DİYALOG MÜZESİ

ÇAĞRI KUNDAKÇI İLE




490. DİYALOG: Çağrı KUNDAKÇI İLE 


-Kundakçı soyadı nereden geliyor?


Büyük dedeler silah kundaklarmış. 


-Sizce yazı sanatı nedir?


Öncelikle şunu söylemeliyim; yazı bir sanat değil bir iletişim biçimidir. İlk başlarda insanın yazıyı kullanmaya başlarken amacı tam anlamıyla iletişim kurmak olmasa da zamanla iletişim aracına dönüşmüştür. Yazı ile sanatı birbirinden ayırmak gerektiği düşüncesindeyim. Aksi halde bu birliktelik, aslında her biri zamanla evrensel bir sembol haline dönüşmüş ve öğrenilmiş harfleri kullanmayı, bir araya getirip cümle kurmayı bilen her insanın yazı sanatçısı olduğu kabulünü de beraberinde getirir.


-Yazıyı sanat olarak yapanların yaptığı (iş) diyelim o halde, insan duygularını gösterir, aktarırken bunu nasıl ve neden kullanır?


İnsanların çoğu duygularını mimik ve davranışlarıyla gösterir; üzüldüğünde suratının girdiği o ekşimsi, çarpık hali bilirsiniz. Sevindiğinde gülümser. Haz duyduğunda gevşer. Sinirlendiğinde hareketleri keskinleşir. Neredeyse bütün duyguların ortaya çıktığı, yani alımlayıcı tarafından algılandığı yer davranışlardır. Duygularını göstermeyenler ne olacak derseniz, onlara söyleyecek pek bir şey yok. Çatlayıp g*berebilirler. Neden kullandıkları sorusuna gelirsek, bunun birçok değişkeni var direk şudur budur diyemem ama temelde, durumunu ya da ihtiyacını hareketleriyle, kelimelerle göstermenin yoludur.  Ama konuyu bir yazar özeline indirgediğimiz zaman, yazar duygularını kelimeleri kullanarak gösterebileceğine inanır; inanır diyorum çünkü bu gerçekten de bir inanç meselesidir. Burada iyi yazar kötü yazar ayrımını yapmak istiyorum. İyi yazar yazacağı cümlenin sanat olduğunu düşünerek yazmaz. Sanatın bir sonuç olduğunun farkındadır. Fizikteki işin tanımı şudur, bir cisme bir kuvvet uygulayıp kuvvet doğrultusunda yol aldırmanız gerekir. Bu tanım, sanatla uğraşanlar için gündelik hayatta kullandığımız iş kavramından çok daha anlamlı çünkü hayatımızdaki işin kar. şılığı; kendinin ya da işverenin güdümünde, nesnelerin, sürecin devamlılığı için kullanılır durumunun devam etmesine yardım etmen karşılığında aldığın paradır, meslektir. Sanatçı için durum bundan daha farklı. Fizikteki tanımla örtüşüyor. Bir şey, bir fikir üretiyorsun ve ortaya çıkan yazının tamamlanması için üst üste sigara yakıp düşünüyor, masa başında k*çın dümdüz olana kadar oturuyor, onlarca litre kahveyle ayık kalmaya, içkiyle  uyuşup uyumaya, zihninin biraz olsun dinlenmesine zaman tanıyıp tekrar çalışmaya başlıyorsun. Bunlar uyguladığın kuvvetlerdir. Aldığın yol ise nihayetinde hissettiğin duygudur. Eğer ortaya çıkan şey sana iyi hissettiriyorsa, iş yapmışsındır. Yoksa bir b*k yapmamışsındır. Sıfır. İşte bu noktada sanatçının duygularını neden kullandığı sorusu yanıtlanıyor. Sanatçı, bencil, yalancı ve parazittir. Duygularını kendi mastürbasyonunu yapmak için kullanır.


-Gençlerimizden ümidi kesen, onların kayıp nesil olduğunu savunan ve bunun sebebinin yanlış eğitim sisteminden kaynaklandığını belirten yaşlılarımızı, olgunlarımızı, yaşam tecrübesiyle dolularımızı nasıl teselli edersiniz?


Morukları teselli etmeye çalışmanın anlamı yok. Yaş almanın tek başına akıl ve bilgi kazandırmadığını biliyorum. Piyasa, bir şekilde kitabını bastırmış kendi işlerini gördürmek için -en kötüsü de, tanınır bilinir olmak arzusuyla yanıp tutuşarak genel kabul görmüş yazar, şair, yayınevi  bilmem ne s*kim koordinatörü, matbaa sahibi fark etmeksizin odağına aldığı herkesin k*çını, ç*künü yalayarak arzusunu tatmin etmeye çalışan insanlarla dolu. Aslında karşılıklı bir tatmin son derece anlaşılabilir fakat sadece cinsel olduğunda. Şu ''Genç'' isimlendirmesi de midemi bulandırıyor. Kelimenin kullanımının etimolojisi ve sözcük anlamıyla uzaktan yakından alakası yok. Küçümsemeyi belirtmenin en kolay yolu.  Neyse, fazla takılmayacağım. Kayıp nesil falan değiliz. Ortada olmamak kayıp olduğumuz anlamına gelmiyor. Kendi adıma kenarda da değilim. Nesnenin etrafı sadece sağından, solundan oluşmaz; üstü ve altı vardır. Fırsatım varken ''genç'' olanlara da söyleyeyim. Kafanız basmadıkça dipte olmak ya da üstte olmak bir şeyi değiştirmez. Baktığınız şeyin en üstünde de en altında da noktayı görürsünüz; nokta boyutsuzdur. Tecrübe, sahibine bir kazanım, bir anlam sunduğu takdirde değerlenir. Tecrübesinden faydalanacağımız insan sayısı o kadar az ki. Mesela, imza gününde denk geldiğim bir yaşlı os*ruk bana yazdığım edebiyat türünün, yeraltı edebiyatının, tamamen çeviri bir tür olduğunu söylemişti ve bu söylediğini kibarlığının altına gizleyerek daha yumuşak göstermeye çalışıyordu. Kendisi tertemizdi, yıllarca solculuk adına yazmıştı ama ben araklıyordum, "özentiydim" yani.  Aslında onu anlıyordum. Öğrendiği siyasal ve toplumsal kıvraklığın sonucuydu davranışı. Oysa bütün sanatçıların hırsız olduğunu kavramak tecrübe gerektiriyordu. Meselenin iyi hırsız olabilmek olduğunu fark etmek de bilinç gerektiriyordu. Çalmak iyidir, biraz okusa hırsızların günlüklerinde sanatı, tamamen başka yazılardan oluşturulmuş Cut-up' larda anlamı bulabilirdi. Bizim herifin bundan haberi bile yoktu. Yaptığım edebiyatın asla yeraltı edebiyatı olduğunu savunmadım. Bu tarz bir kategorilendirme satış stratejisi üzerine kurulmuştur. Belki; roman, öykü, şiir, deneme gibi bir kategori mazur görülebilir. Ama yeraltı edebiyatı diye bir şey yoktur.


-Gençler daha çok neyi takip ediyor, yeni zevkler nelerdir?


''Genç''ler neyi takip ediyor, bilmiyorum.


-Siz dünyayı nasıl izliyor ve neler görüyorsunuz, son zamanlarda sizi şaşkına çevirenler neler oldu?


Ben gazete okuyorum. İktidarlara hizmet etmeyen gazete sayısı çok az, onları bulup ayıklamak gerekiyor. Felsefe ve sinema dergileri okuyorum. Edebiyat dergilerini takip etmekten çok daha akıllıca. Popüler edebiyat dergilerinde sallayanları duymaktan, okumaktan bıktım usandım. Onlar hakkında hiçbir şey söylemeyeceğim. Ama fanzinlere değinmek gerek. Fanzin, fanatic- magazine den geliyor. Dizgisinden baskısına  kendi imkanlarıyla, kimseye "eyvallah" etmeden ortaya çıkarabileceğin bir sanat ürünü. Fanzinlerde bazen çok iyi yazılarla karşılaşıyorum, sıradan dergilerin, o yazıyı yazan kişi popüler olmadan asla basmayacağı türden yazılar. Çok hoşuma gidiyor. Ben var oluşumu kavramaya başladığımdan beri insanla ilgili hiçbir şeye şaşırmıyorum. 


-Günümüz dünyasının derin geçmişi ile en ünlü ve gelişkin Oxford, Cambridge, Yale, MİT, Stanford, Sydney, Harward, UCLA gibi üniversiteleri 7/24 Online eğitime geçip dünyanın her yerinden, herkese, sürekli, sınırsız  ve çoğu ücretsiz eğitim verirken; BİZİM geri kalmış, lise seviyesindeki üniversitelerin burnu büyük, geri kalmış akademisyenlerine ne dersiniz?

#akademiyeözgürlük


Şimdi güzel bir yere geldik. Akademiler tam anlamıyla çöplük ama ne aradığını bilenler için muhteşem bir çöplük… Sadece Türkiye'de değil birçok üniversitede durum böyle. İyi akademi, üniversite sayısı düşük. Bunda öğretmeninden öğrencisine herkesin payı var. Bunlar bilindik şeyler. Fakat şunu fark etmek gerek; eğitim kırılarak dönüşen bir çember bizim ülkede. Akademi çemberin kırılma noktası değil, çember çok daha öncesinde kırılıyor. İlkokulda başlayan bu kırılma her geçen sene biraz daha büyüyerek üniversitede büyük, karanlık bir deliğe dönüşüyor. Bilim artık düşünmüyor. Nesnellik ve dogmatikliğin içinde çırpınıyor sadece. Veriler ve sonuçlarıyla ilgileniyor. Ancak çözümü kendi tarihine bakarak bulabilir. Dünyayı merkez kabul edip Kopernik'le, Bruno'yla sarsılan, Newton'la bilimin sonuna gelindiğine inanıp Einstein'la yerle bir olan, henüz onu hazmedememişken kuantum paketçiklerine toslayan bilim denen şey felsefeden ayrıldığında çıkmaz yola girdi. Geriye dönmeli ve felsefeyi ya da düşünceyi tekrar metodolojisine katmalı. Heidegger düşünmeyi ve felsefeyi birbirinden ayırır ama o konuşulacak başka konu. Fen bilimlerinin durumu felaket ama sosyal bilimler görece daha iyi sayılabilir. Akademilerde hala takip edebildiğimiz, gazetede, dergilerde yazılarını okuduğumuz, derslerine zorlukla da olsa- okullarda herkese açık ders uygulaması henüz çok kısıtlı, eğer o okulda tanıdığınız varsa bir şekilde girebiliyorsunuz, yoksa okula güvenliği atlatıp girebilmek için binbir takla atmanız gerekiyor- katılabildiğimiz insanlar mevcut. Bu sevindirici ama hevesimiz her an kursağımızda kalabilir.  Bir de akademisyen yazarlar var. Yazar diyerek yazma eylemini sanatsal olarak gerçekleştiren herkesi kastediyorum. Bir kere edebiyatın, sanatın uzmanlığı olmaz çünkü uzmanlık öncelikle uzman olduğun şeyi yapabilmeyi gerektirir. Örneğin bizim oralarda PTT evlerinde, Kazımbaşer 'de iyi oto tamircileri vardır, işinde uzmandır herifler çünkü motoru söküp takar, sorunu bulur ve tamir ederler. Üzerinde çalıştığı şeyin işlevini yeniden yerine getirmesini sağlarlar ama sanatta bu çalışmaz. Hatırladığım kadarıyla daha önce akademide edebiyat üzerine çalışıp iyi yazan pek kimseye rastlamadım. Varsa da bir elin ya da hadi skalayı genişletelim iki elin parmağını geçmez. Ayak parmakları rahat. Daha önce de belirttiğim gibi yazarlık bizim anladığımız anlamda bir iş değildir dolayısıyla akademisyen yazara ihtiyatlı yaklaşıyorum, yazdıklarına bakıyorum. Onları okumaya çalıştığımda genellikle ağzımın içine avuçla metal atmışım ve onu çiğnemeye çalışıyormuşum gibi hissediyorum. Dil, anlatılanı kavuran farklı teoriler, tekniklerle katılaşmış, sertleşmiş ve mekanikleşmiş. Olay örgüsünün büyüsüne güvenerek yazılmış onlarca kitap okudum. Ama herkese kötü bir haberim var. Anlatılacak pek farklı bir hikaye kalmadı. Olayın kendisinden çok, yazarın olaya nereden baktığı, ne gördüğü ve nasıl anlattığını umursuyorum.


Sabahattin ŞEN: Her şeyin kendi çevresinde dönmesine yönelik anlayışı bir genç açısından "tutucu" konumuna düşmesine neden olur. Burada gençlerle ilgili görüşü de genişletip esnek bir tutum izlemedigi de anlaşıkır. Durumu şu anlayış açıkça ortaya koyuyor: 

-Gençler daha çok neyi takip ediyor, yeni zevkler nelerdir?

''Genç'' ler neyi takip ediyor, bilmiyorum.


Kişi ne denli yaşlanırsa yaslansın genç kalmaktan çok çocuk kalabilmeyi başaramadıkça sanatta da başarı sağlanamaz. Genç demekle de düşüncelerin dinamik, bilimsel, duyarlı, üretici ve her şeye açık, katılıktan uzak bir üretim gücünde olmasıdır. Yaşlılıkla ilgisi yok bunun. Yaşlılıkta deneyimler daha da gençleştirmeye yaramadıkça genç yaşta da ölü sayılır o kişiler.


Sabahattin Bey, her şey elbette  kendi çevremizde dönüyor. Yazdığımız yazılara, çizdiğimiz resimlere aktardıklarımız, fiziksel olarak kafatasımıza ebediyen hapsolmuş beynimizin işlediği duyu organlarımızdan aldıklarının biraz fazlasıdır sadece. Nesne ile alımlayıcı arasındaki bağı düşünebilirsiniz. Dolayısıyla söylediklerinizden bencilliğin yanlış kullanımı olarak anladığım şeyin tutuculuğa dönüşmesi fikrini de doğru bulmuyorum. En iyisini ben bilirim demekle, ben merkezcilik arasında bir hayli fark vardır. Ben merkezcilik yanlış, kötülenecek bir şey değildir. Varoluşu kavramaya başlayan insan, önce kendisinin sonra çevresinin farkına varmaya başlar. Aslında ''Genç'' kelimesinin kullanımıyla alakalı düşüncelerimi belirtiyorum. Bu kelimenin küçümsemenin bir yolu olduğunu söylüyorum. Yaş almakla tecrübe kazanmak birbirine paralel ilerlemez. Ancak illa ki düşünceleri yaşça toplumun kabul edebileceği bir sayıya erişmemiş insanlardan bahsedeceksek, dikkatle ve iyi okunduğunda, aslında o sorunun cevabını bir sonraki cevapta bulabiliriz. Gazete, dergi ve fanzinden, romanlardan, felsefe ve sinema kitaplarından bahsediyorum. Yaşça ''genç'' olduğumu düşünürseniz; ''Genç''lerin nelerle ilgilendiğini anlayabilirsiniz. Takip, devamlılığı olan farklı bir kavramdır ve gerçekten, ima edilen insanların bu takibinin muhteviyatı hakkında bilgim yok çünkü bu gençler neyi takip ediyor, diye bir takibe girmenin faydası yok. Tabi ki sosyal medya ya da diğer mecralarda dikkat ettiğim bazı konular oluyor ama bunu bir takip durumuna sokmuyorum.


Mehmet ARSLAN: Hep bir doğruya, hep bir yanlışa, hep bir yargıya veya olguya ulaşmak amaçlı sorularla muhattap olmak zorunda kalmışsın. Bazılarına "eyvallah" ın olmamış. Eyvallah.


Olduklarına ise sövüp saydığın alemden (sistemden) cevap vermişsin. 


1-Bu ne kadar etik? 

2-Acaba diyorum, sistemin dışından bakma yetisi için zihinsel bir sistem inşaasına yönelik bir çalışman var mı?


Teşekkür ederim hocam. Etik, kavramı gerekliliğinin ötesinde varlığı yokluğu tartışmaya açık bir kavram ama bunu tartışmadan var olduğunu kabul ederek devam edeceğim. Aslında gerçeği kavramak için sistemin dışına çıkmak gerekmiyor. Bu gerçeği nasıl algıladığınızla alakalı durum. Bir gerçeğin algıladığınızın dışında, sizden bağımsız da var olduğunu ve sizin ona ulaşmak için nesnelerin, olayların dışına çıkmanız gerektiğini kabul ederseniz dışarıdan bakmanın bir anlamı vardır. Tıpkı konunun başında etik kavramının varlığını kabul ederek konuya devam ettiğimiz gibi çünkü gerçeğin orada olma ihtimalini barındırır. Ben gerçeğin algılarımızın dışında, bizden bağımsız var olduğunu düşünmüyorum. Kabulümün sonunda ulaşabileceğim gerçeğin yine sisteme dahil olduğunu düşünüyorum. Örneklemek gerekirse; kutunun içindeki kedinin ölü mü yaşıyor mu olduğunu bilmek için kedinin durumuna dair duyusal bir bilgiye ihtiyaç duymamız gibi. Aksi halde kedinin ölü ya da diri olduğunu bilemeyiz. Ben kutunun içini açıp bakmaktan yanayım. Dolayısıyla sistemin dışından baktığımızda bile varlığımızı kavrama biçimimiz sistem içinde olduğundan, dışarıdan bakmaya yarayacak zihinsel bir sistem tasarlamak gibi bir niyetim yok.  Nietzsche yaşam değerlidir diyebilmek için yaşamın dışında konumlanmak gerekirdi ama onu anlayabilmek için de onu yaşayan, bilen birileri kadar da iyi tanımak gerekirdi. Buradan bunun ulaşılmaz bir sonuç olduğunu çıkarabiliriz, diyor Putların Alacakaranlığın'da. Siz sistemin dışından bakmak deyince aklıma geldi bu sözü. Neyse uzun lafın kısası, konu sanat ise de eğitim ise de eleştiriyi elbette ki sistemin içinden, sistemden örneklendirerek ve eleştirinin yönünü sistemin her tarafı olarak belirlemek gerek.


Hamid ALİOĞLU: İlk önce herkesi selamlıyorum. Çağrı Bey diyaloğuzda dikkatimi çeken bir yazıya odaklandım. Sorum şu; iyi bir yazar yazacağı cümlenin sanat olduğunu düşünerek yazmaz. O zaman yazar kimdir, ve sanat sanatçı kime denir?


Edebiyat Şiir, roman, öykü, denemede yazar sıfatı sadece bunları üretmek için mi kullanılır?


"Söz harflerdir, sözler harflerden ibarettir. Kim harfleri birbirinin arkasınca düzmüş ve söz yaratmışsa en uca makama sahiptir". Imamettin Nasimi


Hamid Alioğlu Bey, selamlar.  ''Sanatın bir sonuç olduğunun farkındadır'' yazdım. Cümlenin başında iyi yazar kötü yazar ayrımı yaparak bu cümleyi kullandım. Kelime olarak, yazma eylemini gerçekleştiren herkese yazar diyebilirsiniz. Bunda bence hiçbir sakınca yok. Gazetede, dergide ya da bir internet sitesinde yazarak da yazar olabilirsiniz. Fakat sanatsal yazarlığı beraberinde getirmez bu. Sanat katmanlıdır; parçalı ve nihayetinde bütünlüklü. Sonuç olarak sanat olması için bu bütünlüğü elde etmesi gerekir. Peki mükemmel mi olmalıdır, yani bütün parçaları tam ve kusursuz mu, elbette hayır. Eksikliğin ifade ediliş biçimi belirler bunu. Sanıyorum diğer sorunuza da cevaplar taşıyor söylediklerim. Fakat ''İmamettin Nasimi'' nin söylediğini şöyle algılıyorum. Burada sanattan değil, öncelikle sözden yani dilden sonra da diyaloğun başında söylediğim, yazının iletişim biçimi olmasını destekleyen bir durumdan bahsetmiş. İnsanlar arasında ilişki kurulması ve bilgi üretilmesi olarak değerlendirmek gerek. Aksi takdirde, konu şu duruma gelebilir; kültürler, iktidarlar tarafından yasaklanan, görmezden gelinen yazarlar ''İmamettin Nasimi'' nin bahsettiği anlamda maddi manevi herhangi bir uç makama sahip değiller, hatta en alta, bu dünyada hapishaneye, tımarhaneye, sürgüne mecburdurlar. Belirtilen manevi dünya mevzusuna hiç girmiyorum bile.


-Erkan YAZARGAN: Sanatın neliğini anlayıp fikrini insanlar arasında yaygınlaştırırken; disiplinin dışındaki devlet, zaman, mekan, din, siyaset, ekonomi, tarih, ideoloji, bilim v.s. den bağımsız kendi başına, ihtiyaçsız ayakta durabilen başlıbaşına bir disiplin olduğunu anlamak zor mudur, diğerleri neden sürekli sanatı istismara kalkışır?


Sanatın zamandan, mekandan, siyasetten, tarihten, bilimden bağımsız olduğunu düşünmüyorum. Sanat tek başına var olmuyor. Her şeyden önce bir sanatçıya ihtiyaç duyar. Yani kendiliğinden oluşmaz, şekillendirilen ve yine söylüyorum sonuçta ortaya çıkandır. Bir film yapmak istiyorsanız, filmi çekmeden, kafanızın içinde onun sanat olacağını düşünebilirsiniz tabii ki ama film çekildikten sonra ortaya çıkanlara göre değerlendirilir. Aslında sanat, ortaya çıkan nesneye değer biçme sorunudur. Birçok parametresi vardır; sadece estetik olarak güzel olması yetmez. Estetik de konuşulması gereken göreceli bir kavramdır, tıpkı etik gibi. Sanatçıdan ortaya çıkar. Ancak sanatçının toplulukların içinde yaşadığını ve etkilenmeye oldukça açık ve istekli olduğunu unutmamak gerekir. İnsanlığın ilk sanat eserlerinden sayılan mağara resimlerinin bazılarını da içine alarak ortaya çıkan sanat eserlerinin bireysel ya da toplumsal hiçbir şeyden kopuk olmadığını görebiliriz. Sanatın insanın birlikte yaşamaya başladıktan sonra ortaya çıktığını unutmamak gerekir, ihtiyaçtan doğar. Sanat tam anlamıyla bir çelişkinin ürünüdür. Sanatçı hem toplumdan kopmaya hem de onun içinde yaşamaya çalışır ve böylece ortaya çıkan sıkıntıyı anlatma biçimidir.


-Özlem AKSOY: Merhaba Çağrı  Bey, yellenmeyi aşarak anlatıcılığı, yazarlığı belirgin bir düzeye yükseltmek mümkün mü, mümkünse o şey ne olabilir?


Özlem Aksoy, Selamlar. Bu soruyla birbiriyle ilişkili iki duruma birden değinmiş olayım. Yellenmeyi aşmak... Buna neden ihtiyaç duyuyoruz ? Çünkü yazarlığın üstün bir dil; günlük konuşma dilinden farklı bir dile, ahlaka sahip olması gerektiği gibi bir yanılgımız var. Gelenekleşmiş okuma, algılama biçimlerimiz düşünce sürecimizi kısıtlıyor. Öyle yumuşak duvarlar örüyor ki çarptığımızda fark etmiyoruz çünkü canımız yanmıyor ve yolun sonuna geldiğini düşünüyoruz. Örneklemem gerekirse yazdığım bir öyküde, iki kişi bir barda karşılıklı oturuyor ve birbirlerini tahrik edecek hareketler yapıyorlardı. Birisi diğerinin bacağını okşuyordu ayağıyla. Bunu okuyan insanlar öykünün sonuna kadar hatta öykü bittikten sonra bile o iki kişiden birini erkek diğerini kadın olarak hayal etmişti. Hatta belki de şuan bu öykünün kabaca tasvirini okuyan birçok kişinin zihninde benzer düşünceler canlandı. Hayır, ikisi de erkekti. İşte bu gibi algıların üzerine çıkmaya çalıştıkça yazarlık belirgin bir düzeye çıkabilir. Okuyucu için de kendi kodlarında bulunan sorunu fark ettiği anlara ihtiyaç vardır. Yazarken kullanılan dil seçimi yazarın tarzı ve ifade biçimiyle alakalıdır ve kalıplaşmış anlatımları benimsemek zorunda değildir. Aksi durumda birkaç iyi yazardan fazlası gereksiz olurdu. Edebiyatta küfrün varlığı, gerekliliği hep tartışılan bir mesele; edebiyat yaşadığımız hayattan  bağımsız, farklı bir dünya ya da evren içinde olmadığına göre, aslında hayatımızın tam ortasında, sokakta, evde, her yerde bir şekilde karşımıza çıkan küfrü edebiyattan çıkarmaya çalışmak anlamsız bir uğraş. Os*rmayı aşmanız mümkün değildir. Yazarın karakter yaratmak konusundaki yeteneğine bakmak gerekir. Eğer kullanılan küfrün varlığını karakterin tam da o an, o ortamda ve o şekilde söylemesi gereken bir şey ise, bu ahlak dışı, ayıplanacak bir şey -yazdığının değil, canlı, hayal etmesi mümkün bir karakter yaratıldığını gösterir.


-Duygu Songül KAHRAMAN: Merhaba ☺ Maalesef edebiyata da ticaretin karışması ile yıl da bir sürü kitap çıkıyor.  Yayınevleri de haklı olarak ayakta kalmak adına basıyorlar. Sorum şu; sizce her kitabı çıkan yazar ya da şair midir? ☺  

Sizin pencerenizden kimlere Yazar ya da Şair denmelidir? 


Teşekkür ederim.  Saygılar.


Selamlar. Kime yazar kime şair denir sorusu aslında cevaplanması kolay bir soru. Bu soruyu sormakta da oldukça haklısınız. Yazma eylemini yerine getiren herkese yazar diyebilirsiniz. Bunda hiçbir sakınca yoktur. Akademik bir kitap, bir tarih kitabı, bir yemek kitabı yazan da yazardır. Ancak sanatsal anlamda yazarlığın farklı algılanması gerekir. Burada iyi yazar kötü yazar ayrımı yapabilmek önemlidir. Ben sanatın çok katmanlı olduğunu, parçalardan oluştuğunu ve en nihayetinde bir sonuç olarak ortaya çıktığını düşünüyorum. İyi yazar, hem kendinin hem kitabının ya da yazdığı öykünün, romanın, şiirin, denemenin hem de okuyanın var oluşunu sorgulatmalıdır. İşin teknik tarafındaysa kelime seçimi, cümle kurgusu, dil bilgisi ve anlatım tarzı gelmektedir. İşte, sanatın katmanlı olmasına ve bir sonuç olmasına sebep olan şeyler kabaca bunlardır.

İKİNCİ BÖLÜM

Birey olarak Çağrı KUNDAKÇI'YI öne çıkarabilir miyiz, bize baştan bugüne detaylı sanat yaşamınızı yazabilir misiniz?

Okuyarak başladım. Çocukluğumda... Gerçek anlamda okumak sayılmazdı elbette, sadece alışkanlığı oluşturmak için gerekli başlangıçlardı. Şimdi o zamanlar ne okuduğumu bile hatırlamıyorum ama işe yaradılar. 

Okumanın ne olduğunu kavramam Dostoyevski ile başladı. Suç ve Ceza'yı okumuştum yıllar önce. İğrenç bir acizlikle kaplanmıştı her şey. Kötü günler geçiriyordum. Beynimin içi çürük kokuyordu. Ok Meydanı'nda bir yurtta kalıyordum. Şartları fena değildi aslında, yemekler idare ederdi ama dünyanın en aptal yöneticisine sahipti. Dört kişi kalıyorduk odada, heriflerden biri bağımlıydı. Sadece içmiyor, satıyordu. Torbacıydı yani. Okulu bitiremeyeceğini biliyordu, yolunu bulmanın derdindeydi ama o yurtta anlaştığım tek kişiydi çünkü farkındaydı her şeyin. Onu hiç ayık görmedim. Odaya arada bir uğrar, geldiğinde de hepimizin kafasını güzelleştirirdi. Biz içmesek bile yatağına uzanır, büyük bir sigaralık sarar ve yoğun bir sisle kaplardı ortalığı. Kokusu koridora yayılmasın diye ara sokağa bakan pencereyi açar, kapının altına tişörtlerini sıkıştırırdı.  Kokardı tabi. Herkes bilirdi onun geldiğini. Bir tek yönetici anlamazdı neler döndüğünü. Şişe dibi gözlüklerinin arkasından dudaklarını büzerek her hafta farklı renkte ve farklı cümlelerle ketılın yasak olduğunu söyleyen duyuruyu asardı. Herifin tek derdi odalara koyulan ketılları toplamaktı. Ucuz ketıllar elektrik kontağında kısa devre yaptırıyormuş, yangın çıkarabilirmiş. Oysa, tüm binada uyuşturucu ve içki partilerini dönüyor, yurdun hemen yanında her gün çatışma oluyordu; biber gazları, plastik mermiler, molotof kokteylleri... Neyse, diğer iki oda arkadaşımda tuhaf solculardı. Birisi bütün gününü bilgisayarın başında geçirip marşlar dinler, diğeri yazar olmayı umarak okur, yazar ve klasik müzik dinlerdi. Hep aynı çemberin içinde dolaşan ve hep sonuçsuz kalan siyaset tartışmalarına girerlerdi. Onlar neredeydi bilmiyorum, odada bir haftalığına yalnız kalmıştım. Dostoyevski duruyordu masanın üstünde. Açtım, okumaya başladım. Nedenini bir türlü çözemediğim bir durumum vardı eskiden, iyi şeylerle karşılaştığımda gözlerim dolardı. Bu bir histi, gördüğümün iyi olduğunu hissediyordum. Sayfalar ilerledikçe gözlerim yaşarıyordu. Biber gazından falan değildi, emindim. Dostoyevski'den sonra o durumum yok oldu. His gitmiş, yerini anlamlar almıştı. Oda arkadaşlarımdan bir daha haber almadım. Yazmaya başlamam tam olarak ne zaman başladı hatırlamıyorum. Tarihleri aklımda tutmak konusunda pek iyi değilim. Ama bir şekilde yazıyordum. Şimdi dönüp yazdıklarıma bakınca şaşırıyorum. Bu ne lan, böyle mi yazılır, diyorum. Fakat onlar antrenmanlarımdı. Yazmak spor gibi, sürekli antrenman gerektiriyor. 

İyi olmak için çalışırsın; yazar, bozar, yırtar, yeniden yazar ve tekrar ve tekrar ve tekrar aynı şeylerle boğuşursun. Bazen şu gibi laflarla karşılaşıyorum, yazarak rahatlıyorum. Siktir ordan. Yazarak rahatlıyorsan gerçekten yazmıyor içini döküyorsun demektir. Git sabah akşam mastürbasyon yap daha iyi çünkü ne yazarsan yaz, düşünmen ve çalışman gerekir. Ben öykülerimde de, romanlarımda da aynı şeyi yapıyorum. Bitirdikten sonra bir süre demlenmeye bırakıyorum yazdıklarımı. Tabi ki yazdıklarım değil ben demleniyorum aslında. Dem önemlidir. Geri döndüğümde yırttığım çok şey oluyor. Bundan genelde korkulur. Hayır, üslubunu oluşturmuş bir yazar için bu hiç de korkulacak bir şey değil. Yazmak bir sıkıntının ürünü. Varoluşunu tanımlama biçimi. Adam yazmış öyküsünde, yazmasam deli olacaktım, diye. Kalemi açtıktan sonra öpüyorsa bir yazar, zaten delirmeye başlamıştır. Normalin işi değil yazarlık... Bu çok net. 

Velhasıl kelam, bir süre sadece yazdım; şiir yazdım, öykü yazdım, deneme yazdım. Şiir bana göre değildi. Sonra dergilere birkaç öykü yolladım. İstisnasız hepsi reddetti. Böyle olacağını biliyordum tabi. Bildiğini düşündüğünün doğrulanması güzel bir histi. Ardından fanzinle tanıştım. FANatic- magaZİNE den geliyor adı. Yazdıklarını kimsenin onayına ihtiyaç duymadan basabiliyor ve dağıtabiliyordun; ilk defa duyanlar için kulağa ütopik gelebilir. Hayır. Gerçek. Fanzinle uğraştım bir dönem. İyi olduklarını düşündüğüm fanzinlere de öykü yolluyordum. Mesela, Hasar Fanzin vardı. Hasar'ı basan arkadaşım, sadece 7 sayı basacağını söylemişti. Yedi sayısının hikmetini ben de bilmiyorum ama satış derdi yoktu herifin, kimseye eyvallahı yoktu. Yedi sayı sonunda Hasar gitti. Bir fanzin, bir sayısında jilet dağıtmıştı. Öyle işler işte. Sadece kendi öykülerimin ve çizimlerimin olduğu, ''Lapis I'' ve ''Lapis II''  adında iki kitapçık- booklet bastım. Bookletlerden sonra ''Savruluş '' ismiyle bir roman yazdım. Kitap Klaros yayınevinden çıktı. Bu yaşadığımıza inanması güç günlerde çalışmaya devam ediyorum. Henüz adını koymadığım bir booklet yazdım. Yakında basılacak. Bir de son düzenlemelerini yaptığım uzun öykü dosyam var. Şu günlerden kurtulduğumda basarım, belki.




Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol