince kendimizin kılamadığımız için zorlandığımızı söyleyebilirim. Bunun tabii ki insanın kendi olmasıyla, olabilmesiyle de karşılıklı hareketliliği içinde sıkı bir ilişkiye sahip olduğunu söylememe gerek yok ama hazır elim değmişken bunu da burada anayım istedim.


Bremen küçük bir şehir. Türkiye'deki Avrupa, Almanya algısıyla Avrupa, Almanya gerçekliği farklı. Bremen'de yaşayan Türkler (Türkiyeliler) Almanya genelinde olduğu gibi koyu muhafazakar, Erdoğancı vs. Burada KHK ile işinden olan akademisyen bir tanıdığım bir sayfa kurmaya çalıştı. Kurdu ama doğru dürüst işlemeyen bir sayfa. Bir keresinde ona "maalesef Bremen'den bir cacık olmaz" dedim. Kabul etmek istemedi (içimden ben de istemiyorum) ama tam da dediğim gibi. Bazen Avrupa'da yaşasanız bile (yine bir şair ahbabımın dediği gibi - Hüseyin Etiz [adını işkillenmeyin diye veriyorum]? bir köy öğretmeni yalnızlığı ile yaşamak zorunda kalırsınız. Alman ahbaplarınız da vardır, çok iyi Almanca da konuşuyor olabilirsiniz, ona rağmen…


Hilal Erbakan


Sosyal açıdan ilerlemenin, gelişmenin medeni olmak, kibar olmak, görgü kurallarına uymak demek olduğunu düşünüyorum.


Demokrasiyi anlayan ve ahlaki boyutuyla hemfikir olan insanlar, diğerinin haklarına saygı, kanunları kabul, kamu yaşamına gönüllü katılım ve toplumun iyiliğiyle ilgilenirler. Bu duruş şekli de adil, dürüst, arkadaş canlısı, saygılı, sevgi dolu, sorumluluk sahibi, ve yardımsever bireyler ise kibar davranışları ile hem bulunduğu ortamı hem ülkesini hem de dünyayı güzelleştirir.


Sanat ise yaratan için de, izleyen için de insanların kendilerini anlamalarına ve bulmalarına yarayan bir araçtır  ve yaşamda olanları, yani şiddeti, saçmalıkları, nefreti, sevgiyi çeşitli araçlarla gösterirken bunları bir içeriğe oturtur. 


Sanat, doğru yaşamanın yollarını gösteren en önemli araç olduğuna göre düşündürmeli duygulandırmalı ve aynı zamanda bilinçlendirmelidir de bizleri. Bu nedenle yaratılışını  kibarlığın içeriğinden almalıdır sanat bence.


Güncel yaşamda ise içerik yoktur sadece biçim vardır. Bu biçimler de bize dışardan kabul ettirilmiş biçimler olduğundan sanatın içeriğini anlamakta zorlanıyoruz. Bu dışarıdan dayatılan biçimlerden kendimizi arındırmadıkça gerçeklikle uyum sağlamada zorlanmaya devam edeceğiz ne yazık ki…


Erkan Yazargan 


Judith Kerr'in "When Hitler Stole Pink Rabbit", "Hitler Oyuncağımı Çaldı" olarak dilimize çevrilen eserinde; 1933'te Berlin'de. Anna, hayatı sıfırdan değiştiğinde sadece dokuz yaşında. Nazilerden kaçmak için tanınmış bir Yahudi gazeteci olan babası Arthur Kemper, Zürih'e kaçmak zorunda kalır. Ailesi Anna, on iki yaşındaki erkek kardeşi Max ve annesi Dorothea kısa bir süre sonra onu takip eder. Anna, sevgili pembe tavşanı da dahil olmak üzere her şeyi geride bırakmak ve yurt dışında zorluklarla ve yoksunluklarla dolu yeni bir hayatla yüzleşmek zorundadır. (IMDB)


Geçen bir replik vardır: "Naziler bizim kaba saba, kara kılıklı kara, toplumu içten çürüten, imha olunması gereken, kötü insanlar olduğumuz propagandasını yapıp duruyorlar O HALDE HERKESE NE KADAR KİBAR OLDUĞUMUZU GÖSTERMELİYİZ".


Bu nasıl soru diyenlere derim ki: Bazen ortaya bir sandalye koyup, "bunun resmini yap bakalım" veya "domates kelimesiyle ilgili bir kompozisyon yaz okuyalım" denir, örnekleri çoktur ve özellikle ön yetenek sınavlarına girenlerin başına gelen bir deneme, seçme, değerlendirme yöntemidir. Neden olmasın ki! Bir kelimeden hatta bir sesten muhteşem eserler yaratan insanların tarihidir sanat tarihi.


Dilek Birtane


Sanat, yaratan için de, izleyen için de insanların kendilerini anlamalarına ve bulmalarına yarayan bir araçtır. Sanat, doğru yaşamanın yollarını gösteren en önemli araçtır; düşündürür, duygulandırır, bilinçlendirir.


Yirminci yüzyıla damgasını vuran ve büyük yönetmenlerden biri olan Max Reinhardt, bir konuşmasında güncel burjuva yaşamı konusunda şöyle demiştir: “Biz insanlar toplumsal bir kalkan olarak kullandığımız belli birkaç anlatım biçiminin dışına çıkamayız. Bu korunma yolu öylesine katı, öylesine dardır ki, doğal bir duygu boşalmasına olanak bırakmaz. Her duruma uydurduğumuz bir iki düzine sözcüğümüz vardır; katılıyormuş, seviniyormuş, üzülüyormuş, değerlendiriyormuş gibi yaparak aldığımız tavırlarda ya da her insanın yüzünde beliren kibarlık sırıtmasında olduğu gibi… Düğünlerde, vaftiz ve cenaze törenlerinde el sıkışmalar, üzüntülü görünmeler ve gülümsemeler korku verici bir duygu yoksunluğu ile yapılan hareketler, bir hayaletler tiyatrosunu ortaya çıkartmaktadır.” (Max Reinhardt, Oyuncu üzerine Konuşma,’ çev. Ö.Nutku, Türk Dili, XV, sayı 178, Temmuz 1966, ss. 924-25


Kibarlık bir davranış şekli olup gerçekleri kabul etmeyi  kolaylaştıran, kişinin kendi tepkisini ifade etmeyi sağlayan, yumuşak olumlu bir ortamla sunmasıdır sanat.


Ahmet Beytullah


Çünkü gerçek sıkıcıdır ve bizi tatmin etmez. Çoğunluk olarak kendi gerçeklerimizi yaratarak kendimizi tatmin ederiz. Burada ben kendimden bahsetmedim. Çoğunluğun böyle olduğunu ima ettim. Post truth yani hakikat sonrası bir dönemde yaşıyoruz. Eğer gerçek çoğunluk tarafından aranan bir uğraş olsaydı post truth olmazdı.


Benim içinse gerçek acıdır. Nitekim günlük dilde kullandığımız "gerçekler acıdır" deyimini kullanırım ancak gerçek acı bile olsa o gerçeği bulmak gerekir. Tıpkı Platon'un mağara metaforunda olduğu gibi zincirleri kırıp rüya aleminden uyanarak hakikate ulaşmalıyız. Eğer gerçeğin peşinden koşmazsak afyonlarmış bir hayat içerisinde sürüden farksız oluruz. Bir sürünün üyesi olmaktansa hakikatın acı gerçeğinde yaşamayı isterim. Çiğköfte ve arabeskle ilgili acıyı bir metafor olarak kullandım. Metafor olarak acı ile yemeklerde kullanılan acı arasında bir ilişki olduğunu düşünmüyorum Arabesk kültür, lümpen bir kültür. Onlarda acı, hayatın gerçeğiyle başa çıkamadıkları için zorluğu dejenere ederek müzikle ve onunla ortaya çıkan kültürle alt etme çabasıdır. Acının olgunlaştırdığını söylerler, inanıyorum. Hayatımdaki en büyük acı; çocukken anlatılan masalların büyüyünce gerçek olmamasıydı. Bence bu masal ve afyonlamanın gerekçesi; hayatın gerçeklerini çocuklara anlatmak istemeyiz. Onların masallarla yarattığı o "saf dünyayı" hayatın gerçekleriyle kirletmek istemeyiz. Ancak büyüdükçe rüya aleminden uyanarak gerçekleri öğrenince beklentilerimiz ile gerçekler çakışır.


Türkü Naz Altınay


İkisi çok farklı sorular; kibarlık ve sanat bağı ile gerçeklikle uyum sağlama. 


Kibarlık ve sanat bağını eğer sanatçı değil sadece izleyici ve okuyucu iseniz kurmak daha kolay oluyor diye düşünüyorum çünkü sanat ile ilgilenen insan derinleşir, empati kurmayı öğrenir, kendi dışında dünyalara girer ve farklı pencerelerden bakmayı öğrenir, böylece daha kibar bir insan olabilir. Ama sanatçı yönünden bakıldığında sanat egosantrik bir uğraştır, iç dünyanın dışarıya haykırılmasıdır o yüzden o noktada kibarlığın pek de önemli olduğunu sanmıyorum. Çoğu sanatçı kibirli ve benmerkezcidir.


İnsanların sanattan istifade etmesi doğru bir terim mi bilmiyorum. Yani sanat; bir dinleyici, izleyici veya okuyucu olarak insanın hayatın sıradanlığından kaçış çabasıdır bir yerde, kendi aklımızın ürünü dünyalar üretiriz ve bu dünyalara yolculuk yapmaktan daha keyifli ne olabilir ki! Kibarlık konusuna gelince, sanatla ilgilenen her insan kibardır diyemem ama ruhuna bir incelik gelir bence. Sanattan anlayan, sanata önem veren kişi, başkasının duygu ve düşünceler dünyasına önem veren kişidir. Kendinin dışına çıkma arzusunu betimler sanat sevgisi. Haliyle daha incelikli, daha kibar, daha empati yeteneği gelişmiş bireyler oluruz. Genel olarak insanlığın hiç de kibar olmadığı kanısındayım.


Daimi Sezer


İlkin bu çerçevede herkes kendisine yakın gördükleriyle yakınlaşır ve diyaloğa geçer. Her sanata sanat denmediği gibi, saygıda duyulmaz. Gerçek sanatçı olanlara kibar, saygılı olmak lazım. Gerçeklerle uyum sağlamak kişiden kişiye değişir ancak bende uyum sağlamak zor olmaz çünkü sanal yaşamak başarısızlığa iter. Hakikatler ise güçlü olanı daha güçlendirir. Dinlemeyi iyi bilmekte fayda vardır. Diyalog kurmak için karşındakini iyi tanımalısın. Bilginin dışına çıkmadan ve nezaket kurallarını aşmadan diyalog kurulmalıdır.


Öncelikle kendimi sanatkàr olarak görmüyorum. Uğraşlarım şiir ve roman türü kitaplar yazmak, müzikle uğraşmak ve enstrüman çalmak. İnsanca, evrensel insana dair olması gereken duygularımı bir nevi pastorel "Doğa" gibi aktarmaya çalışıyorum. 


Masum bir çocuğun gülüşünde ve göz yaşında saklı bizim kavgamız. Bir o kadar keskin ve bir o kadar dolu dizgin… Düşse toprağa filizlenir arşa boy verirdi umut yıldızları misali birbirine tutunan. Bir çocuğun üşüyen ellerinde ve sevgisizlikten çoraklaşmış yüreğinde saklıdır bizim kavgamız. Bazan bir zılgıt misali iner namerdin pas tutmuş vicdanına, kimi zaman okkali bir sille misali çarpar zalimin yüzüne. Ama bilir garibanı, görür incineni elbette. Deme  dem, gürze gürzdür kısacası bizim kavgamız…


Saygılarımla.


Harun Aray


Her gerçeklik sadece kibarlıkla bağdaştırılamaz. Sanatta sadece kibarlık aranmaz. Bu iki cümleden yola çıkarak "sanat, her gerçekliği sadece kibarlıkla nitelendiremez", şeklinde referans noktası belirleyebilir ve bu argümanımızı destekleyebiliriz. Kelime veya kavramları anlamaya çalışırken özüne bakmalıyız. Eşanlam "eküri" demek değildir. Karşıt anlam "zaruri" olmak gibidir :-) Eğer eküri ile zaruri karışıyorsa işte orada sıkıntı çok ama çok büyük demektir. Sanat evrenseldir deriz fakat Afganistan sanatının evrenselliği sakallı lahitleri içerirse doğrudur. Mısır için yine o sakallılar Doğu insanlarını içermezse evrensellik aranmaz. Dil ile kültür ve gelenek görenekler değişmez asıl değişen zihniyettir. 


353. DİYALOG (DİYALOG TÜR İKİ, SAYI: 7)



SONGÜL BULUR İLE


Sanatcı toplumu aydınlatan, birleştiren, yol gösteren bir çizgide örnek olacak biçimde yaptığı sanatı, hem sanatın sentezlenmesi ilerici ışığı altında sanatı sanat için biçimlendirir. Hem de sanatı toplumsal dokularla kaynaşmasına önderlik eder.


Bu tanımlama genel anlamda sanatın, sanatçının, özellikle sanat yapan kişinin bir görüşü, bir duruşu olması önceliğiyle At başı seyretmesini sağlamalıdır yani şunu demek istiyorum. Yaptığı sanatın ne kadar ilerici olursa olsun. Kendi duruşu itibariyle gerici motifler taşırsa yaptığı sanat ciddiye alınmayabilir. Kişi sanatı kadar onurlu bir duruşa sahip olması gerekmektedir.


Kendi yaptığım mesleğin müzikle ilgili yetkin ve etkin sanatı, edebiyatın yoğun olarak ilerici temaları işleyen eserler yaratmalıdır ya da yaratanların eserlerini topluma aktarmalıdır.


Günümüzde en önemli çizgi yorumcuların (bir örnek vereyim Pir Sultan Türkülerini söylerken, kendisi Pir Sultan'ın görüşleriyle, mücadelesi, duruşundan hiç haberdar olmadığını, hissetmediğini görmekteyiz) bunun en güzel örneği aynı kişi aynı albümünde dini motifli, gerici, edebiyattan yoksun eserleri okumaktadır.


Baktığımızda bu kişiler tamamen şu mantıkta baktığını anlıyoruz: Ticaret yapmak her kesime halk deyimiyle herkese boncuk dağıtmaktadır. Bu da toplumsal dejenerasyonun açıkca bir örneğidir. Bu bakışın ve bunu yapan kişileri sanatçı olarak kabul etmemiz imkansızdır!


Günümüzde yaygın olarak bugün yapılan şey budur ve hatta büyük çoğunluğu edebiyattan, sanattan haberdar bile değiller. Kişilikleri ne kadar para kazanırım, nasıl meşhur olurum üzerine kuruludur.


Özünde sanatı hissedip yaşamayanların doğru sanat yapamayacağı gibi bir önermeyle başladığımıza göre; müzik özellinden yaygınlaştırarak gidersek, saf duygunun müzik biçiminde kendini gösterdiği günümüz için hangi örnekleri verirsiniz?


Geleneksel etnik müziklerimiz içerisinde insanı, duygularımızı saf ve pür olarak yansıtan yüzlerce müzik eserlerimiz var. Bu geleneksel müziğimizin bize bıraktığı eserlerin ana dokusuna dokunmadan bu müziğimizi evrensel boyutlarda akademik bir anlayışla yorumlayabiliriz.


Dünyayı yeniden kimse keşfedemez akademik veya şehirli anlayışla yapılan müdahalelerin çoğunluğunda pop ve arabesk etkilerini görmekteyiz. Bunu niçin görüyoruz çünkü daha önce de söylediğim gibi pazar kaygısı, nasıl satarım! Bir nedeni de sizin de çok iyi bildiğiniz gibi müzik yapan müzikle uğraşan kişilerin çoğunluğu ne geleneksel müziğimizden haberdar ne de geleneksel şiir ve edebiyatımızdan haberdar. Herkes pastada pay alma çabasında, En doğru yapılacak şey hiç kimse toplumsal, ilerici, yol gösterici bir derdi yoksa bahis konusu olan müziği hiçbir şekilde yapamaz çünkü ne bilgisi ne ilgisi var.


Böyle güzel sorular sorduğunuz için teşekkür ederim. Emeğinize sağlık, çok keyif aldım?


Şunu ilave etmeyi unuttum: İşte bu saydığımız nedenlerden dolayı halen ulusal bir müziğimiz yoktur çünkü geleneksel müziğimizden yola çıkılarak ritimler ve melodilerin ulusal boyutta bir senteze konulmamasından kaynaklıdır.


Tabiki kişilerin yapamayacağını bilmekteyiz bu bir devlet sorunudur. Kaynak ayrılıp yetkin bilgili insanları çağırarak bir çalıştayla mümkün olacağını bilmekteyiz. Bunu nereden biliyoruz. Yunan müziği yakın tarihe kadar aynı sorunları yaşamış fakat bugün nerede duyarsak duyalım Yunan Müziği, İspanyol Müziği diyoruz ama bir Türk Müziği için hiç kimse aynı şeyi söyleyemez.


Bir turist bile gün içerisinde on çeşit müzik dinliyor. Bunu birbirinden farklı melodisi olan Türk Müziği diye dinliyor. Bu da bizim halen bir ulusal müziğimizin olmadığının gerçeğidir. Yola çıkacağım tek müzik türü Halk Müziğidir. Türk Halk Müziğidir.


Siz de biliyorsunuz ki, yakın tarihe kadar ritimlerin tamamı arabesk ritimlerle çalınıyordu. 25, 30 yıldır davulcuların ve zurnacıların tarihsel ritimleri korumaları sayesinde bugün doğru ritimlerle halk müziği yapanlarımız var.


O soruyu size de sorayım Örneğin Fazıl SAY veya o ayarda bir sanatçımız diyaloglarımıza katılsaydı, bugünlerde ona soracağım ilginç bir sorum olurdu:

"Ödülünü alanlar arasında sizin de olduğunuz Paganini - Beethoven ikileminde, Aydınlanmaya karşı kilise aydınlanması gibi bir ZIRVAYI ısrar, inat ve hırsla savunan bir sanatçı Aydınlanma perspektifinden baktığımızda ne kadar sanatçıdır, neden?


Fazıl Say'ın kapasitesi müzik yapmak için gerçekten donalımlıdır. Ama şunu göz ardı ediyoruz. Fazıl Say, Beethoven ve diger batılı klasıkcilerin yapmış olduğu eserleri kusursuz yorumlayanlardan birisidir. Dünyada da Fazıl Say örnekleri çoktur ama şunu da gördük, Fazıl Say, Aşık Veysel eserlerini yorumladığında Veysel müziğinin tek bir notasını değiştirmeden harika yorumladı. Daha önce de söyledim; benim bahsettiğim tam da bu, Fazıl Say gibi batı müziğini iyi bilen ve halk müziğini iyi bilen sanatçıları bir araya getirerek ulusal bir müzik yapılabileceğini söylemiştim.


İşte o zaman Fazıl Say'ın geleneksel müziğimizde bir senfoni yapacağını görecektik.


Aydınlanma konusuna gelince daha önce de söyledim. Kişi inancı, bilgisi itibarıyla aydınlanmanın ne olduğunu bilmiyorsa bu konuda bir eser beklememiz komik olur. Sonuç olarak şunu söyleyeceğim, çıkarını ön planda tutanlar kişisel veya toplumsal olaylarda bizi ilk satanlardır.


Tam da bu durumda içinde doğup büyüdüğü, geliştiği hatta bizzat patronajını aldığı için kilise aydınlanmasının iflah olmaz savunucusu olan Beethoven örneğinden ve onun çok öncesinde Avrupa'da sahneleri titretmesine rağmen kilise tarafından afaroz edilip mezarı bile kazılıp atılan, torununa da Attila adı verilen Paganini efsanesini derinlemesine nasıl değerlendirirsiniz? 


Tarihsel süreçlerde buna benzer örnekler çoğaltabiliriz. Genelde bilim adamlarının keşiflerinden dolayı Ortaçağ'da dini çevreler bilim adamlarını astıkları gerçeğinden yola çıkarsak; halen günümüzde kadınların taşlanatak öldürülmesi gerçeği dinin ne kadar, hangi konuda olursa olsun ilerici, bilimsel gerçekleri tanımadığı gerçeği ile karşı karşıyayız.


Tarihsel süreçlere baktığımızda binlerce bu tür vakalarla karşılaşırız. Din her türlü aydınlanmaya karşıdır. İkinci nedeni de sınıfsaldır. Burjuvazinin çıkarına olmayan her şey aforoz edilir. Din ve çıkarcı çevrelerin yararına olmayan her görüş hangi konuda yapılırsa yapılsın, ne kadar toplumcu ilerici olursa olsun yatırımlarla ve ceza ile karşılaşır.


Sizin gibi özgüveni yüksek, saf sanat duygusuyla dolu bir insanımızı yakaladığımızda kolay kolay bırakmak istemeyiz Filmde (the devil's Violinist) de verildiği gibi kadınları bu denli etkileyen Paganini sanatına karşı bugün bile Avrupa Birliği'nin Marşı olan Beethoven duygusunu birbirinden nasıl ayırabilir, anlar, ayırdedebiliriz? 


Estağfurullah herşeyi bilmem, her konuda bilgi sahibi olmam mümkün değil. Bildiğim kadarıyla, fikirlerimi söylerim. Öğrenmeye, bilgiye talip olmaya, sorgulamaya çalışan bir insanım ?Umarım okuyanlar da keyif alırlar.


Sizin değerli sorularınız aslında beni çok mutlu memnun etti, bu konularda sohbet etmeyi, öğrenmeyi severim. Sorularda, cevaplar da bitmez. Konu konuyu açtıkça açar. Uygun bir zamanda sizinle tekrar devam etmek isterim.


Paganini - Beethoven ikileminde sonra bütünleştirerek gidersek; bizim Pir Sultan Abdal, Nesimi gibi sanatlarının bedelini canlarıyla ödeyen ve benzeri pekçok örneğine sahip olduğumuz sanatçılarımızı evrensel sanata nasıl aktarabilir / kazandırabiliriz? 




HİKAYE

"İyi hikâye" denilince ne anlamalıyız; olay, kişi, yer, mekanda sizin tercihiniz hangisidir ve en beğendiğiniz hikâyeler hangileridir?

Ertuğrul Erdoğan: İyi hikaye denilince olay açısından, "köpeğin adamı ısırması değil de adamın köpeği ısırması" kadar ilginç olmalı... Kişiler, kahramanın yeri ve mekan da okuyucuda iz bırakmalı.

En beğendiğim hikayeler, farklı ülkelerin kültürünü yansıtan hikayelerdir. Her ülkenin iyi anlatıcıları var tabi ki... Ama ben hikayede olayı bana en iyi yansıtan yazarı daha çok tercih ederim.

Hikaye bir film güzelliğinde anlatılmalı... Dolaysız ve yalın bir şekilde. Gogol'un Palto'su, Çehov'un Memurun Ölümü. Haldun Taner ve Sabahattin Ali'nin bir çok öyküsü de okunması gerekenlerden...

TC Ugur Keleş: Olay örgüsü ne kadar sağlamsa hikaye o kadar iyidir. Yani "kişi, yer, olay"... üçlüsü dertliyse hikaye doğru ve güzel geçer. Beğendiklerim; Abasıyanık, Halikarnas Balıkçısı, Muzaffer İzgü, Peyami Sefa, Sait Faik...

Gulsun Karadayi: İlleki size ibret vermeli, düşündürmeli, öğretmeli. Olay, kişi, yer, mekan önem taşımaz. Güzel bir hikayeyi her yerde dinleyebilirim. Örnek, şimdi bir şahmaran çalışıyorum, mozaikden. Onun hikayesini gönülden indirdim, okudum. En beğendiğim hikayeler yaşlı insanların anlatdığı ibret veren hikayelerdir.

Cabbar Kaygısız: "Olay, kişi, yer, mekan önem taşımaz" yüzeysel olmuyor mu, Şahmaran gibi tekrar konular çalışmak sıkıcı değil mi?"

Kerem Gökçer: Biraz zor bir soru. Çok göreceli... Uzun yıllar oldu hikaye türü okumayalı daha çok tiyatro eserleriyle haşır neşir oluyoruz meslek geregi.

Gercekci hikaye tarzlarını severim ama "üç birlik kuralına uygun" mekan ve olay örgüsü açısından olanlar...

Anlaşılır olması şartıyla "post modern" iş yapıyor şu an ve tarihsel kaynaklar hala işlenir durumda, bana göre. Hikaye bulmak en zoru degilmi?

Bence öyle... Aklıma yeni bir fikir gelse hikaye anlamında, onu oyun olarak yazmak istiyorum.

Orhan Cesur: Durumun iyi konmuş olması önemli. Zaman, mekan, kişi ya da kişiler "amaç ve amaca giden yolda olan" ve aşılması gereken engeller... O engellere karşı türetilmiş olan aksiyonlar zaten bize hikayenin tadını veren yaratıcı noktalar...

Sanatın tüm disiplinlerinde olduğu gibi.. "Marquez Öyküleri" bana iyi gelen öyküler, ağır gerçekliğin içindeki surreal karakterler... resim dolduruyor kafamı okurken...

Nilgün Vural: Başarmak isteyip de yapamadığım şeyleri yapan - başaran kişilerin öyküleri... Farklı yerlerde farklı kişiliklerin yaşanmışlıkları, ilk aklıma gelenler. Geniş mekan tercihimdir, açık hava...

Sıkıştırılmış mekanlardan çok hoşlanmam. Tutkuyla, korkusuzca yapılan işler. Anlatmak istediğini, verebildiğini düşünürsen başarmışsındır. Beğenilip beğenilmeme değildir bence mesele. Dersteyim, uzun uzadıya felsefesini yazamıyorum, kusura bakmayın.
 
Mahmut Öztürk: Hikâye denilince resim için; "ne yaptığın değil, nasıl yaptığın önemlidir" sözü çok tutarlı görünür fakat benim için "ne yaptığın" da önemlidir. Hikâyenin taa kendisidir... Kadına yönelik şiddet, çocuk istismârı gibi.

Neoliberalizmin pratiklerine ve onun ideoloji postmodernist kavram pratiklerine karşı tavrım, "nasıl yaptığım kadar ne yaptığımın da konu - içerik bağlamında HİKÂYEMİN de bir o kadar önemli olduğunu gösterir. Ancak bu kadar yanıt verebilirim.

Bu açıklamam nerde olduğumu gösteriyordur sanırım. Hikaye içeriktir. İçerikçiyim. Biçim enflasyonunun maniyere olmuş çağımızda tavrım içerikten yanadır.

Asyalı bir toplumuz, masalı ve hikayeyi severiz. Bu son cümleyi estetik bağlamıyla Gazi'de bildiri olarak sunmuştum. Ancak bu kadar yanıtlayabiliyorum. İlginize teşekkür ederim. Sağlıcakla kalın.

Yerel, ulusal ve evrensel üzerine postmodernizmin merkez - çevre demogojisinin eleştirisini yaptığım makalelerim, bildirimlerim var. Yakın zamanda kitap olarak çıkacak.

Erkan Yazargan: Yaşanmışlıkları alabildiğine saf haliyle, utanıp sıkılmadan, çekinip korkmadan sunan hikayeler değerlidir. Sunumun biçimi veya yönteminden daha önde gitmesi gereken olayın özüdür.

Elbette kahraman veya kahramanların olay kontrolü, sürdürmeleri, sürdürüş şekilleri, kendi süreçlerini bilinçli - bilinçsiz kontrol takipleri de önemlidir fakat yaşananlardan sonra gelir bence. Tarih boyu olup bitenlere ve kayıtlara baktığımızda ise kişinin öne çıktığını görürüz ve tuhaf bir çelişkidir bana göre çünkü insan dediğimiz varlık o veya bu'dan önce birbirine çok da benzerdir aslında.

Karşı teori geliştirenlerin bir ailenin yeni doğan çocuklarından birini saraya bir diğerini sokak dilencilerine verip neticelerini deneyleyerek de sundukları örnekleri vardır fakat burada belirtilmek istenen bu değil tam aksi yaşananlardır.

Sanatın kendisi tanımlamayı ve tanımlanmayı sevmez...

*kendisi derken canlılığına bir çeşit yaşadığına vurgu yapılmıştır.
 
Oraj Çelen: Bilmediğimiz, düşünmediğimiz açıdan bakan, "wow faktörlü", beklenmedik, farklı karakterler içeren, bir şeyler öğreten, düşündüren, sorgulatan, boğazınızı yakan veya tıkayan, gözlerinizi buğulandırıp sulandıran, kahkaha attıran ya da gülümseten, diyar diyar gezdiren, klişelerden uzak...

Shibumi ilk aklıma gelen, Martı, Küçük Prens, bir de benim yazacağım hikaye

Tulay Kluwe: Tanya Brix'in Hikâyesi. Hikaye: Afrikada geçiyor gercek yasam öyküsü. Hikayenin içersinde hikayeler her hikaye bir pazel...

Tanya Brixin kendi hikayesini kitaba aktarmış, kitaptan beyaz perdeye ......ve ödüllerle en muhteşem filmlerin arasında. (en az 30kere seyrettim).

Bir Zamanlar Afrika.


Aykut İspir
: Okudugumuzda bizi etkilemesi ve sarması sanırım. Bizim içimizdeki gerçek bir şeylere dokunması. Bu üç envanterden birini seçecek olursam kişiyi yine seçerdim. Bazı kişiler öyle hikayeler içinde yer alır ki mekanı ve yeri pek önemsemeyiz.

Olric ve Selim Işık arasındaki hikaye güzeldir, "Tutunamayanlar" - Oğuz Atay.

Selda Onder: İyi hikaye cok iyi kurgulanmış olaylar dizisidir. İyi bir hikayede her satır sizi şaşırtır. Örneğin Zülfü Livaneli'nin kitaplarında bunu görebilirsiniz, Elif Şafak kitaplarında da... Birbirleriyle hiç ilgisi olmayan insanlar yaşamın bir noktasında çakışıyorlar. Sonuç sizi şaşırtmanın ötesinde olmalı, kurgu mekanı kişinin hikayedeki rolünü bir potada eritebilmeli.

Zülfü Livaneli'nin "Kardeşimin Hikayesi", "Engereğin Gözündeki Işıma". Elif Şafak'tan "Baba ve Piç", "Bit Palas". Ömer Seyfettin'den "Bomba". Orhan Pamuk'un "Masumiyet Müzesi", Oğuz Atay'ın "Tutunamayanlar"ı... Kafka'dan "Şato". Gorki'den "Ana"...

Erdem Topuz: Hikayede, kişilerinin sahici ve samimi olması en önemli ve bağlayıcı unsurdur. Olay kişi ve yer önemli değildir kanımca. Edebi anlamda bütün bu unsurların nasıl ele alındığı önemlidir.

Anton Çehov'un , Gogol'un, Sait Faik'in, Orhan Kemal'in, Steinbeck'in , Ömer Seyfettin'in hikayelerini çok severim.


Ayla Kayıran
: Sabahattin Ali ve Ömer Seyfettin hikayelerini severim...
 
 
 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol